Gönderen Konu: Tarih Boyunca İslam Hakimiyeti ve Uğradığı Suikastlar  (Okunma sayısı 1100 defa)

0 Üye ve 4 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimiçi ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 199
Ynt: Tarih Boyunca İslam Hakimiyeti ve Uğradığı Suikastlar
« Yanıtla #30 : 20 Kasım 2024, 09:53:13 »

islam Hakimiyetinin Devami
Cenab ı Kibriya Kur'anı Kerim En-Nars sûresinde buyu­ruyor:

Allan ın nusratı ve fetih gelince.

Sende insanlar ın küme küme Allanın dinine gireceklerini görünce hemen Rabbını hamd ile, teşbih et. Ondan mağrifet dile. Allah tövbeleri kabul edicidir.

Baz ı müfessir bu âyeti kerimenin, Peygamberimizin irtihallerine işaret olduğunu söylerler. Sahih Buharı bu surei serifenin Peygamberimizin vefatlarından iki sene evvel nazil oldu­ğunu nakleder. Yine bazı rivayetlere göre de bu âyetler ResulAllahın terki dünya etmek üzere olduğunu gösteren bir işa­rettir.

Her ne olursa ol sun Hicretin on birinci yılı ve Rebiülevvel ayı idi. Fahrikâinat bu fâni âlemden alâkasını kesip ruhi mübareki âlemi kudsiyete intikal etmek üzere idi. Refakati ulyayı arzulamakta idi. Arzusu yerine geldi.

Sal ât ve selâm sana... Ey akl-ı muazzam ve müebbet...

Rasulüllah, terki dünya edince eshabı, İslam devleti riyase tine birini intihab zaruretini duydular. O makam tabiatiyle bo ş kalamazdı. Peygamberin hayatında bulundukları devre, devri saadet demek isabetli olur. Ondan sonraki devirlere de islâm hükümranlığı demek doğru olabilir.

Peygamberimiz, Allahın her t ürlü lutfuna mazhar, şahsiye­ti üstün, sözü geçer, Peygamberlik nüfuzu her yerde hakim, şahsen son derece cesur, metin, soğukkanlı düşmanlarını hak ile yeksan eden büyük bir Peygamberdir. Bizzat kendilerinin neşrettiği din ile, bizzat başında bulundukları islâm hükümeti, kendi idareleri ve hayatları esnasında dünyanın bütün idareci­lerine ve tekmil beşeriyene numune olacak bir manzara arz ediyordu, îrtihallerinden sonra bu devlet halifeler ve emir-el mü'minler vasıtasiyle idare edilmiştir.

Muhtelif zamanlarda İslâm devletinde tabiatiyle dahilî me­seleler olmuştur. Fakat bu hâdiselerle islâmiyetin bir alâkası yoktur. Din tekemmül etmiş. Hatemül Enbiya efendimiz âhirete göç etmiştir, irtihali nebeviden sonra vuku bulan bütün hâdiseler, şimdiki müstamel tabiriyle birer iç mesele olup esasa taallûk etmez. Bu görüş farklarından mesele çıkarmak islâm aleyhinedir. Bitaraf ve samimi bir nazarla bakılacak olursa, is­lâmlar arasındaki ihtilâf, müslümanlığın esasına taallûk etme­yip. Resul Ekremden sonra islâm varlığının basına geçecek olan zatların tayini meselesinden çıkmıştır. Bu iç ihtilâf yahudi ve dönmeleri tarafından körüklenmiş, bir mesele haline so­kulmuştur. Öyle bir mesele ki islâmı iki parçaya bölmüş, kuv­veti yarıya indirmiştir. Her iki tarafın, her iki mezhebin müteassıp şahsiyetleri de bu ihtilâfı büyütmüş ve bu anlaşmazlığın derinleşmesine sebep olmuşlardır. Bununla beraber rnüslümanlar arasındaki ?esasa taallûk etmeyen? anlaşmazlıklara rağ­men müslümanlar yeni yeni memleketler fethinden, islâm nu­runu yeryüzüne yaymaktan geri kalmamışlardır.

İran, Hindistan ve Kafkasyaya ulaşan islâm hududu Çin Ülkesine, Rusyaya ve şimaline kadar varmış, Sam ve Mısır, Şi­mali Afrika ve İspanyayı eline geçirmiş, Anadolu ve Balkanları.Kırım ve Ukranya'yı içine alarak karedeniz şimal sahillerine ulaşmışmıştır. İslam ordusu, Tüklerin bayraktarlığı altında Viya na kalelerine dayanm ıştır. Bu ilerleyiş, bu yeni yeni memleket­ler feth arzusu, islâm bayrağını ülkelerden ülkeye götürmek ve dinü ümem olan müslümanlığı bütün yeryüzüne yaymak ar­zusundan ileri geliyor ve bu iman sayesinde mümkün oluyordu. Bu inanç gevşediği gün bu fütuhat durdu ve gevşeme devri baş­ladı. Bu duraklamada en müessir amil, islâm nizamlarının ağır ağır terk edilerek yerine yabancı metodlar ve usullerin tat­biki olmuştur. îsîâm devletinin kendi nizamında ilerleyişi kendine mahsus tefekkürleri ve bidayetten beri gördüğümüz gibi bazı esaslı hakikatlere dayanılarak kat'edilen yol, bu dinin bu medeniyetin ve bu devletin temellerini kuvvetlendirmişti. Bu sebeple ilk yüz yıl içinde geniş bir mıntıkaya yayılmak imkânı hasıl olmuştur. Bu yayılış ve istilâ devam ettiği müddet zarfında müslümanlık yeni yeni pürüzler ve zorluklarla kar­şılaşmış ve onları hallü fasl edecek çareleri kendi kanunların­da bulmuştu. Bu suretle İranda, Irakta, Suriyede, Mısırda, is­panyada, Hindistanda, Kafkasyada ve diğer memleketlerde tesadüf edilen yeni hâdiselere islârn kanunlarının tatbiki bu memleketler halkının topyekûn müslüman olmalarına yaramıştır. Bu hal islâmı hakikatlerin ve müsüman hak ve kanu­nunun ince ve adil esaslarına, Kur'an ve sünnetten çıkarılan hükümlerin isabetine büyük bir delildir. Çünkü müslümanlığın doğruluğu ve hakikate uygunluğu, halk umurunda müsbet neticeler doğurmuş ve ayrıca Kur'an ve sünnette mündemiç büyük hakikatlerin ortaya çıkması ilerleyişin seri halindeki muvaffakiyetlerin sırlarındandır.

