Son İletiler

Sayfa: 1 ... 4 5 [6] 7 8 ... 10
51
Birinci Akabe Biati
Ertesi sene hac mevsimi gelince Medinelilerden on iki ki şi Mekke'ye geldi. O zaman Peygamber Akabe denilen yerde idi. Bunlar, kendisiyle buluşarak Akabe biatinı yaptılar. «Allaha şirk koşmayacaklarına, hırsızlık, zina yapmayacaklarına, çocuklarını öldürmeyeceklerine, kadınlarla, kendi kocalarından olmayan çocukları kocalarına mal etmek iftirasına kalkışmaya­caklarına, Allah yolunda herhangi bir işi yapmaktan içtinap et­meyeceklerine dair Peygamberle el tutuşarak biat ettiler. Her kim bu biati tutarsa ona cennet vardır. Bu yasaklardan her­hangi birini işleyen olursa Allah onu isterse cezalandırır, ister­se günahını bağışlar. Bu zevat biati yaptıktan ve hac mevsimi geçtikten sonra Medine'ye dönmüşlerdir..MEDINE'YE DAVET
Birinci Akabe biatl ıları olan on iki kişi avdetlerinde Ensar, yâni yardımcı ismini alan Medinelilere Islâmiyeti yaydılar. Bunlar da Peygambere yazdıkları mektuplarda, kendilerine îs lam dinini anlatacak ve Kur'an ı okutacak birisini göndermele­rini istediler. Resûl-i Ekrem, müslüman olanlara dini talim eder ve İslâmı zihniyetiyle onları yetiştirir, Islâmiyetin haki­katini anlayıp kavrayıncaya kadar onları terk etmezdi. Çünkü müslümanlık terbiyesi her müslüman için çok lüzumlu oldu­ğundan bunun gerçekleşmesi ve islâm imanının kuvvetlenmesi için gayret eder ve öylelerine vazifelerini anlatarak İslâmiyetin kökleşmesini sağlarlardı. Müslüman olanlar bunu işittikleri için kendilerine muallim göndermesini istemişlerdir. Peygam­ber (S.S.) Amir oğlu Musa'ibi onlara göndermiş, o da Zirare oğlu Es'ad'in evine gelmiştir. Bu zat halkı îslâmiyete davet eder ve onlara Kur'an-ı Kerim okurdu, onlar da birer ikişer müslüman olurlardı. Böylece islâmiyet Ensarın evlerinden etrafa yayılmıştır. Ancak Evs kabilesinden bazı insanlar bunun haricinde kalmışlardır.

Musa'ib onlara Kur'an okutur ve öğretirdi. Onlara cuma namazı kıldırmak için Peygambere yazdığı bir mektupla izin istemiştir. Aldığı müsaadenamede Yahudilerin cumaertesi günlerini saygı ile karşıladıkları güne bak (yani cuma günü­ne), güneş zevali geçince iki rekâtla Allaha kulluk et, onlara hutbe oku!» denilmektedir. Bunun üzerine Amir oğlu Musa'îb ile Es'ad'in evinde on iki kişi oldukları hâlde cuma namazını kılmışlar, o gün bir koyun kesmişlerdir. Müslümanlıkta ilk cu­mayı kılanlar bunlar olmuşlardır. Musaib Medine'de dolaşarak halkı İslama davet ediyor ve onlara dini talim ediyordu. Bir gün Zirare oğlu Es'ad Eshel oğullariyle Zafer oğullarının evle­rine götürmek üzere Musa'ib ile yola çıktı. Miâz'ın oğlu Esad, Zirare oğlu Es'ad'in teyzezadesi idi. Musa'ibi Zafer oğullarının bahçelerinden birine soktu. Bu bahçe Merk denilen kuyunun yanında idi. İkisi bahçede oturdular, yanlarına Müslüman olan­lardan bazıları geldiler, o günlerde Maaz'ın oğlu Sa'd ile Hadırin oğlu Esed Abdül Eşhel kabilelerinin eşrafından idiler. Her ikisi de, kendi kabilelerinin dini olan putperest idiler. Bunlar İslamiyetin yayılmakta