Gönderen Konu: Kab bin Zuheyr'in "Kaside-i Bürde'si"  (Okunma sayısı 17411 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı kayıp_şehir

  • Yeni üye
  • *
  • İleti: 12
Kab bin Zuheyr'in "Kaside-i Bürde'si"
« : 19 Kasım 2006, 07:03:04 »

Çoğunlukla Kaside-i Bürde denince akla ilk İmam Busuri'nin Kaside-i Bürdesi gelir..

Tarihte aynı adı taşıyan bir de Kab bin Zuheyr'in Kaside-i Bürde'si vardır..

..
Kaside'den önce Kab bin Zuheyr hakkında bilgi verelim:

Kâ'b bin Züheyr, büyük bir şâirdi. Babası Züheyr, sayılı Arap edip ve şâirleri arasında yer alırdı. İki oğlu Kâ'b ile Büceyr'i de kendisi gibi edip ve şâir yetiştirmişti.
Şâir Züheyr bin Ebî Sülmâ, ehli kitap kimselerin sohbetine devam ederken, âhirzamanda bir peygamberin geleceğini onlardan işitmişti.
Bir gece rüyâsında gökten bir ip uzatıldığını, ipe tutunmak için elini uzattığı halde, onu tutamadığını görmüştü. Bu rüyâsını, ahirzamanda gelecek olan peygambere kendisinin yetişemeyeceğine yormuştu.




Bu sebeple vefatından önce oğullarına, "Gelecek olan peygambere iman ediniz!" diye vasiyette bulunmuştu.699
Kur'an'ın fesahat ve belagatı karşısında gözleri kamaşan bir çok kuvvetli edip, şâir ve hatip, İslâmiyetle müşerref olmuştu. Bununla beraber, şirkte direnen, Peygamberimizle Müslümanlara karşı besledikleri kin ve düşmanlığı şiir ve hitabeleriyle dile getirmekten geri durmayanlar da vardı.



Kâ'b bin Züheyr bunlardan biri idi. Babasının ölümü üzerine, şöhretine kendisi vâris olmuştu. Kardeşi Büceyr, Resûl-i Ekrem safında yer almışken, Kâ'b bir türlü şirkten vazgeçmiyordu. Zaman zaman yazdığı şiirleriyle Efendimizi ve Müslümanları hicvederek, onları üzüyordu.
Bir gün yine kardeşi Büceyr'e Müslüman olmasından dolayı duyduğu kin ve kızgınlıkla inkâr saçan bir şiir yazıp göndermişti. Büceyr (r.a.), şiiri Peygamber Efendimize okuyunca, son derece müteessir oldular. Kâ'b'ın şiirleriyle Müslümanlara hakareti artık tahammül sınırını aşmıştı. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Ashabına şu emri verdi:
"Kim Kâ'b bin Züheyr'e rastgelirse, onu öldürsün! Kanı şu andan itibaren mübah kılınmıştır."670