Bu il erileyiş ve muvaffakiyetler beşinci Hicret ve on birin­ci Milâdî asra kadar devam etmiş ve ondan sonra İslâm âlemin­de umumi bir gevşeme ve duraklama devri başlamıştır. Tek­rar etmeliyiz ki bu duraklama, gerileme ve gevşemede en mü­essir âmil islamların kendilerine mahsus kanun ve nizamlar­dan uzaklaşmalarıdır. Bizim bu gerilememizi fırsat bilen haçlı ordular müslümanlar aleyhine hareket gelmişler, müdhis. bir dini taasub ve ortaçağa yakışan bir zihniyetle toplanarak müslümanlara saldırmışlardır. Ehli Salibin mağlubiyetinden sonra Kölemenler islâm hükümetini ellerine almışlarsa da Kur'an ve sünnetten; islâm kanun ve nizamlarından habersiz oldukların­dan onların elinde islâm devleti kuvvetsiz ve gevşek bir hal­de kalmıştır. Bundan sonra Moğol tecavüzleri ve bunların zen­gin İslâm kütüphanelerini ve abidelerini yakıp yıkmaları müslümanlığa büyük darbe olmuş ve zafiyetini arttırmıştır. Müs­lümanların ana prensiplerden ve islâm hukuk ve nizamların­dan ayrılmaları, gayet kısa zamanda, yıldırım hıziyle yeryüzü­ne yayılmış olan İslâm kudretini zayıf düşürmeğe sebep olmuş­tur. Tarihin bu dönüm noktasında, İslâmın meş'alesi, Türk ırkının elinde yeniden parlamış ve eski şevketini kazanmıştır. Türk milletinin, haçlı seferleri esnasında ve müslümanlık dâ­vasında tarih boyunca gösterdiği fedakârlık ve dâvaya yaptığı hizmet asla inkâr edilemez.

İslâm bayrağı Osmanlıların eline geçtikten sonra bu livay-ı tevhid kısa zamanda Bizans surlarında ve Balkanlarda dalga­lanmış ve Türk milletinin idaresinde İslâm devleti yeryüzünün en kudretli varlığı olmuştur. Bazı Arab müellifleri Türklerin askerî kudretlerini ve İslâm bayrağını yeryüzünün üç kıt'asına büyük bir hulus ve imanla götürüp dikmelerini medih ve sena etmekte fakat bizim ilme ve fikriyata kıymet vermediğimizden de bahs etmektedirler. Hakikat hâlde Türklerin sadece silâh kuvveti ve ırkî kabiliyet ve cesaretleri sayesinde değil, daha zi­yade iyi idare ve İslâm adaleti sayesinde bu terakkilere mazhar oldukları muhakkaktır. Ecnebi müellifler Türklerin on üçün­cü yüzyılda Avrupada namlarının duyulduğunu yazarlar. Sa­yıları mahdut olan Türkler Orta Asyadan Moğolların şerrin­den dolayı hicret ediyorlardı. Bunlar merkezi Konya'da olan Selçuk Türklerinin imdadına yetiştiler ve Selçukların Moğollar ve Rumlar aleyhindeki seferlerine iştirak ve hizmet ettiler. Selçuklar bu hizmetlere mukabil kendilerine Anadolunun gar­bında bazı parçalar verdiler. Burası Büyük Osmanlı İmpara­torluğunun maskat re'si, beşiği ve doğuş mıntıkası idi. Osman ve orhan beğlerin yüksek deha ve istikbal için hazırladıkları dahiyane pl ân ve program, büyük bir imparatorluğun temelle­rini burada kurdu ve parçalara ayrılmış olan Selçuk beylikleri­ni birer birer kendi bünyesinde toplayarak 1683 Milâdî sene­sinde Viyana surları önüne kadar dayandı.

T ürklerin insaniyete ve İslâmiyete yaptığı hizmetlerin tamamiyle tebellür ettirilmesi gerekir. Her nedense gerek İslâm ve gerekse Garb müellifleri bazı sebeplerden ötürü bizim hiz­metlerimize lâyık olduğu değeri vermemişlerdir. 1453 de Şark İmparatorluğunun merkezi olan İstanbulun Türklerin eline geçmesi İslâmiyetin bir zaferi olduğu kadar insaniyet için bü­yük bir hizmet ve adalet numunesi olmuştur. Fatih Sultan Mehmed'in İstanbulu zaptedip, bir çağ kapayarak, yeni çağı açtığı o muhteşem günlerde hıristiyanlara bahşettiği imtiyaz­lar ve müslüman olmayan tab'aya gösterilen adalet ve iyi mua­mele İslâmiyetin üstünlüğünü gösteren ve büyük mânâlar ta­şıyan hâdiselerdendir. Bu böyle, olduğu için Trakyadaki Rum­ların yekûnu Türklerden çok fazla olduğu için
Trakyadaki Rumların yekûnu Türklerden çok fazla olduğu hâlde Rumlar kendi can ve mallarının emniyetini, Türk ve Müslüman adale­ti himayesinde daha müemmen gördüklerinden İslâm hâkimi­yetini, hıristiyan idaresine müreccah tutmakta idiler. Müslü­manların tutumu ve bu dinin umdelerindeki sarahat ve asalet Ortodoks mezhebindeki hıristiyanlara; katoliklerden daha ali­cenap ve daha hakikat olarak gözüküyordu. Müslümanlığın adalet ve kanun önünde müsavat prensipine mukabil; meselâ Garb müelliflerinden Klark'ın Amerikada basılmış olan Race of Turkey European kitabından şu parçayı alabiliriz :

«Fesada düşmüş asilzadeleri, kalabalık ve müstebit bir ruh­ban sınıfı, kötü tefsir edilen bir sürü kanun ve ferman, ehaliyi devamlı bir surette soyan bir hükümet ve en kötüsü hüküme­tin tahammül edilmez inhisarları, vergi tahsilindeki bozukluk lar ve adaletsizlikler, sürü halinde gümrük memurlatı ve tah­sildarlar sefaletin derin çukuruna düşmüş olan halkda ne hak, ne kurtuluş imkânı ve ne de bir zerre ümit bırakmamış idî»

Bu mütalaaya müvazi olarak, diğer bir milletin, bir rus tarih çisinin şu yazısını da aşağıya alırsak iyi bir mukayese yap­mak imkânı hasıl olur; Bizans hakkında diyor ki:

«Kanunun hükmü olmayan bir imparatorluk, ağzında diz­gin bulunmayan bir at gibidir. Kostantin ile ondan evvelkiler kendi büyük memurlarını halkı ezmek için serbest bırakmış­lardı. Artık mahkemelerinde adalet, kimsenin kalbinde cesaret kalmamıştı. Masumların göz yaşından, kanından hakimler servetler yapıyorlardı. Rum askerleri, muhteşem üniformalarının altında mağrur ve mütehakkim vatandaşlar ise vatan haini ol­maktan utanmıyorlardı. Askerlerin harbden kaçması tabii idi. En nihayet Allahıb gazabı bu halkın kafasına indi ve âlemle­rin Allahı, kendi yolunda cihadı mukaddes bilen ve bundan zevk alan, hakimleri adalete hiyanet etmeyen büyük hüküm­dar Fatih Sultan Mehmed Hanı meydana çıkardı.»