olduğu haberini duydular. Bunlardan Maaz oğlu Sa'd, Hadır oğlu Üseyd: Yardımcın Allah olsun kalk; cahillerimizi i ğfal için gelen bu iki kişiye gidip onları azarla ve evimize gelmelerine mâni ol. Eğer Zirare oğlu Ed'ad bildiğin gibi akrabam olmamış olsa idi işi sana bırakmazdım, o benim teyzemin oğlu olduğundan benim için kimse onu geçemez dedi. Hadır oğlu Üseyd de hançerini alarak onların yanına geldi. Zirare oğlu Es'ad onu görünce arkadaşlarına: Bu, kabilenin sergerdesidir, ona Allahın bildirdiklerini tebliğ et, göreyim seni dedi. Buna cevaben Mus'ab; oturursa kendisiyle konuşurum dedi. Üseyd, ikisinin karşısına asık suratla dikildi ve cahilleri­mizi iğfal için bize neye geldiniz, canınızı kurtarmak istiyorsa­nız buradan çekiliniz dedi. Mus'ab şu mukabelede bulundu: Otur da bizi dinle. Sözlerimiz hoşuna giderse kabul edersin, beyenmezsen ondan içtinap edersin. Üseyd, doğru söylüyorsun diyerek hançerini elinden bırakarak yanlarına oturdu. Mus'ab ona İslâmiyetten bahsetti ve Kur'an okudu. İki arkadaşın son­radan anlattıklarına göre Üseyd daha başlamadan yüzünün tatlılığında ve tebessümlerinde müslümanlığın bütün nurlu alâmetleri müşahede edilmekte idi.

Üseyd; ne güzel şeydir bu dedi ve sordu: Bu dine girmek için siz ne yapıyorsunuz? Cevap verdiler: Yıkanırsın, üst başı­nı temizlersin, şahadet getirirsin ve iki rekât namaz kılarsın... Üseyd kalktı, yıkandı, elbisesini temizledi, şahadet getirdikten sonra iki rekât namaz kıldı ve iki arkadaşına şöyle hitap etti : Benim arkamda bir insan var, o bize uyacak olursa kabilesin­den bize tâbi olmayacak kimse kalmaz, onu şimdi size göndere­yim, o; Maaz oğlu Saaddır dedi. Sonra hançerini alarak Saad ve kabilesi nezdine gitti. Maaz oğlu Es'ad arkadaşının gelişini görünce: Yemin ederim ki Üseyd'in bu gelişi, buradan yanımız­dan ayrıldığı hâle benzemiyor. Üseyd yanlarına varınca Saad, ona ne yaptığını sordu. Cevap şu : iki adamla görüştüm, ikisin­den de bir zarar görmedim, yasağımızı kendilerine bildirince, arzunuzu yaparız diye mukabele ettiler. Fakat öğrendiğime gö­re Harise oğullan Zarare oğlu Es'adı öldürmek için onların üstüne gitmişler, çünkü senin teyzezaden olduğunu öğrenmiş­ler, seninle olan analarını bozmak istememişler dedi ve ilâve etti: Saad k ızdı ve kendisine anlatılanlardan endişelenerek han­çerini kaptı. Seni bu işi başaramamış görüyorum diye çıkıştı. Üseyd anlattı : Mus'ab ve Es'ad'ın yanlarına vardığım vakit ikisini de sakin ve telâşsız buldum, onlara asık suratla gittim, bana Es'ad dedi ki: Ey İmamenin babası, yanımıza fena fikirle geliyorsun, aramızda akrabalık olmasa idi bu muameleyi bize yapmazdın dedi ve: Ey Mus'ab kabilemizin sergerdesi geliyor, eğer sana uyacak olursa ötekiler muhalefet etmezler. Bana de­diler ki; oturup bizi dinler misin, söylediklerimizi beğenirsen, ne âlâ, hoşlanmazsan, sevmediğin şeyi senden geri alır ve senden uzaklaşırız, Saad da bunu tasdik etti. Sonra bana müslümanlığı anlattılar, yıkandım, elbiselerimi temizledim ve iki rekât namaz kıldım.

