Son İletiler

Sayfa: 1 ... 6 7 [8] 9 10
71
FIKIH VE İTİKAD / Ynt: DÖRT HAK MEZHEP (AMELDE)
« Son İleti Gönderen: ihvan23@hotmail.com 24 Ekim 2024, 12:08:21 »
iMaM-I MaLiK
Ehl-i sünnetin dört mezhebinden biri olan Mâlikî mezhebinin imâmı. Adı Mâlik bin Enes, künyesi Ebû Abdullah'tır. 711 veya 713 (H. 93 veya 95) yılında Medîne'de doğdu. 795 (H. 179) de Medîne'de vefât etti.

İmâm-ı Mâlik, ilim ve hadis rivâyetiyle meşgul olan bir âilede ve çevrede yetişmiştir. Dedesi Mâlik, babası Enes ve amcası Süheyl, hadîs rivâyeti yapmışlardır. Dedelerinden biri Medîne'ye yerleşmiş, Eshâb-ı kirâmdan Ebû Amr'dır. Yaşadığı muhit, Peygamberimizin yaşamış olduğu veİslâmın hükümlerinin vaz edildiği, Ebû Bekr, Ömer ve Osman (radıyAllahü anhüm) zamanlarında İslâmın merkezi olan ve çok ilim ehlinin bulunduğu Medîne idi. Önce Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Kendisinin isteği ve âilesinin yardım ve teşvikiyle ilim öğrenmeye başladı. Bu hususta kendisine en çok annesi ilgi göstermiştir. Annesine, ilim tahsiline gitmek istediğini söyleyince, ona en güzel elbiselerini giydirerek sarığını sarıp; ?Şimdi git oku, yaz!? demiştir. Ayrıca oğluna ?Râbiât-ur-Rey'e git onun ilim edebini öğren.? demiştir. Bu teşvik üzerine Râbiât-ur-Rey'in derslerine devam edip, genç yaşta re'ye dayanan fıkıh ilmini öğrendi. Diğer âlimlerin de derslerine devam etmiş, bilhassa yanından hiç ayrılmadığı hocası Abdurrahman bin Hürmüz'den çok istifâde etti. Genç bir talebe olan Mâlik, hocasına karşı büyük bir hayranlık, muhabbet duyar ve üstün bir edep gösterirdi. O, hocası hakkında şöyle der: ?Abdurrahmân ibni Hürmüz'ün derslerine on üç sene devam ettim. Ondan öyle ilimler öğrendim ki, bunların bir kısmını hiç kimseye söylemiyorum. O bid'at sâhiplerini red bakımından ve insanların ihtilaf ettikleri şeyler hususunda onların en bilgilisiydi.?

İmâm-ı Mâlik, muhitindeki bütün âlimlerden faydalanmış ve ilim uğrunda büyük bir fedakarlık göstermiştir. Bu hususta her türlü zorluğa katlanmış ve herşeyini harcamış, hatta tahsil uğruna evini dahi satmıştır. Kendisi şöyle demiştir: ?Öğle vakti hazret-i Ömer'in oğlu Abdullah'ın âzâtlısı olan Nâfi'ye giderdim ve kapısında beklerdim. Nâfi, hazret-i Ömer'den nakledilen ilimleri ve onun oğlu Abdullah'ın ilmini biliyordu. Güneşten ve şiddetli sıcaktan korunmak için hiçbir gölge bulamazdım. Nâfi, dışarı çıkınca edeple selâm verirdim ve onu kırmadan arkasından içeri girip, Abdullah bin Ömer şu meselelerde ne buyurmuştur? diye sorardım. O da bu suallerimi cevaplandırırdı.?

İmâm-ı Mâlik, Nâfi vâsıtasıyla hazret-i Ömer'in ve oğlu Abdullah'ın ilimlerini öğrendi. Ayrıca İbn-i Şihâb ez-Zührî'den veSaîd bin el-Müseyyib gibi zâtlardan ilim öğrenmiştir. Bu hocalarından da ders almak için üstün bir gayret ve dep gösterirdi. İmâm-ı Mâlik şöyle anlatmıştır:

Bir bayram günüydü. Bayram namazını kıldıktan sonra, bugün İbn-i Şihâb'ın boş vakti olur diyerek evine gidip kapısının önüne oturdum. Hizmetçisine kapıda kim var, bak, dediğini duydum, o da kumral yüzlü talebeniz var, deyince, onu derhal içeri al, demesi üzerine beni içeri aldılar. Biraz bekledim. İbn-i Şihâb yanıma gelip bana; ?Herhalde evine gitmeden buraya geldin, yemek yemedin değil mi?? dedi. Daha ben, hayır, demeden yemek hazırlanmasını emredince, yemeğe ihtiyacım yok, diye mukâbelede bulundum. Bunun üzerine, öyleyse söyle bakalım ne istiyorsun, dedi. Bana hadîs-i şerîf öğretmenizi istiyorum efendim, deyince, yazı yazacak sayfalarını çıkar, dedi. Ben de çıkardım ve bana kırk tâne hadîs-i şerîf rivâyet etti. Biraz daha rivâyet etmesini isteyince, şimdilik bu kadar yeter, bunları ezberleyip nakledersen sen de muhaddis olursun, dedi.

İmâm-ı Mâlik, Ehl-i beytten Ca'fer-i Sâdık hazretlerinden de ilim almış, onun sohbetinde bulunmuştur. Bu hususta kendisi şöyle anlatır: ?Câfer bin Muhammed'e giderdim, o çok yumuşak ve güler yüzlüydü. Yanında Resûlullah efendimiz anılınca yüzü sararırdı. Onun meclisine uzun zaman devam ettim. Her görüşümde ya namaz kılar ya oruçlu olur veya Kur'ân-ı kerîm okurdu. Abdestsiz hadîs-i şerîf rivâyet etmezdi. Mânâsız sözleri hiç ağzına almazdı. O, takvâ sâhibi, zâhid (dünyâya rağbet etmeyen) ve âbid (ibâdet eden) âlimlerdendi. Yanına geldiğim zaman yastığını alır, mutlaka bana ikrâm ederdi.?

Birgün hocası Ebü'z Zinâd'a hadis rivâyet ederken rastlamış ve halkasına katılmamıştır. Daha sonra hocası; ?Bizim halkamıza niçin oturmadın?? diye sorunca, şu cevâbı vermiştir: ?Yer dardı, oturamadım. Peygamber efendimizin hadîs-i şerîflerini ayakta dinlemek, edepsizlik olur, diye ayakta dinlemek istemedim?

Netice îtibâriyle İmâm-ı Mâlik, ilmini, İbn-i Şihâb-üz-Zührî, Yahyâ bin Saîd, Muhammed ibni Münkedir, Hişâm bin Amr, Zeyd ibni Eslem, Râbia bin Ebî Abdurrahmân ve daha birçok büyük âlimden almıştır. Üç yüzü Tabiînden, altı yüzü de onların talebelerinden olmak üzere dokuz yüz hocadan hadîs-i şerîf aldı. Ayrıca; Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden hazret-i Ömer'in, hazret-i Osman'ın, Abdullah bin Ömer'in, Abdurrahmân bin Avf'ın, Zeyd bin Sâbit'in fetvâlarını ve vahyin gelişine şâhit olan, Peygamberimizi görüp onun hidâyet nurundan aydınlanarak, O'ndan öğrendiklerini nakleden diğer Eshâbın fetvâlarını ve kendisinin yetişemediği Tâbiînin fetvâlarını da öğrenmiştir. Akâide dâir bilgileri ve diğer bütün ilimleri öğrenip, zamanının en büyük âlimlerinden olup, ictihâd derecesine yükselmiştir.

Peygamber efendimiz; ?Öyle bir zaman gelir ki, insanlar her tarafı ararlar, Medîne'deki âlimden daha âlim bir kimse bulamazlar.? buyurmuştur. Süfyan ve Abdullah ibni Ömer'in âzâtlısı olan Nâfi ve Zührî, Medîne'deki âlimden maksad İmâm-ı Mâlik'tir demiştir. Bu hadîs-i şerîfte, onun geleceği ve üstünlüğü bildirilmiştir.

İmâm-ı Mâlik tahsilini tamamlayıp ilimde yüksek dereceye ulaştıktan sonra ders vermeye, hadis rivâyet etmeye ve fetvâ vermeye başlamıştır. Bu işe başlamadan önce de zamanında bulunan büyük âlimlerle ve faziletli kimselerle istişâre yapıp, onların da muvâfakatını aldı. Bu hususta kendisi şöyle demiştir: ?Her isteyen kimse hadis rivâyet etmek ve fetvâ vermek için mesçide oturamaz. İlim erbabı ve mescidde îtibârı olan kişilerle istişâre etmesi gerekir. Eğer onlar, kendisini bu işe ehil görürlerse o zaman oturup ders ve fetvâ verebilir. Ben, ilim sâhiplerinden yetmiş kişi benim bu işe ehil olduğuma şâhitlik etmedikçe, mesçide oturup ders ve fetvâ vermedim.?

İmâm-ı Mâlik ilk önce Peygamberimizin mescidinde ders vermeye başladı. Hazret-i Ömer'in oturduğu yere oturur ve Abdullah bin Mes'ûd'un oturduğu evde otururdu. Böylece onların yaşadığı yerde ve çevrede bulunurdu. İmâm-ı Mâlik de İmâm-ı A'zâm gibi derslerini mesçitte verirdi. Vâkidî der ki: ?İmâm-ı Mâlik mescide gelir, beş vakit namazda ve cenâze namazlarında bulunurdu. Hastaları ziyâret eder, gerekli işlerini görür, sonra mescide gidip otururdu. Bu sırada talebeleri etrafına toplanıp ders alırlardı. Daha sonra rahatsızlığı sebebiyle evinde ders vermeye başladı.?

İmâm-ı Mâlik'in hadis dersleri ve vukû bulmuş meselelerle ilgili dersleri, yâni fetvâ işleri olmak üzere iki türlü ders meclisi vardı. Günlerinin bir kısmını hadîs-i şerîf öğretmeye, bir kısmını da sorulan meselelere fetvâ vermek için ayırırdı. Derslerini evinde vermeye başladıktan sonra evine ders için gelenlere sordururdu, eğer fetvâ için gelmişlerse dışarı çıkıp fetvâ verirdi. Sonra gidip gusleder, yeni elbiselerini giyer, sarığını sarar, güzel kokular sürünürdü. Kendisine bir de kürsü hazırlanırdı. Bundan sonra gayet güzel bir kıyafetle, hoş kokular sürünmüş olarak, huşû içerisinde derse gelenlerin yanına çıkardı. Hadîs-i şerîf dersi bitinceye kadar öd ağacı yakılır, güzel bir koku yayılırdı. Hac mevsimi hâriç diğer zamanda Medînelilerden isteyen herkes onun dersine gelirdi. Dersleri tamamen evinde vermeye başlayınca hac mevsiminde dersini dinlemek isteyenleri evi almazdı. Bunun için önce Medînelileri kabul eder, bunlara hadis rivâyeti ve fetvâ verme işi bitince, sonra sırasıyla diğerlerini içeri alırdı. El-Hasan bin Rabî' der ki: ?İmâm-ı Mâlik'in kapısındaydım. Onun çağırıcısı önceHicazlılar içeri girsinler, diye çağırdı. Onlar çıkınca Şamlılar girsin, diye çağırdı. Daha sonra Iraklılar girsin, diye çağırdı. Yanına giren en son ben oldum. Ebû Hanîfe'nin oğlu Hammâd da aramızda idi.?