Bu müsaadenin verilmesinden sonra, Kâ'b'ın uğrayacağı âkıbet şüphesiz dehşetli olacaktı. Bunu düşünen kardeşi Büceyr, son bir defa kendisini ikaz edip nasihatta bulunmak üzere bir mektup yazdı. bundan kurtulabilmenin tek çaresinin de ancak, Hz. Resûlullaha gelip af dilemek olduğunu bildirdi.671
Mektubu alan Kâ'b, yerinde duramaz bir hale gelmişti. Âdeta kocaman yeryüzü kendisine dar gelmeye başlamıştı. Her an son nefesini verecekmiş gibi ecel teri döküyordu. Aleyhinde verilen bu karar üzerine, kurtulamayacağını anlamıştı. İki şeyden birini tercih etmek zorundaydı: Ya şirkte devam edecek ve ele geçmemek için köşe bucak kaçacaktı, veyahut Hz. Resûlullahın huzuruna çıkarak sadakât elini uzatıp, o âna kadar yaptıklarından pişmanlık duyduğunu itiraf edecek ve af dileyecekti.
Ka'b akıllı davranıp ikinci yolu tercih etti. Zaten kardeşinden mektup gelir gelmez de, iç âlemini bir pişmanlık duygusu kaplamıştı.
Uzun mesafeyi kısa zamanda katedip Medine'ye gelen Ka'b, Resûl-i Ekremin huzuruna çıktı. Peygamberimiz, onu şahsen tanımıyordu. Kâ'b, bu durumu akıllıca kullandı. Peygamber Efendimizin, huzurunda diz çöküp mübârek elini tuttuktan sonra zekice şöyle bir teklifte bulundu:
"Kâ'b bin Züheyr, tevbe etmiş ve Müslüman olarak huzuru saadetinize gelmek istiyor. Ben, onu size getirsem, ona emân verir, tevbesini ve Müslümanlığını kabul eder misiniz?
"Kâ'b, şiirleriyle Müslümanları üzmekten vazgeçer ve bundan pişmanlık duyup Müslüman olursa artık Resûl-i Kibriyâ ile arasında bir mesele kalmamış demekti. Nitekim, Resûl-i Ekrem bu teklife, "Evet" cevabı vererek bu kanâatını izhar buyurdu.
Bu cevap üzerine, Ka'b'ın mânâ âlemi birden bire parladı ve elini Hz. Resûlullahın elinden ayırmadan şehâdet getirdi:
"Şehâdet ederim ki, Allah'tan başka ilâh yoktur! Ve yine şehâdet ederim ki, Muhammed Allah'ın Resûlüdür."
Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) ve etrafında bulunan Sahabîler bir anlık bir hayrete kapıldıktan sonra, Peygamber Efendimiz (a.s.m.), "Sen kimsin?" diye sordu.
Kâ'b, "Ben, Kâ'b bin Züheyr'im Yâ ResûlAllah" diye cevap verdi.
O sırada Ashabdan biri ortaya atıldı. "Yâ ResûlAllah! İzin ver de şu Allah düşmanının boynunu vurayım" dedi.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.), "Bırak onu! O, şu âna kadar içinde bulunduğu durumdan pişmanlık duymuş ve Hakka dönmüş olarak gelmiştir"672 buyurdu.




Gönül ülkesi İslâmın manevî kılıcı ile fethedilen Ka'b hemen o anda Arap edebiyatında şaheser parçalar arasında yer alan "Banet Süâdü" isimli kasidesini Hz. Resûlullaha sundu.
"Suad'ın ayrılığın yetmiyormuş gibi, iki taraf arasında söz taşıyanlar bana; 'Ey Ebû Sülmâ'nın oğlu! Sen, artık kendini ölmüş bil' dediler.
"Kendilerine güvenip de başvurduğum her dost ise bana; 'Seni oyalayıp teselli edemem, başının çaresine bak' dedi.
"Ben de, 'Çekilin yolumdan' dedim. Rahman'ın takdir ettiği her şey elbette olacaktır.
"İnsanoğlunun mes'ud hayatı ne kadar uzun olursan olsun, mutlaka bir gün bir tabutta taşınacaktır.
"Resûlullahın beni öldüreceğini haber aldım.
"Resûlullahın yanında bağışlanmak en çok umulan şeydir.
"Özür beyân ederek Allah Elçisinin yanına geldim.
"Resûlullahın katında özür daima kabule şayandır.
"Merhamet ve teenni ile muâmele et bana!
"İçinde bir çok nasihat ve hükümler bulunan Kur'an hediyesini sana ihsan eden Allah, hidâyetini arttırsın!
"Rakiplerimin dedikodusuyla beni muâheze etme!
"Hakkımda bir çok dedikodular yapılmışsa da, ben pek o kadar suçlu değilimdir.




"Ben şimdi öyle bir makamda bulunuyorum ki, burada gördüğüm ve işittiğim şeyleri bir fil görüp işitseydi, muhakkak titrerdi.
"Burada, beni mutlak Allah'ın izniyle Peygamberin affına nâil olmak kurtarabilir.
"Ben, Yüce Peygambere karşı hiçbir itirazda bulunmadan sağ elimi, onun adâletli eline uzatıyorum.
"Şimdi, söz onun sözüdür
"Şüphe yok ki, Resûlullah doğru yolu gösteren bir nur, kötülükleri yok etmek için Allah'ın sıyrılmış keskin ve yalın kılıçlarından bir kılıçtır..."673
Ka'b, Resûl-i Ekrem ve Müslümanların kahramanlık ve yiğitliklerinden bahsederek kasidesine devam ediyordu.
Kaside içinde bir beyt var ki, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz ondan son derece memnun olmuştu. O "Tâc Beyit" şuydu:
"Şüphe yok ki, Resûlullah doğru yolu gösteren bir nur, kötülükleri yok etmek için Allah'ın sıyrılmış keskin ve yalın kılıçlardan bir kılıçtır."
Bu beyti duyan Hz. Resûlullah, o anda üzerinde bulunan mübarek bürdesini [hırkasını] çıkarıp bu büyük şâire hediye ederek memnuniyeti yanında tebrik ve takdirlerini de izhar etti.
Bundan sonra "Banet Süâdü" adlı kaside "Kaside-i Bürde" olarak anılmaya başlandı.




