Gönderen Konu: Molla Câmi (k.s.) Hazretleri  (Okunma sayısı 5827 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı ankebut-57

  • aktif yazar
  • *****
  • İleti: 908
Molla Câmi (k.s.) Hazretleri
« : 23 Kasım 2007, 17:51:50 »


MOLLA CÂMİ HAZRETLERİ
    
Hirat'ta yetisen âlim ve büyük velîlerden. İsmi, Abdurrahmân bin Nizâmeddîn Ahmed, lakabı Nûreddîn'dir. Câmî ve Mevlânâ nispetleriyle meşhûr oldu. Anadolu'da MollaCâmî diye tanınmaktadır. 1414 (H.817) de İran'in Câm kasabasında doğdu. İmâm-i Muhammed Şeybânî Hazretlerinin neslindendir. Beş yasında Muhammed Pârisâ Hazretlerinin huzûruna götürülüp, teveccühe kavuştu.

Mevlânâ Abdurrahmân'ın babası Nizâmeddîn Ahmed, ilim ve takvâ sâhibi idi. Haramlardan şiddetle kaçardı. Oğlunun ilim ehli olması için Herat'daki Nizâmiyye Medresesine getirdi. O sırada Abdurrahmân Câmî henüz küçüktü, bülûg yaşına gelmemişti. Fakat medresede; zekâsı, meseleleri anlamaktaki fevkalâde kavrayışı, hocaları ve arkadaşları üzerinde büyük bir tesir bıraktı. Tahsîlinin başlangıcında, Muhtasar ve Telhîs adlı eserler üzerinde çalışırken, daha önce gelen ileri sınıftaki arkadaşları Şerh-i Miftâh ve Mutavvel isimli kitapları okuyordu.Mevlânâ Abdurrahmân, kısa zamanda kendi kitaplarını bitirip, en ileri seviyedeki arkadaşlarının okuduğu kitapları okumaya başladı. Arkadaşlarına yetişip onları geçmesi, herkesi şaşırttı. Bunun üzerine hocaları; "Semerkand, Semerkand olalıdan beri, Molla Câmî'den daha zekî ve kâbiliyetli bir kimse görmedi." demekten kendilerini alamadılar. Burada Hâce Ali Semerkandî'nin, Şihâbüddîn'in ve Mevlânâ Cüneyd-i Usûlî'nin derslerine devâm etti. Din ilimlerinden başka, fen ilimlerine ilgi duyan Molla Câmî, Uluğ Bey zamânında Bursalı Kadizâde Rûmî'nin matematik derslerine de devâm etti. Bu sırada Herat'da, meşhûr astronomi âlimi Ali Kuşçu ile görüştü. Ali Kuşçu, Molla Câmi'ye astronomi ilmine dâir güç ve zor sorular sordu. Sorulanların hepsini, en ince ayrıntılarına kadar ayrı ayrı cevaplandırdı. Ali Kuşçu, bu cevaplara hayran kaldı. Sonra Ali Kusçu'ya dönerek; "Sizin ilim hazînenizde bundan daha üstün bir nesne yok mudur?" diyerek latîfe etti. Ali Kusçu ise; "Molla Câmî ile karsılaştıktan sonra, ondaki bilgilerin normal yol ile elde edilen bilgilerden olmadığını ve bunların Allahü teâlânın ona bir ihsânı olduğunu anladım." demekten kendini alamadı.

Mevlânâ Abdurrahmân Câmî, kısa zamanda aklî ve naklî ilimleri öğrendi. Hattâ, Herat'ta meşhûr beş âlimden birisi oldu.

Herat'ta Sâdüddîn-i Kasgârî Hazretleri, her gün câmi kapisinin önünde, namazdan önce ve sonra talebeleriyle sohbet ederdi. Molla Câmî'nin de yolu, oradan geçerdi. Sâdüddîn-i Kasgârî ne zaman Molla Câmî'yi görse; "Bu gençte görülmemiş bir kâbiliyet var. Onun hâline âşık oldum. Bu gencin, bu istidâdını boşa kullanmaması için onu yetiştirmeliyiz. Fakat bunu kendisinin talep etmesi lâzım" buyururdu. Molla Câmî, bir gün rüyâsinda Sâdüddîn-i Kasgârî Hazretlerini gördü. Molla Câmî'ye; "Öyle bir sevgiyle bağlan ki, bırakmak mümkün olmasın." buyurdu. Bu rüyâ, Abdurrahmân Câmî'ye pek fazla tesir etti. O anda Horasan'da idi. O gün hemen yola çıkıp, Herat'a geldi ve Sâdüddîn-i Kasgârî'nin huzûruna girdi. Onun sohbeti ile şereflendi. Bu sohbette, kalbinde pek çok değişikliklere şâhid oldu. Sâdüddîn-i Kasgârî'nin bâzı kerâmetlerini görünce, ona bağlılığı daha da arttı. Zâhirî ilimlerin yanı sıra, bâtinî ilimlerde de yükselmek için, Sâdüddîn hazretlerine canla basla hizmet etmeye, onun teveccühlerine kavusup, fevkalâde olgunluklara sâhib olmaya başladı. Sâdüddîn-i Kasgârî, Molla Câmî'nin ilk geldigi gün; "Rabbimize hamdolsun ki, Mevlânâ Abdurrahmân gibi bir şâhin tuzağımıza düşmüştür. Artık bunu yetiştirmek, zâyi etmemek lâzımdır." buyurdu. Artık hep onunla meşgûl olmaya başladı.

Molla Câmî'nin, Sâdüddîn-i Kasgârî'nin talebesi olduğunu işiten Muhammed Câcermî; "Beş yüz yıldan beri Horasan toprağının bir benzerini yetiştiremediği bir ilim erbâbını, Mevlânâ Sâdüddîn-i Kasgârî, bir teveccühte yolundan çevirdi ve kendi "Ahrâriyye" ismi verilen yoluna aldı." buyurdu. Mevlânâ Abdürrahîm ise; "Abdurrahmân Câmî, aklî ve naklî ilimleri bırakıp tasavvuf yoluna girene kadar, insani zâhirî ilimlerden baska hiçbir sey kemâl derecesinde olgunlaştıramaz derdim. Fakat onun tasavvufa yönelişinden sonra, bu düşüncemin yanlış olduğunu anladım." dedi.

