Gönderen Konu: Suzi libermanın Hatıra Defteri  (Okunma sayısı 782 defa)

0 Üye ve 2 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 199
Ynt: Suzi libermanın Hatıra Defteri
« Yanıtla #15 : 14 Kasım 2024, 17:17:48 »

Türk Askeri Filistinde
15 Ağustos 1914


Bütün Osmanlı ülkesinde bir hareket, bir kıpırdama, bir faaliyet var. Türkler'in de kavgaya katıldıkları söyleniyor. Zaten Dünya'nın neresinde bir cenk olur da Türk ondan geri kalır! Asya'nın göbeğinden bir sıçrayışta Avrupa'nın ortasına atlayan ve buraları bir yumrukta ellerine geçiren Türkler'den sakınmak lâzım geldiğini söylüyorlar bize!.. Geçenlerde Yafa Hükümet reisi köyümüzden geçti. Türk değil, Libyalı bir Arap. Ne bir kahvemizi içti, ne de yüzümüze bakmağa tenezzül etti. Suratından düşen bin parça olur. Babam başta köyün erkekleri herifi karşıladılar, selâmladılar, saygı gösterdiler, fakat hiç para etmedi. Anlaşılan bunlar bizim buradaki refah ve saadetimizi kıskanıyorlar, yerleştiğimizi istemiyor­lar. Varsın istemesinler,bir gün gelecek onlar buradan defo­lup gidecekler, buranın tek efendisi biz olacağız. Yalnız bu­ranın değil, bütün Dünya'nm!..

Aron bize ilk sinyali verdi: Kulaklarınız kirişte, gözleri­niz açık olsun! Her hareket, her hadise günü gününe bize bildirilecek. Sarah mutemet adamlarından Jozef ile ilk emri­ni gönderdi: "Mıntıkanızdan geçecek, yakınlarınızda konaklayacak veyahud yerleşecek her Türk birliğinin kuvvetini, kumandanını, silahlarını cinsini ve mümkünse kuman­danının adını öğrenip hemen bize bildiriniz. İçlerinden zabit ve neferlere sokullarak, onlara iltifat ederek, gönüllerini hoş ederek kendilerinden malumat alınız. Her haber bizim için mühimdir. Suzy! Tarih sana en büyük vazifeyi veriyor. Bu; Türkler'in bu topraklarda son günleridir. Bu günlerin kısal­tılması için çalışmak borcumuzdur. Onlar tamamiyle ayak­larını kesip buralardan defolmadıkça istikbalimiz emniyet altında değildir, Türkler'in ne kadar haşin ve barbar bir mil­let olduğunu tarihlerde okumuşsundur. Bugün bir şey anla­mıyor gözükürler fakat birgün, fırtınalar gib, kasırgalar gibi birdenbire kopup yuvamız, yurdumuzla birlikte silkip at­malarını daima hesaba katınız ve aklınızda tutunuz. Ona göre daima tetikte bulununuz ve en ufak hareketlerini takip edip bildiriniz. Yehova bizi korusun!"
Ortalık sarsılıyor, yeryerinden oynuyor. Arz-ı Mev'ud, alay alay tümen tümen Türk çizmeleri tarafından çiğneniyor. Hodkâm Almanlar ve barbar Türkler, birbirlerine ne kadar yakışıyor!.. Birlikte harbe girmişler, ikiside bizim düşmanımız. Şu nokta zihnimi o derece işgal ediyor ki, geçen gün köy muallimi Benjamen bana şunları anlattı:

"Ben Türkler'in barbar ve merhametsiz insanlar olduğuna katiyyen İnanmıyorum. Aksine olarak çok merhametli ve asil insanlardır. Bak bizleri buraya yerleştirdiler. Kendi köylüleri fakirlik ve sefalet içinde yüzerken biz burada kon­for ve refah içinde yaşıyoruz. Kimsenin bizi kıskandığı yok. Mal ve can emniyeti içindeyiz. Sonra şunu unutmayalım ki, "Avrupa'dan o mel'un Katolikler bizi koğup binbir çeşit iş­kenceye mâruz bıraktıkları zaman, medenî dünyada yalnız Türkler bize avucunu açmış, vatanlarından bize toprak ve yaşamak imkânı vermişlerdir. Hakikat bu, fakat İsrailin büyük ideali yok mu?"
Hakikat bu,öyle mi? Nasıl olur? Biz bu gerçeğe vakıf olunca var gücümüzle bu millete nasıl düşman olabiliriz? Ben gençliğimi, güzelliğimi, istikbalimi ve aşkımı, her şeyi­mi, her şeyimi bu millet aleyhine seferber etmiş bulunuyo­rum. Bizi köpekten aşağı tutan, bize her türlü zulmü reva gören,dindaşlarımızı bir çırpıda kıtır kıtır, doğruyan Ruslar ve Polonyalılara böyle bir husumet ve suikasdda bulunmayıp da bizi buralara yerleştiren, bize ekmek ve mekân veren Türkler aleyhine kullanmak ve bu işte vazife almak!.. Bu çok feci yarabbi! Demek her şey İsrail için her şey büyük İsrail devleti için öylemi? Ama bu hikâye o kadar bayat, o kadar eski, o kadar müstamel ki!.. Bir sürü kehânet, bir sürü fantazi, bir sürü mistik hikâye!.. Asırlarca ecdaddan evlâda evladdan ahfada hep bu masal, hep bu hikâye!.. Ondan sonra bü­tün milletlerin sönmek bilmeyen, gittikçe alevlenen kinleri ve düşmanlıkları. Şimdilik öyle... Yarını kimse bilmez. Fakat biz yarın için çalışıyonız,şu sonu gelmeyen yarınlar için...

Zihnimi kurcalayan, vicdanımı hırpalayan bu düşüncele­rimi mazAllah duymasınlar, beni yok ederler vAllahi... Hele babam, hele babam.,.
..................................... Silinmiş ve üç sahile okunamamistir.
Türkler'in Mısır'ı fethetmeğe hazırlandıkları söyleniyor. Amma tûl-i emel ha! Bir zamanlar zengin Viyana'yı yağma etmek için ellerini oralara kadar uzatmadılar mı? Yakın vak­te kadar Mısır onların ellerinde değil mi idi? Bizi sonuna ka­dar burada bırakırlar mı bilmem? Şu var ki biz bütün gücü­müzle onları arkadan hançerlemeğe çalışacağız.

Süveyş Kanalını geçip Mısır'ı fethetmek için Türklerin ge­niş ve ciddî mikyasta hazırlıklarda bulundukları burada bomba gibi patladı. Yeruşalem demiroyunu sökmüşler, Süveyşe doğru şimendöfer yapacaklarmış. Babam anlatıyor, Türk ordusunun kumandanı Cemal Paşa isminde gayet sert ve insafsız bir adammış. Türk kabinesinde de Bahriye Nâzırı imiş... Kim olursa olsun bu koca çölü nasıl aşacak bunlar!.. Sakın onlarda bizim kavmimiz gibi, Musa'nın ümmeti gibi Sina'da seneler senesi kendilerini kaybetmesinler, ama bu asırda hiç de bunu sanmam. Şu var ki onları Firavun yerine şimdi ingilizler karşılayacaklar. Yaşayan görür. Bekleyelim. Tarihi günler yaşadığımız malûm!.

Babam dün Kudüs'te Aron'un 'yanına gitti. Yafa Remle Mıntıkasında ne miktar asker toplandığını ve daha cenuplara ne kadar süvari, topçu ve piyade geçtiğini bildirdik. İçlerin­de Alman zabitleri olduğunu ve "Fon Kreys" isminde bir de Alman generali olduğunu onlar tabii biliyorlar. Hiç görmediğimiz hecin süvari kıtalarını da bildirdik. Taberiye'de Lübnan'dan gelmiş bir piyade fırkası olduğunu ilâve ettik. Daha da malûmat topluyorum, civar yahudi köyleri de elde ettik­leri haberleri Kefer Kenna'da Hıristiyan rahibi kıyafetine gir­miş olan fedakâr ırkdaşımız "Mişel=asıl ismi Jakob'a bildiri­yorlar." Adanmış topraklar baştan başa Türk çizmeleriyle çiğneniyor. Şayet bunlar Mısırıda elde edecek olurlarsa bizi burada oturturlar mı acaba? Hiç ummam. Bu düşünce bir kâbus gibi rüyalarıma giriyor. Fakat şuna emin olmalıyız ki; kudretli ve namağlûp İngilterenin sırtı öyle kolay kolay yere gelmez. Biz, bütün varlığımızla onun yardımcısıyız. Türkler'in cepheleri gerisinde başaracağımız vazifeler hiç şüphe­siz bir ordu kadar faydalı olacaktır. Kadın, erkek genç, ihti­yar cümlemiz seferber vaziyetteyiz. Arz-ı Mev'ud'un her kö­şesinde mevzi almış, tarassut noktalarını tutmuş olan ırkdaş-lanmız evvelâ Türk ordusunun kuvvet ve kudretten düşüp mağlûp olması, sonra da İngilizlerin buradan defolup gitme­leri için çalışıyor. Yehova'nın bize yardımcı olduğundan kimsenin şüphesi olmasın Bu inançla ve istikbalin parlak vaadlerini düşünerek müsterih oluyor ve gebe olan gecelerin, gebe olan gündüzlerin, ve gebe olan yarınların neler doğura­cağına intizar ediyorum. Bu; en emniyetli ve kestirme yol!...