İmâm-ı Mâlik derslerinde vakar ve ciddiyet sâhibi olup, lüzûmsuz sözlerden tamâmen uzak kalırdı. Bu hususu, ilim tahsil edenler için de şart koşardı. Bir talebesi şöyle dediğini nakleder: ?İlim tahsil edenlere vakarlı ciddî olmak ve geçmişlerin yolundan gitmek gerekir. İlim sâhiplerinin bilhassa ilmî müzakereler sırasında kendilerini mizahtan uzak tutmaları gerekir. Gülmemek ve sâdece tebessüm etmek, âlimin uyması gereken âdabdandır.?

Yine bir talebesi şöyle der: ?İmâm-ı Mâlik, bizimle oturduğu zaman sanki bizden biri gibi davranırdı. Konuşmalarımıza çok sâde bir şekilde katılırdı. Hadîs-i şerîf okumaya ve anlatmaya başlayınca onun sözleri bize heybet verirdi, sanki o, bizi biz de onu tanımıyorduk.?

İmâm-ı Mâlik elli sene müddetle ders ve fetvâ vermek suretiyle, insanların müşkillerini çözmüş ve kıymetli talebeler yetiştirmiştir. Onun talebelerinin her biri memleketlerinin mürâcaat edilen âlimleri ve rehberi olmuşlardır.

İmâm-ı Şâfiî'nin İmâm-ı Mâlik'in talebesinden olması, bu büyük imâmın şeref ve üstünlüğüne kâfidir. Kendisinden birçok kimseler ilim öğrenip, içlerinden büyük kimseler çıkmıştır. İmâm-ı Şafiî, Muhammed bin İbrâhim bin Dînâr, Ebû Hâşim ve Abdülazîz bin Ebû Hâzım, Osman ibni Hakem, Abdurrahmân ibni Hâlid, Mâin bin Îsâ, Yahyâ bin Yahyâ, Abdullah bin Vehb gibi talebeleridir ki, bunlardan bir kısmı da, Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî, Ahmed ibni Hanbel, Yahyâ ibni Maîn ve diğer hadis âlimlerinin üstatlarıdır. Celâleddîn Süyûtî, İmâm-ı Mâlik'ten hadis rivâyet eden 993 zâtın isimlerini elif-ba sırasıyla Kitâbü Tezyîn-il-Memâlik bi Menâkıb-ıs-Seyyid İmâm Mâlik adlı kitabında yazmıştır.

İmâm-ı Mâlik, herhangi bir dînî meselenin hükmünü tâyin için, Kur'ân-ı kerîm'e, hadîs-i şerîflere, ümmetin icmâına ve lüzûm olduğunda kıyâsa mürâcaat ederdi. Ayrıca Medîne ehlinin ittifaklarını da, icmâdan başka, müstakil bir delil kabûl ederdi.

İmâm-ı Mâlik'in bu usûllere göre ictihâd ederek çıkardığı hükümlere, Rivâyet Yolu veya Hicaz Âlimlerinin Yolu denir ki, bu yolun imâmı, İmâm-ı Mâlik'tir. O, ictihâdlarıyla Müslümanların işlerinde, amellerinde uyacakları bir yol gösterdi; bu yola Mâlikî mezhebi ve Ehl-i sünnet îtikâdında olan Müslümanlardan, amellerini, yâni ibâdet ve işlerini bu mezhebin hükümlerine uyarak yapanlara Mâlikî denir.

Onun mezhebi daha çok Afrika'nın kuzeyinde yayılmıştır. Eskiden Hicaz, Basra, Mısır ve Endülüs'te; Sicilya, Fas ve Sudan'da da yaygındı. (Bkz. Mâlikî Mezhebi)

Mâlikî mezhebinde en meşhûr fıkıh kitabıEt-Tefrî' fî'l-Fürû' ve El-İhkâm-ül-Füsûl kitaplarıdır. Bunlar Arapçadır.

Menkıbelerinden ve sözlerinden bir kısmı şunlardır;

İmâm-ı Şâfiî buyuruyor ki: ?Âlimler anıldığı zaman İmâm-ı Mâlik onlar arasında parlak bir yıldız gibidir. Benim üzerimde minneti ve ihsanı ondan çok olanı yoktur.?

Hazret-i İmâm, ilim bakımından ne kadar yüksek ise, ahlâk, zühd, takvâ ve kerem bakımından da öyle yüksekti.

İmâm-ı Mâlik, ilimde ve dinde çok edepliydi. Din bilgisine hürmet ve tazimi şaşılacak derecede fazlaydı. Bir hadîs-i şerîfi rivâyete, anlatmaya başlıyacağı zaman abdest alır, sarığını ve elbisesini giyer, sakalını tarar, temizler, güzel kokular sürünürdü. Hiçbir şeyle meşgul olmadan edeple, oturduğu yerden, heybetli olarak anlatırdı.

Zehebî, Tezkiret-ül-Huffâz kitabında hazret-i İmâm'ı şöyle anlatır: ?Uzun bir ömür, yüksek bir mertebe, parlak bir zihin, çok geniş bir ilim, keskin anlayış, sahih rivâyet, diyânet, adâlet, sünnet-i seniyyeye uyma, fıkıhta, fetvâda kâidelerin sıhhatinde önde gelen bir zâttı. Fetvâ vermede aceleciliği sevmez, çok kere ?Bilmiyorum!? derdi ve ?İlmin kalkanı bilmiyorum demektir.? buyururdu.

Birgün halife Hârûn Reşîd dedi ki: ?Yâ İmâm senin kitaplarını çoğaltıp, her yere göndereceğim. Herkesin bunlara uymasını ve senin mezhebinde olmalarını emredeceğim.?

İmâm-ı Mâlik hazretleri: ?Yâ halîfe, hadîs-i şerîfte; «Ümmetimin ihtilâfı rahmettir.» buyuruldu. Âlimlerin ihtilâfı Allahü teâlânın rahmetidir. Hepsi hidâyet üzeredir. Müslümanlar bu rahmetten mahrum bırakılamaz.? buyurdu. Bunun üzerine halife bu arzusundan vazgeçti. Hârûn Reşid, İmâm-ı Mâlik hazretlerinden hergün evine gelip, oğlu Emin ile Me'mun'a ders vermesini istedi. İmâm-ı Mâlik hazretleri halîfeye buyurdu ki: ?Yâ halîfe, uygun olanı çocuklarınızın bizim eve gelip gitmesidir. Allahü teâlâ, sizi daha aziz etsin! İlmi azîz ederseniz, azîz olur, zelîl ederseniz zelîl olursunuz. İlim bir kimsenin yanına gitmez, o ilmin yanına gelir. Bunun üzerine halîfe, İmâm-ı Mâlik'ten özür diledi ve hergün çocuklarını imâma göndererek ders aldırttı.

Buyurdular ki:

?İnsan kendisi için hayır işlemez, kendisine iyilik yapmazsa, insanlar da ona hayır ve iyilik yapmaz.?

?İlim, çok rivâyet etmek değildir. İlim bir nurdur. Allahü teâlâ bu nûru mümin kullarının kalbine koyar.?

?Mescide giren münâfıklar, kafesteki serçe kuşlarına benzer. Kafesin kapısı açılır açılmaz uçarlar, kaçarlar.?

?Kendisine hayrı olmayan kimsenin başkasına hayrı olmaz.?

?Bir kimse kendini övmeye başlarsa değeri düşer.?

?Eğer elimde imkân olsaydı, Kur'ân-ı kerîmi kısa aklıyla, kendi görüşüne göre tefsir edenin boynunu vururdum.?

?İlim öğrenmek istiyen kimsenin vakarlı ve Allah'tan korkar hâlde olması lâzımdır.

Eserleri:

Muvattâ adındaki hadis kitabı çok kıymetlidir. Muvattâ'yı kırk senede meydana getirmiştir. Başlangıçta içinde dört bin hadîs-i şerîf varken sonuna doğru bine indirmiştir. Çok âlimler bunu şerh etmiştir. Şerhlerinden en meşhuru El-Müdevveret-ül-Kübrâ adlı eseridir. Muvattâ, aynı zamanda ilk hadis kitabıdır. Bu kitapta ayrıca İmâm-ı Mâlik'in ictihâd ettiği fıkhî mevzûlar da bulunmaktadır. Biri, Yahyâ bin Leysî'nin rivâyeti, diğeri de İmâm-ı A'zamın talebesi Muhammed Şeybânî tarafından yapılan iki rivâyeti vardır. Bu eserinden başka Abdullah bin Abdülhakîm Mısrî tarafından rivâyet edilen Kitâb-üs-Sünen adlı fıkha dâir bir eseri, kadere, kazâî hükümlere dâir ve fetvâlarını bildiren Risâle fil-Fetvâ gibi eserleri vardır.
72
FIKIH VE İTİKAD / Ynt: DÖRT HAK MEZHEP (AMELDE)
« Son İleti Gönderen: ihvan23@hotmail.com 24 Ekim 2024, 12:04:39 »
iMaM-I şaFii
Ehl-i sünnetin dört mezhebinden biri olan Şâfiî mezhebinin imâmı. Adı, Muhammed bin İdris bin Abbâs bin Osman bin Şâfiî bin Sâib Kureyşî'dir. Künyesi Ebû Abdullah'tır. Anne ve baba tarafından soyu Peygamber efendimizle birleşmektedir. Dördüncü dedesi Şâfiî'nin ismine nisbetle ona da Şâfiî denildiği için bu isimle meşhur olmuştur. 767 (H.150)'de Gazze'de doğdu. 820 (H.204)de Mısır'da vefât etti.

Daha beşikteyken, babasının vefât etmesi üzerine annesi onu Mekke'ye götürmüştür. Dokuz yaşındayken Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Sonra ilim tahsiline başlayıp, Mekke'de bulunan büyük hadis âlimlerinden yazmak ve ezberlemek suretiyle hadis öğrendi. Bu hususta çok gayret göstermiştir. Henüz çocuk yaştayken tahsilini ilerletince, Arapçanın inceliklerini ve edebiyatını öğrenmek için çölde yaşayan Huzeyl Kabilesinin arasına gitti. Bunu kendisi şöyle anlatmıştır:

?Ben Mekke'den çıktım, çölde Huzeyl Kabilesinin yaşayışını ve dilini öğrendim. Bu kabile, Arapların dil bakımından en fasihi idi. Onlarla birlikte gezdim, dolaştım. Mekke'ye döndüğüm zaman birçok rivâyet ve edebiyat bilgilerine sâhib olmuştum.?