Üseyd kabilesine avdet ederken halk; Allaha kasem ederiz ki Sa'ad size dönüp geldiği vakitki yüzü yanımızdan ayrıldığı yüz değildir dediler. O da gelip karşılarında durarak: Ey Abdül-Eşhel oğullan! Beni nasıl tanırsınız diye sordu. Aldığı ce­vap şu oldu :

Bizim b üyüğümüz ve görüşü en kıymetli olanımız, düşün­cesinde en uğurlu olanımızsın dediler. O da; Allaha ve Resulü­ne iman edinceye kadar erkek veya kadınlarınızla konuşmak bana haram olsun mukabelesinde bulundu. Mus'ab Allaha ye­min ederek Abdül-Eşhel'in yanında kaldı. O gün akşama kadar erkek ve kadınlardan müslüman olmayan kimse kalmadı. Mus'ab, Zarere oğlu Es'ad'in evine dönerek halkı İslâmiyete davete devam etti. Ta ki, Ensârın evlerinin içinde ve dışında müslüman olmayan hâne kalmadı. Mus'ab Medine'de Evs ile Harzec kabilelerinin arasında oturarak onlara hak dinini öğre­tiyordu. Ensârın Allahın emirlerine itaat ve hakka yardımları­nın arttığım görerek bahtiyar oluyordu. Halka, Allahın emir­lerini bildirmek ve onları îslâmiyete davet etmek için kapı ka­pı dolaşır, çiftçiler tarlalarında çalışırken onlarla görüşür ve kendilerini dine davet ederdi. Ayrıca halkın ileri gelenleriyle de görüşerek onları da hak dinine davet ederdi. Öylesine ki bir sene içinde Medine'de kendilerini şaşkınca putperestliğe kap t ırmış olanları Allanın birliğine imana ve hakka çevirmiş oldu. Allaha şirk koşma ve alış verişte terazi hilelerine karşı nefret eder hâle geldiler. Böylece Mus'ab ve arkadaşlarının himmetleriyle bir sene içinde Medine şehri müşriklikten müslümanlı ğa dönmüş bulunuyordu.
52
Intisar Sahasinin Genislemesi
Kureyşlilerin kötülükleri arttığı için Peygamber ve müslümanlar çok sıkıldılar. Takif kabilesi, Peygamberi Taif'de kötü muamelelerle reddettikten ve hac i çin gelip de kendilerine müslümanlık namına müracaat edilen Kende, Keleb, Benî Amr, Benî Hanife kabileleri de îslâmiyeti reddettiklerinden kabilelerin yardımlarından ümit kalmamış olup Kureyşlile-den de kimsenin müslüman olması beklenemez olmuştur. Kureyşlilerden maada Mekke'ye komşu olan kabilelerle, Arab memleketlerinin her tarafından Mekke'ye hac için gelen diğer kabileler, Muhammed'in içinde bulunduğu yalnızlığı ve kendi­sini sarmış olan Kureyşlilerin husumetini görünce Peygamber­den büsbütün yüz çevirmişlerdir. Peygamber (A.S.) Allahın kendisine verdiği nübüvvet vazifesini ancak o güne kadar ken­disine iltihak edenlerin mahdut varlığiyle ifa ediyordu. Günler geçtikçe Peygamberin yalnızlığı ve Kureyşlilerin kinleri artı­yordu, insanlar da kendisinden uzaklaştıkça uzaklaşıyordu. Bütün bunlara rağmen Resûli Ekrem ve etrafındaki ashabı bu hâllerin hepsine göğüs geriyor, Allahın yardımına inanıyor ve hak dininin diğer bütün dinlerden üstün kılacağına dair iman­ları her vakitkinden kuvvetli bulunuyordu. Her fırsatta davet vazifesini