Arz-ı Mev'ud kaynıyor. Yeruşalem Türk askerleriyle dolup boşalıyor. Her yer onların işgali altında... Köylerimiz, çiftliklerimiz onların kontrolünde. Bu adamlar Süveyş Kana­lını aşıp Mısır'ı işgal edecekler mi acaba? Köyümüzde, kom­şularımızda, civarımızda hep bu mevzu... israil büyükleri hep bununla meşgul. Kudüs, Yafa, Hayfa, Kefer Kenna, hatta "Nasıra; Taberiye ve Sihron Jakob'ta mevki almış olan tarassud memurlarımız ve fedakâr ırkdaşlarımız hiç bir şeyi göz­lerinden kaçırmıyorlar. Bizi Türklerin idaresinden kurtara­cak olan İngilizleri kazandırmak için Siyon öncüleri kamilen seferber... Hepimizin endişesi, Türkler hakikaten zafer kazanacak olursa birgün, er veya geç bizi buradan koğmalarıdır... Biz buralarda, Anayurdumuzda, adanmış top­raklara yerleşmek için az mı çalıştık, az mı fedakârlık ettik, az mı kurban verdik!.. Ve asırlarca işkence içinde bekledik. Hayfa hahamı doktor Nahmiyas birgün bize şunları söyle­mişti:

"Irkdaşlarımız ve dindaşlarımız bu topraklara, bu, bize mev'ud ve bizim olan muazzez vatana hicret edip yerleşmek için her fedakârlığı göze almıştık. Bütün yeryüzündeki ya­hudi hazineleri bu iş için seferber olmuşlardı. Milyonlarca altın bu uğurda sarfolundu. Milyonlarca altın Türk Sultanı­na rüşvet teklif edildi ve en sonunda bütün bu gayretlere şiddetle göğüs geren Türk Padişahı alaşağı ettik. Yarın elle­rine yeni bir kuvvet ve fırsat geçmesin, akıbet yine kötü, yi­ne vahim... Yarın yine böyle bir sultan, bu tipte, bir hükümet adamı çıkarsa, bu mes'ud yuvalar yıkılır, bu güneşli diyar bize zindan olur. Fakat endişe etmeyiniz, dünya'nııı bütün köprü başlarını elinde tutan, dünyanın bütün servetine sa­hip olan bizler artık bir daha ve ebediyen o karanlık günlere dönmiyeceğiz..."

Bu nutuk birçoklarımızı coşturdu, bir çoklarımızı teselli etti. Ama benim içimi bir kurt kemiriyor, bir türlü iç huzura kavuşamıyorum. Bir sürü Acaba zihnimde, kafamda düğüm­lenmiş duruyor.

Mühim bir şeye dikkat ettim; sırtlarında kışlık yünlü elbi­seler, arkalarında ağır çantalar yüklenmiş olan Türk askerlerini köyümüzden geçerken dikkatle seyrettim. Vicdanım altüst oldu. Bunların fakir bir millet olduğu muhakkak!... Bu cehennem gibi sıcak yerlerde kışlık elbise olur mu? Güçleri yetse idi elbette ince keten elbiseler giyer ve ona göre teçhiz edilebilirdi. Ama şu var hem de çok mühim bir nokta: Köyü­müzden geçen asker ve zabitlerin yüzlerine dikkatle bakıyo­rum, hiç bir millette benzerini görmediğim bir asalet ve tevekkül var bunların yüzlerinde... Fakir oldukları malûm, fakat içlerinden hiç biri kafasını çevirip kıskançlıkla bize bak­mağa tenezzül etmiyor. Bağlarımızdan bir salkım üzüm, ba­demlerimizden bir tek badem kopardıklarım görmedim.