Bundan sonra kendini tamâmen ilme verip Mekke'deki Süfyân bin Uyeyne, Müslim bin Hâlid ez-Zencî gibi fakih ve muhaddislerden ilim tahsil etti. Hadis, fıkıh, lügat ve edebiyatta çok yükseldi. Mekkeli gençler arasında ilimde parmakla gösterilen bir dereceye ulaştı. Mekke'de gördüğü bu tahsili ve sonrasını şöyle anlatmıştır:

Kur'ân-ı kerîmi hatim ettiğim zaman âlimlerin meclisine gidip, onlarla sohbet eder, konuşurdum. Hadîs-i şerîf ve fıkıh meseleleri öğrenirdim. Çok fakirdim. Kalem, defter alacak param yoktu. Bâzan bir kemik parçası alıp onun üstüne yazardım. İlk zamanlar Müslim bin Hâlid'den fıkıh öğrendim. O sırada Medîne'de bulunan Mâlik bin Enes'in büyüklüğünü ve Müslümanların imâmı olduğunu işittim. Kalbime geldi ki onun yanına gideyim, talebesi olayım. Sonra onun meşhur eseri olan Muvattâ'nın bir nüshasını Mekke'de birinden tekrar geri vermek üzere alıp dokuz gecede ezberledim. Mekke vâlisine gidip, birini Medîne vâlisine birisini de Mâlik bin Enes'e vermek üzere iki mektup alıp Medîne'ye gittim. Medîne'ye varınca Medîne vâlisine mektubu verdim ve onunla birlikte İmâm-ı Mâlik'in yanına gittik. İmâm-ı Mâlik dışarı çıktı. Uzun boylu ve gâyet heybetli bir görünüşü vardı. Medîne vâlisi, Mekke vâlisinin gönderdiği mektubu İmâm'a takdim etti. Mektupta: ?Muhammed bin İdris, annesi tarafından şerefli bir kimsedir ve hâli şöyle şöyledir...? diye yazılı olan kısmı okuyunca: ?Subhanellah! Resûlullah'ın ilmi şöyle mi oldu ki, mektup ile yazılıp sorulup talep olunur.? dedi. Ben de durumumu ve ilim öğrenmek istediğimi anlattım. Sözlerimi dinledikten sonra bana baktı. Adın nedir, dedi. Muhammed'dir, dedim. ?Ey Muhammed!? dedi; ?İleride büyük bir şanın olacak, Allahü teâlâ senin kalbine bir nur vermiştir. Onu masiyetle söndürme! Yarın birisi ile gel sana Muvattâ'yı okusun.? buyurdu. Ben de; ?Onu ezberledim, ezberden okurum.? dedim. Ertesi gün İmâm-ı Mâlik'e gelip okumaya başladım. Her ne zaman, İmâmı üzme korkusundan okumayı bırakmak istesem, benim güzel okumam onu hayretler içerisinde bırakır; ?Ey genç daha oku!? derdi. Kısa zamanda Muvattâ'yı bitirdim.?

İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Mâlik'in yanına geldiği zaman yirmi yaşlarında bulunuyordu. İmâm-ı Mâlik onu himâyesine alıp dokuz yıl müddetle ilim öğretti. İlimde yüksek bir seviyeye ulaşan Şâfiî, Mekke'ye dönünce Mekke'ye gelen Yemen vâlisi onu Yemen'e götürüp kâdılık vazifesi verdi. Beş yıl kadar bu görevi yaptıktan sonra tekrar Bağdat'a giderek ilmini ilerletmek için İmâm-ı A'zam'ın talebesi olan İmâm-ı Muhammed'den ders almaya başladı. İmâm-ı Muhammed onu kendi himâyesine alıp yazmış olduğu kitaplarını okutmak suretiyle Irak'ta tedvin edilen (düzenlenen) fıkıh ilmini ve Irak'ta meşhur olan rivâyetleri öğretti. İmâm-ı Şâfiî bu hususta şöyle demiştir: ?İlimde ve diğer dünyâ işlerinde İmâm-ı Muhammed kadar bana kimse faydalı olmamıştır.? Ebû Ubeyd Kâsım bin Sellâm şöyle demiştir: İmâm-ı Şâfiî'den duydum, buyurdu ki: ?İmâm-ı Muhammed'den öğrendiğim meselelerle ve ilimle bir deve yükü kitap yazdım. Eğer o olmasaydı ilim kapısının eşiğinde kalmıştım. Bütün insanlar ilimde, Irak âlimlerinin, Irak âlimleri de Kûfe âlimlerinin çocuklarıdır. Onlar da Ebû Hanîfe'nin çocuklarıdır.? Yâni bir babanın çocukları için lâzım olan nafakayı kazanıp, çocuklarını beslemesi gibi Ebû Hanîfe de kendinden sonrakileri böylece ilimle beslemiş ve doyurmuştur. İmâm-ı Şâfiî ayrıca Selîm-i Râî'nin sohbetine kavuşup vilâyet (evliyâlık) makamlarına da kavuştu.

İmâm-ı Şâfiî, Bağdat'ta İmâm-ı Muhammed'den aldığı dersleri tamamlayıp, Mekke'ye döndü. Burada bir müddet inceleme ve araştırmalar yapıp, ayrıca talebelere ders verdi. Bilhassa hac mevsiminde çeşitli İslâm beldelerinden gelen ilim adamları ondan ilim öğrenirlerdi. Mekke'deki bu ikameti dokuz yıl kadar sürdü. Sonra tekrar Bağdat'a gitti. Bu sırada Bağdat İslâm âleminin önemli bir ilim merkeziydi. Burada bulunan âlimler, İmâm-ı Şâfiî'ye hürmet göstermiş ve ilim talebeleri onun etrafında toplanmıştır. Bağdat âlimleri dahi ondan ders almışlardır. Daha önce Mekke'de İmâm-ı Şâfiî ile görüşen ve ondan hadis dinleyen Ahmed bin Hanbel ona talebe olmuş, onun üstünlüğüne hayran kalmıştır. Yine Şâfiî ile emsal olan İshak bin Râheveyh ve benzerleri ondan ilim tahsil etmiştir. Herkes onun dersine koşuyor ve verdiği fetvâlara hayran kalıyordu. Ders ve fetvâ vermekte uyguladığı metod, geniş olarak açıkladığı istinbat (kaynaklardan hüküm çıkarma) metodu olan usûl-i fıkıh ilmiydi. O bu sâyede açık lafızlara dayanarak kapalı olan mânâları ortaya çıkarıyordu. Güzel ve açık konuşması, ifâde ve îzâh tarzı, münâzara kuvveti ve tesir bakımından çok güçlüydü. İmâm-ı Şâfiî, Bağdat'ta bulunduğu bu sırada El-Kitâb'ül-Bağdâdiyye adını verdiği eserini yazdı. İmâm-ı Şâfiî'nin üstün şahsiyetine ve yüksek ilmine hayranlık duyarak ondan ders alıp ilim öğrenen pekçok talebe vardır. Ahmed bin Hanbel, İshak bin Râheveyh, ez-Zaferânî, Ebû Sevr İbrâhim bin Hâlid, Ebû İbrâhim Müzenî, Rebî' bin Süleymân-ı Murâdî gibi pekçok âlim kendisinden hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir.

İmâm-ı Şâfiî, Bağdat'taki siyâsî ve fikrî kargaşalıklar sebebiyle Mısır'a gitti. Ömrünün sonuna kadar burada ilim öğretip talebe yetiştirdi, fetvâ verdi.

İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Mâlik'in ve İmâm-ı A'zamın talebesi İmâm-ı Muhammed'in derslerine devam ederek, İmâm-ı A'zamın ve İmâm-ı Mâlik'in ictihad yollarını öğrenip bu iki yolu birleştirdi ve ayrı bir ictihad yolu kurdu. Kendisi çok beliğ, edib olduğundan, âyet-i kerimelerin ve hadîs-i şerîflerin ifâde tarzına bakıp kuvvetli bulduğu tarafa göre hüküm verirdi. İki tarafta da kendi usûlüne göre kuvvet bulamazsa, o zaman kıyas yolu ile ictihad ederdi. Böylece Müslümanların ibâdetlerinde ve işlerinde uyacakları bir yol göstermiştir. Onun kendi usûlüne göre şer'i delillerden çıkardığı hükümlere, yâni gösterdiği bu yola ?Şâfiî Mezhebi? denildi. (Bkz. Şâfiî Mezhebi)

Hanefî mezhebinden sonra en çok mensubu bulunan Şâfiî mezhebi, İmâm-ı Şâfiî hayattayken Mekke, Medîne ve Filistin'de yaşayan Müslümanlar arasında yayıldı. Şimdi Mısır, Sûriye, İran, Mâverâünnehr, Kafkasya, Âzerbaycan, Hindistan, Filipinler, Malezya, Endonezya Adaları gibi ülkelerde yayılmıştır. Yurdumuzun Doğu ve Güney-doğu bölgelerinde de yaygındır.

İlmini ve mezhebini Mısır'da da yaymak suretiyle bir müddet de Mısır'da İslâma hizmet etti. 820 (H. 204) yılında elli dört yaşındayken Cumâ gecesi vefât etti. Vefât edeceği zaman hâli sorulduğunda, buyurdu ki: ?Dünyâdan göçüyorum. Artık ondan ayrılıyorum. Ümit şerbetini içiyorum. Kötü amellerimle karşılaşacağım, ama Kerîm olan Rabbime gidiyorum.?

Kâhire'de El-Mukattam Dağının eteğinde Kurefe Kabristanına defnedilmiştir. Daha sonra kabri üzerine bir türbe yapılmıştır. Türbesi üzerinde bulunan şimdiki muhteşem kubbe, Eyyûbî sultanlarından El-Melik el-Kâim tarafından; hicrî 608 yılında Selâhaddîn Eyyûbî tarafından da türbesinin yanına büyük bir medrese yaptırılmıştır.

İmâm-ı Şâfiî'nin menkıbeleri ve güzel sözleri çok olup Menâkıb-ı İmâm-ı Şâfiî adlı kitapta ve diğer kitaplarda uzun anlatılmıştır.

İmâm-ı Şâfiî şöyle anlatır: Bir gece rüyâmda Peygamber efendimizi görmekle şereflendim. Bana buyurdu ki: ?Sen kimdensin?? Cevabımda; ?Ben senin kabilendenim.? dedim. ?Bana yaklaş.? buyurdular. Yanına gittim. Mübârek ağzının suyunu dilime, ağzıma ve dudaklarıma sürüp; ?Hadi, Allahü teâlâ sana bereket versin.? buyurdular.

Kendisi anlatır:

Çocukluk zamanında Mekke'de rüyâmda Peygamber efendimizi gördüm. Tam bir heybetle Mescid-i Harâm'da insanlara imâmlık yapıyorlardı. Namaz bitince yanlarına gidip; ?Bana da ilim öğretiniz.? dedim. Bunun üzerine kaftanının altından bir terazi çıkarıp: ?Bu senin içindir? buyurup bana hediye ettiler. Bu rüyâmı tabir ettirdim. Dediler ki: ?Sen, ilimde imâm olursun ve sünnet üzere olursun. Zîrâ Mescid-i Haram'ın imâmı bütün imâmların üstünüdür. Terazi ise, Peygamber efendimizin hakikatına kavuşacağına alâmettir.?

?Bir gün rüyâmda, hazret-i Ali efendimizi gördüm. Parmağından yüzüğünü çıkardı, parmağıma taktı. Bu hareketi, kendi ilminin ve Resûlullah'ın ilminin bana geçmesi alâmetiydi.?

İmâm-ı Şâfiî, altı yaşındayken mektebe gitmeye başladı. Zâhide bir annesi vardı. İnsanlar emânetlerini ona bırakırlardı. Bir gün iki kişi gelip, bir bohça verdiler. Daha sonra biri gelip bohçayı istedi. Gelene bohçayı verdi. Biraz sonra diğeri gelip, bohçayı istedi. Bohçanın arkadaşına verildiğini söyleyince: ?Biz ikimiz beraber gelmeyince bohçayı vermeyin demiştik. Bohçayı niçin verdiniz?? dedi. Annesi üzüldü. O sırada İmâm-ı Şâfiî geldi. Annesinin üzüntülü olduğunu görünce sebebini sordu. Annesi olanları anlattı. Bunun üzerine annesine; ?Sen üzülme ben şimdi bohçayı isteyenle konuşurum.? dedi. Bohçayı isteyen şahsın yanına gelip dedi ki: ?Sizin bohçanız olduğu yerde durmaktadır. Git arkadaşını getir.? Adam aldığı cevap karşısında şaşırıp, geri dönüp gitti. Bir daha da gelmedi.