Abdurrahmân Câmî, Sâdüddîn-i Kasgârî hazretlerinin emriyle tenhâ bir yerde halvet etmeye, nefsini terbiye için riyâzet ve mücâhede yapmaya başladı. Yâni, nefsinin isteklerini terkedip, istemediklerini yapmak için uğraştı. Vakitlerini, insanlardan uzak yerlerde Allahü teâlâyı zikretmek, namaz kılmak ve Kur'ân-ı kerîm okumakla geçirdi. Âdetâ insanlarla konuşmayı unuturcasına onlardan ayrıldı. Aylarca devâm eden bu hâlin sonunda kalb gözü açıldı ve melekler âlemini seyretmeğe daldı. Daldığı bu âlemin tecellîleri onun gözünün önünde belirdi ve her şeyden sıyrılmış olarak kendini Allahü teâlâya verdi. O zaman anlayamadığı bir arzu ile Kâbeye doğru yollara düştü. Bir müddet gittikten sonra kendine gelip; "Ben hocamdan izin almadan nereye gidiyorum? İzinsiz ve rızâsız bir iş yapılır mi? Bu benim yaptığım doğru değildir, derhâl dönmeliyim." diyerek, hocasi Sâdüddîn-i Kasgârî'nin huzûruna döndü. Bu hâdise üzerine Molla Câmî buyurdu ki: "Bu "Ahrâriyye" ismi verilen âlimler silsilesinin yoluna ilk girdiğim zamanlarda, bana nûr belirtileri görünmeye başladı. Hocamın emri üzerine bunlara iltifât etmeyip, o nûrun devamlı olmasını sağlamaya çalıştım. Şunu iyi bilmelidir ki; nûr, kesif ve kerâmetin meydana gelmesi, insanin tamâmıyla olgunlaştığına, nefsini terbiye ettiğine işâret değildir. Bunlara güvenmemelidir. Talebeye en üstün kerâmet, hocasının sohbetiyle pişmesi, onun teveccühleri altında nefsinden kurtulmasıdır."

Mevlânâ Abdurrahmân Câmî hazretleri, Sâdüddîn-i Kasgârî'nin yıllarca sohbetinde bulunarak, onun teveccühleri altında yetişti. Onun halîfesi, vekîli oldu. Hocası, 1456 (H.860) senesinde Herat'da vefât etti.

Mevlânâ Abdurrahmân Câmî, zamânindaki âlim ve evliyâ ile görüşür, onlarla sohbet ederdi. Bunlardan biri Muhammed Esed, biri Ubeydullah-i Ahrâr Hazretleridir. Ubeydullah-i Ahrâr ile dört defâ buluştular. İlk görüşmelerinde Ubeydullah-i Ahrâr'in büyüklüğünü kabûl edip, ona bağlandı.

Onun feyz ve bereketlerinden istifâde etmeye çalıştı. Ayrı oldukları zamanlarda, mektup ile haberleşirlerdi. Birbirlerini ziyâret ettiklerinde, sohbetlerinin ekserisi sükût içinde geçerdi. Fakat kalbden çok şeyler konuşurlar, dışarıdan seyredenler hiç konuşmuyor sanırlardı. Bir defâsında Molla Câmî, Taşkend'e Ubeydullah-i Ahrâr hazretlerini ziyârete gitti. Orada on beş gün kaldı. Umûmî olarak sohbetleri konuşmasız geçiyordu. Arada sırada Ubeydullah-i Ahrâr bâzı şeyler anlatıyordu. Fakat bu konuşulanları orada bulunanlar anlamıyorlardı. Bir ara Molla Câmî; "Efendim, Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî'nin Fütûhât'inda bâzı mevzûlarda müşkilimiz vardır. Bunların îzâhını istirhâm ediyorum." dedi. Hâce Ubeydullah emir buyurup Fütûhât kitabı getirildi. Anlaşılmayan yerler gösterildiğinde; "Okuyun, dinleyelim!" buyurdu. Kitaptaki o mevzû, tâne tâne okundu. Sonra Ubeydullah hazretleri îzâh etti, fakat bu îzâhi orada olanlar anlayamadılar. Bu îzâhın anlaşılmadığını gören Hâce Ubeydullah; "Kitabı kapatınız!" buyurdu. Kapattılar. Bir müddet sessizlik hâkim oldu. Ubeydullah-i Ahrâr Hazretleri murâkabeye vararak, başını göğsüne eğip tefekküre daldı. Sonra; "Şimdi kitabi açınız!" buyurdu. Açtılar ve okumaya başladılar. Bu defâ, okudukça yazılanlar anlaşılmaya başlandı. Daha önce niçin anlayamadıklarına hayret ettiler. Ubeydullah-i Ahrâr'in bir nazari, himmeti ve duâları bereketiyle, anlaşılmayan mevzû, bir defâ daha okununca anlaşılır hâle geldi. Nitekim Mevlânâ Abdurrahmân Câmî; "Hâce Ubeydullah-i Ahrâr öyle bir kimse idi ki, bir bakışları ile hasta kalpleri ıslâh eder, kalbi dünya düşüncelerinden o derece çabuk temizlerdi." buyurdu.