Ka'b bin Züheyr, Hz. Resûlullahın bu hediyesi ile her zaman, her yerde iftihâr ederdi. Ömrünün sonuna kadar onu yanında muhafaza etti.
Bir seferinde Hz. Muâviye, on bin dirhem vererek onu almak istemişti.
Ka'b, "Resûlullahın hırkasını giymek hususunda kimseyi nefsime tercih etmem"674 diye cevap vermişti.
Fakat Hz. Muaviye, Ka'b'ın vefatından sonra bu arzusuna nâil oldu. Mirasçılarına yirmi bin dirhem göndererek, Hz. Resûlullahın bu mübarek Hırka-i Saadetlerini kendilerinden aldı.675
Daha sonra bu mübârek hırka Emevilerden Abbasilere, onlardan da Yavuz Sultan Selim eliyle Osmanlılara geçti.676
Bugün, Hz. Resûlullahın bu mübarek hırkası "Mukaddes Emânetler" arasında Topkapı Sarayının "Hırka-i Saadet" dairesinde muhafaza altında bulunmaktadır.677




"Hırka-i Saadet; 1,24 metre boyunda geniş kollu olup siyah yünlü kumaştan yapılmıştır.
"İçi, kaba dokunmuş krem renk yünlü kumaş kaplıdır.
"Önünde, sağ tarafında 0,23 x 0,30 ebâdında bir parçası noksandır. Sağ kolunda da eksiklik vardır. Yer yer haraptır.
"Hırka-i Saadet, müteaddit bohçalara sarılmış olduğu halde (0,57 x 0,45 x 0,21) ebâdında üstten açılır çifte kapaklı altın bir çekmece içindedir.* Bunun üzerinde, Sultan Aziz tarafından yaptırıldığı ve şefaat talebini havi uzunca bir kitabe de bulunmaktadır.
"Bu çekmece Ayrıca bohçalar içinde olarak büyük bir altın sandukaya konulur. Bu da Sultan Aziz tarafından yaptırılmış olup üzerinde 'Lâ ilâhe illAllah. Ve mâ erselnâke illâ rahmeten li'lâlemin. Lâ ilâhe illAllah el-Melikü'l-Bakkü'l-Mübîn Muhammedün Resûlullah Sadıku'l-Va'di'l-Emîn' yazılıdır.
"Dört ayaklı kâidesi de altın kaplamalıdır."678




Topkapı Sarayı Müzesi sabık müdürü Tahsin Öz, daha sonra kitabında şu satırlara yer verir:
"Saltanat devrinde, hükümdar, Ramazan'ın on beşinci günü, Topkapı Sarayına gelir. Hırka-i Saadet, merasimi mahsusa ile açılır ve başucunda bizzat hükümdar bulunduğu halde devlet ricali ve saray memurları tarafından ziyaret olunur ve destimaller hediye olunurdu. Bilâhare saray kadınları da ziyâret ederlerdi.
"Hırka-i Saadetin başmuhafızı hükümdar olup, onun gaybubetinde bu vazife Tülbent Ağasına âittir. Hırka-i Saadet hademe teşkilâtı, Topkapı Sarayı müze haline intikal edinceye kadar (3 Nisan 1924) aynı gelenek ile devam etmiştir."679