Geçen gün fevkalâde giyinmiş, son terece muntazam bir alay geçti köyümüzden. Zabitleri köy kahvesinde yarım saat kadar dinlenip birer kahve ve limonata içtiler. Kahvecimiz bunlardan para almak istememişti, ikrama tenezzül etmedi­ler ve bahşişleride ekleyerek öyle ayrıldılar. Askerlerin yüz­lerinden öyle merhamet ve sükûnet okunuyordu ki; insan bu kuzu gibi adamların düşman karşısında nasıl poz alacakları­nı merak ediyor doğrusu.. Ama düşünüyorum, Asya'nın or­tasından gelip biranda Avrupa'yı dize getiren ve asırlar boyu büyük bir imparatorluk kuran bu milletin muhakkak ki, bi­zim göremediğimiz fevkalâde bir tarafı var. Şimdiki halde benim gördüğüm asil, sakin, merd ve mütevazı insanlar!.. Bu milletin arkasından, karanlıklarda hançer sallamak; işte bu çok fena, çok âdi bir iş... Biz bunu müstakbel ve büyük ve müstakil İsrail Devletinin hatırı için yapıyoruz. Kızlarımız bekâretini, güzelliklerini ve hayatlarını bu uğurda vakfetti­ler. Erkeklerimiz; süngüsünün gölgesinde yaşadığımız in­sanların ve hükümetlerin hayatlarına bunun için sûikasd ya­pıyorlar. Riyakârlık ve iki yüzlülük bu maksad için mubah ve hatta mukaddes telâkki ediliyor. Fakat şu nokta vicdanımı o kadar eziyor ki: Her biri bir herkül, herbiri bir kahraman ve o nisbette sakin ve mütevekkil olan bu insanlar aleyhine reva gördüğümüz hiyânet ya sonunda yine bir fiyasko ile ne­ticelenirse!. Ya yine bu insanlar muvaffak olur ve bizim gök­lere çıkardığımız, İngilizler mağlup olup burudan defolup giderlerse... Evet onlarda defolup gidecekler ve burası bize kalacak, sadece bizlere!... Ama daima aksi kazıyye sabittir derİer, o zaman halimiz nice olur!.. İşte böyle birbirine zıd, birbirine girift hisler altında eziliyorum ben!.. Nihayet ben de bir insanım. Hem de genç ve güzel, aşka ve ihtirasa muhtaç bir kız... Vicdanım bir mengene içinde sıkılmış gibi azap için­deyim.

Bizim istiklâl davamız!.. Büyük İsrail Devleti!..

« Son Düzenleme: 14 Kasım 2024, 17:31:17 Gönderen: ihvan23@hotmail.com »

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 199
Ynt: Suzi libermanın Hatıra Defteri
« Yanıtla #16 : 20 Kasım 2024, 13:38:36 »
Muhterem Okuyucu..
Muhterem okuyucu! Filistin cephesinde tatbik şartlarının en tahammül edilmez şartlan altında düşmanla savaşmış olun "Mehmetçik"! erin cümle­si istisnasız Anadolu evlâtlarıydı. Benim Gazze'de birlikte harbe girdiğim alayın bir bölüğü... Her an yüzlerinde Türklüğün, mertliğin bütün işaretle­ri göy.e çarpıyordu.. Masumiyetleri, erkekleri, necâbetleri, tevâzuları, cesa­retleri daima yüzlerinden akıyordu... Erlerin her biri, teker teker ırkımın üstün vasıflarına taşıyordu. Müslüman imanı ve Allah aşkı ruhlarını kap­lamıştı. Ekserisi, Andolu'nun soğuk yaylalarından, Türk'ün şan ve şerefini korumak için, herbiri bu ateş ve güneş diyarına gelmiş, türlü yoksulluklar, mahrumiyetler ve bilhassa susuzluk içinde Sina Çölünü, Tih Sahrasını aşmış olan bu arslanlann her birinin yüzünde tevekkülün ve Türklüğün, Müslümanlığın asalet nuru akıyordu... Koca "Mehmetçik'ler Fâtih'lerin evlâtları, Oğuz Han'ların, Alp Arslan'ların torunları! Hiç birinin gönlün­den ve kafasından: "Bizim bu çöllerde işimiz nedir" istifhamı geçmiyordu... Onlar, sadece Müslümanlığın ve Türklüğün şerefini, vatanlarının şanını düşünüyorlarda... Bu yiğitler, analarını, yavuklularını, yuvalarını terk ede­rek nereye gidiyorlardı? Çöllerde, Süveyş Kanalında işleri ne idi? İçlerinde bu cihetleri düşünen yoktu... Devlet harbe girmişti. Onlarda namus borcu­nu, vatan borcunu seve seve ifa ediyorlardı.

