Islam idaresinin Iç Siyaseti
İslâm idaresinde iç siyaset, dahilde islâm icapları ve gereklerinin yürüdülmesidir. Bunlar kendi hükümranlığında yasayan bütün halkın içtimaî, kazaî, adlî ve iktisadî bütün işlerini tanzim eder hafif ve ağır cezalar tertip eder ve bilhassa ahlâk mevzuuna kıymet verirlerdi. Müslümanlar; bütün insanların hak dinine iltihaklarını bir zaruret ve vazife olarak telâkki etmekte idiler. Çünkü bu dinin bütün beşeriyete şamil, umumî sulh ve sükûne hizmet eden bir medeniyetin esası olduğunu kabul ederler. Kur'anı hakimde Cenabı Hak şöyle buyurmaktadır:
«Ey insanlar, sizi ve sizden evvelkileri yaradan Allaha ibadet ediniz, böylece ondan korkup çekinirsiniz.»
Yine Cenab ı Hak şöyle buyurmaktadır;
«Ey insan, büyük olan Allahın emirlerini dinlemeyip seni aldatan nedir.»
Bin âenaleyh bu vazifeler ister müslüman olsun, isterse müslüman olmasın her idrak sahibi insandan istenmiştir. İmam Gazali de Mustasfî ismindeki usul kitabında su mütalâayı ileriye sürer:
«Üzerlerine vazifeler yüklenen kimseler, islâmlık vecibelerini ifaya borçlu olan kimselerdir. Bunların vazifelerini kavrayacak akıl idrak sahibi olmaları lâzımdır. Her hangi bir şahsın bir vazife ifasına mecbur olabilmesi o şahsın bunu anlayabilecek akıl ve ferasete sahip ve insan olmasından ileri gelir.» demişdir. Bunun için islâmiyet bütün insan oğullarına hitab eden bir müessesedir. Müslümanlığın tekmil insanlık muvacehesindeki rolü, kendine mahsus nizam ve kanunlarla insan topluluklarına bakması ve kendi icaplarına göre muamele etmesidir. İslâm düzeni, ekalliyetler tanımaz, cümleye adalet göziyle müsavi hak tanır.
İslâmiyetin bu mevzuunda Türklerin takip ettikleri siyaset, bütün diğer milletler için numune teşkil eder. Türk Padişahı, İkinci Sultan Murad'ın adalet babındaki titizliği bütün ecnebi tarihçilerin dikkat nazalarım çekmiştir. Müşarünileyh Rum. imparatorlarının tabalarına reva gördüğü zulüm ve suiistimalleri kaldırmış ve halka kötü muamele eden memurları cezalandırmıştır, îstanbulun zabtından sonra en az yüz sene gayet sağlam ve muntazam bir idare, ehliyetli devlet memurları ve bütün dünyaya misal olacak olan bir adliye kurulmuş ve devam etmiştir. Bu idare hem müslümanlar, hem de müslüman olmayanlar için gayet adilâne işlemiş ve bu sayede hıristiyanlar refah ve saadet içinde yaşamışlardır.
İslâmi adımlar ve tempo ile yürüyen ve müslüman nizamlarına ve kanunlarına son derece riayetkar bulunan Türk İmparatorluğunun bayrağının dalgalandığı bütün ülkelerde müslüman ve gayri müslüman tab'anın nail olduğu terakki ve inkişaf bütün Garb müelliflerinin hayret, takdir ve tasdiklerini mucib olmuştur.Bir zamanlar kendi bayrakları altında ticaret gemileriyle sefer yapan Rumlar ecnebi limanlar ından koğulurken bunlar Osmanlı bayrağı altında geniş bir hürriyet ve imkâna sahip olmuşlardı. O derecedeki bu Rumlar uzak seferlere çıktıkları zaman Türk kıyafetine bürünür ve bu sayede her türlü kolaylıkları görürlerdi. Şurası şayan dikkattir ki Türk gücünün yüksek bulunduğu devirlerde müslümanlığın icaplarına riayet dolayısiyle bütün ülkelerde şeref ve itibara sahip bulunuyorlardı. Türklerin Yunanistanı fethinden itibaren tam iki asır öyle bir adalet ve iyi idare hüküm sürmüştür ki bunun bir esi hıristiyan dünyasında gösterilemez. La Jonkier isimli muharririn yazdığı Osmanlı tarihi isimli eserde şu parça göze çarpar:
«Macaristandaki kalvim mezhebi mensuplariyle Transilvanyadaki müvahhit hıristiyanlar, mutaassıp Habsbtrg'luların eline düşmekten ise müsluman Türklerin tab'ası olmağı çoktan istiyorlardı. Bundan başka Silezyadaki protestanlarda mezhep ve vicdan hürriyetleri için Türkiyeyi özlüyorlardı. Bilhassa On beşinci asrın sonlarında İspanyada zulüm ve işkenceye uğrayan yahudiler fevc fevc Türkiyeye sığınmışlardı. Rusyanın resmî kilisesi tarafından kötü muamele ve zulme duçar olan Kazaklar hürriyet ve adaleti Türk müslüman padişahlarının ülkelerinde bulunuyorlardı. Polonyalıların ortodoks Ruslara yıptıkları korkunç zulümlere karşı Antakya ortodoks patriği Makaryos şöyle feryat etmişti:
O imans ız sefiller tarafından şehit edilen binlerce insana hep beraber ağladık. Ölülerin sayısı seksen bini bulmuştur. Ah. dinsizler! Ah pis vahşiler! Ah sizi gidi taş yürekliler! Dünyalarını terk etmiş biçare insanlarla aciz kadınlar ne günah işlediler, kızlar, oğlanlar size ne fenalık yapmışlardı ki?. Ben bunlara niçin mel'un ulahlar diyorum? Çünkü bunlar bizi putlara tapan dalâlet ehlinden deha aşağı düşürdüler. Allah Türk imparatorluğunu ebediyete kadar payidar etsin.
B ütün bu misaller, bu itiraflar Türklerin islâm nizam ve kanunları altında ne büyük, ne adil ve ne kadar alicenab bir millet olduğunu ve islâmm san ve şerefini ne derece yükseltti gini g östermesi itibariyle son derece mühimdirler.
B ütün bu konuda Türklerin ırkî ahlâkının üstünlüğü ve buna inzimam eden islâm terbiyesinin rolü büyüktür.
Son nesiller ve b üyük vatanımıza «hasta adam» denildiğini işitmeğe alışmış olanlar, milletimizin kazandığı büyük zaferlerin ve ulaştıkları istilâ ve hazmetinin derecesini ölçmekte zorluk çekerler. Onlar bizim silâh gücümüz, kuvvetli imanımız ve ırkî kabiliyetimiz sayesinde bütün dünyanın nasıl hayret ve hattâ haşyetini kazanmış olduğumuzu lâyıkiyle takdir edememekte mazurdurlar. Türkler, Allahın ismini yükseltmek ve islâm bayrağım dünyanın dört bucağına dalgalandırmak aşkıyla dine ve medeniyete büyük hizmetler yapmışlardır. Haddizatında bir sulh ve selâmet ve yeryüzünde imanlıları kardeş bilen bir din olan islâmiyet, ilk intişar devirlerinde gördüğümüz gibi mücadele, mücadele ve gayret yoliyle yapılmıştır. Türklerde aynı yolu tutmuşlar ve sonra fetih ettikleri ülkelerde halka adalet, hürriyet ve huzur sağlamışlardır. Böylece Bulgaristan. Sırbistan, Macaristan, Bosna ve Hersek'in idaresini ellerine almışlardır. Aynı ruh ve aynı iman ile İtalyan yarımadasının cenubundaki Otranto'ya bayrağını diken Fatih Sultan Mehmed, Tıbkı Peygamberimize yaptıkları gibi yahudilerin h ıyanetine uğramış ve hususi doktoru yahudi dönmesi Yakup Paşa [Maestro Jakobü] tarafından zehirlenip öldürülmemiş olsa idi. Türk bayrağı Komadaki Senpiyer kilisesinin damına dikilmiş ve oradan islâmın nuru tekmil garbe yayılmış olacaktı. İstanbulun fethine gelen Büyük Türk Hakanı Ebul Feth Sultan Mehmet Okmeydanında vüzerâ ve ümerâsına su hitabede bulunmuştu:
«Ben, Büyük Peygamberimizin tebşiratına mazhar olmak ve ruh m übareklerini şad etmek için bu büyük vazifeyi sırtıma yüklenmiş bulunuyorum.»
Evet B üyük Peygamberimizin yolunda yürüdü ve o da aynı zorluklara göğüs gerdi. Bizler bu Büyük Türk Hakanı'nın bize miras bıraktığı, bu beldeler şahı îstanbula böyle sahip olduk.