İmâm-ı Şâfiî, on üç yaşındayken, Harem-i şerîfte; ?Bana istediğinizi sorunuz?? derdi. On beş yaşındayken fetva verirdi. Hanbelî mezhebinin kurucusu İmâm-ı Ahmed ibni Hanbel, ondan ders almaya gelirdi. Buyurdu ki: ?Fıkıh kapısı kapanmıştı. Allahü teâlâ, bu kapıyı, kullarına İmâm-ı Şâfiî ile tekrar açtı.? Bir kerre de; ?İslâmiyete, şimdi Şâfiî'den daha çok hizmet eden birini bilmiyorum.? dedi. İmâm-ı Ahmed, yine buyurdu ki: ?Allahü teâlâ her yüzyılda bir âlim yaratır, benim dînimi, herkese onun ile öğretir.? hadîs-i şerîfinde bildirilen âlim, İmâm-ı Şâfiî'dir. Bir başka hadîs-i şerîfte; ?Kureyş'e sövmeyiniz. Zîrâ Kureyşli bir âlim yeryüzünü ilimle doldurur.? buyruldu. İslâm âlimleri, bu hadîs-i şerîf, İmâm-ı Şâfiî'nin geleceğini bildirmiştir, demişlerdir.

İmâm-ı Şâfiî bir kere ders verirken, ders esnâsında on defa ayağa kalktı. Sebebini sorduklarında, buyurdu ki: ?Seyyidlerden bir çocuk, kapının önünde oynuyor. Kapının önüne gelip, kendisini gördüğüm zaman ona hürmeten ayağa kalkıyorum. Resûlullah'ın torunu ayakta dururken oturmak revâ değildir.?

Talebelerinden biri anlatır:

?Bir bayram günü İmâm-ı Şâfiî hazretleriyle beraber mescitten çıktık. Bir mesele hakkında sohbet ediyorlardı. Evlerinin kapısına gelince, bir hizmetçi kendisine bir kese altın getirip, efendisinin selâmı olduğunu ve bunu kabul buyurmasını ricâ etti. İmâm-ı Şâfiî hazretleri keseyi kabul etti. Biraz sonra biri gelip; ?Hanımım bir çocuk dünyaya getirdi. Yanımda hiç param yok. Sizden Allah rızâsı için biraz para istiyorum.? dedi. İmâm-ı Şâfiî hazretleri keseyi hiç açmadan olduğu gibi o şahsa verdi. Halbuki biliyordum ki, kendisinin de hiç parası yoktu.?

Süfyân-ı Sevrî şöyle demiştir: ?İmâm-ı Şâfiî'nin aklı, zamanındaki insanların yarısının akılları toplamından fazladır.? Abdullah-ı Ensârî diyor ki: ?İmâm-ı Şâfiî'yi çok severim. Çünkü evliyâlıkta hangi makama baksam, onu herkesin önünde görüyorum.?

Hârûn Reşîd, her sene Bizans İmparatorundan vergi olarak çok para ve mal alırdı. Bir sene İmparator, âlimlerle münâzara etmek için ruhbanlar gönderdi: ?Eğer bizi yenerlerse onlara vergilerimizi vermeye devam edeceğiz. Yok biz yenersek vermeyiz.? dedi. Dört yüz Hıristiyan geldi. Halîfe, bütün âlimlerin Dicle kenarında toplanmasını emretti. İmâm-ı Şâfiî'yi çağırarak; ?Hıristiyan ruhbanlara sen cevap ver!? dedi. Herkes Dicle kenarında toplandı. İmâm-ı Şâfiî seccâdeyi omuzuna alıp nehre doğru gitti. Seccadeyi nehre atıp üzerine oturdu ve; ?Benimle münâzara etmek isteyenler buraya gelsin!? dedi. Bu hali gören ruhbanların hepsi Müslüman oldu. Bizans İmparatoru adamlarının İmâm-ı Şâfiî'nin elinde Müslüman olduğunu öğrenince; ?İyi ki, o buraya gelmedi. Yoksa buradakilerin hepsi Müslüman olurdu, kendi dinlerini bırakırlardı.? dedi.

İmâm-ı Şâfiî buyurdu ki:

?Ömrümde doyuncaya kadar yemek yemedim. Çünkü, tokluk vücuda ağırlık, kalbe kasvet verir, zekâyı giderir, uykuyu getirir, kişiyi ibâdet etmekten alıkoyar. Kulluğun başı az yemektir?.

?Dünyâyı ve Yaradanını bir arada sevdiğini söyleyen kimse yalancıdır?.

?Üç meziyete sâhib olanın îmânı kâmil olur: 1) Emr-i bil-mârûf yapmak, yâni Allahü teâlânın emirlerini yapmak ve yaymak. 2) Nehy-i anil-münker yapmak, yâni Allahü teâlânın yasaklarını yapmamak ve yapılmaması için uğraşmak. 3) Her işinde Allahü teâlânın dinde bildirdiği hudutlar içinde bulunmak.?

?Dünyâda zâhid ol, dünyâ malına bağlanma! Âhireti isteyici ol, onun için çalış! Her işinde Allahü teâlâyı hatırla. Böyle yaparsan, kurtulmuşlardan olursun. Ruhsat ve te'viller ile uğraşan âlimden fayda gelmez.?

?İnsanları tamamen râzı ve memnun etmek çok zordur. Bir kimsenin bütün insanları kendinden hoşnut etmesi mümkün değildir. Bunun için kul, dâimâ Rabbini râzı ve memnun etmeye bakmalı, ihlâs sâhibi olmalıdır.?

?İlmi, kibirlenmek, kendini büyük görmek için isteyenlerden hiçbiri felah bulmuş değildir. Ama ilmi, tevâzû için, âlimlere ve insanlara hizmet için isteyen elbette felah bulur, kurtulur.?

Biri, İmâm-ı Şâfiî'den nasihat isteyince buyurdu ki; ?Senden daha çok malı ve parası olan kimseyi kıskanma. O malına ve parasına hasretle ölür. İbâdeti ve tâatı çok olan kimselere gıpta et. Yaşayanlar da az sonra ölcekleri için onların dünyâlıklarına özenmeye değmez.?

?Hiçbir kimse yoktur ki, dostu ve düşmanı olmasın. Mâdem ki böyledir, o halde Allahü teâlâya itâat edenlerle beraber bulun, onları sev!?

?İlim, ezber edilen şey değil, ezber edilen şeyden temin edilen faydadır.?

?Resûlullah'ın ve Eshâbının yolunda olmayanı havada yürür görsem, yine doğruluğunu kabul etmem.?

?Herkese akıllı denmez. Akıllı ona derler ki, kendisini her türlü kötülükten koruyandır.?

?Kalbine ilâhî bir nur penceresinin açılmasını isteyen şu dört şeyi yapsın:

1. Günün muayyen bir vaktinde yalnız kalsın ve huzura dalsın.

2. Midesini pek fazla doyurmasın.

3. Sefih kimselerle düşüp kalkmayı bıraksın, kötü kimselerle arkadaşlık etmesin.

4. İlimleri ile yalnız dünyâlık arzu eden kimselere buğz etsin.?

İmâm-ı Şâfiî orta halli giyinirdi. Heybetli bir görünüşü vardı. O bakarken yanındakiler su dahi içemezlerdi. Yüzüğünde, ?El-bereketü fil-kanâ'ati= Bereket, kanâat etmektedir.? yazılıydı.

Eserleri:

Ömrünü ilim öğrenmek, öğretmek ve eser yazmak sûretiyle, İslâmiyete hizmet yoluna sarf eden İmâm-ı Şâfiî hazretlerinin pekçok kıymetli eseri vardır:

1) El-Ümm: Fıkıh ilmine dâir olup, İmâm-ı Şâfiî'nin ictihâd ederek bildirdiği meseleleri ihtivâ eden bir eseridir. Yedi cilt olarak basılmıştır. 2) Kitâb-üs-Sünen vel-Müsned: Hadis ilmine dâirdir. 3) Er-Risâle fil-Usûl: Usûl-i fıkha dâirdir. Usûl-i fıkhın kitap hâlinde yazıldığı ilk eserdir. 4) El-Mebsût, 5) Ahkâm-ül-Kur'ân, 6) İhtilâf-ül-Hadîs, 7) Müsned-üş-Şâfiî, 8) El-Mevâris, 9) El-Emâlî el-Kübrâ, 10) El-Emâlî es-Sagîr, 11) Edeb-ül-Kâdî, 12) Fedâil-i Kureyş, 13) El-Eşribe, 14) Es-Sebku ver-Remy, 15) İsbât-ün-Nübüvve ve Reddi alel-Berâhime eserlerinin belli b
73
İSLAM-GENEL / Ynt: ULU ÖNDERİM ATATÜRK
« Son İleti Gönderen: Kendinibulanadam 23 Ekim 2024, 15:36:24 »
Mustafa Kemal Atatürk'e Gani Gani Allah rahmet eylesin.Amin.
75
İSLAM-GENEL / Ynt: Nefslerin Temizliği ( Müzekkin Nüfus )
« Son İleti Gönderen: Togika 23 Ekim 2024, 01:35:59 »
MÛELLİFİN BEYİTLERİ
Baş verip tevhidi koma zinhar
Can verip tevhidden ayrılma ey yâr.
Tevhid olur zira sermayen senin
Can içinde esas mayen senin.
Tevhidi zinhar terk etme aziz
Tevhid için gönlünü eyle temiz.
Her kim ki tevhidi yok, canı yok
Can mıdır o can ki onun îmanı yok.
Tevhid eden dildir, o yanılmayan
Tevhid edendir tamuda kalmayan.
Tevhid eden dile Hak tanık ola
Tevhid eden gözler uyanık ola.
Tevhid edeni oda yakmayalar
Boynuna onun zincir takmayalar.
Tevhid edenden kaçar şeytan-ı fain
Tevhid eden, mekr-i şeytandan emin.
Tevhid ehlidir Hakka doğru giden
Tevhidi bırakandır o eğri giden.
Her amel ki kılasın fevhid ile
Zerre ile tamamen yer göz dola.
Yerinin ehli kadar kılsan amel
Tevhid olmazsa hepsi olur zağal.
Tevhidi sen gaflet ile deme gel
Canı gönül ile tevhidi söyle gel.
Mü'minin tevhidi kaç yerde gerek
Canda gönülde ve hem dilde gerek.
Candan öte tevhide vardır makam
Hâs bilir onu veli bilmez onu avam.
Tevhidini muhkem eyle candan sen
Deme gel tevhidi dilde anca sen.
Muhkem olmak dilersen tevhidin
Tevhidi can ve gönülden berk edin.
Tevhidi muhkemdir o zât olan
Tevhidi muhkemdir onda şâd olan.
Tevhidin muhkem ise buldun hakkı
Tevhidin yok ise ebed oldun saki.
Şunlar kim dili söyler tevhidi
Canı bilmez nicedir tevhidin tadı.
O behâlın ( hayvan )'den de azgındır
Cife öğer sanki kuzgundur.
Odur o hak dediği gafil kişi
Zira kim düşvar olur anın işi.
Vâriddir Kur'anda âyet bu söze
Hak Rab (cc) << Belhüm edallü>> dedi size.
Eşref oğlu Rûmi'nin sen yâ Gani
Can içinde muhkem et tevhidini.
Dili zakir, gönlü âşık, canı mest
Tevhidin iderdi ölümden elest.
Kamu yerde tevhidini söylesin
Canı tevhidinden ayrı olmasın. 
76
Mezhepler arasindaki ihtilaf'in sebebi nedir?
Mezhepler arasındaki ihtilaf'ın geniş
olmasının başlıca üç sebebi vardır:



1- Peygamber (sav), vefat ettiğinde Kur'an ve sünnet'ten başka
bir şey bırakmamıştı. Bununla beraber kısa
zaman içerisinde İslam ülkesi çok genişledi. Sahabe de
İslam alemine dağıldılar. Kimi Irak'ta, kimi
Mısır'da, kimi şamda yerleşti. Herkes Peygamber'den
ne duydu veya gördü ise onu rivayet edip anlattı. Tabi'i olarak
bu sahabenin her birisi Peygamber (sav)'in söylediği veya
yaptığı her şeyi duymamış ve görmemiştir.
Bu değişik rivayetler ihtilafa sebebiyet vermiştir.