Mevlânâ Abdurrahmân Câmî, 1472 (H.877) senesinde Hicaz'a gitmek için yola çıktı. Her geçtiği şehirdeki âlimler onu karşılayarak, ziyâret edip, hayır duâsını aldılar. Bilmedikleri müşkillerini sorarak, verdiği cevaplara hayran kaldılar. Bağdât’ta Eshâb-i kirâm düşmanları ile yaptığı münâzaralarda hep gâlip geldi. Bâzı insaflı olanların tövbe etmesine sebep oldu. Uğradığı yerlerde, sultanlardan, emîrlerden ve halktan pek çok hürmet, izzet ve ikrâm gördü. Daha önce vefât etmis büyüklerin kabirlerini ziyâret etti. Medîne-i münevvereye geldiğinde, Peygamber Efendimize olan muhabbetini dile getiren kasîdeler söyledi.

Mevlânâ Abdurrahmân Câmî, Hicaz seferi esnâsında bir Arabî ile karsılaştı. Molla Câmî'nin güzel bir devesi vardı. O deve Arabî'nin hoşuna gitti. Arabî, kendi kafasına göre bir fiyat biçerek o deveyi satın almak istedi. Câmî, Arabî'nin ısrârına dayanamayarak verilen fiyata devesini sattı. Arabî, kendi yükünü yükledi ve deveyi alıp gitti. Aradan on gün kadar bir zaman geçtikten sonra, o deve çölde kum fırtınasına tutulup öldü. Arabî, Mevlânâ Câmî'ye gelip; "Bana hasta bir deveyi sattın." diyerek, küstahça sözlerde bulundu. Haddinden fazla edepsizlik etti. Molla Câmî, adama parasını geri vererek; "Deve nerede öldü?" buyurdu. O da; "Falan yerde, istersen gidip görelim." dedi. Molla Câmî, devenin öldüğü yere gitmeyi kabûl etti. Yola çikmadan evvel, yakınlarından bir kimseye buyurdu ki: "Bu Arabî'nin ölümü yaklaştı." Arabî, Mevlânâ Câmî'yi tam devenin kum fırtınasına tutulduğu yere getirince düşüp can verdi.

Hac vazîfesini yaptıktan sonra Haleb'e geldiler. Orada da bütün halk onu saygıyla karşıladı. Pek çok ikrâmlarda bulundular. Oradan Tebrîz, Horasan ve Herat'a gitti.

Molla Câmî hacdan dönünce, Hüseyin Baykara'nın kendisine tahsis ettiği bir medresede ders vermeye başladı. Arab diline ve edebiyâtına büyük ilgi duyan Câmî, bu dilde birçok eser yazmıştır. Oğlu Ziyâüddîn Yûsuf için yazdigi El-Fevâid-üz-Ziyâiyye fî Şerh-il-Kâfiye adli Arabca gramer kitabı, Müslüman Türkler arasında Molla Câmî adıyla çok tanınmıştır ve medreselerde ders kitabı olarak okutulmuştur.

Mevlânâ Abdurrahmân, Sadüddîn-i Kasgârî'nin halîfesi, vekîli oldugu hâlde, önceleri tasavvuf edeplerini başkalarına bildirmekten çekinirdi. "Hocalık yükü çok ağırdır. Bu yüke tahammül edemem." der ve bu ilmi öğrenmekte çok ısrâr edenlere yardımcı olurdu. "Tâlib çok, fakat hakîkî sâdik olanlar çok az." buyururdu.

Molla Câmî'nin sohbetinde bulunanlar, gam ve kederlerini unuturlar, neşe ve ferahlık duyarlardı.

Sultanlara, vezirlere, vâlilere ve devlet büyüklerine yazdığı mektuplarda; onlara dâimâ iyiliği, Hayri, adâleti, halka şefkatle muâmeleyi tavsiye ederdi.

Hindistan'da Timûroğulları devletinin kurucusu olan Bâbûr Şah, Molla Câmî hakkinda; "Zamânında, zâhirî ve mânevî ilimlerde onun gibisi yetişmemiş gibidir. Onun övülmeye ihtiyâcı yoktur. Ancak adını anmak, bizim için kurtuluşa vesîledir." derdi.

Mevlânâ Abdurrahmân Câmî, şöhret ve îtibâr kazanmaktan kaçardı. Halkın övmesine ve yermesine ehemmiyet vermezdi. Dâimâ namazda oturur gibi oturur; Hakka ve halka karsı hürmet göstermek yönünden böyle oturmayı tercih ederdi. Çok defâ kuru toprak üzerine otururdu. Meclisine gelenler gam ve kederlerini unuturlar, nese ve ferahlık duyarlardı. Sofrasında misâfirsiz yemek yemez, hizmetini görenlerle berâber yemek yemekten zevk alirdi. Kendi ihtiyâcindan fazlasını hayır islerine sarfeder, ilim talebelerinin ihtiyaçlarını görürdü. Herat'da ve Hiyâban şehirlerinde birer medrese, Câm şehrinde de bir câmi yaptırdı.

Mevlânâ Abdurrahmân Câmî, bir defâ okuduğu kitabi hiç unutmazdi. Onun için de bir daha bakma durumu olmazdı. Dünyâya meyletmez, âhiret hayâtına hazırlıkla meşgûl olurdu. Yatsı namazını kıldıktan sonra, bir saat kadar cemâatle sohbet ederdi. Sonra Allahü teâlânın zikri ile meşgûl olur, namaz kılar, Kur'ân-i kerîm okumakla vakitlerini değerlendirirdi. En fazla uykusu, gecenin üçte birinden az olurdu. Geri kalan zamânını ibâdet etmekle geçirirdi.Sabah namazından sonra, isrâk vaktine kadar cenâb-i Hakk'in yarattıkları hakkında tefekkür, murâkabe ederdi. Öğleye kadar eser yazma, kitap mütâlaası üzerinde durur, öğleden sonra talebeleriyle meşgûl olurdu.



Molla Câmî, Ehl-i Beyt'e ve Eshâb-i kirâma âşık idi. Onlara kötü gözle bakanlara, uygun olmayan sözler sarf edenlere derhâl cevaplarını verir ve sustururdu. Bu sebeple Eshâb-i kirâm düşmanlarıyla hiç uyuşamadı ve onların dâimâ tenkitlerine mâruz kaldı. Silsilet-üz-Zeheb ismindeki kitabında, îtikâdnâme baslığı ile Ehl-i sünnet îtikâdini, otuz bahiste ve çok güzel bir üslûp ile anlattı.