İslâm bayrağı Türkler elinde garba doğru ilerlerken, Arabların da müslümanlığı neşir ve tamim ve islâm ülkelerini genişletmekteki hizmetlerini takdir ve talisinle yadetmeği vazife biliriz. Yedinci asırda Sasâniyan hanedanı iskat edilmiş ve asırlarca Roma ve Şarkı Romanın satvet ve kudretine karşı koymuş olan geniş İran İmparatorluğu islâm bayrağı altına girmiştir. Hiç şüphe yoktur ki İran ordusunun inhizama uğramasında ve halk topluluklarının müslümanlara mukavemet etmemesinde en büyük amil; islâm adalet ve kanunlarının üstünlüğü ve İran Sultanının anarşi, zulm ve istibdat içinde yüzmesi ve o zaman İranın dîni olan zerdüşt rahiplerinin zulümlerinin zamanın hükumdarlarınca himaye edilmiş olmasıdır, o zaman zerdüşt rahipleri hükümet içinde son derece nüfuza sahiptiler. Onlar bu nüfuzlarım Iranda yasayan müteaddit halk ve mezhep sahipleri aleyhinde kullanmakta idiler. Müslümanlık ise, ister kendi dininden olsun isterse başka dinlere mensup olsun bütün insanlar hakkında adil ve hakkaniyet dairesinde muamele eder. Bu sebepledir ki Arabların islâm bayrağım İrana kadar götürmeleri zor olmamıştır. İslâm bayrağının dalgalandığı her yerde, her din ve mezhebe mensup olan insanlar kendilerine bahşedilen hürriyet ve müsamaha dolayısiyle ferah ve mes'ut nefes almağa başlamış ve bu hal islâm nurunun gönüllere ve ruhlara yayılmasına sebep olmuştur. Bundan başka zerdüşt mezhabinin nefretle karşıladığı san'at sahipleri müslümanlarca himaye ve takdir görmekte idi. Zerdüştîlerin san'at ve iş sahiplerini hakir görmelerini mukabil müslümanlann kendilerine hürriyet bahşetmeleri ve müsavat ve adaletle muamele etmeleri halkın samimi ve candan istekle müslüman olmalarına yardım etmiştir. Şunu tekrar etmek faydalıdır ki islâm kanun ve umdelerinin hakkiyle hüküm sürdüğü bütün devirlerde islâm satvet ve kudreti nihaî derecesini bulmuş, bu nizamlar ve islânıî yoldan ayrıldığımız vakit tedenni ve ihatatla yüz yüze gelmişizdir. Bütün tarih bunun en adil ve tarafsız şahididir.
İranda İslâmiyetin yayılışını tetkik ederken şu hâdiseyi de hatırlamak faidelidir:
Hazreti Ali'nin o ğlu, hafid-i resul Hazreti Hüseyin'in son Sasâniyan hükümdarı Yezdü Cürdün kızı Şehbânu ile evlenmiş olması, Iran halkının islâmiyete çabuk ısınmasına sebep olmuştur. İran halkı Şehbânu ile Hazreti Hüseyin'in torunlarına, kendi eski hükümdarlarının halefleri göziyle baktıklarından bu yeni din ve hükümeti, kendi eski hükümet ve hanedanlarının devamı gibi telâkki etmişlerdir. İranlı dindaşlarımızın Hazreti Ali ve evlâdlarına verdiği aşırı ehemmiyetin ve sebep ve saiki budur.
Baz ı garb müellifleri, Arabların müslümanlığı İranda zorla, cebir ve şiddetle yaydıklarını iddia ederlerse de, bu iddianın hakikatle zerre kadar alâkası yoktur. Aksine olarak islâmiyet; tam bir adil ve müsamaha prensibi dahilinde, kendini sevdirerek, inandırarak nur gibi, ziya gibi, güneş gibi kalbleri ısındırarak, gönülleri tenvir ederek, zorla değil kolaylıkla yayılmıştır. Bu din; ikrah ve cebri kabul etmez.
Tarih çiler Mes'ûdiden bir rivayet naklederler: Halife El-mu'tasım devrinde, İranda bulunan bir müslüman kumandanı; ateşperestlerin bir mabedini yıktırıp onun yerine cami yaptırmış olan bir imamla müezzine falaka attırmıştır.. Bu müsamaha sayesindedir ki, hicretten dört assr sonralarına kadar Irak da, Faristanda, Kirmanşahda, Azerbaycanda ve daha bir çok yerlerde ateşperestler mevcuttular, onun için hiç kimse islâmiyetin cebir ve şiddetle yayıldığını iddia edemez. Müslümanlığın akla, mantığa, vicdana hitap eden düsturları ve adaletidir ki, hiç zorluk görmeden güneş gibi birdenbire yayılmış, zulmetleri yırtmış, zulmü yıkmış, cehli ve ahlâksızlığı bertaraf etmiştir.