Bu yaz ı ortodoks hıristiyanı olan bir Rus müverrihi tara­fından yazılmıstır. Müslüman Türkün, islâm kanun ve nizam­larına uyarak nasıl mükemmel ve adil bir idare kurduğu ve ' bu nizamlar gevşeyinceye kadar yüzlerce sene nasıl bir zafer ve istilâ yolunda yürüdüğümüz canlı ve şahidli, isbatlı delille­rindendir.

Şimdi; Müslüman Arab müelliflerine göre islâm hüküm­ranlığı hakkındaki mütalâaları sıralayalım:

Arab m üellifleri islâm hükümranlığını muhtelif şekillerde tarif eder ve iktisadî ve içtimai meselelerde muayyen hüküm­lere göre icrai hükümet eden halifelerin şahıslarında toplarlar. Onlara göre bu makamlara bağlı umumî valilikler geniş salâhiyetlere sahip, müstakil reis hükmünü verdirerek ,adeta müsta­kil birer hükümet olarak emirülmüminini tanımak ve hutbe­lerde namını zikretmekle iktifa etmişler ve hükümranlık kud­reti ellerinde olduğundan bağımsız devletlere benzemişlerdir. Meselâ Hamdâniler ve Selçuk hükümdarları gibi devletler, is­lâm birliğine bîr tesir yapmamıştır. Başka bir misal; Mısırda Asi oğlu Omrun vaziyeti, Samda Ebu Süfyan oğlu Muaviyenin vaziyeti umumî valilik mahiyetinde idi. Bununla beraber bun lardan her hangi b îri emir-elrnümininin emrinden hariç tek ba­şına bir şey yapmamıştır. İslâm hükümetinin başında bulunan zatların kuvveti sayesinde islâm devletinin birliğine halel gel­memiştir. Fakat başın kuvvetine zaaf gelince müstakil ve umu­mî valiler birer müstakil devlet olmak yolunu tutmuşlardır. Halbuki islâm hükümranlığının reislerinin kuvvetli bulunduk­ları devirlerde ayrı gibi gözüken bu hükümetler, haddizatında bir makama bağlı yekpare bir devletin parçalan sayılırdı. Ta­rihte bazen müslüman hükümetlerinin tek basma kaldığı gö­rülürse de, bunlar yine bir tek makama bağlı ve muti kalmak­ta devam ettiler. Endülüs'te zuhur eden halifelik Mısırda pey­da olan Fatimîlerin bazı Arab müverrihleri umumî valilikten başka bir şey olmadığı ve islâm devletinin bütünlüğüne halel getirmediği kanaatındadırlar. Osmanlı devletinin hükümranlı­ğı zamanında iran'ın da vaziyeti bunun aynı idi.

H ülâsa yeryüzünün üç kıt'asında asırlar boyunca müslümanlığın üstün hükümranlığı, yekpare bir kal'a gibi devam et­miş ve itibarı Türkler devrinde zirveye ulaşmıştı. Dünyanın bütün mutaassıp ve bozguncu kuvvetlerinin hınçlarını Türk milleti üzerinde teksif etmesinin sebep ve hikmeti budur.


« Son Düzenleme: 20 Kasım 2024, 12:20:13 Gönderen: ihvan23@hotmail.com »

Çevrimiçi ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 199
Ynt: Tarih Boyunca İslam Hakimiyeti ve Uğradığı Suikastlar
« Yanıtla #31 : 20 Kasım 2024, 09:54:53 »
Islam idaresinin Iç Siyaseti
İslâm idaresinde iç siyaset, dahilde islâm icapları ve ge­reklerinin yürüdülmesidir. Bunlar kendi hükümranlığında ya­sayan bütün halkın içtimaî, kazaî, adlî ve iktisadî bütün işleri­ni tanzim eder hafif ve ağır cezalar tertip eder ve bilhassa ah­lâk mevzuuna kıymet verirlerdi. Müslümanlar; bütün insanla­rın hak dinine iltihaklarını bir zaruret ve vazife olarak telâkki etmekte idiler. Çünkü bu dinin bütün beşeriyete şamil, umumî sulh ve sükûne hizmet eden bir medeniyetin esası olduğunu kabul ederler. Kur'anı hakimde Cenabı Hak şöyle buyurmak­tadır:

«Ey insanlar, sizi ve sizden evvelkileri yaradan Allaha iba­det ediniz, böylece ondan korkup çekinirsiniz.»
Yine Cenab ı Hak şöyle buyurmaktadır;

«Ey insan, büyük olan Allahın emirlerini dinlemeyip seni aldatan nedir.»

Bin âenaleyh bu vazifeler ister müslüman olsun, isterse müslüman olmasın her idrak sahibi insandan istenmiştir. İmam Gazali de Mustasfî ismindeki usul kitabında su mütalâayı ile­riye sürer:

«Üzerlerine vazifeler yüklenen kimseler, islâmlık vecibe­lerini ifaya borçlu olan kimselerdir. Bunların vazifelerini kav­rayacak akıl idrak sahibi olmaları lâzımdır. Her hangi bir şahsın bir vazife ifasına mecbur olabilmesi o şahsın bunu anlaya­bilecek akıl ve ferasete sahip ve insan olmasından ileri gelir.» demişdir. Bunun için islâmiyet bütün insan oğullarına hitab eden bir müessesedir. Müslümanlığın tekmil insanlık muvace­hesindeki rolü, kendine mahsus nizam ve kanunlarla insan top­luluklarına bakması ve kendi icaplarına göre muamele etmesi­dir. İslâm düzeni, ekalliyetler tanımaz, cümleye adalet göziyle müsavi hak tanır.