669. İnsanü'l-Uyûn, 3:238
670. İbn-i Kesîr, Sîre, 3:705; Mevahibü'l-Ledünniye, 1:221.
671. Sîre, 4:144; Ibn-i Kesîr, 3:699.
672. Sîre, 4:146-147; ibn-i Kesîr, Sîre, 3:700-705; Uyunü'l-Eser, 2:209-212.
673. Sîre, 4:147-156; İbn-i Kesîr, Sîre, 3:701-705; Uyunü'l-Eser, 2:209-212.
674. Mevahibü'l-Ledünniye, 2:222; İnsanü'l-Uyûn, 3:240.
675. Mevahibü'l-Ledünniye, 2:222; İnsanü'l-Uyûn, 3:240.
676. İ. Hami Danişmend, izahlı Osmanlı Tarih Kronolojisi, 2:43.
677. Tahsin Öz, Hırkâ-i Saadet Dairesi ve Emânât-ı Mukaddese, s. 23.
* Hırka-i Saâdetin bu ebadda Sultan Murad tarafından yaptırılmış olan altın bir mahfazası daha mevcuttur. Bu sanat itibariyle fevkalâde olup, Ayrıca zümrütlerle de bezenmiştir. Fakat Sultan Aziz yeni mahfazayı yaptırınca, birincisi boş kalmış ve şimdi bu hazinenin üçüncü salonunda teşhirdedir. (Tahsin Öz, A.g.e., s. 23. Dipnot: 10)
678. Tahsin Öz, Hırkâ-i Saadet Dairesi ve Emânât-ı Mukaddese, s. 23-24
679. Tahsin Öz, Hırkâ-i Saadet Dairesi ve Emânât-ı Mukaddese, s. 24.

Kainat' ın Efendisi (Aleyhissalatu Wesselam),

Salih Suruç
img]http://img65.imageshack.us/img65/3452/imzakd4.jpg[/img]

Çevrimdışı kayıp_şehir

  • Yeni üye
  • *
  • İleti: 12
Kaside-i Bürde
« Yanıtla #1 : 19 Kasım 2006, 07:13:05 »
Kaside-i Bürde'den seçilmiş birkaç bölüm


Söz taşıyıp öç alan iki yüzlü şiir ve kabile düşmanlarım :
"Ey Ebi Sülma'nın oğlu sen mahvoldun." dediler. Suat'ın derdi
bana yetmezmiş gibi.
"Ey Ebi Sülma'nın oğlu sen kendini ölmüş bil." Ben de koştum
güvendiğim dostlara :
Kime başvurdumsa ama: "Biz yokuz bu işte, var git kendin bak
başının çaresine" demezler mi?


Ben de onlara dedim : "Gidin gidin beni yalnız bırakın,
Neye hükmetmişse o olur, hükmeden o Allah ki.
Yaşamak dediğiniz nedir bin yıl yaşasa bile
Eninde sonunda insanoğlu o kanbur tahta kutuya girmiyecek.
Binmiyecek mi?



Heber geldi: "Peygamber (SallAllahu Aleyhi Wesellem) seni öyle bir cezaya çarptıracak ki!"
Siz bilirsiniz. hey zavallılar! İşte onun kapısındayım, yüreğimde
sonsuz bağışlanma ümidi.
Ondan özür dilemeye geldim, af istemeğe geldim;
Çünkü O sırrını bilendir, kabul edicisidir mazeretlerin.
O affedenlerin en affedicisi.
İçi hidayet öğütü en yüce gerçekler dolu Kur'anı
Sana armağan eden Allah için ver bana bir savunma mühleti.
Bakma ve zaten bakmazsın sözlerine beni kıskananların.
Senin hükmün onlara değil, hakka ayarlı ve ben de bir parça
suçluyum belki.



Ama senin makamındayım şimdi. Fillerin bile titrediği makamda.
Bir makam ki, titrerdi bir fil benim gördüklerimi görse. işitse
işittiklerimi
Burada beni ancak Allah buyruğuna bağlı Peygamber affı
kurtarır:
Ben de onun öç ve adalet eline uzatıyorum işte sağ elimi.
Beni ancak o kurtarabilir burda. Yalnız O. Şimdi söz yalnız Onun.
Ama O "Sen suçlusun, cezanı çekeceksin" dese önünde eğik
bulur boynumu adaletin heybeti.



En heybetli manzara bu olur benim için. Çünkü Asserde,
İç içe açılan sonsuz aslan yataklarının en içindeki
Muhteşem yurdunda hüküm süren aslanlar başbuğudur O.
Bir arslan ki. erkenden ava çıkar, yavrularının besini insanoğlu,
insan eti.
Bir arslan ki, savaş alanında kendi düşmanı dengi
Bırakmadan çarpışmayı, haram sayar kendine savaşı terketmeyi.
Heybetinden kısılır sesleri yırtıcı çöl arslanlarının ,
Arslanlar arasında bile o dağıtır adaleti.