Molla Câmî, dîvânında, Türk hâkâni Fâtih Sultan Mehmed Hâna hitâben, onu övücü siirler yazdı. Ayrıca onun oğlu Sultan Bâyezîd'i medheden kasîdeleri de bulunmaktadır. Fâtih için söylediği kasîdelerden bâzılarının Türkçeye tercümeleri şöyledir:

Ey kuzeyden esen rüzgâr! Ne hoş kokular getiriyorsun. Haydi arzuların kıblesi olan semte doğru es!

Ilık nefesine samîmiyet kokularını karıştır. Ve hep ihlâs yolundan giderek hedefe ulaş.

Ricâ ve duâ denklerini Horasan’da bağladıktan sonra, Rum diyârına doğru yürü.

Yolda bu yolun usûl ve erkânını öğren. Büyüklerin yetiştiği dergâhın nerede olduğunu sor.

Oraya varınca yüzünü hizmetçilerin ayak tozlarına sür. İzin isteyip, yeri öperek huzûra gir.

O cihâd eri, gâzî pâdişâhın önünde hikmetler saçarak söze gir ve;

"Ey mertebesi yüksek pâdişâh! Sana dünyâ mülkü, atalarından kalma bir mîrâstır." de.

Dünyâda pek az kimse, böyle büyüklük ve ihtişam tahtında senin gibi feyz verme olgunluğuna sahib olabilmiştir.

Sünnet-i seniyyenin her tarafa yayılması senin gayretinle oldu.

Küfür yuvaları, kiliseler, yine senin himmetinle câmiye çevrildi.

Harplerdeki isâbetli tedbirlerinle, küfür ve sapıklık kal'alarini kökünden yıktın.

Dâimâ şefkat ve merhamet tarafına yönelmiş, kötü huylardan temizlenmiş bir pâdişâhsın.

Seni kıskananların aksine, her türlü hikmet, şeref, yiğitlik ve cömertlik sıfatları sende toplanmış...

Cömertlikte deryâ gibisin, sanki altin mâdenisin. Hattâ deryâdan da, altın ocağından da cömertsin.

Şu gök kubbenin zirvesi var oldukça ve dünyâ yerinde durdukça,

Allahü teâlâ, gönlüne uygun ihsânlarda bulunsun, dünyânın şerefi ayaklarının altına serilsin, dilerim."

Ey etrâfa amber kokuları saçan seher rüzgârı! Mâdemki duâ ve senâ demetleri diziyorsun,

Bu garip şiirlerden birkaçı o selîm akilli edîb pâdişâha lâyık ola.



Sana emânet ettiğimiz bu garip armağanları sultânin meclisine götür.

Bu kıymetsiz hediyemi onun yüce ve şerefli huzuruna sunarken, de ki:

"Karınca, muhabbet ve sadâkat yönünden, Süleymân aleyhisselâmin katına yarim çekirge ayağı gönderdi.

Nitekim, "Armağanlar, gönderenin değeriyle ölçülür" diyerek sözü bitirmeye bak.

Fazla isrâr etme, lütfen selâm ve hürmetimi söyleyerek kelâma son ver".


***

Ayrıca Sultan İkinci Bâyezîd hakkında da kasîdeleri vardır. Molla Câmî ile Osmanlı sultanları arasındaki bu alâka, Osmanlı sultanlarının ilim, tasavvuf, şiir ve edebiyâta çok önem vermelerindendir.

Osmanlı sultanları, Mevlânâ Abdurrahman Câmî hazretlerini çok sevdiler. Onun duâsına kavuşmak için can attılar. Bu sebeple Fâtih Sultan Mehmed Hân, onu Anadolu'ya dâvet etti. Konya'ya geldiğinde, Fâtih Sultan Mehmed Hânin vefât haberini alınca geri döndü.

Osmanlılar, Molla Câmî'yi ne kadar çok sevdilerse, İran’daki Safevî sahları da o kadar çok düşmanlık ettiler. Eshâb-i kirâm düşmanları Horasan'a hücûm ettikleri sırada, Molla Câmî'nin oğlu, babasının kabrini açarak, mübârek cenâzesini başka bir yere defnetti. Eshâb-ı kirâm düşmanları Horasan'i istilâ edip, Molla Câmî'nin kabr-i serîfini açtıkları zaman, mübârek cenâzesini bulamadılar. Ona olan düşmanlıklarından, kabirde bulunan tahta parçalarını yaktılar. Şâh Ismâil de, kendi devrinde Herat'i zaptettigi zaman şu emri verdi: "Mevlânâ Abdurrahmân Câmî'nin nerede bir kitabi görülürse, kitabin üzerindeki Câmî ismindeki "Cim" harfinin noktasini kaziyip, harfin üzerine nokta koyun. Bu sûretle Câmî ismi, Hâmî (olgunlaşmayan kimse) olsun." Bu hâdiselere Horasanli âlimler çok üzüldüler. Mevlânâ Abdurrahmân Câmî'nin yeğeni; "Yazıklar olsun, ülkeler fetheden Şâh'ın insafına! O Câmî ki, bir ömür boyu cihân, onun kapısında köle olmuştur. Ne yazık ki, birkaç traşsız haydudun hatırı için, isminin altındaki noktayı yontturdu da, hâmî yazdırayım derken hamlık etti" demekten kendini alamadı.