İslâmiyetin bu mevzuunda Türklerin takip ettikleri siya­set, bütün diğer milletler için numune teşkil eder. Türk Padi­şahı, İkinci Sultan Murad'ın adalet babındaki titizliği bütün ecnebi tarihçilerin dikkat nazalarım çekmiştir. Müşarünileyh Rum. imparatorlarının tabalarına reva gördüğü zulüm ve suiis­timalleri kaldırmış ve halka kötü muamele eden memurları ce­zalandırmıştır, îstanbulun zabtından sonra en az yüz sene gayet sağlam ve muntazam bir idare, ehliyetli devlet memurları ve bütün dünyaya misal olacak olan bir adliye kurulmuş ve de­vam etmiştir. Bu idare hem müslümanlar, hem de müslüman olmayanlar için gayet adilâne işlemiş ve bu sayede hıristiyanlar refah ve saadet içinde yaşamışlardır.

İslâmi adımlar ve tempo ile yürüyen ve müslüman nizam­larına ve kanunlarına son derece riayetkar bulunan Türk İm­paratorluğunun bayrağının dalgalandığı bütün ülkelerde müs­lüman ve gayri müslüman tab'anın nail olduğu terakki ve inki­şaf bütün Garb müelliflerinin hayret, takdir ve tasdiklerini mucib olmuştur.Bir zamanlar kendi bayrakları altında ticaret gemileriyle sefer yapan Rumlar ecnebi limanlar ından koğulurken bunlar Osmanlı bayrağı altında geniş bir hürriyet ve im­kâna sahip olmuşlardı. O derecedeki bu Rumlar uzak seferlere çıktıkları zaman Türk kıyafetine bürünür ve bu sayede her türlü kolaylıkları görürlerdi. Şurası şayan dikkattir ki Türk gücünün yüksek bulunduğu devirlerde müslümanlığın icapla­rına riayet dolayısiyle bütün ülkelerde şeref ve itibara sahip bulunuyorlardı. Türklerin Yunanistanı fethinden itibaren tam iki asır öyle bir adalet ve iyi idare hüküm sürmüştür ki bunun bir esi hıristiyan dünyasında gösterilemez. La Jonkier isimli muharririn yazdığı Osmanlı tarihi isimli eserde şu parça göze çarpar:

«Macaristandaki kalvim mezhebi mensuplariyle Transilvanyadaki müvahhit hıristiyanlar, mutaassıp Habsbtrg'luların eline düşmekten ise müsluman Türklerin tab'ası olmağı çok­tan istiyorlardı. Bundan başka Silezyadaki protestanlarda mez­hep ve vicdan hürriyetleri için Türkiyeyi özlüyorlardı. Bilhas­sa On beşinci asrın sonlarında İspanyada zulüm ve işkenceye uğrayan yahudiler fevc fevc Türkiyeye sığınmışlardı. Rusyanın resmî kilisesi tarafından kötü muamele ve zulme duçar olan Kazaklar hürriyet ve adaleti Türk müslüman padişahlarının ülkelerinde bulunuyorlardı. Polonyalıların ortodoks Ruslara yıptıkları korkunç zulümlere karşı Antakya ortodoks patriği Makaryos şöyle feryat etmişti:

O imans ız sefiller tarafından şehit edilen binlerce insana hep beraber ağladık. Ölülerin sayısı seksen bini bulmuştur. Ah. dinsizler! Ah pis vahşiler! Ah sizi gidi taş yürekliler! Dünyala­rını terk etmiş biçare insanlarla aciz kadınlar ne günah işledi­ler, kızlar, oğlanlar size ne fenalık yapmışlardı ki?. Ben bun­lara niçin mel'un ulahlar diyorum? Çünkü bunlar bizi putlara tapan dalâlet ehlinden deha aşağı düşürdüler. Allah Türk im­paratorluğunu ebediyete kadar payidar etsin.

B ütün bu misaller, bu itiraflar Türklerin islâm nizam ve kanunları altında ne büyük, ne adil ve ne kadar alicenab bir millet olduğunu ve islâmm san ve şerefini ne derece yükseltti gini g östermesi itibariyle son derece mühimdirler.

B ütün bu konuda Türklerin ırkî ahlâkının üstünlüğü ve buna inzimam eden islâm terbiyesinin rolü büyüktür.

Son nesiller ve b üyük vatanımıza «hasta adam» denildiğini işitmeğe alışmış olanlar, milletimizin kazandığı büyük zaferle­rin ve ulaştıkları istilâ ve hazmetinin derecesini ölçmekte zor­luk çekerler. Onlar bizim silâh gücümüz, kuvvetli imanımız ve ırkî kabiliyetimiz sayesinde bütün dünyanın nasıl hayret ve hattâ haşyetini kazanmış olduğumuzu lâyıkiyle takdir edeme­mekte mazurdurlar. Türkler, Allahın ismini yükseltmek ve is­lâm bayrağım dünyanın dört bucağına dalgalandırmak aşkıyla dine ve medeniyete büyük hizmetler yapmışlardır. Haddiza­tında bir sulh ve selâmet ve yeryüzünde imanlıları kardeş bi­len bir din olan islâmiyet, ilk intişar devirlerinde gördüğümüz gibi mücadele, mücadele ve gayret yoliyle yapılmıştır. Türk­lerde aynı yolu tutmuşlar ve sonra fetih ettikleri ülkelerde halka adalet, hürriyet ve huzur sağlamışlardır. Böylece Bul­garistan. Sırbistan, Macaristan, Bosna ve Hersek'in idaresini ellerine almışlardır. Aynı ruh ve aynı iman ile İtalyan yarıma­dasının cenubundaki Otranto'ya bayrağını diken Fatih Sultan Mehmed, Tıbkı Peygamberimize yaptıkları gibi yahudilerin h ıyanetine uğramış ve hususi doktoru yahudi dönmesi Yakup Paşa [Maestro Jakobü] tarafından zehirlenip öldürülmemiş olsa idi. Türk bayrağı Komadaki Senpiyer kilisesinin damına di­kilmiş ve oradan islâmın nuru tekmil garbe yayılmış olacaktı. İstanbulun fethine gelen Büyük Türk Hakanı Ebul Feth Sul­tan Mehmet Okmeydanında vüzerâ ve ümerâsına su hitabede bulunmuştu:

«Ben, Büyük Peygamberimizin tebşiratına mazhar olmak ve ruh m übareklerini şad etmek için bu büyük vazifeyi sırtıma yüklenmiş bulunuyorum.»