2- Bazı Hadislerde ittifak vaki olduğu halde telakki ve
anlayış hususunda ittifak vaki olmamıştır.
Mesela Peygamber(sav)'in buyuruyor ki: "Köpek ağzını
sizden birisinin kabına koysa biri toprakla olmak üzere yedi def'a
onu yıkasın.? İmam Şafi'i bu hadisi olduğu
gibi kabul ediyor. Hanefi uleması ise biri toprakla olmak üzere
yedi def'a kabı yıkamayı emreden hadis mensuh'dur ve bu
hadis İslam'ın ilk günlerinde varid olmuştur
demişlerdir.


3- Çeşitli milletler İslam dinine girdiği için her
milletin adeti ayrı, kanun ve nizamı ayrı idi.
İmam-ı A'zam ve arkadaşları Irak'da, Evza'i ve
arkadaşları Şam'da, Şafi'i ve arkadaşları
Mısır'da bulunuyorlardı. Bu gibi zevat her memleketin
adet ve kanunlarını ele alıp İslam'ın süzgecinden
geçirdiler ve o, alanda çeşitli ictihatlarda bulundular ve bu
sebeple ihtilaf meydana geldi.

77
.Mezhebe baglanma
Kelime olarak "mezhep", girilen ve gidilen yol demektir.
Kişinin bir konuda herhangi bir görüşe sahip olması, o yöne
doğru dönmesine ve gitmesine benzediği için, mecâzi olarak kişisel
görüşler de "mezhep" diye isimlenir. Bu anlamda mesela,
"Ebu Hanife'nin mezhebi" demek, sözkonusu edilen meselede onun
görüşü, demek olur. Daha sonra "mezhep" terimi; dini
konularda bir şahsa ait görüş ve yorumların bütünü ve
bilâhere de, usûl bakımından bir şahsa ait görüş
ve yorumlara katılan ve ilgili bütün zamanları içine alan
tüm görüş ve yorumlar bütünü ve sistemi anlamlarını
kazanmıştır. Bu anlamda meselâ "Imam Ebu Hanife'nin
Mezhebi" veya "Hanefi Mezhebi" denebilir. Ama Ebu
Hanife'nin ve diğer müctehid imamların zamanında bu
anlamda bir mezhepten söz edilemez. Onun ya da bunun görüşleri
vardır ve herkese ait görüşler diğerlerinden ayrı
bir ünite halinde değildir. Tıpkı birçok ortağı
bulunan katışık bir sürü gibi.


İslam'ın asıl kaynağı Kur'ân-ı Kerim ve
onun açıklayıcısı olan hadîs-i şeriflerdir.
Icma, kıyas ve diğer şer'î deliller de Kur'ân'a tabi
olduklarından, aslolan yine Kur'ân'dır ve bu anlamda Kur'ân
İslam'ın yegâne kaynağıdır. Her müslüman fert
için aslolan da Kur'ân'a göre yaşamaktır.


Islam bütün insanlara ve geldiği andan itibaren bütün zamanlar
için gönderilmiştir. Bu süre içerisindeki olanlar sürekli ve
sonsuzdur. Halbuki, Kur'ân-ı Kerim'in ifade ettiği hükümler
bu hükümlerin esası olan ve bizim telaffuz ettiğimiz kelimeler
itibariyle, sınırlıdır. Sınırlı hükümler
sınırsız olayları anlatamayacağına göre;
yenilenen olaylara paralel olarak hüküm üreten bir kaynağın
olması gerekir ki, o da "ictihat"tır. Içtihat,
Islâmî hükmü belli olmayan bir olayın hükmünü Kur'ân'a uygun
olarak ortaya koyma çabası olduğuna, göre, içtihat yapacak
şahsın esas kaynak olan Kur'ân'ı Kerim'i, onun açıklaması
olan sünneti ve bu ikisinin onayladığı icmaı
yeterince bilmesi gerekir. Ta ki, asıl kaynaklar da belirtilen bir hükümden
habersizce ve kendi görüşünde aslolana zıt bir hüküm ortaya
koymasın ve olaylar arasındaki ilgiyi görerek isabetli hüküm
verebilsin. Demek ki bu oldukça zor ve herkesin ulaşamayacağı
bir seviyedir. Allah (cc) da "Bilmiyorsânız zikir ehline
sorun" (16/43) buyurduğuna göre Islâm toplumunda, hükmü
bilinmeyen olayların sorulacağı bir bilenin ya da
bilenlerin bulunması gereği ortaya çıkar. İşte
bunlar müctehidlerdir ve genel kabul gören görüşe göre her
devirde yeterli sayıda müctehit yetiştirmek, Islâm milleti
üzerine "Farz-ı Kifâye" düzeyinde bir borçtur. Çünkü
her devirde hükmü belli olmayan meseleler ortaya çıkabilmektedir.


Allah Rasûlü hayatta iken vahiy devam ettiği için yeni yeni
ortaya çıkan meselelerin hükmünü öğrenmek problem
değildi. Rasûlullah'ın vefatından sonra ve ona
yetişen arkadaşlarının (sahabe) var olduğu sürede
ortaya çıkan meselelerin hükmü, onlara soruldu ve onların müctehid
olanları ayetler ve hadisler ışığında görüşlerini
açıkladılar. Arkasından onları izleyenler (tabi'ûn)
geldi. Meseleler de çoğaldıkça çoğaldı. Bu
meseleleri de tâbi'ûnun müctehidleri cevaplandırdılar, bu
meseleler hakkındaki görüşlerini, yani mezheplerini açıkladılar
ki, imam Ebu Hanife ve Imam Malık bunlardandır ve o dönemde
onlar gibi daha yüzlerce müctehid vardır. Mes'elesi olan
vatandaş gidip onlardan herhangi birisine sordu ve
davranışını ona göre ayarladı. O dönem bu açıdan
çok zengin bir dönem oldu ve bu dönemin müctehidleri onbinlerce
meselenin hükmünü tesbit etme başarısını gösterdiler.
Büyük imamlar olan Ebu Hanife, Mâlik, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel
(Allah onlardan razı olsun) hem birçok meziyetleriyle halk tarafından
benimsendikleri, hem de daha çok mesele hallettikleri için onların
görüşlerine, yani mezheplerine daha çok başvurulur oldu ve
onların görüşleri yazılıp tesbit edilebildi.
Diğerlerinin görüşleri ya unutulup gitti veya
başkalarının ağzından çok sıhhatlı
olmayan yollarla ve tektük aktarılabildi. Dolayısı ile
ictihad adına en önemli dönem olan o dönemden bize bütünüyle sağlıklı
olarak sadece Dört Imam'ın ve arkadaşlarının görüşleri
aktarılabildi. Onlardan sonra da yüzlerce müctehid gelmiş
olmakla beraber henüz onlar kadar kapsamlı müctehitler çıkmadı.
Çünkü onlar işin kaynağına yakın idiler, hadîslerin
sahih olan ve olmayan yollarını tanıyor, kendilerinden
önceki sahabenin ittifak ettikleri noktaları iyi biliyorlardı.
Sonradan zorunlu olarak ortaya çıkan bir sürü hadîs ilmine
ihtiyaçları yoktu. Arapçanın henüz bozulmadığı
bir dönemde yaşıyorlardı ve ictihad için çok önemli
olan Arapçayı, çaba göstermeksizin iyi biliyorlardı. Islâm
hayata hâkimdi, çaba göstermeden, adı bilgi olarak zaten çok
şey biliyorlardı. Ve belki de bütün bunlardan ve daha benzeri
meziyetlerden ötürü Allah Rasulü Efendimiz (sav) onların da
"hayırlı asır"da bulunduklarını haber
vermişti. Halbuki, daha sonra gelen müctehitlerin, sözünü ettiğimiz
konularda fazla bilgiye ihtiyaçları oldu. Işleri
arttığından ötürü seviyeleri de öncekilere göre
küçük kaldı. Ictihat etmelerine rağmen onlar kadar
kapsamlı olamadılar. Ve o "Dört Imam" hep zirvede
kalmaya, tabir caizse rekoru ellerinde tutmaya devam ettiler.


Böyle bir özetten sonra başlıkla ilgili soruya dönelim:
Madem ki, esas olan Kur'ân-ı Kerim ve onu açıklayan sünnet-i
seniyyedir, öyleyse bir müslümanın ille de "Dört
Imam"dan birini taklid etmesi ve Kitab'a-Sünnet'e değil de onun
görüşlerine uyması şart mıdır? Böyle bir
soruya cevap olarak söyleyeceğimiz ilk şey; onlara uymanın
Kitap ve Sünnet'e uymaktan başka bir şey olduğu izlenimini
vermenin, yanılgı ya da yanıltmaca olduğudur. Çünkü
onlara uymak ve onları taklid etmek, Kitap ve Sünnet karşısında
onların görüşlerini benimsemek demek değil, Kitap ve Sünnete
onların yorumu ve anlayışı ile bağlanmak
demektir. Tâbi olunan yine Kitap ve Sünnet'tir. Herkesin Kitap ve
Sünneti yeterince bilip kavraması zor (imkansız değil)
olduğundan herhangi bir büyük imamı (müctehidi) taklid etmek,
pratik anlamda (dini anlamda değil) vacip, yani gerekli görülmüştür.
Ancak bu gerekliliği dini anlamda "farz" görme yanılgısına
da dikkat çekmek gerekir. Çünkü bir şeyin farz ya da haram
olduğuna hüküm verme hakkı sadece Allah'a ve O'nun, kendi
adına hüküm koyma yetkisi verdiği Resûlüne aittir. Bu konuda
genel kabul gören görüşün özeti sudur: Esas olan, Sünnet doğrultusunda
Kur ân'ı Kerim'e uymaktır. Bu yoldan başka bir yolun
olduğunu söylemek ve bu yolu herhangi bir kimseye kapatmak mümkün
ve insanların yetkisinde değildir. Ancak herkesin her konuda
ilgili âyet ve hadisleri ve anlamlarını, nâsih ve mensûh
olanlarını, çelişkili hadîslerin ve öyle görülen
âyetlerin aralarını bulmayı, icma yapılan
konuları bilmesi ve bunlardan, rehbersiz olarak istifade etmesi de mümkün
değildir. Öyleyse Kitabı ve Sünneti yaşamada bir mezhep
imamını rehber edinmesi gereklidir ve bunun Dört mezhepten biri
olması konusunda da âdeta icma vardır. Çünkü belli bir
dönemden bize sıhhatli olarak aktarılan ictihatlar onların
ictihatlarıdır. Bu, onların herhangi bir meselede bu dört
görüş mecmuasının dışında bir görüşün
olamayacağında ittifak yani icma etmeleri anlamına gelir
ki, fıkıh usülünde de "mürekkep icma" diye tabir
edilir. Icma ise genel kabul gören görüşe göre bağlayıcı
bir delildir. Bu, elbette onlardan sonra ortaya çıkan meselelerde
ictihat yapmama ve onların görüşlerinin delillerini
araştırıp güçlü olanına uymama anlamına
gelmez. Hatta onların ittifakı örften kaynaklanmış
ise ve bu örf de değişmiş ise, onların ittifak
ettikleri görüşün aksine görüş de ortaya çıkabilir.