Molla Câmî'nin meclisine, bir gün edebi kıt olan biri geldi. Büyüklerin huzûrunda izin verilmeden konuşulmayacağını bilmiyordu. Zühdden takvâdan dem vurmağa, bilgiçlik taslamağa başladı. Bir müddet sonra sofra kuruldu ve yemek yenmeye başlandı. Sofrada tuz yoktu. O kimse, hizmetçiye; "Ben yemeğe tuz ile başlarım. Tuz getir." dedi. Onun bu hâline Molla Câmî üzüldü ve; "Ekmekte tuz vardır. Ona niyet eyle." buyurdu. Bu sırada ekmeği tek elle koparan birine de; "Ekmeği bir el ile koparmak mekruhtur." deyince, Molla Câmî de; "Yemek esnâsında başkalarının el ve ağızlarına bakmak, ekmeği tek el ile koparmaktan daha çok mekruhtur." buyurdu. O kimseye bu söz de kâfi gelmedi. Bir ara yine; "Yemek yerken konuşmak sünnettir." dedi. Molla Câmî de; "Çok konuşmak mekruhtur." buyurdu. O edebi kıt kimse, artık yemek sonuna kadar hiç konuşmadı.

Bir kimse Molla Câmî'ye gelerek; "Bana öyle bir şey öğretin ki, kalan ömrümde onu yaparak cenâb-ı Hakk'in rızâsını kazanayım." dedi. Molla Câmî; "Hocam Sâdüddîn-i Kasgârî'ye de ayni suâli sormuşlardı. Cevap olarak, mübârek elini sol göğsü üzerine götürüp, kalbini işâret etti. Bununla meşgûl olun, kalbinizden kötü huyları çıkarıp, yerine iyi ve beğenilen huyları yerleştirin demek istedi." buyurdu.

Molla Câmî'yi çok sevenlerden biri anlattı: "Mevlânâ Abdurrahmân Câmî ile hacca berâber gitmiştik. Bagdât'a geldiğimizde hastalandım. Her geçen gün hastalığımın arttığını hissediyor, öleceğimi sanıyordum. Mevlânâ hazretleri de ziyâretime hiç gelmemişti. Bunun için de ayrıca üzülüyordum. Aradan günler geçtiği hâlde, yataktan kalkamıyordum. Bir gün arkadaşımızın biri koşarak yanıma gelip; "Mevlânâ Câmî seni ziyâret için geliyor." diyerek müjdeledi. Bu sevinçli haber, bende yatağımdan doğrulacak kadar bir kuvvet meydana getirdi. Yatağın içine oturup beklemeğe başladım. Derken odama girdi. Onun girmesiyle, loş odam birden aydınlanıverdi. Yatağımın kenarına oturdu. Hâlimi, hatırımı sordu. Buna cevap olarak; "Âsıkların ümit içinde yüz yıl bile bekleyeceğini." bir şiirle anlattım. Başını önüne eğip, gözlerini yumdu ve bir müddet murâkabeye vardı. O ânda benden bir ter boşanmaya başladı. Başını kaldırıp bana; "Terlemeğe başladınız, yatağa giriniz. İnsâAllah tez zamanda iyi olacaksınız." buyurdu. Odamdan ayrılıp gittikten sonra, yatağa girdim. Yatakta beni şiddetli bir ter bastı. Terimi kurulamak için doğrulduğumda, hiçbir şeyimin kalmadığını gördüm. Mevlânâ Câmî hazretlerinin teveccühleri bereketi ile hastalıktan kurtuldum."

Geylanli büyük velîlerden biri hastalandı. Her geçen gün hastalığının şiddeti artıyordu. Görenler; "Bu hastalıktan kurtulmak imkânsızdır. Mutlaka ölür." diyorlardı. Herkes ümîdini kesmişti. Hastalığının iyice ağırlaştığı bir gün, talebeleri, oğulları ve yakınları başında toplandılar. Artık vefâtını bekliyorlardı. Bir ara hasta gözlerini açtı. Yatağında doğrulmaya başladı. Etrâfındakiler hayretle hastaya bakıyorlardı. Çünkü, günlerce değil doğrulmak, bir taraftan bir tarafa dönemiyordu. Şimdi ise bir ânda yatağından doğruldu. Ayağa kalktı. Tamâmiyle iyileşmiş gibi hareket ediyordu. Oradakilere iyi olduğunu, hiçbir ağrı ve sizinin kalmadığını söyleyince, ahbablari dağılıp evlerine gittiler. Herkes gidince, yakınlarından birine; "O kadar hasta idim ki, sanki rûhum bedenden ayrılmak üzereydi. O ızdıraplı ânımda, gözüme Mevlânâ Câmî hazretleri göründü. Yanıma oturup bana teveccüh etti ve iltifatlarda bulundu, iyi olacağımı bildirerek kayboldu. Ben de, o gittikten sonra hemen ayağa kalktım. Hiçbir rahatsızlığımın kalmadığını gördüm." dedi.

Talebelerinden Muhammed Rucî anlattı: "İlkbahar mevsimiydi. Yağmurlardan sular çoğalmıştı. Bir gün hocamız Mevlânâ Câmî ile Malan Irmağının kenarında oturuyor ve sohbetiyle şerefleniyorduk. Bir ara ırmağın üst tarafından, akıp gelmekte olan bir kirpi gördük. Kirpinin karni üst tarafta oldugu hâlde, suların akıntısıyla sürüklenerek geliyordu. Belli ki ölüydü. Tam bizim önümüzden geçerken, hocamiz Mevlânâ Câmî hazretleri elini uzatarak, ölü kirpiyi suyun içinden alıp inceledi. Hiçbir hayat belirtisi yoktu. Kirpinin dikenli sırtını okşadı. Bir müddet sonra kirpi kımıldamaya başladı ve ayağa kalktı.Canlanan kirpi, normal hâlde insanlardan kaçması lâzım iken, Mevlânâ Câmî'ye doğru gelip, ön ayaklarını ve başını havaya kaldırarak, hürmet gösterir gibi beklemeğe başladı. Kalkacağımız zaman, Mevlânâ Câmî, kirpiyi o hâlinden normal hâle getirdi. Kalkıp şehre doğru yürümeğe başladık. Fakat kirpi peşimizden gelmeğe başladı. Ancak şehre yaklaşınca peşimizi bıraktı."