Evet B üyük Peygamberimizin yolunda yürüdü ve o da aynı zorluklara göğüs gerdi. Bizler bu Büyük Türk Hakanı'nın bize miras bıraktığı, bu beldeler şahı îstanbula böyle sahip olduk.

İslâm bayrağı Türkler elinde garba doğru ilerlerken, Arabların da müslümanlığı neşir ve tamim ve islâm ülkelerini geniş­letmekteki hizmetlerini takdir ve talisinle yadetmeği vazife bi­liriz. Yedinci asırda Sasâniyan hanedanı iskat edilmiş ve asır­larca Roma ve Şarkı Romanın satvet ve kudretine karşı koy­muş olan geniş İran İmparatorluğu islâm bayrağı altına gir­miştir. Hiç şüphe yoktur ki İran ordusunun inhizama uğrama­sında ve halk topluluklarının müslümanlara mukavemet etmemesinde en büyük amil; islâm adalet ve kanunlarının üstünlü­ğü ve İran Sultanının anarşi, zulm ve istibdat içinde yüzmesi ve o zaman İranın dîni olan zerdüşt rahiplerinin zulümlerinin zamanın hükumdarlarınca himaye edilmiş olmasıdır, o zaman zerdüşt rahipleri hükümet içinde son derece nüfuza sahiptiler. Onlar bu nüfuzlarım Iranda yasayan müteaddit halk ve mez­hep sahipleri aleyhinde kullanmakta idiler. Müslümanlık ise, ister kendi dininden olsun isterse başka dinlere mensup olsun bütün insanlar hakkında adil ve hakkaniyet dairesinde mua­mele eder. Bu sebepledir ki Arabların islâm bayrağım İrana kadar götürmeleri zor olmamıştır. İslâm bayrağının dalgalandı­ğı her yerde, her din ve mezhebe mensup olan insanlar kendi­lerine bahşedilen hürriyet ve müsamaha dolayısiyle ferah ve mes'ut nefes almağa başlamış ve bu hal islâm nurunun gönül­lere ve ruhlara yayılmasına sebep olmuştur. Bundan başka zerdüşt mezhabinin nefretle karşıladığı san'at sahipleri müslümanlarca himaye ve takdir görmekte idi. Zerdüştîlerin san'at ve iş sahiplerini hakir görmelerini mukabil müslümanlann kendilerine hürriyet bahşetmeleri ve müsavat ve adaletle muamele etmeleri halkın samimi ve candan istekle müslüman olmalarına yardım etmiştir. Şunu tekrar etmek faydalıdır ki islâm kanun ve umdelerinin hakkiyle hüküm sürdüğü bütün devirlerde islâm satvet ve kudreti nihaî derecesini bulmuş, bu nizamlar ve islânıî yoldan ayrıldığımız vakit tedenni ve ihatatla yüz yüze gelmişizdir. Bütün tarih bunun en adil ve taraf­sız şahididir.

İranda İslâmiyetin yayılışını tetkik ederken şu hâdiseyi de hatırlamak faidelidir:

Hazreti Ali'nin o ğlu, hafid-i resul Hazreti Hüseyin'in son Sasâniyan hükümdarı Yezdü Cürdün kızı Şehbânu ile evlen­miş olması, Iran halkının islâmiyete çabuk ısınmasına sebep olmuştur. İran halkı Şehbânu ile Hazreti Hüseyin'in torunları­na, kendi eski hükümdarlarının halefleri göziyle baktıkların­dan bu yeni din ve hükümeti, kendi eski hükümet ve hanedan­larının devamı gibi telâkki etmişlerdir. İranlı dindaşlarımızın Hazreti Ali ve evlâdlarına verdiği aşırı ehemmiyetin ve sebep ve saiki budur.

Baz ı garb müellifleri, Arabların müslümanlığı İranda zorla, cebir ve şiddetle yaydıklarını iddia ederlerse de, bu iddianın hakikatle zerre kadar alâkası yoktur. Aksine olarak islâmiyet; tam bir adil ve müsamaha prensibi dahilinde, kendini sevdirerek, inandırarak nur gibi, ziya gibi, güneş gibi kalbleri ısın­dırarak, gönülleri tenvir ederek, zorla değil kolaylıkla yayıl­mıştır. Bu din; ikrah ve cebri kabul etmez.

Tarih çiler Mes'ûdiden bir rivayet naklederler: Halife El-mu'tasım devrinde, İranda bulunan bir müslüman kumandanı; ateşperestlerin bir mabedini yıktırıp onun yerine cami yaptır­mış olan bir imamla müezzine falaka attırmıştır.. Bu müsama­ha sayesindedir ki, hicretten dört assr sonralarına kadar Irak da, Faristanda, Kirmanşahda, Azerbaycanda ve daha bir çok yerlerde ateşperestler mevcuttular, onun için hiç kimse islâmiyetin cebir ve şiddetle yayıldığını iddia edemez. Müslümanlığın akla, mantığa, vicdana hitap eden düsturları ve adaletidir ki, hiç zorluk görmeden güneş gibi birdenbire yayılmış, zul­metleri yırtmış, zulmü yıkmış, cehli ve ahlâksızlığı bertaraf et­miştir.
M üslümanlık Mezopotamyada ağır bir şekilde genişlemiş­tir. Ora halkları Hicretin 99 u ile 102 nci yılları arasında hü­kümdar olan ikinci Ömrün davet ve irşadı üzerine müslüman olmuşlardır. Hicretin 106 ile 126 senelerinde ve halife Haşim devrinde Semerkand'da Ebu Sayda isminde bir zatın himme­tiyle islâmiyeti kabule mazhar olmuştur. Ondan sonra 218 ve 229 senelerinde Elmu'tasım devrinde bir ilerleyiş görülmektedir. Bu zaman zarfında Bağdad'daki islâm halifelerine askerlik yapmak üzere gelen Türklerin kitle halinde müslüman olduk­ları görülür. Bundan sonra müslümanlık Şarkî Türkistana ve Çin ülkelerine kadar kolaylıkla yayılmıştır. Kaşkarda hüküm­dar Buğra Hanın müslüman olması hakkında tarihlere gecen şayanı dikkat bir hadise vardır. Saman hanedanından hoca Ebunnasır nuru islâmı yaymak için bütün gayret ve servetini sarf etmektedir. Bir gece âlem-i manâda Fahrikâinat efendimi­zi görür. Efendimiz kendisine şu emri tebliğ eder:

«Kalk Hindistana git. Satuk Buğra Han tariki hidayete gelmek için seni bekliyor.»