M üslümanlık Mezopotamyada ağır bir şekilde genişlemiştir. Ora halkları Hicretin 99 u ile 102 nci yılları arasında hükümdar olan ikinci Ömrün davet ve irşadı üzerine müslüman olmuşlardır. Hicretin 106 ile 126 senelerinde ve halife Haşim devrinde Semerkand'da Ebu Sayda isminde bir zatın himmetiyle islâmiyeti kabule mazhar olmuştur. Ondan sonra 218 ve 229 senelerinde Elmu'tasım devrinde bir ilerleyiş görülmektedir. Bu zaman zarfında Bağdad'daki islâm halifelerine askerlik yapmak üzere gelen Türklerin kitle halinde müslüman oldukları görülür. Bundan sonra müslümanlık Şarkî Türkistana ve Çin ülkelerine kadar kolaylıkla yayılmıştır. Kaşkarda hükümdar Buğra Hanın müslüman olması hakkında tarihlere gecen şayanı dikkat bir hadise vardır. Saman hanedanından hoca Ebunnasır nuru islâmı yaymak için bütün gayret ve servetini sarf etmektedir. Bir gece âlem-i manâda Fahrikâinat efendimizi görür. Efendimiz kendisine şu emri tebliğ eder:
«Kalk Hindistana git. Satuk Buğra Han tariki hidayete gelmek için seni bekliyor.»
Garib bir tecellidir ki Bu ğra Han da aynı gece rüyasında kendisine bir mübeşşir geleceğini ve onu hak dinine davet edeceğini görür. Ebunnasr-ı Samânî Buğra Hanı hidayet yolunun başında ve hazır bir vaziyette bulur, güçlük çekmeden karşısındakinin bütün varlığının iman nuriyle aydınlandığını görür. Bu hâdise islâmiyetin Türkistanda yayılmasına sebep olmuş ve Hakanlarını müslüman olmuş gören iki yüz bin çadır halkı dairei imana iltihak etmiştir.
Bundan ba şka, Himalâya dağlan eteklerin ve Tibette yasayan Mecusî dinine mensup Türkler, müslüman hükümdar Kadir Han oğlu Arslan Han'ın mülkünde adalet hüküm sürmekte olduğunu işittiklerinden Hicretin 434 üncü yılında onun memleketine hicret etmişler, sonradan da cümlesi müslüman olmuşlardır.
Sel çuk Türklerinin Hicretin 345 inci yılında topyekûn müslüman olmaları ziyasını yavaş yavaş kaybetmekte olan islâmiyete yeni bir revnak vermiş ve Batı Asyadaki müslüman beyliklerini bir bayrak altında toplamıştır.
Horasandan Hindistanın şimaline doğru yayılan müslümanlık Afganistanda büyük hüsnü kabil görmüştür ki Afganlılar bu muazzam dinin kendilerine huzur ve saadet getirdiğini daima yad ve tizkâr etmişlerdir. Afganistanm kül halinde m üslüman olması Sebûktekin ve Gazneli Mahmut Hanın fütuhatından sonra vuku bulmuştur.
* * *
M üslümanlığın kısa bir zamanda yeryüzüne nasıl yayıldığını, kuş bakışı misallerle yukarıya aldık. Bugün yedi yüz milyonluk muazzam ve muhteşem bir varlık teşkil eden islâmiyet bütün Avrupa ve Amerikada ve dünyanın en hücra köşelerinde şayanı hayret bir şekilde yayılmaktadır. Maatteessüf bizim hiç bir himmetimiz olmadığı halde, o, kendi varlığında mündemiç hakikatler ve cevherinde mevcut iyilikler dolayısiyle kendiliğinden ilerilemektedir. Birinci ve ikinci dünya harbinin beşer bünyesinde yaptığı korkunç tahribat ve bütün bu harabe ve facialara rağmen henüz hıncından ve ihtirasından bir zerre bile kaybetmeyen sönmez kinler ve bilhassa insanlığın bütün zekâ ve kabiliyetlerinin tekmil medeniyetleri berhava edebilecek olan nihaî bir harb için seferber etmeleri ve: Birisi bir yanağına tokat vuracak olursa, ona öteki yanağını uzat» diyen Hazreti İsa dininin soysuzlasmış olması insan cemiyetlerine müslümanlığın ne büyük fazilet, adalet, merhamet müsamaha ve barış seven yüksek umdelerindeki asalet ve hakkaniyeti gösterir. Bunun içindir ki, bilhassa ikinci dünya Harbinden sonra yer yer bütün Avrupa, Amerika ve Afrikada müslüman cemiyetleri kurulmuş ve halk bu dinin kurtarıcı ve huzur verici sinesine yaslanmağa başlamıştır. Pakistan, Baharîstan. İran ve sair müslüman memleketlerinin kıymetli şahsiyetleri bu meş'alenin nurunu yeryüzüne yaymakla meşguldürler, muvaffak da olmakladırlar. Ne yazık ki on asra yakın bir zaman islâm bayrağının âlemdarlığını yapmış ve onu şanlar ve şerefler içinde ülkeden ülkeye dolaştırmış olan bizlerin bugün bu mevzuuda bir himmeti müşahede edilmemektedir.