yapıyordu. Hac zamanı gelip Arabistandaki halk Mekke'de toplandıkça onların daveti kabul veya çirkin şekilde red etmelerine bakmayarak onları İslama davet ediyordu. Allah'ın kendisine tevdi ettiği resalet vazifesini halka bildirirken Kureyşlilerden iyiyi, kötüyü tefrik edemeyenlerin kendisine sataşmaları ve kötü muameleleri, ruhundaki iyilik sebebiyle onu yolundan alıkoymuyordu. Allahın onu İslâm dininin tami­mi için gönderdiğine, kendisinin yardımcısı olduğuna beheme­hal bu hak dinini meydana çıkaracağına olan imanını muhafa­za ediyordu. O günler davet işinin duraklamasından ve Ku­reyşlilerin kötü muamelelerinden bizar olarak Allahın lûtfunu ve yardımını bekledi, durdu. Bu intizar fazla sürmemiş, zafer müjdeleri Medine'den gelmeğe başlamıştır. Şöyle ki Harzec ka­bilesinden birtakım insanlar hac zamanında Mekke'ye geldik­lerinde Peygamber onlara tesadüf edip, kendileriyle konuşmuş, hâl ve hatırlarını sorduktan sonra onları hak dinine davet et­mişti. Onlar da birbirlerine bakarak söyle söylenmişlerdir :

Yahudilerin, gelece ğini haber verip durdukları Peygamber, Allah bilir ki budur. Sakın onlar bizden evvel davranıp da kendisine sahip çıkmasınlar dîye Peygamberin dâvetine icabet et­tiler.

Evs ve Harzec kabileleri; aram ızdaki kadim husumet ve fe­nalıkları bir tarafa bıraktık, senin ile birlikte olursak Allah aramızdaki ayrılığı kaldırır bizi toplu bir hâle koyar, biz de sa­na zahir olursak senden daha muteber ve kuvvetli kimse olmaz dediler. Bunlar Medine'ye döndüklerinde hemşehrilerine müslüman olduklarını söyleyince, onlar da bu yeni dine amade gö­nülleri ve hakikate susamış varlıklariyle dahil oldular. Artık Evs ve Harzec kabileleri içinde Muhammed'in (S.S.) ismini duymayan kimse kalmamıştı.
53
Davet Devrelerinde Iki Safha
Peygamber (S.A.S.) Mekke'de birbirini takip eden iki devr e geçirmiştir. Bunun birincisi talim ve terbiye, fikir ve irade hazırlığı, ikincisi de davet ve mesai... Birinci devrede fikirleri şahıslarda canlandırmak ve bu fikirler etrafında halkı kitleleştirmek, İkinci devrede ise, bu fikirleri hayat ve mücadele­sine tatbikle cemiyeti ileti götürecek bir kuvvet haline getir­mektir. Zira tatbik edilmeyen fikirler çıplak birer bilgiden iba­rettir. Bu malûmatın kitaplarda ve kafalarda kalması arasında bir fark yoktur, çünkü bir yerde hapsedilmiş demektir. Bunun için hayatta tatbik edilmeyen fikirlerin kıymeti yoktur. Fikir­ler işlenebilmek için halkta nazariye halinden faal bir kuvvet haline mutlaka geçirilmelidir. İnsanların çeşitli cemiyetleri o zaman ona inanır, onu anlar ve üzerlerine alarak tatbikine uğ­raşırlar. O zaman da ifası gerekli bir netice olur. Peygam­ber (S.A.S.) Mekkede her iki devrede daveti böyle yürütmüş­tür. Birinci devir, halkın İslama daveti ve İslâm zihniyeti ile kafaların yetiştirilmesi ve islâm