Garib bir tecellidir ki Bu ğra Han da aynı gece rüyasında kendisine bir mübeşşir geleceğini ve onu hak dinine davet ede­ceğini görür. Ebunnasr-ı Samânî Buğra Hanı hidayet yolunun başında ve hazır bir vaziyette bulur, güçlük çekmeden karşısındakinin bütün varlığının iman nuriyle aydınlandığını görür. Bu hâdise islâmiyetin Türkistanda yayılmasına sebep olmuş ve Hakanlarını müslüman olmuş gören iki yüz bin çadır halkı dairei imana iltihak etmiştir.

Bundan ba şka, Himalâya dağlan eteklerin ve Tibette ya­sayan Mecusî dinine mensup Türkler, müslüman hükümdar Kadir Han oğlu Arslan Han'ın mülkünde adalet hüküm sür­mekte olduğunu işittiklerinden Hicretin 434 üncü yılında onun memleketine hicret etmişler, sonradan da cümlesi müslüman olmuşlardır.

Sel çuk Türklerinin Hicretin 345 inci yılında topyekûn müs­lüman olmaları ziyasını yavaş yavaş kaybetmekte olan islâmiyete yeni bir revnak vermiş ve Batı Asyadaki müslüman bey­liklerini bir bayrak altında toplamıştır.

Horasandan Hindistanın şimaline doğru yayılan müslü­manlık Afganistanda büyük hüsnü kabil görmüştür ki Afgan­lılar bu muazzam dinin kendilerine huzur ve saadet getirdiği­ni daima yad ve tizkâr etmişlerdir. Afganistanm kül halinde m üslüman olması Sebûktekin ve Gazneli Mahmut Hanın fütu­hatından sonra vuku bulmuştur.

* * *

M üslümanlığın kısa bir zamanda yeryüzüne nasıl yayıldı­ğını, kuş bakışı misallerle yukarıya aldık. Bugün yedi yüz mil­yonluk muazzam ve muhteşem bir varlık teşkil eden islâmiyet bütün Avrupa ve Amerikada ve dünyanın en hücra köşelerin­de şayanı hayret bir şekilde yayılmaktadır. Maatteessüf bizim hiç bir himmetimiz olmadığı halde, o, kendi varlığında münde­miç hakikatler ve cevherinde mevcut iyilikler dolayısiyle ken­diliğinden ilerilemektedir. Birinci ve ikinci dünya harbinin beşer bünyesinde yaptığı korkunç tahribat ve bütün bu hara­be ve facialara rağmen henüz hıncından ve ihtirasından bir zerre bile kaybetmeyen sönmez kinler ve bilhassa insanlığın bütün zekâ ve kabiliyetlerinin tekmil medeniyetleri berhava edebilecek olan nihaî bir harb için seferber etmeleri ve: Birisi bir yanağına tokat vuracak olursa, ona öteki yanağını uzat» diyen Hazreti İsa dininin soysuzlasmış olması insan cemiyetlerine müslümanlığın ne büyük fazilet, adalet, merhamet müsa­maha ve barış seven yüksek umdelerindeki asalet ve hakkani­yeti gösterir. Bunun içindir ki, bilhassa ikinci dünya Harbinden sonra yer yer bütün Avrupa, Amerika ve Afrikada müslüman cemiyetleri kurulmuş ve halk bu dinin kurtarıcı ve huzur ve­rici sinesine yaslanmağa başlamıştır. Pakistan, Baharîstan. İran ve sair müslüman memleketlerinin kıymetli şahsiyetleri bu meş'alenin nurunu yeryüzüne yaymakla meşguldürler, muvaf­fak da olmakladırlar. Ne yazık ki on asra yakın bir zaman islâm bayrağının âlemdarlığını yapmış ve onu şanlar ve şerefler içinde ülkeden ülkeye dolaştırmış olan bizlerin bugün bu mevzuuda bir himmeti müşahede edilmemektedir.

Bug ün müslümanlığı müteaddit mezhep ve tarikatlere ay­rılmış görüyoruz. Müslüman milletler için, eski şevket ve satvetini bulmak ve kendine lâyık mevkii almak için yapılacak işlerin başında israiliyattan, her türlü bid'atlardan temizlen mek ve mezhepler aras ında bir anlaşma yaparak, hakiki islâm, cemiyetlerinin ortaya çıkmasını tabiî görüyor ve bunu Hanefi, Şafiî, Maliki, Hanbeli, Caferi, Zeydi ve sair islâm mezhepleri­nin belirmesi gibi garip bir şey bulmuyorlar. Bu müelliflere göre bütün müslümanlar gönüllerini birtek imana bağlamış­lardır ki o da müslümanlık inancıdır. Bu imana göre, esas Allahın emirlerini yerine getirmek, men olunan şeylerden sa­kınmaktır. Bu müellifler diyor ki: Cenabı Hak müminlere müslümanlığın esasına bağlanmağı emretmiş olup, mezhepler, uymaları hakkında hiç bir emir yoktur. Onlar mezhepleri, is­lâm kanununun çeşitli anlaşılması şeklinde telâkki ediyorlar. Bu mesele beynelislâm henüz bir karara bağlanmamış, birlik çareleri bulunmamıştır. Bu sebeple bu nokta üzerinde fazla durmuyoruz.

Umumi prensip ve bu mutalealara muvazi olarak m üslümanlar, kendilerinden olmayan dinlere karşı büyük bir müsamehaya sahiptirler.

a) M üslüman olduklarını söyledikleri halde islâm inanç ve nizamına muhalif kanaat ve imanda bulunanlar,

b) Tevrat ve İncil gibi kitaplara bağlı olanlar.

e) Allaha şirk koşanlar ve kitapsız olan diğer bütün top­luluklar...

Bunlar ın cümlesi itikat ve ibadetlerinde serbest bırakılır ve evlenme ve boşanmaları kendi şeriatleri mucibince yapılır. İslâm hakimiyeti böylelerinin işlerine bakmak için kendilerin­den bir hâkim tayin eder. Hazreti Peygamber ateşe tapanlar için; Onlara kitaplılar gibi muamele ediniz buyurmuştur. Bü­tün bunlar islâm hükümranlığının iç siyasetine taallûk eden hususlardır. Müslümanlar kendi tab'alarına müsliiman olsun, .olmasın aşağıda gösterilen şekillerde muamele ederler.