Şu var ki, asil kanlarıyla müdafaa ettikleri bu koca vatanda arkalarında bîr hıyanet şebekesinin varlığından ve aleyhlerine kurulmuş olan kahbe tuzaklardan o kadar habersiz idiler ki, Onun asil kafası bu derece büyük bir namussuzluğu, vicdansızlığı nasıl kavraya bilirdi?.. Namertliğin, riyakârlığın, vicdansızlığın, alçaklığın ve hıyanetin ne demek olduğunu bu asil insanlar elbette bilemezlerdi ve bilemiyorlardı da... Başları göklerde, öyle mağrur, o derece mütevekkil ve o nîsbette sakin idiler ki... Yahudi kı­zının dediği gibi; bu insan kıyafetindeki arslan'lar, kendi kanlarıyla müda­faa ettiği bu güzel ve sıcak vatan parçasında her biri bir villâ'da, her biri bir köşk'te prensler gibi yaşayan bu çıfıt'lar buraya nereden gelmişler ve bunları buraya kimler getirmişti?..

Türk birlikleri; Türk erleri, bölük, bölük, alay alay, tümen tumen sanki bir kasırga ve sel gibi; kanal'a doğru akıyordu... Vaktiyle büyük Hakan Ya­vuz Sultan Selim'de bu çölleri aşmış ve bu ülkeleri fethetmişti... Fakat; onun arkasında, ordularının gerisinde bizleri arkadan hançerliyen kahbe "casuslar ordusu" hiç yoktu... Bu durum karşısında insan gayri ihtiyari şu mısraları mirıldanmak lüzumunu duyuyor:

"Dört tarafı, amansız düşmanlarla sarılan;
Zavallı, Tülk, yılarca, nice hıyanete katlandı;
Merhametsiz ellerle, arkasından kazılan;
Çukurları görmedi, tatlı dile inandı..
O dillerin ucundan çok zehirler fışkırdı;
Beslediği yılanlar, hep kendisini ısırdı...."


Asırlar boyu savaş meydanlarında kolaylıkla elde edilmiş olan zaferler, neden bugün münhezimiyetle neticeleniyordu? Müteessif hâdise, her yön­den cephe gerisini korumakla görevli olan "İstihbarat teşkilâlımız"ın İs­tanbul'daki "Mason Ekâbir"in zaman zaman tesiri altında kalmasıdır. Bu yüzden cephelerde şehidler verilmiş ve elde edilmesi kafi olan zafer ihtimâlleri acı mağlûbiyetlerle neticelenmiştir.

Haziran 1967 Arap - İsrail harbinden çok acı bir sahne. Yahudi gençleri Kudüste "Kudurmuş Köpekler" gibi. Coşmuşlar. Sevinçleri sonsuz 900 mil­yon Müslümanın üzüntüsü ise pek büyük.
« Son Düzenleme: 20 Kasım 2024, 13:44:57 Gönderen: ihvan23@hotmail.com »

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 199
Ynt: Suzi libermanın Hatıra Defteri
« Yanıtla #17 : 21 Kasım 2024, 12:21:33 »
David'in Saltanati!
David'in saltanatı!.. Dünyanın tek efendisi ve tek hakimi olmak iddiası...! Fakat bu yeni bir şey değil ki!.. Ecdadımız, ecdadımızın ecdadlan asırlarca hep bu rüyanın peşinde koş­tular. Bu rüya gerçekleşmedi ve bu uzun gecelerin sabahı gelmedi. Dilim varmıyor, düşünmesi bile tüylerimi ürperti­yor ama, belki de İsrail çocukları ebedî karanlıklar içinde, ye­ni yeni Babil esaretleri, yeni yeni Titüs Buhtunnasır kâbusları içinde ezilecek, eriyecek!.. Şimdi ümitlerimiz kuv­vetleri ve cesaretimiz yerinde!.. Çünkü harb var ve biz, bü­yük ve kudretli İngillereye yardım ediyoruz. Ya harb talih Türkler'in yüzüne gülerse, o zaman halimiz ne olur?