Bug ün müslümanlığı müteaddit mezhep ve tarikatlere ayrılmış görüyoruz. Müslüman milletler için, eski şevket ve satvetini bulmak ve kendine lâyık mevkii almak için yapılacak işlerin başında israiliyattan, her türlü bid'atlardan temizlen mek ve mezhepler aras ında bir anlaşma yaparak, hakiki islâm, cemiyetlerinin ortaya çıkmasını tabiî görüyor ve bunu Hanefi, Şafiî, Maliki, Hanbeli, Caferi, Zeydi ve sair islâm mezheplerinin belirmesi gibi garip bir şey bulmuyorlar. Bu müelliflere göre bütün müslümanlar gönüllerini birtek imana bağlamışlardır ki o da müslümanlık inancıdır. Bu imana göre, esas Allahın emirlerini yerine getirmek, men olunan şeylerden sakınmaktır. Bu müellifler diyor ki: Cenabı Hak müminlere müslümanlığın esasına bağlanmağı emretmiş olup, mezhepler, uymaları hakkında hiç bir emir yoktur. Onlar mezhepleri, islâm kanununun çeşitli anlaşılması şeklinde telâkki ediyorlar. Bu mesele beynelislâm henüz bir karara bağlanmamış, birlik çareleri bulunmamıştır. Bu sebeple bu nokta üzerinde fazla durmuyoruz.
Umumi prensip ve bu mutalealara muvazi olarak m üslümanlar, kendilerinden olmayan dinlere karşı büyük bir müsamehaya sahiptirler.
a) M üslüman olduklarını söyledikleri halde islâm inanç ve nizamına muhalif kanaat ve imanda bulunanlar,
b) Tevrat ve İncil gibi kitaplara bağlı olanlar.
e) Allaha şirk koşanlar ve kitapsız olan diğer bütün topluluklar...
Bunlar ın cümlesi itikat ve ibadetlerinde serbest bırakılır ve evlenme ve boşanmaları kendi şeriatleri mucibince yapılır. İslâm hakimiyeti böylelerinin işlerine bakmak için kendilerinden bir hâkim tayin eder. Hazreti Peygamber ateşe tapanlar için; Onlara kitaplılar gibi muamele ediniz buyurmuştur. Bütün bunlar islâm hükümranlığının iç siyasetine taallûk eden hususlardır. Müslümanlar kendi tab'alarına müsliiman olsun, .olmasın aşağıda gösterilen şekillerde muamele ederler.
1 ? Müslümanlar dinin bütün icaplarını ve farzlarını ifa ile mükelleftirler,
2 ? Müslüman olmayanların iman ve ibadetlerine müdahale edilmez.
3 ? Müslüman olmayanların içtimaî hayatları kendi dinlerinin icaplarına göredir.
4 ? Gayrı müslimler evlenme ve boşanmalarında, kendi hususi mahkemelerinde değil islâm mahkemelerinde fakat kendi dinî kanunlarına göre muamele görürler.
5 ? İslâm kanunları bütün iktisadî ve ticarî işlerde ceza ve düzenlerinde tab'ası arasında fark gözetmez.
6 -- İ slâm devletlerinin tab'aları, hangi dinden olursa olsun hiç bir tefrik ve imtiyaza tabi olmaksızın kanun nazarında, müsavidir ki bu hükümler müslümanlığın adalet ve insan haklarına verdiği aşırı ehemmiyetin birer misalidir.