İlim Tahsilinde İstikâmet
İlim yolunda istikamet üzere olmanın en önde gelen şartı, “ilmiyle âmil olmak”tır. Yaşanmayan ve insanlığın istifadesine sunulmayan ilim ve o ilim sahibinin vaziyeti, Kur‘an-ı Kerim'de, sırtına kitap yüklenmiş bir merkebin hâline benzetilerek şöyle beyan olunmaktadır:
“Kendilerine Tevrat yükletilip (yani öğretilip, mûcibiyle de âmil olmaları teklif edilip) de sonra onu taşımayanların (onunla amel ederek faydalanmayanların) hâli, (onlardan faydalanamaması bakımından) koca koca kitaplar taşıyan merkebin hâli gibidir.” (S. Cum‘a, 5)
O bakımdan, on bilip bir yaşamak yerine, bir bilip bir yaşamak daha sâlim bir yoldur. Ashâb-ı kiram (r. anhüm) hazerâtı, ekseriyetle bu esas üzere hareket etmiş ve nâzil olan âyetleri ezberleyip, hayatlarına tatbik etmeden bir diğerine geçmemişlerdir. Bu gözetilen maslahat, “bilip öğrenilen şeyleri yaşama” usûliyle hareket etme gayretidir.
Tahsil edilen ilim hem yaşanır, hem başkalarına anlatılır, hem de bütün insanlığın istifadesine arz olunabilecek bir eser olarak ortaya konulabilirse... Ve bu yolla tek hedef olarak da rızâ-i İlâhî esas alınırsa, ilimde istikamet ruhu yakalanmış demektir.
İlimde istikamet üzere olan bir kişi, daima acziyetini müdriktir. Hiçbir zaman bildim-biliyorum havasına girmez-giremez. Kur‘ân-ı Kerim'in bize beyan ettiği tarzda,
“Allâh'ım! Seni noksan sıfatlardan tenzîh eder, kemâl sıfatlar ile tavsîf ederiz ki, senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz alîm ve hakîm olan sensin” (S. Bakara, 32) diyerek, tevâzuu elden bırakmaz. Bu hâl ise, ilimde istenen istikametin beklenen meyvesidir.
GÂYE VE VÂSITADA İSTİKAMET
İnsanın gâye ve mefkûre (ideal) hâline getirdiği hak dâvâsında, hak vesîlelerle yolunu hiç değiştirmeden mesafe kat‘edebilmesi, takdîre şâyan bir durumdur.
Başlangıç itibariyle maksadı ve gâyesi Allâh'ın rızâsı; ama, netice itibariyle bir takım çıkar ve menfaat kavgalarına yenik düşmüş nice hizmet ve faâliyetler vardır ki, arkasında yığın yığın insanı da mahzun ve me'yus bir halde bırakmıştır. Ancak şurası da muhakkaktır ki, İslâm başka Müslüman başkadır; Müslüman'ın hatasını İslâm'a yükleyemeyiz. Mensuplarının hataları dîne bir halel getirmez. Ölçü İslâm'dır, istikametimizi ona göre tâyin ve tesbit etmemiz gerekir. Binaenaleyh belli bir gâyeye yöneldikten sonra, yollarda başka hedeflere takılıp kalmadan, karınca misâli, “Ulaşıp kavuşamasam da yolunda ölürüm ya!” niyet ve dü-şüncesiyle, maksada vâsıl olabilmek için sırât-ı müstakîmi (dosdoğru olan yolu) tâkip etmek lâzımdır. Sakîm (yanlış) yolla müstakîm (doğru) neticeler elde etmenin imkânı yoktur. Cenâb-ı Hakk Kur‘ân-ı Kerim'de, “Muhakkak ki (emrettiğim) bu (yol), benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun. (Başka aykırı) yollara tâbi olmayın; sonra sizi onun (Allâh'ın) yolundan ayı-rır. İşte (Allah) size bunları emretti ki, (yanlış yollara sapmaktan sakınıp) müttakîlerden olasınız” (S. En‘âm, 153) buyuruyor.
İşte, gâye ve vâsıtaların neticesinin uhrevî saâdet, cennet-i a‘lâ; hepsinin de ötesinde “rızâ-i İlâhî-cemâl-i İlâhî” olabilmesi için, mü'minin hayatında, istikamet'in zıddına bir niyet, amel, hâl ve hareket tarzının yer almaması gerekmektedir. Maksat ve gâyeye ulaşabilmenin en emin yolu, istikametten ayrılmamaktır.
İstikamet, mükellef bulunduğumuz ömrün bütününü ihâta eden bir hayat tarzı olmalıdır. İşinde, mesleğinde, evinde, mektebinde... Hâsılı, maddî–mânevî bütün meselelerde istikamet şuur ve idrâkine ulaşabilmek, varılacak neticelerin en güzelidir. Bu şuuru kaybeden kimseler, burada muvakkaten başarılı gözükseler bile, âlemlerin Rabbi olan Mevlâ-yi zû'l-Celâl ve'l-Kemâl Hazretleri'nin huzurunda mahcup ve perişan olmaya mahkûmdurlar.
Fazilet Takvimi