Hayır, hayır! Bu kara düşüncelere lüzum yok. Türkler muzaffer olsalar dahi, onlar âlicenab bir millettir her şeyi ça­buk unutur, çabuk afvederler. Hem biz rolümüzü o kadar sanatkârane oyunuyor, vazifemizi o kadar maharetle yapıyo­ruz ki, Türkler davayı ve harbi kazansalar dahi bizi birer sâdık ve vefakâr vatandaş olarak kabul edecekler!.. Onların saflığı ve âlicanaplığı bizim en büyük tesellimiz... Asabım bozuldu, kendimi yatağa atıyorum!..

Gayet muntazam Türk birlikleri cepheye akın ediyorlar. Dün köyümüzden bazı delikanlılar bu giden askerlerin mü­kemmel teçhizattı ve son derece disiplinli ve muntazam ol­duğunu söylüyorlar. Onları bende alıcı gözüyle seyir ve ta­kip ettim. Ne mağrur, ne mütevekkül, ne tok gözlü, ne asil çehreli insanlar... Yüzlerinde kahramanlık ve merdlik okunu­yor. Avrupa'da gördüklerimizin hiç birisine benzemiyor bu insanlar!.. Bunlar mı barbar, bunlar mı vahşi! Köyümüzden geçerlerken tenezzül edip, başlarını çevirip yüzümüze bile bakmıyorlar. Ben bir çıkmazdayım ki, bunun altından nasıl kurtulacağımı bilemiyorum. İnsaf sahipleri diyor ki: Irkdaşlarımız medeni (!) Avrupa'dan tokat, tekme, yumruk, sille koğulduğu zaman bize Türkler koynunu açmış, bize Türkler yurt vermiş, bizi Türkler himaye etmiş... Şimdi ben bu milleti gayet yakından görüyorum, zabitleriyle konuşuyorum. O ne efendilik, o ne incelik, insanı hayran bırakıyor. Buna rağmen bize ve ben bu asil millet aleyhine ve egoist İngiliz hesabına ve lehine çalışıyoruz. Ne yazık!.. Tarih asırlarca bizi lanetle yat etmiş, insanlık bizi asırlar boyu tahrik etmiş itmiş, kak­mış!.. Fakat bizi bir türlü yolumuzdan alıkoyamamışlardır. Bütün bunlar muhayyel bir David saltanatı için mi? Bu dev­letin kurulduğunu farzedelim, bütün Dünyanın gözü bizim üzerimizde oldukça ve yeryüzünde yaşayan milyarlarca in­san bize düşman oldukça kaç yıl, kaç sene payidar olur bu devlet? Vaktiyle Salamon'un saltanatı gözler kamaştırıyor­du, kaç sene sürdü bu saltanat!.. Şimdi ondan bize miras ka­lan, şu göz yaşlarımızla suladığımız temel duvarlarından başka bir şey mî?

Ah benim câhil annem ve ah benim ahmak, şehvetperest, kabbalist babam, Ah!... Beni bir maceraya sürüklüyorlar ki bunu altından nasıl kalkacağımı bilemiyorum. Her şeye rağ­men bana verilen, daha doğrusu güzelliğime ve cazibeme tevdi edilen vazifeyi yapmaktan da kendimi menedemiyorum.

Kimden af isteyeceğim veyahud kimden medet umaca­ğım! Hiç! Felek bana bu yolu seçmiş!.. Varşova ve Karakoyun rutubetli, loş, küf kokulu evinden, güneşli, zarif köşkle­rine geçtik. Burada ne poğrom, ne katliam, ne de bize bakan hor gözler var.. Fakat biz asıl zehirimizi burada kusuyoruz. Bizi koruyanlara karşı!