Parçalandı silâhları ve elbiseleri, kurda kuşa yem oldu
Bu vâdide kendi gücüne bileğine güvenen nice kişi.
Şüphe yok ki, Peygamber, en keskin bir kılıçtır kılıçlarından
Allahın.
Sonsuz bir kurtuluşa, nura ve hidayete alıp götüren bizi.
Ve arkadaşları O'nun, Mekke vâdisinde İslâmı kabul eden
Kureyşin en ileri gelenleri... Cömertlikte ve yiğitlikte hiç birinin
yok dengi.
İlk gûnler, göçmek gerekliydi, hemen göçtüler, . zerre tereddüt
etmeden.



Bırakarak yurtlarını, tüten ocaklarını, mal ve mülklerini.
Yerlerinde kalanlar çarpışamıyacak güçte olanlardı.
Onlar da, müdafaasız ve silâhsız, çepçevre küfürle çevrili, bugünü
hazırlamış beklemişlerdi.
Evet, bunlar, başları dimdik gezen yiğit üstü yiğit,
Davuda mahsus demir gömlektir zırh diye giydikleri.
Zırhları pırıl pırıl ve upuzun. Çelikten büklümleri öyle ki,
Birbirine geçip kaynaşmış bir ayrıkotunun halkaları gibi.
Mızrakları düşmanı devirse yere, gurur nedir bilmezler,
Yenilirlerse bilmezler nedir umut kesmek, yok ya yenildikleri!
Ak soy develer gibidir gidişleri. korunmaları da saldırış.
Vurulunca göğüslerinden vurulurlar. Onlar ürkmez, onlardan
ürker dev dalgalı ölüm denizi.



Kaside'den alıntıladığımız bu bölümü Dursun Ali Erzincanlı'nın sesinden de dinleyebilirsiniz..
img]http://img65.imageshack.us/img65/3452/imzakd4.jpg[/img]

Çevrimdışı kayıp_şehir

  • Yeni üye
  • *
  • İleti: 12
Ka'b bin Zuheyr ve Kaside-i Bürde
« Yanıtla #2 : 19 Kasım 2006, 07:24:28 »
Ka'b bin Zuheyr ve Kaside-i Bürde Sezai Karakoç (10-05-2002)

İslâmın, camdan geçen bir günışığı gibi, bütün yanlışlık, kötülük ve çirkinlikleri yıkarak, mutlakın otağı insan yüreğine, abstrenin ve reelin kaynaştığı Peygamber elinden fışkırmış mucizelerle yerleşmeğe başladığı, Arabistandan doğarak batıya, kuzeye, doğuya, güneye doğru meşaleler sitesini kura kura yol aldığı ilk günler, Arap şiirinin, edebiyat tarihi bakımından dorukta olduğu halde, Kur'an karşısında çırpınmaya başladığı o zarif vakitlerde, yarısı siyah, yarısı ak bir zamanın ortasında yaşayan bir şairdi Kâab bin Züheyr.


Modern Çağın bütün problemlerinin çözüm ve metodlarını taşıyan o büyük oluşta , gözlerinin ilk kamaşmasıyla, şiiriyle, İslâmın çıkışına karşı durmuşlardan ve gıyabî ölüm hükmü giymişlerdendi. Fakat bir süre geçince gerçeği derin sezgisiyle yakalayan soylu şairlerdendi aynı zamanda. Ölümü göze alarak «fillerin bile heybetinden titrediği» o makama doğru koşmuştu. Hakkında verilen ölüm cezası, islâmı kabul etmeden önceki halini, sembolik olarak tesbitten başka bir şey değildi zaten. Pervanenin ışığa koşması gibi ölümü hiiç düşünmeden gelmişti.


İslâmın bu çıkış günlerinde, bugünü andırır bir tarzda, karşılıklı propaganda da müthiş bir silâh gibi önemli bir rol oynuyordu. Kur'an'la boy ölçüşmeye cesaret edemeseler de, putların kölesi şairler, gece gündüz, İslâma, O'nun Başlı ca ileri gelenlerine geleneğin en büyük fikrî silâhı şiirle hücum ediyorlardı. Bunlara, başlarında Hassan bin Sabit (r.a.) Hazretleri olmak üzere birçok islâm şairi cevap veriyordu. İç planda İslâm daima muzafferdi. Ama dış plânda dünya imtihanı gereği karşılıklı büyük bir savaş sürüyordu. Hz. Ömer ve Hz. Halid'in islâma katılışı, Mekke'nin fethi nasıl, siyasî, idari ve askerî planda kesin bir zaferi olduysa İslâmın, Kâab bin Züheyr'in gelişi de, şiir ve sanat. propaganda savaşı alanında başarının bir dikilitaşı oldu. Dönüm noktalarından biri yani.