1 ? Müslümanlar dinin bütün icaplarını ve farzlarını ifa ile mükelleftirler,

2 ? Müslüman olmayanların iman ve ibadetlerine müda­hale edilmez.

3 ? Müslüman olmayanların içtimaî hayatları kendi din­lerinin icaplarına göredir.

4 ? Gayrı müslimler evlenme ve boşanmalarında, kendi hususi mahkemelerinde değil islâm mahkemelerinde fakat ken­di dinî kanunlarına göre muamele görürler.

5 ? İslâm kanunları bütün iktisadî ve ticarî işlerde ceza ve düzenlerinde tab'ası arasında fark gözetmez.

6 -- İ slâm devletlerinin tab'aları, hangi dinden olursa ol­sun hiç bir tefrik ve imtiyaza tabi olmaksızın kanun nazarın­da, müsavidir ki bu hükümler müslümanlığın adalet ve insan haklarına verdiği aşırı ehemmiyetin birer misalidir.

« Son Düzenleme: 20 Kasım 2024, 13:31:26 Gönderen: ihvan23@hotmail.com »

Çevrimiçi ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 199
Îslam Hakimiyetinin Dis Siyaseti
M üslümanların harici siyaseti tıpkı iç siyaseti gibi bir hu­kuk ve müsavat sistemine bağlıdır. Bu harici siyasette eslâf aynı düşünce ve hisler tesiri altında islâmiyetin nesir ve tamimini ana fikir olarak kabul etmişlerdir. Bu esas Hazreti Peygamberden bugüne kadar hiç bir tadile uğramamıştır. Resul Ekrem Medinede yerleştikten beri müslümanların, başka mil­letlerle olan münasebetini islâm esasları üzerine tesise başla­mış. Hicazda nesri din için vakit bulmak maksadiyle yahudilerle andlaşmalar yapmış olduğu gibi bütün Arabistanda bu maksat için Kureyşlîlerle de Hudeybiye muahedesini akdet­miştir. Bundan sonra Arabistan haricindeki devletleri İslama davet için nameler göndermiştir. Resul Ekremden sonra Hali­feleri; yukarıda gördüğümüz gibi müslümanlığı bütün diğer ül­kelere götürüp yaymışlardır. Peygamberden sonraki islâm hü­kümetleri arasında bazı farklar müşahede edilir. Meselâ Emeviler yeni yeni fütuhat yapmakta Abbasilerden daha ileride oldukları gibi Osmanlılar da bu mevzuda Kölemenlerden ve diğerlerinden çok daha ileride idiler. Cümlesinde müşterek fi­kir islâmiyetin ve tevhid akidesinin yayılması noktasında toplanırlar. Resuli Kibriyanın Peygamberliğinin bütün ebnâyi be­şere şamil olduğu kanaati bütün müslümanlarda hakim fikir­dir. Bu fikrin on dokuzuncu asırda ve onu takip eden devirler de b ütün hıristiyan âlemine, sirayet etmiş olması hem şayanı dikkat hem de manalıdır. Bu dâvada yahudileri daima islâmın düşmanı olarak görürüz. Onlar Hayberde ne idiseler bugün aynı kin, aynı husumet ve aynı müfrit nazarla müslümanlığa karşı cephe almışlardır. Fazla olarak bütün dünya hazineleri­ni, bütün cihan matbuatını ellerine geçiren bu mahlûkların son asırda Türk müslüman devletini yıkmak için cihan şümul bir faaliyete geçtikleri görülmüştür. Bir sürü yalan ve hayal mahsulü olan uydurma nazariyelerle Sahyun dağı mıntakasında bir İsrail devleti kurmak için bütün müslümanlar arası­na soktukları bozgun ve fitne ve bilhassa Osmanlı İmparatorlu­nu kökünden yıkmak için giriştikleri mel'un teşebbüslerin tafsilâtını tarih gelecek nesillerin önlerine serdiği vakit insanla­rın hayret ve dehşet içinde kalacakları muhakkaktır.

* * *

Cenab ı Peygamberin risaletinin tekmil insanlara şamil ol­duğu, Kur'am Kerimde sarahaten bildirilmiştir. «Ey insanlar; Allahınızdan size nasihat, öğüt ve mübeşşir gelmiştir» ve "On­lara de ki: «Ey insanlar sîzlerin cümlenize karşı Allahın elçisiyim» ve yine: «Deki: Bu Kur'anla bana bildirildi ki onunla size ve o sûrelerin ulaştığı başkalarına kötü akıbetleri bildire­yim» ve yine: «Ey Resul, Rabbinden sana bildirilenleri başka­larına ulaştır. Yapmaz isen rîsaletini onlara ulastırmış olmaz­sın.

Bu sebepledir ki Peygamberimiz; Allahın emirlerine uya­rak n übüvvet ve risaletini tekmil insanlara tebliğ etmekten bir an hali kalmamıştır. Resul Ekrem'in irtihallerinden sonra bu vazife kendilerini istihlâf edenler tarafından ifa edilmiştir.

H ülâsa edilmek lâzım gelirse müslümanların haricî siya­setinin mihrakının islâmiyeti bütün ülkelere yaymak ve tevhid bayrağını dünyanın dört bucağında dikmek noktasında toplan­dığını görürüz.

As ırların değişmez kanunu, Kur'am Kerimde en kat'î ifa­desini cihad kelimesinde bulmuştur. Müslümanlıkta mücahe de Allah yolunda cihad en mukaddes vazifelerdendir. T övbe suresinin yirminci âyetinde Cenabı Hak şöyle buyuruyor.

«İman edenlerin, hicret edenlerin; Allah yolunda mallariyle, canlariyle cihad edenlerin Allah indînde derecesi çok bü­yüktür. Kurtuluşa erenler de onların ta kendileridir.»

Bunun i çindir ki Peygamberimiz Medinede islâm devletini kurar kurmaz ordusunu hazırlamış ve devlete karşı koyacak bütün manileri bertaraf etmek için cihada başlamıştı. Kureyşliler, bu manilerin başında geliyordu. Onu bertaraf etmeği ResulAllah baş vazife bildi ve onları kaldırdı. Diğer maniler de aynı şekilde yok edildi. İslâmiyet bütün Arab yarımadasını kapladıktan sonra islâm devleti bu dini yaymak için başka milletlerin kapılarını çalmağa başladı. Bu milletlerden islâmın adalet ve tevhid bayrağı altına girenler, bereket; bolluk ve ra­hatlığa kavuşunca, artık hiç zorlamaya hacet kalmaksızın bü­tün gönüller ve kalbler islâmın nuriyle dolmağa başladı.

