Hikâye (Şeytanın vesvesesi)
Hikâye olundu:
Evliyâ'dan bazıları, Allâhü Teâlâ hazretlerinden kendisine şeytanın insanlara nasıl geldiğini ve insana nasıl vesvese verdiğini göstermesini istediler.
Allâhü Teâlâ hazretleri ona insanın heykelini bir billur suretinde gösterdi. İnsanın iki omzunun arasında, bir kuş yuvası gibi simsiyah bir ben vardı...
Hannâs olan şeytan ona geldi. Onun bütün taraflarından hessediliyordu. Şeytan hınzır (domuz) sûretindeydi. Filin hortumu gibi bir hortumu vardı, insana iki omzunun arasından geldi. Kalbinin tarafına (yönüne doğru) hortumun soktu, insana vesvese vermeye başladı, insan, Allâhü Teâlâ hazretlerini zikredince, şeytan hemen geri çekildi. Pusuda bekledi. Bundan dolayı şeytana Hannâs" [1] adı verildi.
Mü'minin kalbinde zikrin nuru hâsıl olduğunda, şeytan hemen gerisin geriye kaçar. [2]
Hacamât'ın Sırrı
Bu ilâhî sırdan dolayı, Efendimiz (s.a.v.) hazretleri iki omzunun arasında hacamat yaptı (kan aldırdı) [3]..
Cebrail Aleyhisselâm bunu Efendimiz (s.a.v.) hazretlerine vasıyyet buyurdu. (Bu hacamat) şeytan maddesinin zayıflığı ve onun gözetleme ve cereyan etme yerinin darlığındandır... Çünkü şeytan vesvesesi kanın aktığı yerlerde (kan damarlarında) hareket edip cereyan eder.. [4]
[1]- Hannâs kelimesi "Hunûs'tan mübalâğalı ism-i fail veya o vezinde ism-i mensub olarak vesvâsın sıfatıdır. Çok hunûs edici, hunûs âdeti olan demektir. Küvvirat Sûresi'nde "Gündüzleri kaybolup geceleri ortaya çıkan bütün yıldızlara." (Küvvirat, 81/15-16) âyetinde de geçmiş olan hunûs, lugatta lazım fiil olarak teahhur ve rücû yani gerilemek ve geri dönmek, sıkılıp büzülmek, sinip kaybolmak ve görünmez olmak mânâlarıyia ilgili olduğu gibi, müteaddî fiil olarak geriletmek, munkabız etmek, sindirip kaybetmek mânâlarına gelir. Tefsirciler çoğunlukla lâzım fiilden geç kalma ve inkıbaz ile sinmek mânâsını esas tutarak tefsir etmişlerdir ki, bundan "hannâs" geri çekilerek veya büzülüp sinerek fırsat bulunca dönmek âdeti olan demek oluyor. Onun için biz bunu sinsi diye tercüme etmeyi uygun bulduk. Keşşafta: "Hunûsa mensup, âdeti hunûs yani geri kalmak olandır. Çünkü Sâid b. Cübeyr'den rivayet olunmuştur ki, insan Rabbini zikrettiği zaman şeytan hunûs eder, geri kaçar, gaflet edince de döner vesveseye başlar." der. Ragıb da der ki:
-"Hannâs, hunûs eden, yani Allah anıldığı zaman geri kalan şeytandır.1 Bunlara göre "Vesvâs-i hannâs" şeytan demek olmuş oluyor ki, müfessirlerin de çoğu da bunu söylemişlerdir. Onun için Kur'an'ın başında şüpheyi bertaraf etmekle, imân ve âhireti bilmek korunmanın, kurtuluşun ilk şartı olarak tesbit edildiği gibi, sonunda da her şerre sürükleyen sinsî vesvesenin şerrinden sığınma emrolunarak buyuruluyor ki: ye mütealliktir. O hannâs vesvesecinin şerrinden, yani geri geri çekilip sinen, sinip sinip aldatmak, Hak yolundan geriletip fenalığa sürüklemek için döne döne vesvese vermek âdeti olan o dönek, o sinsi, o geri I etici vesvese kaynağının şerrinden sığınırım. Esasen vesvese mânâsına masdar İsmi veya muzaaf rubâînin masdarı bu vezinde de geldiğine göre masdar olmakla beraber çok vesveseci, müvesvis mânâsına mübalağa için sıfat ve İsim olarak kullanılmıştır ki, aynı vesvese kesilmiş vesvese kaynağı demek gibidir. "Lâm" ile "el-vesvâs", şeytanın bir ismi olmuştur. Çünkü Keşşafın dediği gibi bütün meşguliyeti, sanatı ve daima üzerine düştüğü hep vesvese ve azdırmadır. Öyle vesvese vermekle bilinen odur. Bahru'l- Muhit'de Ebu Hayyan der ki: "el-Vesvâs, şeytanın İsmi demişlerdir, bununla beraber vesvas şehvetlerin fısıldadığı vesveseye de denilir ki yasaklanmış olan nefsin arzularıdır." Vesvese nedir? Keşşafın ve Ragıb'ın da söyledikleri veçhile vesvese esasen fis, hiş demek, yavaş fısıltı yapmak, fiskos etmek gibi gizli sese, gizli fısıltıya denilir. Zinet eşyası hışıltısına "vesvâsü'l-huliy" denilmesi bundandır. Kamus'un kaydettiği veçhile avcının ve köpeklerin yavaşça seslerine vesvese ve vesvâs denilmesi de bundandır. Bundan hâtırâ-i redîeye, yani nefsin veya şeytanın kalbe koyduğu hayırsız, faydasız, alçak hatıra ve dağdağaya vesvese denilmek meşhur olmuştur, dilimizde bilinen de budur. "Nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz," (Kâf, 50/16) âyeti nefsin vesvesesi hakkında, "Şeytan ona (Âdem'e) fısıldadı." (Tâhâ, 20/120) âyeti de şeytanın vesvesesi hakkındadır.