Ancak şunu itiraf etmeliyiz ki, herkesi rehbersiz olarak Kitab'a
ve Sünnet'e gönderme hatasına düşüren sebeplerden biri de,
hiç bir mezhebin ve mezhep imamının kabul etmediği
"mezhep taassubu" olur. Herşeyden önce bilmek gerekir ki,
mezhepler birer din değil, Allah'ın kelamını anlamaya
götüren yollardan ibarettirler. Şahıslar birer mezhebe
bağlı olabilirler, olmalıdırlar ama Islâm'da mesela,
Hanefi devleti Şafiî devleti vb. olmaz. Islâm devleti olur ve
devlet kamu yararını hesap ederek hangi mezhebin görüşü
uygunsa onu alır, uygular. Maalesef mezhepler zaman zaman birer din
gibi görülmüş, "mezhebimizin görüşüne uymayan nasları
mensuh sayarız ya da uyacak şekilde te'vil ederiz"
denebilmiş, Hanefi olan bir erkeğin Şafiî bir kızla
evlenemeyeceği söylenebilmiş, bir mescide dört ayrı
mihrap dikilip Islâm cemaati bölünebilmiş ve ne yazık ki,
kıyı da köşede de olsa, mezhepler arası kavgalar görülebilmiş
ve bir mezhepten öbür mezhebe geçmek, ya da diğerinden bir hüküm
almak dinden çıkmakla eşdeğer görülebilmiştir.
Bunlar elbette hiçbir zaman genel kabul halini almamıştır.
Ama az da olsalar bir başka ifratın çıkmasına sebep
olmuşlar ve mezhepleri hiç tanımayan bir diğer ucun
doğmasına sebep olmuşlardır. Halbuki, bu konuda en
makul ölçü şudur:


Bir mezhepten diğerine geçis, ya mukallidin muhtaç olduğu
bir meselede o mazhebin görüşünü taklid etmek şeklinde olur
ki, bunda bir beis yoktur ve câizdir.


Ya mezheplerin kolay taraflarını araştırmak ve
ihtiyaç yokken sırf nefsinin arzusuyla işine gelenleri almak
şeklinde olur ki, bu câiz değildir. Çünkü bu bizi, kabul
edilmeyen telfike ve "mürekkep icma" ile câiz olmadığında
ittifak edilen sonuçlara götürür. Ancak bunu yapanı dahi dinen
la'netlememiz mümkün değildir. Yaptığında
değil, yaptığının sonucunda hata vardır.


Ya da bir meselede araştırma ve ictihat sonucu olarak ortaya
çıkar. Bu durumda araştırıcı bu makama, yani müctehitlerin
delilleri arasında tercih yapabilme makamına ehil ise ve
tarafsız ise bunda da bir beis yoktur. Değilse bu da câiz olmaz
denmiştir.


Hatta "avamın mezhebi yoktur" esasınca, avamdan
olan birisi, ilk defa önüne çıkan herhangi bir meselenin hükmünü
herhangi bir müctehid imama soruyormuş gibi, herhangi bir mezhepten
alabilir ve artık ona göre yaşar. Elbette bu görüşleri
daha geniş ve daha dar tutanlar da vardır. Ama en güzeli
"orta yol"u izlemektir.


Özetlersek: Herkes için aslolan yaptığı hareketin
gerekçesini (delilini) bilmek ve sünnetin açıklamaları
doğrultusunda Kur ân-ı Kerim'e göre yaşamaktır.
Allah, "ölen de bir delille ölsün, yaşayan da bir delille
yaşasın" buyuruyor.


Dolayısı ile bir mezhebe bağlı olarak yaşamak
dini anlamda bir farz değildir ama kolaylık esasına göre
pratik anlamda bir farzdır.


Mezhepler sayesinde sünnetin her çesidi uygulama alanı bulur ve
İslam'ın her yere ve zamana göre yaşanabilen bir din
olduğu ortaya konulmuş olur.


Bir mezhebe göre yaşama sayesinde Islâm toplumunda birlik,
âhenk, tecanüs ve ittifak oluşur, toplumun ömrü uzun olur. Osmanlıyı
belki bununla izah edebiliriz.


Mezhep, Kur'ân'da ve Sünnette bulunup açık olmayan, ya da hiç
bulunmayan konular hakkındaki görüş demek olduğuna göre,
"dört mezhep de nereden çıktı?" deyip herkesi güya
Kur'ân'a ve Sünnete göndermek aslında dört değil, dörtyüz
milyon mezhep kabul etmek demektir. Çünkü herşey Kur'ân'da
bulunsaydı zaten mesele olmazdı. Bu yüzden, yukarıda da
işaret ettiğimiz gibi, mesela Hanefi Mezheb'ine bağlı
yaşamak, Kur'ân'ı ve Sünneti bırakıp Ebu Hanife'ye
uymak demek değil, belki Kur'ân'ı ve Sünneti onun anlayışı
ile kabullenmek, yani Kur'ân'a ve Sünnete Ebu Hanife penceresinden
bakmak demektir.


Tek bir konuda Resûlullah Efendimizden değişik uygulama ya
da takrirler bulunabildiğine göre, tek bir mezhebin bulunmasını
istemek, Sünnetin bir kısmını budamak demektir. Halbuki
buna bizim hak ve yetkimiz yoktur.


Sünnetin bu değişik uygulamalanna göre bazan değişik
görüşlerden oluşan mezhepler bir zenginlik ve kolaylık
sebebi olmuşlardır. Çeşitli zaman ve zeminlere göre
birisinde tıkanan yol diğerinde devam ettirilebilmektedir.


Öyle ise:


İslam'ın bir alternatıf güç olarak kendisini gösterme
kabiliyetinde olduğu günümüze benzer zamanlarda, müslümanların
meselesi mezheplerin meşruluk ya da gayrı meşruluğunu
tartışma olmamalıdır. Böyle zamanlarda bu meseleler
kasıtlı olarak körükleniyor ve müslümanların
birbirleriyle uğraşmaları ve dağılmaları
sağlanmış oluyor olabilir. Bu, müslümanların bir iç
meselesidir ve hariçte ugraşacak meseleleri kalmayınca bunu
kendi aralarında tartışabilirler....Fıkıh Ansiklopedisi
78
İSLAM-GENEL / Ynt: Nefslerin Temizliği ( Müzekkin Nüfus )
« Son İleti Gönderen: Togika 22 Ekim 2024, 01:38:44 »
- Dünyada amel-i sâlih isteseydin, nefsinin hevâ ve hevesine uymasaydın, gönlünü çürütüp dünya muhabbetleriyle dolmasaydın, nefs-i emmârenin çirkin çirkin huylarıyla huylanmasaydın, o gördüğün makam senindi. Şimdi elinden çıktı. Şimdi göreceksin ki cehennemin ateşi sana nasıl azâb edecek? şimdi tattığın azab, ona nazaran azıcıktır. Çoğunu cehennemde, oraya gittiğin ve cehenneme girdiğin zaman tadacaksın.
O ölüyü kabrinde sıktırırlar. Eğe kemikleri birbirine geçer, çatlar, patlar.
Sol tarafına doğru yürüyüp çeker giderler. Meyyitin boynu soluna döner ve öylece kalır. Bu da şerre ve cehennemlik olduğuna alâmettir. Böyleleri kıbleden de dönmüş olarak tâ kıyamete kadar azab içinde kalırlar. Her geçen gün onlara bir yıl gibi gelir.
Şimdi aziz kardeşim! Kelime-i şehadeti dilinden hiç eksiltme. Yarın Münker ve Nekir soru sorduklarında derhal diline ve aklına kelime-i tevhid gelir. Böylece senin cevabın kelime-i tevhid olur. Kelime-i tevhid ( Lâ ilahe illalllah )'dır. Mânası: Allah'tan (cc) başka ilâh yoktur. Her kim bu kelimeyi devamlı olarak söylese akıbeti hayr olur. Canı imanla çıkar. Ölümü anındaki durumu kolay ve mülayim olur. Bu dünyada bu kelimeyi çok söyleyenin, öbür dünyada da dilinden düşmez. Bu kelimeyi söylemenin faydaları pek çoktur. İleride bu hususta tafsilat vardır.
79
İSLAM-GENEL / Sabır ve önemi, niçin sabır gerekir?
« Son İleti Gönderen: Kendinibulanadam 21 Ekim 2024, 16:36:54 »
Sabrın önemi, nelere sabretmelidir,sabrın karşılığı nelerdir? Dünyada bulunan herşey,mal mülk Allah'ın tasarrufundadır ve Allah onları dilediği gibi kullanır. Bazısı engelli olur, bazısı hasta olur, bazısının bir kusuru olur, dilediğine sağlık verir,dilediğinden sağlığı azaltır yada alır. Burası bir imtihan dünyasıdır ve dünyaya insanlar imtihan için gönderilmişlerdir. Bu dünyadan sonra ya cennet ya cehenneme gönderilecektir. Bunun için sabır göstermek bir imtihandır.

 Hadis:“Her hak sahibine hakkını vereceksiniz. Hatta boynuzsuz koyunun boynuzlu koyundan kısas sûretiyle hakkı alınacaktır.”

"Derdini birine anlatanın,elinde yüz sevaptan biri kalır."(Şeytanın hileleri kitabı)

"Derdini üç gün üst üste birine anlatan, sabırlılar listesinden silinir."(Şeytanın hileleri kitabı)

Hadis:"Sabır ve dua müminin ne güzel iki silahıdır." sözü hadis olarak rivayet edilmektedir.(bk. Kenzu’l-Ummal, III/272, h.no: 6505).

Hadis:"Biz mutlaka sizi biraz korku ile, biraz açlık ile, yahut mala, cana veya ürünlere gelecek noksanlıklarla deneriz. Sen sabredenleri müjdele! Onlar öyle kimselerdir ki, başlarına musibet geldiğinde, ‘Biz Allah’a aidiz ve vakti geldiğinde elbette ona döneceğiz.’ derler. İşte Rableri tarafından bol mağfiret ve rahmete mazhar olanlar onlardır. Hidayete erenler de ancak onlardır.” (Bakara, 2/155-157).

Hadis:"Bir Müslüman’a herhangi bir musibet, bir sıkıntı, bir keder, bir üzüntü, bir eziyet, bir gam dokunursa, hatta kendisine bir diken bile batarsa, mutlaka Allah bunları onun günahlarına kefaret yapar.” (Buharî, Marda,1; Müslim, Bir, 52).

Hadis:"Ümmetim, merhamete uğramış bir ümmettir. Ahirette azap görmeyecektir. Onun azabı / cezası, dünyada başına gelen fitneler / ağır imtihanlar, depremler, masum yere öldürülmeler gibi felaketler şeklinde verilir.” (Ebu Davud, Fiten, 7).

Hadis:"Allah’ın müminler için ön gördüğü hükmü / kararı beni oldukça sevindirmektedir. Şöyle ki;
"Kendisine bir hayır / bir iyilik dokunsa Rabbine hamd eder ve şükreder. Başına bir musibet gelse hamd eder ve sabreder. Her durumda -hatta hanımının ağzına koyacağı bir lokmadan ötürü dahi- mümin için bir ücret / bir mükâfat vardır.” (Ahmed b. Hanbel, 1/173).