M üslümanlar bu vazifeleri yaparken; müslümanlığın kur­tarıcı umdelerini ve fikirlerini açık bir lisanla halka anlatmağı esas tutmuşlardı. Öyle de muvaffak oldular.

* * *

B öylece, bir az evvel tafsilâtını yazdığımız gibi müslüman­lar Mağribi Aksâdan, Maşriki Aksâya kadar ülkeler fethettiler ve oralarda islâm adaleti ve hükümlerini tesis ettiler. Bu hü­kümranlığın payidar olması için esaslı şart müslümanlığa mahsus kanun ve nizamların ciddiyetle tatbiki idi. Bunu da böyle yaptılar. Müslümanların bu mevzuda tatbik ettikleri ana prensipler şöylece sıralanabilir.

1 -- İslâm inancı, akla ve mantıka dayanır. İnsanlara hü­kümlerinde ve görüşlerinde bu zaviyeden bakmalarını emre­der. Bu iman insanı tefekküre sevkeder ki, insan kâinata ve mahlûkata baktıkça halikın varlığını idrak eder ve önüne çıkan müşküller, muammalar ve meçhulleri din bilgileriyle halleder.

2 -- M üslüman dini diğer bütün edyandan fazla olarak ilme, bilgiye kıymet vermiştir. Cehaletle hiç bir mesele hal ledilemez, hi ç bir meçhul çözülemez. Müslüman olanlar için sadece ve lâfzan kelimei şehadet kâfi değildir. Dinini bu dinin esaslarını, hikmetlerini bilmesi ve onunla aydınlanması gere­kir. Bu türlü bilgi ve ilim müslümanlık tefekkürünü ve dairesi­ni genişletir.

3 -- M üslümanlık, başlangıçta kendi kanun ve nizamları­nın hususiyetlerini öğrenme yolunu emrediyor. Bu suretle her müslüman kendi yaşadığı muhitte iz bıraksın ve adım adim terakki etsin... Bunun için müslümanlara dinin bütün incelik­leri, maksat ve gayesi ve hükümleri lâyıkiyle öğretilir ki bu uğurda her türlü hizmet ve fedakârlığı seve seve yapsınlar. Bu fikir, kanaat ve iman sayesindedir ki terakki ve i'tilâ yolunda; hiç bir dine nasib olmayan bir sür'at ve kolaylıkla yeryüzüne yayılmışlardır.

4 ? Müslümanlık, kendi mensuplarının olgunlaştırmak ve en yüksek medeni seviyeye ulaştırmak için elinden tutar ve onu yükseltir onu bir takım icaplar ve vecibelerle gönül huzu­ru, bahtiyarlık ve rahatlık içinde yaşatır. İslâmiyet insanı o şekilde yükseltir ki insan o payede sabit kalır, sukut etmez. Uluvvücenâb, fazilet; musameha ve yüksek ahlâk gibi islamın ana prensipleri ve hâkim fikirleridir ki müntesiplerini cemiyeti beşeriye içinde mümtaz ve üstün insan olarak ayakta tutar. Bunun için, insanlar gerçi bu kadar yüksek mevkilere güçlük­le çıkarlarsa da bir defa o payeye ulaştıktan sonra artık sukut etmezler bu mevkiler geçici değil devamlıdır, insan toplulu­ğunun yükselmesi böyle elde edilir.

Müslümanları bu yola sevkeden âmillerin başında ibadet müessesesi gelir. Bu kulluk vazifesi ve farzların yerine getiril­mesi zor, ağır; yorucu ve külfetli değildir. Feraizin ifasında dünya zevklerinden ayrılmak, gönüle ve ruha ferah ve saadet veren hallerden uzaklaşmak yoktur. Müslüman ibadetlerinde insan arzu ve tabiatlarına aykırı bir nokta yoktur. Aksine ola­rak müslümanîara yüklenen vazifeler, vecibeler ve farzlar insanlara derin bir saadet ve huzur bahseder ve onlar ın maddî ve mânevi faydalarım sağlar.

5 ? Müslümanların fütuhat devri; bütün bu iyilikleri, islâm medeniyetini yeryüzüne yaymak içindir. Onun için müslümanlar, kendilerini rahmet ve bidayet elçileri olarak telâk­ki ederler. Müslümanların fethettikleri memleketler halkı is­lâm devletinin tab'ası olarak, müslümanlara bahşedilen bütün haklara sahip olur ve müslümanlar gibi borç altına girerler. Zira islâm hükümranlığı birlik nizamıdır. Müslüman bayrağı altına giren memleketler halkı, tarih boyunca gasb sisteminde bir sömürge ve müstemleke muamelesine asla tabi tutulma­mışlardır. Bu sebeple müslümanlığın çar-ı aktar-ı cihanda sür'­at ve suhuletle yayılması hiç te şaşılacak bir şey değildir.

6 ? îslâmî icaplar bütün insanlar için umumî olup onları öğrenmek mubahtır. Bu icapların bütün insanlara öğredilip an­latılması lâzımdır ki bundan mündemiç hakikatlar anlaşılmış olsun. Hazreti Peygamber, etrafa valiler hâkimler ve mual­limler göndermek suretiyle bu hakikatleri neşir ve tamim eder­ler ve insanları müslümanlığı anlayabilecek seviyeye getirme­ğe çalışır ve Kur'anı Kerimdeki hikmetlerin halklara öğretil­mesine ehemmiyet verirlerdi. Bu suretle fethedilen memleket­ler ahalisi islâm bilgilerine vukufu sayesinde kolaylıkla dairei İslama girer ve islâm kültürünü severek kabul ederlerdi.

7 ? İslâm kanunu, bütün dünya insanları için kül halinde­dir. Bu nizamda değişiklik yapılması kabul edilmez. Müslüman­lar her girdikleri yerde kendi nizam ve düzenlerine göre hük­metmişlerdir. Bu siyaset iyi neticeler vermiştir. Hıristiyan nizamları, rum kanunları ve diğer dinlerin şeriatleri müslümanlığın üstün ahkâmı yanında pek sönük kaldığından, İslâm bay­rağı altına giren her memleket İslâm nizamlarında gördüğü göze çarpan üstünlük dolaysiyle bu dini ve onun kanunlarını kolaylıkla benimsemişlerdir.