Mevlânâ Câmî'nin talebelerinden biri anlattı: "Bir gün hocamın mübârek cemâlini ve tatlı sohbetini arzulayarak huzûruna gitmek için yola koyuldum. Yolda giderken, karsıma fevkalâde güzel bir kadın çıktı. İkinci defâ görmemek için gözümü başka tarafa çevirdim. Fakat elimde olmayarak başımı çevirip bir daha bakmak istedim. O anda yanımdan geçmekte olan odun taşıyan hamalın bir odunu gözüme çarptı. Öyle acıdı ki, sanki gözüme ok saplanmıştı. Gözümden kan akmaya başladı. Yabancı kadına bakmanın cezâsını hemen görmüştüm. Kan durduktan sonra hocamın bulunduğu mescide gittim. Yanındaki kimselere nasîhat ediyordu. Bir kenara oturup dinlemeye başladım. Hocamın bir ara sohbetin mevzûsunu değiştirerek; "Birisi yolda gelirken, yanından geçmekte olan bir güzele bakmış. O anda bir el peydâ olup, o kimsenin gözüne bir tokat vurmuş. Bu tokatın dehşetinden göz yaşları dinmemiş ve gözünden kan akitmiş. Hafiften bir nidâ gelip; "Bir kere harama bakmaya bir dokunmak kâfidir. Eğer sen bakmaya devâm edersen, biz de dokunmamızı arttırırız." buyurmuş. Hocam bunu anlattiktan sonra, benden tarafa bakarak; "İnsan harama bakmaktan gözü korumalıdır ki, ona el uzatmasınlar." buyurdu.

Molla Câmî, 1492 (H.898) senesinde bir Cumâ günü, dostlarının okuduğu Kur'ân-i kerîmi dinledi ve ezan okunurken son nefesinde Kelime-i sehâdeti getirdikten sonra vefât etti. Sultan Hüseyin Baykara, vezîri Ali Şîr Nevâî, âlimler, seyyidler ve bütün Heratlilar, Molla Câmî'nin evine koştular. Hazırlıklar bitirildikten sonra, büyük bir cemâat cenâze namazını kıldı ve hocası Sâdüddîn-i Kasgârî'nin kabri yakınına defnedildi. Mübârek kabri ziyârete açıktır. Dünyânın dört bucağından gelen âşıkları, onu ziyâret ederek, mübârek rûhundan saçılan ferzlerden istifâde ederler. Türbesindeki kitâbede şu yazılar okunmaktadır: "Hüvelbâkî, bâkî olan ancak Allahü teâlâdir. Yeryüzünde olan her şey fânîdir. Yalnız kerem sâhibi olan Rabbimiz bâkîdir... İlim ve hikmet sırlarına ermis, bahçelerin hos sesli bülbülü, kutblarin en büyüğü, Müslümanların gözlerinin nûru olan efendimiz Abdurrahmân Câmî "kuddise sirruh", Allahü teâlânin dâvetine uyarak, selîm bir kalb ile, meâlen; "Ey (îmânda sebât gösteren, Allah'i anmakla) mutmainne olan nefs! Dön Rabbine, (Cennet'te sana hazırladığı nîmetlere), sen O'ndan (sana verdiklerinden ötürü) râzı, O da senden râzi olarak haydi gir (sâlih) kullarımın içine. Gir Cennet'ime..." buyurulun (Fecr sûresi: 27, 28, 29, 30. âyet-i kerîmeleri) emir gereğince, bu aldatıcı dünyâ tuzağından, zevk ve safâ ile dolu Cennet köşklerine uçtu."
Âlimleri irfan sahib eden, üç harf ile beş noktadır.(عشقْ)
Mü'minleri duhûlü cennet eyleyen, beş harf ile üç noktadır. (ايمان)

www.ayasofya.org

Çevrimdışı ankebut-57

  • aktif yazar
  • *****
  • İleti: 908
Ynt: Molla Câmi (k.s.) Hazretleri
« Yanıtla #1 : 23 Kasım 2007, 17:53:03 »

Buyurduğu güzel sözlerinden bâzıları:

- Akıl dışında olan şeyler, kesif, müşâhede ve kalb gözü ile anlaşılır. Akıl bunları anlayamaz. Nitekim, his uzuvları da, aklın anladığı şeyleri anlayamıyor.

- Seven o kimselerdir ki, sevgilisinden ne kadar düşmanlık görse, yine dostluğunu arttırır. Sevgilisinden başına binlerce sitem taşı gelse, onlar ancak ask binâsını sağlamlaştırır.

- İlim, sana zarûri oldukça kazanmaya çalış, sana gerekli olmayan bilgileri elde etmeye uğraşma, zarûri bilgiyi kazandıktan sonra da, onunla amel etmekten başka bir şey isteme.

Her kime su beş saâdet verilmiş ise, tatlı yasayışın dizgini onun eline bırakılmıştır:
1- Vücud sağlığı,
2- Güven,
3- Rızık genişliği,
4- Şefkatli ve vefâlı arkadaş,
5- Ferâgat duygusu."

- Akıllılar, ölümle sona eren her nîmeti, nîmetten saymazlar. Ömür, ne kadar uzun olursa olsun ölüm yüz gösterince, o uzunluğun ne faydası olur? Nîmetin değeri, sonsuz olmasında ve yok olmak tehlikesinden uzak bulunmasındadır.


- Üç zümreye, üç şey çirkin düşer: Pâdişâhlara sertlik, âlimlere mal sevdâsı, zenginlere cimrilik.

- İhtiyarlık, gençliğin sonu ve netîcesidir. Netice ise, basa bağlıdır. Gençliğini iyi geçirenin, ihtiyarlığının da iyi geçeceği umulur.

- Kötü kimse, başkalarının ayıplarını saymak isterken, kendini dile getirir.