"cinlerden ve insanlardan" diye genelleştirerek beyân olunacağına göre bu da yeterlidir. Bununla beraber Ebu Hayyan bunun nefse de şümulünü ve tam sinsilik mânâsını göstererek Bahir'de demiştir ki: "el-Hannâs, "İzi üzere geri dönen, zaman zaman gizlenendir." Ve bu vasıf, şeytanda yerleşmiştir. Kul Allah Teâlâ'yı zikrettiği zaman şeytan geriler, çekinir. Şehvetlere gelince: Bu da imân ile ve meleğin ilham iyle, haya ile siner, çekinir. Şu halde bu iki mânâ "vesvas'ta mevcuttur, da "Şeytanlardan ve insanların nefislerinden" demek olur. Yahut vesvâs ile murad, şeytan ve kötü yakınlardan yaldızcı, kışkırtan, da o "vesvâs'ı beyan olur. "Hunûs" müteaddi olabileceğine göre de "hannâs", geriletîci veya sindirici demek olur. Şeytan ve şehvetler hakkında bu da doğrudur. Çünkü bunlar vesveseleriyle insanı geriletir, insanlık ruhunu hak yolunda İlerlemekten alıkoyar. Akıl ve fikrini çelerek sabır ve metanetini
azim ve irâdesini kırarak imân ve seksiz ilimden, güzel ameller için mücahededen çekindirir, sırf hayvanT, fani zevklere ve yanlış yollarla türlü hilelere, aldatışlara sevkederek geriletir, aşağılatarak ve soysuz I aştırarak fânî hayatta çürütüp bi t irmek ister. Allah anıldıkça, hak korkusu göründükçe geriler, siner, fırsat buldukça döner, yüz buldukça şımarır, musallat oldukça olur, musallat olduğunu da düğümlere üfleye üfleye vehimler ve hayâller içinde sindire sindire alçaltı r ve adı kötüye çıkmış eder bırakır. Bu mânâ itibarıyla da yine sinsi diye tercemesi uygun olur. Ibnü Sİnâ demiş ki: Vesvâs, vesvese veren düşüncedir. Bu da hayvansal nefsi kullanmaya geçişi, sonra da hareketi aksine oluşu cihetıyle hayâl gücüdür. Zira nefsin asıl veçhesi ayırıcı prensipleredir. Hayal edici güç onu madde ve ilişkileriyle meşgul olmaya doğru tuttuğu zaman o güç, hunûs etmiş, yani tersine hareket etmiş olur. Bazıları da demiştir ki, kuruntu gücüdür. Çünkü o başlangıçlarda akla uygun gelir. Fakat iş sonuca gel i nce çekinir, vesvese vermeye, şüpheye düşürmeye başlar. Âlûsî'nin bunlara karşı, 'Allah'ın kelâmını böyle tefsir etmek vesvâs-i hannâsın şerrinden olduğu gizli değildir." demesi de yerinde olmamıştır. Zira kuruntu ve hayâl atılınca vesvesenin yeri kalmaz. Allah'ın kelâmını, yarattığı tabiata bakarak, afakî (nesnel) ve enfüsî (öznel) alâmetlerini düşünüp ve inceleyerek anlamaya çalışmak şeytanın vesvesesi değil, Kur'ân'ın bakma (nazar) ve tefekkür emirlerinin gereği olduğunun da unutulmaması gerekir. Nitekim Beydâvî de vesvese vereni vehim kuvveti gibi diyerek izah etmiştir. Bunu bir temsil değil, sadece düşündürmeye yorup da vehmin ve hayâl vesveselerinin şerrini istiâze (sığınma)den hariç bırakmak şeytanın en çok kullanmak istediği aracılarını ihmâl etmek demektir. "Vesvâs'ın vesvese veren kuvvet demek olduğunda ve vesvesenin hayâl etmek ve kuruntu ile ilgili bulunduğunda vesveseye düşülmeye sebep yoktur. Ancak bunu tahsise kalkışmayıp da şu ilâhî beyanın umûm ve şümulü üzere anlamak elbette daha doğrudur. Zira "Vesvâsi'l-hannâs" nedir, diye tereddüde düşülmemek için şöyle beyan ve açıklama buyurulmuştur: O ki insanların sinelerinde vesvese verip durur. Yani insanların içlerinde: gerek ferd olarak içlerinde, gönüllerinde ve gerek toplum olarak içlerinde, aralarında, yahut Allah'ı unutanların göğüsleri, bağırtan içinde iç ve dış duyularından hatırlarına, gönüllerine türlü vesvese sokar, sezilir sezilmez fiskos eder gibi yavaşçadan gıcıklayarak kötü telkinler yapar, kötü kötü eğilimler, alçak alca k hisler uyandırır. Bu şekilde akıl ve fikirlerini çeler, türlü fenalıklara düşürür. Allah yoluna gitmekten, İnsanlık gayesine ermekten alıkor, nihayet din ve imandan çıkarır, ebedi helake sürükler. O vesvâsi'l-hannâs işte böyle her şerrin başı olan vesveseyi gafil insanların sînelerinde fısıldayıp duran sinsi etken her ne ise odur.... Elmalı tefsiri, c. 9,s. 6423,
[2]- İsmail Hakkı Bursevi ( K.S.) Ruhu’l Beyan Tefsiri, Fatih Yayınevi: 9/606-608.