Sabır üç çeşittir. En önemlisi günah işlememeye sabırdır. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Sabır üç çeşittir: 1- Belaya, musibete sabır, 2- Din bilgilerini öğrenirken ve ibadetlerini yaparken sabır, 3- Günah işlememek için sabır. Belaya sabredene 300, ibadet yapmaya sabredene 600, günah işlememeye sabredene ise, 900 derece ihsan edilir.) [Ebuşşeyh]

Kur’an-ı kerimde sabrın önemi çok âyette bildiriliyor. Üç âyet meali şöyledir:
(Sabredenlere, mükafatlar hesapsız verilir.) [Zümer 10]

(Ey iman edenler, Allah’tan sabır ve namazla yardım isteyin. Allahü teâlâ elbette sabredenlerle beraberdir.) [Bekara 153]

(Ey Resulüm, kâfirlerin eziyetlerine, ülülazm Peygamberler gibi sabret!) [Ahkaf 35]

(En üstün ibadet sıkıntıya sabretmektir.) [Tirmizi]

Bir farzı yapmak veya bir günahtan kaçınmak sabırsız ele geçmez. Çünkü, (İman nedir?) diye sorulduğunda Peygamber efendimiz, (Sabırdır) buyurdu. (Deylemi)

(Hak teâlâ, sabırlı ve ihlaslı olanı, sorguya çekmeden Cennete koyar.) [Taberani]

(Kaza ve kaderime razı olmayan, beğenmeyen ve gönderdiğim belalara sabretmeyen, benden başka Rab arasın. Yeryüzünde kulum olarak bulunmasın!) [Taberani]

Bir âyet-i kerime meali:
(And olsun, sizi biraz korku, biraz açlık, mal, can ve mahsulün eksilmesiyle imtihan edeceğiz. Ey Habibim, sabredenlere [ihsanımı] müjdele!) [Bekara 155]

Bir âyet-i kerime meali:
(Hoşlanmadığınız şey sizin iyiliğinize; sevdiğiniz şey de, kötülüğünüze olabilir. Siz bilmezsiniz, Allah bilir.) [Bekara 216]

(Allah yolundaki mümine isabet eden her yorgunluk, hastalık, sıkıntı, üzüntü, keder, hatta ayağına batan diken, günahlarına kefaret olur.) [Buhari]

Sual: Kızım felçli. Bakmaya gücümüz kalmadı. Ne yapalım?
CEVAP
Her şey Allah’tandır. Sabretmekten başka çare yoktur. Allahü teâlâ sabredenle beraberdir. Sabredenlerin gideceği yer Cennettir.

Sual: Nezleye sabredilse sevap alınmaz mı?
CEVAP
Her zahmete sabreden sevap kazanır.

Kur'an-ı kerimde de, Allahü teâlânın sabredenlerle beraber olacağı ve sabredenlerin mükafatlarının hesapsız verileceği bildirilmiştir. (Enfal 46, Zümer 10)

Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Kulun günahı çoğalır da, onu yok edecek güzel ameli bulunmazsa, ona sıkıntılar gelir ve günahlarına kefaret olur.) [İ. Ahmed]

Malınızın kaybolması, evladınıza bir zarar gelmesi de günahlarınıza kefaret olur.
Yusuf aleyhisselam, zindanda iken, kendisini ziyarete gelen Cebrail aleyhisselama, babasının halini sordu. Cebrail aleyhisselam, (Baban senin hasretinden, yüz çocuk kaybeden annenin üzüntüsü gibi acı çekmektedir) dedi. Babasının bu acıya katlanmasının mükafatını sordu. (Baban yüz şehid sevabı almıştır) dedi.

Sual: Sigarasızlığa sabreden cihad sevabına kavuşur mu?
CEVAP
Nefsiyle mücadele eden, cihad-ı ekber sevabı kazanır.

Hadis:"Bir müslümanda üç beladan biri kesin olur. Ya hasta olur,ya hor ve hakir görülür, ya fakir olur." (Cübbeli Ahmet Hoca'dan alıntı yapılmıştır.)
Daha fazla sabır ile ilgili hadis için aşağıdaki linkteki siteden faydalanabilirsiniz. Link aşağıdadır.
https://islamalimleri.de/sabir
80
FIKIH VE İTİKAD / Ynt: DÖRT HAK MEZHEP (AMELDE)
« Son İleti Gönderen: ihvan23@hotmail.com 21 Ekim 2024, 10:08:45 »
Numan’ın kölesi
Büyüklerden biri anlatır: Vasıt şehrinde faziletli bir zat vardı. İsmi Numan'ın kölesi idi. Bu zatı bulup isminin niçin böyle olduğunu sordum:
- Sen o yüksek imamın nasıl kölesi, azadlısı oldun?
- Annem bana hamile iken doğuma yakın ölmüş. Yıkayıcılar, annemi yıkarlarken karnındaki çocuğun canlı olduğunu anlamışlar, durumu Hazret-i İmama anlatmışlar, o da hemen karnını sol taraftan yarın, çocuğu çıkarın demiş. Doktor, aynı yerden karnını yarıp beni çıkarmış. Bunun için onun azadlısıyım, ona daima dua ederim.

İnsan büyük günah işlemekle kâfir olmaz
İmam-ı Ebu Yusuf anlatır:
Ebu Hanife hazretlerinin zamanında Harici mezhebinde olanlar çoktu. Harici mezhebinde olanlar, [vehhabiler gibi] şöyle düşünürlerdi: (İnsan büyük günah işlemekle kâfir olur.)

İslamiyet’te büyük tefrikaya sebep olan bu sözü Ebu Hanife hazretleri kabul etmez, bir kimsenin günah işlemekle dinden çıkmayacağını, sadece haram işlemiş olacağını, bunun ise azabı gerektireceğini, Ehl-i sünnet vel cemaat mezhebinin böyle olduğunu bildirerek Haricilerin sözlerine karşı uyanık olunmasını emrederdi.

Hariciler, Hazret-i İmamın, Harici mezhebinin bozuk olduğunu anlattığını duyunca galeyana geldiler. İçlerinden kırk tane eşkıya şöyle bir karar aldılar: (Ebu Hanife'ye gider, onunla konuşuruz, mezhebinden ve sözlerinden dönerse ne ala, dönmezse başını gövdesinden ayırırız.)

Biz Hazret-i İmamın kalbleri ihya eden sözlerini dinliyorduk. Kılıçları omuzlarında asılı bir sürü sapık izin almadan içeri girdi. Hazret-i İmamı öldürmek istiyorlardı. Dediler ki:
- Sana iki sualimiz var, bize cevap ver. Bizim istediğimize uygun cevap verirsen kurtulursun. Mezhebimize aykırı cevap verirsen kaçamazsın, seni burada öldürürüz.

Hazret-i imam onların bu haline aldırmayıp buyurdu :
- İnsaf ile mi, yoksa isyan ve inat ile mi konuşacağız?
- Her işte insaflı olmak, doğru söze karşı kalblerin saf olması gerektir, dediler.

- O halde kılıçlarınızı kınlarına sokunuz, böyle yalın kılıç durmanız insafla bağdaşmaz.
Gelenler yine inat ve isyanla konuştular:
- Kılıçlar kınlarına girmez, kana boyanmak niyetiyle gelmiştir.
- HasbünAllah, soracaklarınızı sorun. Konuşalım.

- Bir kimse şarap içip sarhoş olarak ölse, bir kadın da zina edip doğurduğu çocuğu öldürse, kendisi de nifas hali bitmeden ölse, bu iki facirin hallerinin ne olduğunu, namazlarının kılınıp kılınmayacağını bize anlat.
- Önce siz insafla şu sorularıma cevap verin. Onlar yahudi, mecusi veya hristiyan mıdır?
- Hiç biri değildir.

- Ya hangi dindendir?
- La ilahe illAllah Muhammedün resulullah derler, Peygamber aleyhisselamın Allahü teâlâdan getirdiklerini kabul ederlerdi, fakat bu büyük günaha düçar oldular.

- Onların hallerini ve hasletlerini saydınız. Bu üç şey iman mıdır, küfür müdür, insafla konuşup doğrusunu da siz söyleyin.
- Bu üç haslet imandır.

- Evet dediğiniz gibidir. Şimdi söyleyin bakalım, bu hasletler imanın nesidir, yarısı mı, üçte biri mi veya hepsi midir?
- Bu üç şey imanın tamamıdır. İman ancak bunlara denir.

- Mademki imanlı olduklarına kendiniz şehadet ediyorsunuz, o halde onlardan ne istiyorsunuz?

Hariciler kendi sözleriyle böylece mağlup oldular, hepsi de kılıçlarını kınlarına koyup bozuk mezheplerini bırakıp ehli sünnet oldular.

Fatihasız namaz olmaz!
İmam-ı a’zam Ebu Hanife hazretlerinin, (Cemaatle namaz kılarken, imama uyanlar, Fatiha ve zamm-ı sure okumaz) dediğini duyanlardan on kişi, Hazret-i imamın huzuruna gelip derler ki:
- İmamın okumasını kâfi görüp, cemaate Kur’an okutmadığını işittik. Halbuki, Fatihasız namaz olmaz. Elimizde bunu ispat eden kuvvetli deliller vardır. Hakkın ortaya çıkması için tartışmaya geldik.
Hazret-i imam der ki:
- Ben bir kişi, siz on kişisiniz, hepinizle aynı anda nasıl tartışayım?
- Nasıl tartışmak istiyorsunuz?

- İçinizden en bilgili, âlim olanı seçin, onunla konuşayım. O, kendi ile birlikte hepinizin adına konuşsun.
- Teklifiniz uygun...

- O beni yenerse, hepiniz beni yenmiş olacaksınız, ben onu yenersem, hepiniz yenilmiş olacaksınız. Kabul mü?
- Peki kabul ettik.

- Tartışmayı ben kazandım.
- Nasıl olur, daha başlamadık bile...

- Siz, seçtiğiniz âlimin hepinizin adına konuşmasını kabul etmediniz mi?
- Evet...

- Ben de, sizin kabul ettiğinizi kabul ediyor, aynı şeyi söylüyorum. Herkesin tâbi olduğu imam, kendi adına ve ona uyup, imam kabul edenler adına Kur’an-ı kerim okur, cemaat okumaz. Siz nasıl bir kişiye güvenmişseniz ben de imama güvendim. Anlaşamadığımız bir nokta kaldı mı?
- Evet anlaştık.

Oğlumun öğrendiğini az görme!
Oğlu Hammad, Fatiha suresini sonuna kadar öğrenince, Hazret-i İmam oğlunun hocasına beş yüz akça hediye etti. [Başka bir rivayette bin gümüş hediye etti.]
Oğlunun hocası dedi ki:
- Ne yaptım ki bana bu kadar para gönderdi? Hazret-i İmam onun yanına gidip buyurdu ki:
- Sana az hediye ettiğim için özür dilerim. Oğlumun öğrendiğini az görme! Allahü teâlâya yemin ederim ki, yanımda bundan başka param olsaydı, Kur'an-ı kerime tazim için hepsini sana verirdim.

Dua ile anmaktan başka
Hazret-i İmama sordular :
- Alkame mi efdaldir, yoksa Esved mi?
- Onları dua ve istigfar ile anmaktan başka hiç bir şeye kudretim yok ki, hangisinin büyük olduğunu nasıl söyleyeyim?