- Bir kimse bütün ilimleri kendinde toplasa, Allahü teâlânin rızâsına uygun hareket etmedikçe kurtulamaz.

- Önceden Allahü teâlânin adini dile getirip, O'nu övmeden mübârek bir ise başlayan kimse, cılız bir kuş gibi uçmağa güç yetiremez. Gâyesine ulaşmadan kanatları kırılır, bir daha kalkmayacak gibi yere düşer.

Mevlânâ Abdurrahmân Câmî, Arabî, Fârisî, siir ve nesir hâlinde yüze yakin eser yazdı. Bunlardan en kıymetlisi; Nefehât-ül-Üns min Hadarât-il-Kuds ve Şevâhid-ün-Nübüvve isimli kitaplarıdır.

Molla Câmî'nin birçok eseri vardir:
1) Fâtihat-üs-Şebâb (dîvân),
2) Vâsitat-ül-Ikd (dîvân),
3) Hâtimet-ül-Hayât (dîvân),
4) Bahâristan,
5) Heft Evrenk adi altinda topladigi yedi mesnevîsi.
6) Nefehât-ül-Üns min Hadarât-il-Kuds: Bu eseri, Abdullah-i Ensârî'nin Tabakât-i Sûfiyye adlı eserinin genişletilmesiyle meydana çıkmıştır. Farsça olup, altı yüz dört velînin hayâti ve menkıbeleri anlatılmaktadır. Nefehât-ül-Üns kitabinin, Ali Şîr Nevâî tarafından Çağatay Türkçesine ve Lâmii Çelebi de bir takim ilâveler yaparak Osmanlı Türkçesine tercüme etmiştir.
7) Şevâhid-ün-Nübüvve,
8) Levâih.


BÜYÜKLERİN BEREKETİ

Molla Câmî hazretleri bir gün buyurdu ki: "Bize verilen bu kadar ihsânlar, hep Muhammed Pârisâ hazretlerinin bereketidir. Ben, beş yaşında idim. O sene Hâce Muhammed Pârisâ hacca gidiyordu. Yolu, bizim Câm kasabasına uğradı. Babam ve Câm'in ileri gelen âlimleri, onu ziyâret etmek için huzûruna gittiler. Beni de yanında götüren babam onunla müsâfeha ettikten sonra, bana, elini öpmemi emretti. Öptükten sonra, Muhammed Pârisâ bana iltifât ederek bir meyva hediye etti. Teveccühlerine kavuştum. Aradan altmış yıl geçmesine rağmen, nûrlu, mübârek yüzlerinin güzelliği hâlâ gözümün önünden gitmemektedir. İslerimin rast gitmesi, büyüklere olan muhabbet nîmetinin ihsân edilmesi, hep Muhammed Pârisâ hazretlerinin teveccühleri ve duâları bereketiyledir. Bu "Ahrâriyye" yolunun büyüklerine olan sevgimin meydana gelmesine sebeb olanlardan biri de Fahreddîn-i Luristânî'dir. Ben küçükken, bizi teşrif etmişti. Kur'ân-i kerîm harflerini yeni öğrenmiştim. Beni kucaklarına oturtup, mübârek parmağıyla işâret ederek havada; Ebû Bekr, Ömer, Osman, Ali gibi muhterem isimleri yazardı. Ben okudukça hayret eder; "Bu çocuğun, ileride bu yolun büyüklerinden olacağı umulur." derdi. Bana iltifât eder, şefkat gösterirdi. Onun bu merhameti, ona ve onun gibi olan büyüklere muhabbet etmeme sebeb oldu. O zamandan beri bütün arzum, o büyüklerin muhabbetleriyle yanmak ve son nefesimde o muhabbet ile ölmektir."


FIRSAT GANÎMETTİR

Mevlânâ Câmî'nin talebelerinden biri söyle nakletti: "Bir zamanlar Sermazar şehrinde bir müddet oturmam îcâb etti. Bu durumu gelip Mevlânâ Câmî'ye arz ettim. Bana; "Gâyet münâsiptir. Burayı bırakıp acele ile oraya git! Giderken acele etmeyi sakin ihmâl etme. Fırsat ganîmettir ve bunda senin için nice gizli haberler vardır." buyurdu. Ben, tekrar memleketime dönünce, bir takim engeller zuhûr etti ve geciktim. Bir hafta sonra evime varınca, ne kadar kıymetli eşyam varsa hepsinin çalındığını gördüm."


HUZÛR VE ÂFİYET

Molla Câmî bir gün bir kimseye; "Ne iş yapıyorsun?" diye sordu. O da; "Hamdolsun huzûrluyum. Sıhhat ve âfiyette bulunduğum hâlde dünyâyı terk ederek bir köseye çekildim. Cenâb-i Hakk'in zikri ile meşgûl oluyorum." dedi. Molla Câmî buna cevap olarak;"Huzûr ve âfiyet bu değildir. Huzûr ve âfiyet, insanin nefsinin emmârelikten kurtulup, itminâna kavuşmasıdır. Nefsi itminâna kavuştur da, ister sâkin bir kösede otur, isterse insanların arasında." buyurdu.


EDEBSİZİN CEZÂSI

Mevlânâ'yi çok sevenlerden biri anlattı: "Eshâb-ı kirâm düşmanlarından biri, Mevlânâ Câmî ile münâzara etti. Eshâb-i kirâm aleyhinde kelimeler saffetti. Buna Mevlânâ Câmî öyle güzel cevaplar verdi ki, o Eshâb-i kirâm düşmanı, konuşacak tek kelime bulamayıp sustu. Fakat Mevlânâ hazretlerine buğz etmeye, ona gizliden düşmanlığa başladı. Biz bu adamın en kısa zamanda bir belâya uğrayacağını ve Eshâb-i kirâm efendilerimize dil uzatmanın cezâsını ânında çekeceğine inanıyor ve bekliyorduk. O, biraz ötede duran atının yanına gidip, yemini yiyip yemediğini kontrol etmek için, elini atın başındaki torbanın içine soktu. At, birden sâhibinin sehâdet parmağını ısırıp kopardı. Bağırmaya, feryâd ve figâna başladı. Herkes ne oluyor ne var diye etrâfına toplandı. Biraz sonra yere yıkıldı ve büyük bir izdırap içinde kasıla kasıla öldü. Doğrusu, cezânın bu kadar kısa bir zaman içinde verileceğini tahmin etmiyorduk."