[3]- Hacamat: İki omuz arasından, sırttan, başın arka tarafından yahut vücudun herhangi bir yerinden tedavi maksadıyla bardak, şişe veya boynuzla kan aldırmaktır. Hacamat (yani kan aldırmak), Efendimiz (s.a.s) hazretlerinin sağlıkla ilgili tavsiyelerinden ve bizzat tatbik ettiği sünnetierindendir. Hacamat, sebebi belli bir hastalığın tedavisi olmaktan ziyade kan fazlalığının vücutta meydana getirdiği rahatsızlıkları gidermek için kullanılan genel bir tedavi usûlüdür. Eskiden yaygın olarak "hacamat bıçağı' veya "hacamat zembereği" denilen bir aletle tatbik edilen bu usûl, bugün yerini enjektörle kan almaya bırakmıştır. Hacamat bıçağı, tarak biçiminde, vücutta bir sıra çizik meydana getiren bir alettir. Bir yüzünde birçok yarık bulunan bakır bir kutu içinde tetikli bir zembereğe bağlı olan bıçaklar, düğmesi basılınca zembereğin boşalmasıyla yarıklardan dışarı fırlar ve vücutta çizikler meydana getirir. Bardak vb. bir şeyle çizikler üzerinden kan çekilir. Bir cins sülük de bu iş için kullanılmaktadır. Sülük vücudun ağrıyan bölgelerine konularak kanı emmesi sağlanır. Hangi araç ve metodla olursa olsun önemli olan kan aldırmaktır. Uzman bir hekimin muayenesi ve tavsiyesiyle yaptırılan hacamat faydalı ve İslâm'da caiz olan bir tedavi usûlüdür. Ameller niyetlere göre değer kazanır. Sünnete uymak niyetiyle ve bize
emanet olan vücudumuzun sağlığına kavuşması için yaptırdığımız hacamat bir ibadet değeri taşır. Çünkü ibadetlerimizi ve diğer görevlerimizi ancak sağlıklı bir bedenle tam olarak yerine getirebiliriz. Hacamatın emredilme zamanı: Miraç gecesinde yanından geçtiği bir melek grubunun Efendimiz (s.a.v.} hazretlerine: "ümmetine hacamatı emret!" diye söylediğini Abdullah b, Abbâs (r.a) rivayet etmektedir (Tâc, c. 3, s. 203).
Efendimiz (s.a.v,) hazretleri, (s.a.s) bizzat kendisi Ebû Taybe adında bir Haccâm'a hacamat yaptırmış ve başından kan aldırıp haccâma ücretini ödemiş ve şöyle buyurmuştur: "Kan aldırma yollarının en güzeli hacamattır, (yahut hacamat sizin en iyi tedavi yolların izdir) "(Buhâri, Tıb 13; Müslim, Musakat 62, 63; Ebû Dâvûd Nikâh 26, Tib 3).
Nâfi der ki; İbn Ömer (r.a) şöyle dedi: Ben, Resulullah (s.a.s)'den şu buyruğu işittim: "Hacamat olmak aç karnına daha faydalıdır. Hacamat olmak aklı ve hıfzetme (ezberleme) gücünü arttırır. Hafız olanın da hıfzetmek kabiliyetini kuvvetlendirir. Artık kim hacamat olmak isterse Allah'ın ismini anarak perşembe günü hacamat olsun" (İbn Mâce, Kiiâbu't-Tıb, 22).
Hacamatın yani kan aldırmanın insan sağlığına birçok katkıda bulunduğu tıbbî bir gerçeğe dayanır. Hacamatın aynı şekilde insandan şeytanın da uzaklaştırılması ve şeytan yoluna mani olma hikmeti de vardır. Mütercim...
[4]- İsmail Hakkı Bursevi ( K.S.) Ruhu’l Beyan Tefsiri, Fatih Yayınevi: 9/608-609.