Hocasına saygısı
İmam-ı a’zam hazretleri buyurdu ki:
(Aramızda yedi sokak olmasına rağmen Üstadım Hammad'ın evine doğru ayaklarımı bir kere uzatmış değilim.)
Yine buyurdu ki:
(Üstadım Hammad vefat ettiğinden beri, her namazımda onun için, annem babam için, kendilerinden ilim öğrendiklerim için, kendilerine ilim öğrettiklerim için istigfar ettim. Hiç bir namazda unutmuş değilim.)

Kıymetli söz ve nasihatlerinden bazıları:

“Din ilminde konuşan kimse, Allahü teâlânın kendisine: «Benim dinimde sen nasıl fetva verdin, nasıl söz söyledin?» sualini sormayacağını zannediyorsa, kendisine ve dinine gevşeklik etmiş olur.”

“Şaşarım şu kimselere ki, zanla konuşurlar ve onunla amel ederler!”

“Dinin alışveriş kısmını bilmeyen, haram lokmadan kurtulamaz ve ibadetlerin sevabını bulamaz. Zahmetleri boşa gider ve azaba yakalanır ve çok pişman olur.”

“Bir kimse fıkıh bilmez, fıkhın kıymetini ve fıkıh âlimlerinin değerini bilmezse, böyle âlimlerle oturmak [kitaplarını okumak, fıkıh öğrenmek] kendisine ağır gelir.”

“Günah işlemeyi zillet; günahı terk etmeyi mürüvvet gördüm ve bildim.”

“Bir kimsenin ilmi, kendisini Allahü teâlânın yasaklarından men etmiyorsa, o kimse büyük tehlikededir.”

“Allahü teâlâ bize, insanların mümin olanlarını sevmemizi, onlara karşı saygı beslememizi ve asla kırıcı olmamamızı, kalblerinde ne sakladıklarını bilemiyeceğimizi, hareketlerimizi buna göre ayarlamamızı emretmiştir.”

“Allahü teâlâ, kendisine şükür ismini vermiştir. Çünkü Allahü teâlâ, iyiliği mükafatlandırır. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir.”

“Kulların birbirlerine karşı işledikleri suçlar, kendileri için bir zulümden ibarettir.”

“İnsan, her şeye şifa veren tek varlığın Allahü teâlâ olduğuna inanır; bununla beraber derdine deva olması için ilaç kullanır. Çünkü ilaç bir sebeptir. Şifasını verecek olan ise Allahü teâlâdır.”

“Mümin, Allahü teâlâdan korktuğu kadar hiçbir şeyden korkmaz. Şiddetli bir hastalığa yakalanır veya feci bir kaza veya belaya uğrarsa, gizli veya aşikâr; “Ya Rabbi, bana bu belayı neden verdin?” diye şikayetçi olmaz. Bilakis hastalığa, belaya ve kazaya rağmen Allahü teâlâyı zikir ve şükreder.”

“Mümin, Allahü teâlânın kendisini devamlı murakabe ettiğini bilir. Kimsenin bulunmadığı bir yerde veya herkesin yanında olsun, mutlaka Allahü teâlânın onu kontrol ettiğine inanır. Krallar ve sözde büyük adamlar ise, ne gizli ve ne de aşikâr bir yerde herhangi bir şahsı murakabe edemezler.”

“Eshab-ı kiramdan bize gelen, bildirilen her şeyin başımızın üstünde yeri vardır.”

Talebesi Yusuf bin Halid es-Semti bir vazifeye tayin edilip Basra’ya giderken Hazret-i İmam ona şu vasiyetlerde bulunmuştur:

“Basra’ya vardığında halk seni karşılayacak, ziyaret ve tebrik edecek. Herkesin değer ve yerini tanı, ileri gelenlere ikramda bulun, ilim sahiplerine hürmet et, yaşlılara saygı, gençlere sevgi göster, halka yaklaş, fâsıklardan uzaklaş, iyilerle düşüp kalk, Sultanı küçümseme, hiçbir kimseyi hafife alma. İnsanlığında kusur etme, sırrını hiç kimseye açma, iyice yakınlık peyda etmedikçe kimsenin arkadaşlığına güvenme, cimri ve alçak insanlarla ahbablık kurma, kötü olduğunu bildiğin hiçbir şeye ülfet etme!

Seninle başkaları arasında bir toplantı akdedilir veya insanlar mescitte senin etrafını sarıp aranızda bazı meseleler görüşülürse, yahut onlar bu meselelerde senin bildiğinin hilafını iddia ederlerse onlara hemen muhalefet etme. Sana bir şey sorulursa ona herkesin bildiği şekilde cevap ver! Sonra bu meselede şu veya bu şekilde görüş ve delillerin de bulunduğunu söyle. Senin bu türlü açıklamalarını dinleyen halk, hem senin değerini, hem de başka türlü düşünenlerin değerini tanımış olur. Sana, bu görüş kimindir? diye sorarlarsa, fakihlerin bir kısmınındır, de! Onlar, verdiğin cevabı benimserler ve onu sürekli olarak yaparlarsa, senin kadrini daha iyi bilir ve mevkiine daha çok hürmet ederler.”

Seni ziyarete gelenlere ilimden bir şey öğret ki, bundan faydalansınlar ve herkes öğrettiğin şeyi belleyip tatbik etsin. Onlara umumi şeyleri öğret, ince meseleleri açma. Onlara güven ver, bazen onlarla şakalaş ve ahbablık kur. Zira dostluk, ilme devamı sağlar. Bazen de onlara yemek ikram et. İhtiyaçlarını temine çalış, değer ve itibarlarını iyi tanı, kusurlarını görme. Halka yumuşak muamele et, müsamaha göster, hiçbir kimseye karşı bıkkınlık gösterme; onlardan biri imişsin gibi davran.”

İmam-ı a’zam hazretlerinin bir talebesine yaptığı vasiyetlerden bazıları da şöyledir:
“Konuşurken yüksek sesle konuşma. Hiç bir işinde acele etme, teenni ile hareket et. Acele şeytandır.

Susmayı âdet edin. Her ayda birkaç gün oruç tut. Nefsini hesaba çek, ilmi muhafaza et. Böylece amelinden iki cihanda faydalan. Dünya nimetine ve sağlığına güvenme. Bu nimetlerin hepsinden sorguya çekileceksin. Sakın ölümü hatırından çıkarma. Kur’an-ı kerim okumaya devam et.

Kötü kimseyi; kötülüğü ile anma, bir iyiliğini bul, onu söyle. Eğer kötülüğü din hakkında ise, bid’at ise onu insanlara söyle ve ona uymaktan onları koru.

Bid’at ehlinden uzak dur. Küfür ehli ile zaruretsiz konuşma, mümkünse onları İslam’a davet et, değilse, onlarla görüşme [diyaloga girme]. Anneni, babanı, üstadını hayır duadan unutma. Ezan okununca, hazır ol, herkesten önce mescide gel.

Komşudan gördüğün ayıpları, emanet bil; sakla, kimsenin sırrını kimseye söyleme. Seninle istişare edene doğruyu söyle. Cimrilikten sakın. Tamahkâr olan mürüvvetsiz olur. Her işte mürüvveti gözet. İhtiyacın olsa da, kimseden bir şey isteme. Dünya ehline rağbet etme. Kabirleri ziyaret et.

Yolda giderken sağına soluna bakma, önüne bak. Bahşiş verilen yerlerde herkesten daha çok ver. Bir cemaat içinde iken, onlar teklif etmeden imam olma. Kadınların, kızların, gençlerin toplandıkları yerlere gitme. Fısk, çalgı, müzik ve diğer haram bulunan eğlence yerlerine girme.

İlim meclisinde sakın kızma. İnanılması zor olan hikayeleri anlatma. Bu nasihatimizi, canı gönülden kabul et. Bunlarla dünya ve ahiretini süsle. Zira bunlar senin ve herkesin iyiliği içindir. Bu yolda git ve herkese de tavsiye et .”

Vefatı
İmam-ı a’zam bütün zorlamalara rağmen hükümet ve siyaset işlerine asla karışmadı. İkinci Abbasi halifesi Ebu Cafer Mensur zalim idi. Bu yüzden İmam-ı a’zamı hapsettirip işkence yaptırdı. Her gün vurulacak sopa adedini arttırdı. Sopa adedi yüz olduğu gün, İmam yıkıldı. Yatarken ağzına zehir akıttılar, şehit oldu.

Büyük âlimlerden Şu’beye vefat haberi ulaşınca; “İlim ışığı söndü, ebediyen onun gibisini bulamazlar” dedi. Vefatından sonra çok kimseler onu rüyasında görerek ve kabrini ziyaret ederek, onun şânının yüceliğini dile getiren şeyler anlatmışlardır. İmam-ı Şafii buyurdu ki:
“Ebu Hanife ile teberrük ediyorum. Onun kabrini ziyaret edip faydalara kavuşuyorum. Bir ihtiyacım olunca iki rekat namaz kılıp, Ebu Hanife’nin kabrine gelerek onun yanında Allahü teâlâya dua ediyorum ve duam hemen kabul olup isteklerime kavuşurum.”

“Yüz elli senesinde dünyanın ziyneti gider” hadis-i şerifinin, imam-ı a’zam için olduğunu İslam âlimleri bildirmiştir. Çünkü o tarihte imam-ı a’zam gibi bir büyük vefat etmemişti. Mezhebi, İslam âleminin büyük bir kısmına yayıldı. Selçuklu Sultanı Melikşah’ın vezirlerinden Ebu Sa’d-i Harezmi imam-ı a’zamın kabri üzerine mükemmel bir türbe ve çevresinde bir medrese yaptırdı. Daha sonra Osmanlı padişahları bu türbeyi defalarca tamir ettirdi.

Eserleri:
İmam-ı a’zamın eserleri pek çok olup zamanımıza kadar ulaşmış olanları başlıca on tanedir. Aslında akaid ve fıkıh ilimlerinde rivayet edilen bütün meseleler onun eseridir.

1- Risale-i Redd-i Havaric ve Redd-i Kaderiyye: İmam-ı a’zamın usul-i dinde ilk yazdığı eserdir.

2- El-Fıkh-ul-Ekber: Akaide dairdir. Bu eserin birçok şerhi yapılmış olup, başlıcaları şunlardır: El-Kavlül-Fasl; Muhyiddin bin Behaeddin tarafından yapılan şerhidir. Bu kitap Hakikat Kitabevi tarafından ofset yoluyla basılmıştır. Pezdevi, Ebu’l Münteha ve imam-ı Matüridi tarafından yapılan şerhleri de meşhurdur.

3- El-Fıkh-ül-Ebsat: İmam-ı a’zam bu eserinde istita’at (insan gücü) hayır ve şer, kaza ve kader meselelerini açıklamaktadır.

4- Er-Risale li Osman Büsti: Eserde iman, küfür, irca ve va’id meseleleri açıklanmıştır.

5- Kitab-ül-Âlim vel-Müteallim: Bu eserde muhtelif meseleler hakkında Ehl-i sünnet itikadını bildirmek için tertiplenmiş soru ve cevaplar vardır.

6- Vasiyyet-i Nukirru: Eserde Ehl-i sünnet vel-cemaatin hususiyetleri anlatılmakta, akaid ve farzların hudutları açıklanmaktadır. Bu vasiyetten başka oğlu Hammad’a ve talebesi Ebu Yusuf’a yaptığı vasiyet olmak üzere on beş kadar vasiyetnamesi vardır.

7- Kaside-i Numaniyye

8- El-Asl

9- El-Müsned-lil-İmam-ı a’zam Ebi Hanife

Sayfa: 1 ... 6 7 [8] 9 10