Kaynak: www.mollacami.com
Âlimleri irfan sahib eden, üç harf ile beş noktadır.(عشقْ)
Mü'minleri duhûlü cennet eyleyen, beş harf ile üç noktadır. (ايمان)

www.ayasofya.org

Çevrimdışı kenz

  • aktif yazar
  • *****
  • İleti: 1129
Ynt: Molla Câmi (k.s.) Hazretleri
« Yanıtla #2 : 23 Kasım 2007, 21:44:09 »
Allah razi olsun teşekkür ederiz.Mevla şafî kılsın bizlere...

Buyurdular ki:
---Soyluluk, kişinin, büyük makam sahibi babalardan gel­mesinde değildir. Soyluluk, insanın zâtında bir cevherdir ki, gü­zel ve üstün fırsattan ibaret.

---Kötü adam, halkın aybını saymak isterken kendi ayıpla­rını dile getirir...

---Huzur ve afiyet, ayağını bir beze sarıp bir köşede otur­mak değildir. Afiyet, kendinden kurtulmaktır. Kurtul da ondan sonra dilersen bir köşede otur, dilersen halk içine karış!

---Üstün ruh, daima hüzün ve kaygı içinde olandır. Hüzün ve kaygı çekmeyen insandan gaflet kokusu gelir. Hüzün ve kay­gı çeken insandan da huzur rayihası tüter. Bu yolun bağlılarında şiar, hüzün ve kaygıdır.

---Zatî muhabbet, bir kimsenin bir kimseyi sevmesi demek­tir. Lâkin sebebini bilmeden sevmek... Bu türlü muhabbet halk içinde çoktur. Allah´a böyle bir muhabbetle bağlanmaya zatî sev­gi denilir. Muhabbetin bu türlüsü en âlâ olanıdır. Zatî muhabbet, lâtif gördükçe sevmek, kahra uğrayınca da sevgiyi zayıflatmak değildir...

---Tasavvuf kelimelerini ve bahsini niçin az tutuyorsunuz?» diye soranlara buyurdular ki:  Farzedin ki, bir zamanlar birbirimizi aldatmışız. Tasav­vuf hâldir, «kaal-söz» değil... Onu kelimelere dökmek, oyundur, aldatmacadır. Meğer ki, iki gönül ehli, birbirinin yolunu anlamak için söyleşsinler...

---Hâcegân» yolundan ruhunda en küçük bir korku ve çeş­ni bulunan her fert, sahabete ermiştir. Böyle olup ta tarîkate ka­bul edilmemiş pek az kimse gördüm. Bu yolun başındakiler, baş­ka yollardakilerin nihayet noktasına bulunanlara denktir. Bu yo­la kabul edilenlerin, nefs ve havasına ne kadar kapılırlarsa kapıl­sınlar, terk edildikleri nâdir görülmüştür. Onu, daireden dışarı­ya kaydıkça orta yere çekerler.

---İhtiyarlık, gençliğin sonu ve neticesidir. Son ve netice ise başa bağlıdır. Gençliğini iyi geçiren ihtiyar, derisinden belli­dir...

--- Tasavvuf ehli berzaha kabir derler. Berzah, cismanî âlemle ruhanî âlem arasında vasıtadır. Cismanîyi ruhaniye, ruha­niyi cismaniye çevirirler, demek istiyor. Ruhaniyi cismaniye çe­virmek odur ki, ruha misal âleminden bir suret verirler. Cismanî mahiyetler ise kendi suretleri bakımından öbür âlemde mânalandırılmak yoluyla ruhaniye dönerler...


« Son Düzenleme: 24 Aralık 2015, 15:14:03 Gönderen: Mücteba »
İNSAN akli ile melekleşen nefsi ile iblisleşen bir aciptir İNSAN
İNSAN kendi kabahatini bilmeyen cehli ile dünyalara sığmayan bir mağrurdur İNSAN
İNSAN bütün zaaf ve acziyyetine rağmen kudrete kafa tutan taşkın bir şaşkındır İNSAN
İNSAN maziye bağlı hâle aldanmış istikbali gözler bir taştır İNSAN

Çevrimdışı kenz

  • aktif yazar
  • *****
  • İleti: 1129
Ynt: Molla Câmi (k.s.) Hazretleri
« Yanıtla #3 : 06 Ocak 2008, 14:55:29 »
Biri, Mevlânâ  Hazretlerinden, ömrünün geri kalanını ona bağlamak üzere Allah yolunda bir uğraşma istedi.

Buyurdular :
— Aynı şeyi Mevlânâ Sadeddin Hazretlerinden de istemişlerdi. O zaman Mevlânâ Hazretleri, mübarek ellerini göğüslerine götürerek kalblerini işaret etmişler ve «Bununla meşgul olun ki, iş bundan ibarettir!» buyurmuşlardı. Başka bir şey söylemeğe değmez.

ŞİİR
Eğer yârın yüzünü görmek istersen.
Kalbine yönel, onu ayna yap!
« Son Düzenleme: 24 Aralık 2015, 15:16:29 Gönderen: Mücteba »
İNSAN akli ile melekleşen nefsi ile iblisleşen bir aciptir İNSAN
İNSAN kendi kabahatini bilmeyen cehli ile dünyalara sığmayan bir mağrurdur İNSAN
İNSAN bütün zaaf ve acziyyetine rağmen kudrete kafa tutan taşkın bir şaşkındır İNSAN
İNSAN maziye bağlı hâle aldanmış istikbali gözler bir taştır İNSAN