Şu etrafımızdan alay alay tümen tümen geçen askerler!.. Bunlar vatanlarını ve namuslarını müdafaa ediyorlar. Bunlar muazzam ve muhteşem ingiliz ordusuyle boy ölçüşmekten pervası olmayan cesur insanlar, hepsinin yüzlerinde, şimdi efsaneleşmiş olan şövalyelik okunuyor. Ve biz, bu şan ve şerefin arkasına gizlenmiş, ellerimizde kanlı hançerlerle, o kah­ramanlara kahbece ve gizlice saldırmağa hazır insanlar. Ben bu talihsizliği, Polonyada ki katliamlardan,, mahrumiyet ve sefaletlerden, rutubetli evimiz ve daimi hakaretlerden daha ağır buluyorum. Şimdi bu güzel ev, bu, kuş sesleriyle ahenklere bürünmüş, renkli çiçeklerle cennete dönmüş yerde saa­det namına birşey hissetmiyorum. Cennet içinde cehennem azabı...! Demek bizim nasibimiz bu öyle mi? Lanet olsun bu kara talihe!

Türkler'in kanalı geçtikleri söyleniyor. Olur şey değil. Ko­ca Tih Sahrasını, susuz, şakasız geçip bir de Süveyş'i aşmak akıllan durduracak şey!.. Umulurdu bu, bu milletten. Benim gördüğüm insanların yüzündeki manayı okumak lâzımdı. Dibi gayet derin suların durgunluğu ve fırtınaları haber ve­ren sessizliği vardı bunların yüzlerinde... Kafamda kalan en köklü intiba, kışlık elbiselerle bu çölleri aşmak. Bunu tabii gören ve bütün güçlükleri ve imkânsızlıkları normal telâkki eden imanlı kitlelerin niçin böyle asırlar boyu Yeryüzünde hükümran ve hâkim olduklarının sırrını şimdi daha iyi anlı­yorum. Biz böyle miyiz ya?.. Biz paramız ve entrikamızla bü­tün Dünyaya hükmetmeğe kalkıştık. Bizde de tahammül var, bizde de sabır var!... Hem de fazlasiyle. Eksik olan tarafımız asaletimiz ve mertliğimizdeki noksanlık olacak. Bu kadar âlim, bu kadar kafalı insan yetiştirmişiz. Dünya kültürüne hakim olduğumuzu iddia ediyoruz. O halde niçin beşeriyet bizden nefret ediyor? Yoksa bizi kıskanıyorlar mı? Kimbilir... Bu hikâye asırlık maceraları taşıdığı için onun sırrını varsın başkaları çözsün!.

Dün Ramla'dan gelen bir ırkdaşımız, kanalı geçen Türk Ordusunun muvaffak olmadığını ve gerilere doğru çekildiği­ni bize müjdeledi... Bu çekiliş acaba bütün Arz-ı Mev'ud'u terk etmek suretiyle mi olacak, yoksa mevzii mi kalacak. O zaman ordu burada başımıza ekşimez mi bizim? Bu daha büyük felâket o zaman varımızı, yoğumuzu onlara yedirmek mecburiyetinde kalacağız. Gerçi parasını, hem de fazlasiyle veriyorlar, fakat paraları yiyecek değiliz ya...

Aron Aronson beni çağırdı, yarın Kudüs'e gideceğim...

* * *

Aron Aronson dedi ki:

"Kızım; Türkler'in Kanal Seferin'de muvaffak olamayacak­larını zaten biliyorduk. Fakat harbdir bu, bakarsın talih yüz­lerine güler, Mısır tekrar ellerine ve Abdülhamid'e benzer bîr adamda başlarına geçebilirdi, o zaman yahudilik ve onun bütün hayalleri ve emelleri yok olup giderdi. Yehova buna müsaade etmedi. Şimdi hepimizin vazifesi Türkler'in bu; ır­kımıza ve mümtaz milletimize vaad olunan topraklardan ebediyen ve külliyen çekilmesi için var kuvvetimizi sarfetmek, onların her adımını saymak, her hareketini takip etmek ve günü gününe bildirmek. Hiç birşeyi gözden kaçırmayın. Tek neferden, bölük ve tüneme kadar bütün birliklerin mevcudlarını, sırlarını, silâhlarını, hareket cihetlerini hülâsa en ufak teferruat kadar her şeylerini dakikası dakikasına zabtedip bildirmek.

Türkler kadına karşı zayıf kalbli insanlardır. Hele senin güzelliğin ve caziben karşında fazla mukavemet edemezler. Babanın bu hususta vereceği talimata harfiyen riayet et..."

Hemen köye döndüm. Bana güzel altın bir de bilezik he­diye etti. Hayırlısiyle takmak nasib olsun...
« Son Düzenleme: 21 Kasım 2024, 13:39:44 Gönderen: ihvan23@hotmail.com »