Tarihi adıyla Kaside-i Bürde (Hırka kasidesi) , edebiyat adıyla Kaside-i Banet Suat, bu Peygamber huzurunda okunarak şairini bağışlatan, hatta Peygamber tarafından hırkası armağan verilerek değerlendirilen Kaside, klâsik arap kasideleri olan Muallaka kasideleri gibi, ilkin kabilenin göcüşüyle başlıyor, sevgili anılıyor, arkasından her arap şairinin kendi gücünü denediği, «deve» motifinde ölümsüz çizgiler çekiliyor, sonra söz şairin kendisine getiriliyor ve ordan Hz. Peygamberin, İslâmın ve sahabenin övgüsüne geçiliyor. Belâgatın, icazın, imajın gerçeğin ve güzelliğin eşsiz sentezi. Bir örnek olarak diyelim : Devenin yürüyüşünde ilk çocuğunun kara haberini alan yaşlı bir annenin çırpınışlarını ve ona bakıp da (kendi yavrularını da hatırlâyarak) göğüs döğen öbür annelerin çığlıkIarını gören ve bulan beytin çizdiği tablo, bugün bile ne kadar modern. Yepyeni ve taptaze. Bir beyitte öyle tablolar çiziliyor ki, orda içiçe tablolar saklı. Bir annenin, hem de çocuğu ölmüş bir annenin, hem de ilk çocuğu ölmüş bir annenin, hem de, yaşlı olduğu ilk günlerdeki halini, hem de yalnız bu annenin değil, ona bakıp ağlayan ve birlikte yas tutan kadınların da, hem de rasgele kadınların da değil de çocuk kaybetmiş kadınların halini, bu tek kadınla bu kadınlar korosunun birlikte kurduğu kompozisyonu, bir devenin çırpınışlı yürüyüşünde görmenin şairlik kudreti. Aynı icazı, İmrülkays, meşhur bir beytinde göstermişti. Ancak, bu beyitte donjuanlığı anlatıyordu. Kâab bin Züheyrin konusunda İmrülkays acaba nereye varabilirdi? Sesler ve rezonanslar, çığlık ve yankılar, pencereler ve pervazları, sütunlar ve tenazurlarıyla metafizik acıyı ebedileştiren bu beytin yanında İmrülkaysınki çok düz, çok sığ kalıyor. Hz. Kâabın beytindeki kader tabloları, bilinemez, bir şairin gücüne mi yorulmalı, yoksa denk düştüğü mucize çağına mı?

Kasidenin bizim için bir başka önemi de. bizzat Peygamber tarafından değerlendirilen bu şiirin gerisinde vatan, islâmın şiir ve sanat anlayışı, şiir ve sanat karşısındaki tutumu, şiir ve sanata tutulan ışık, ondan, aranınca. bulunacak sanat prensipleridir. Peygamberin susuşu bile bizim için bir prensip olduğuna göre, O'nun yürekleri kucakladığı ve benimsediği bu şiirden, islâmın sanat perspektifini kavramakta ilk çıkış noktasına aramak bizim için bir ödev ve onda Peygamberin bize bir yardımı, el uzatışını bulmak. ilâhî lütuf ve nîmeti görmektir: Bir ideoloji çağı olan bugün sanat ve bağlantı üzerine bunca sözler edilirken, sanat eserindeki en mutlu kaynaşmanın ölümsüz bir örneği olan bu tür gözümüzün önünde mermerden, yıpranmaz bir anıt gibi durmaktadır. Hem de, zamanın kemirmesine imkan olmayan bir örtüye, Peygamber  örtüsüne bürünmüş olarak. Şüphe yok ki, Peygamber SallAllahu Aleyhi Wesellem, onu, bize kadar gelsin ve bizden sonra da ileriye doğru gitsin diye, ebedî örtüsüne sardı sarmaladı. Kasideye bakan, onda, sanat ve şiirin, kendine mahsus mahremiyet ve keyfiyetinden bir şey kaybetmeksizin, hak bir ülküyü nasıl tutacağının, nereye kadar, neye ve nasıl angaje olacağının bütün prensiplerini çıkarabilir. Sanki o, sanatın bütün karanlıklarını aydınlatsın diye Peygamber eliyle yakılmış ve ışıklandırılmış bir meşaledir.
img]http://img65.imageshack.us/img65/3452/imzakd4.jpg[/img]