hükümlerinin kendilerine iza­hı, İslâm inancı üzerine kitle haline gelenlerin toplanmaları... Bu devre, davet işinde gizli çoğalma devridir. Öyle ki: Peygam­ber (S.A.S.) davet işine fasıla vermiyerek İslama gelenleri İs­lâm fikirleriyle yetiştirmeğe devam ediyor ve Erkam oğlunun evine, halkalara ayrılmış kitle halinde yetiştirici kimseler gön­deriyor. Müslümanlar, evlerinde de, dağ aralarında da, Erkam'ın evinde de hep gizli olarak toplanarak çoğalıyor, her gün imanları, her gün birbirine alâkaları ve bağları artıyordu. Her gün yüklendikleri bu mühim vazifenin iç yüzüne nüfuzları ar­tıyor ve bu yolda fedakârlığa hazırlanıyorlardı. Vakta ki İslâmiyet ruhlarında kökleşmiş, bu iman vücutlarındaki kan gibi cereyana başlamıştır. O zaman kendileri bu hak dininin yolcusu olmuşlardır. Bu sebeple gizli olarak çalışmalarına ve top­luluklarını ve toplantılarını saklı yapmalarına rağmen bu İs­lama davet keyfiyeti içlerinde saklı kalamadı. Müslümanlar; güvendiklerine ve daveti kabule müsait sevdikleri kimselere a çılmağa başladılar. Böylece halk bunu duymuş ve mevcudi­yetlerini hissetmiştir. Böylece davet işi başlangıç noktasını geçmiş ve yürümeğe başlamıştır. Bu yürüyüş halkın alâkası­nı çektiğinden uğraşmalar başlamıştır. Bu; gizli toplanma ve birleşmenin birinci devresidir ki kuruluş, talîm ve terbiye dev­ri olarak bitmiştir. Mücadele ve gayret devri olarak ikinci dev­reye geçmek zor oldu. Bu devirde halka Müslümanlık anlatı­lacak, onlar da İslâmiyetle cevaplaşacak ve ona kabul yüzü. göstererek canla, başla karışacak veyahut ondan yüz çevirip üzerine çullanacaklar, böylece İslâm düşünceleriyle çatışacak­lar, bunun neticesinde kâfirlik mağlûp olarak iman ve iyilik kökleşecek ve doğru düşünce zafer kazanacaktır. Çünkü akıl­lar ne kadar inad ederse etsin, doğru ve sağlam düşünceler karsısında ne kadar mukavemet ederse etsin, nihayet onun tesirine ram olur. Böylece en hararetli devre başlamış, fikir­ler ve Müslümanlarla kâfirler arasında çarpışma kendini gös­termiştir. Peygamberin (S.A.S.) ashabiyle birlikte Arapların daha evvelden bilmedikleri bir tertip ve bir topluluk halinde Kâbeyi tavaf ettiği ve resaletini ilân ettiği zaman mebde' te­lâkki edilebilir. Bundan sonra peygamber, risalet vazifesini bütün halka gündüzleri açık ifadeler ve açık çehre ile yapma­ya ve meydan okumaya başlamıştır.

Allahm birli ğine inanmayı, putperestliği ve Allaha şirk koşmayı reddetmeyi ve bu hususları idrakten âciz baba ve de­delerin batıl dinlerini körü körüne örnek tutmayı telkin eden Peygamber kendisine nazil olan âyetleri ve bu âyetlerde hileli alış veriş etmemek hususundaki hükümleri tebliğ etmekte idi. Bu âyetler faizciliğe, hileli ticaret ve hileli ölçülere aleyhtardı. Peygamber, insanlarla toplu bir halde Müslümanlık hakkında konuşmalar yapmakta idi. Kavmini evinde yemeğe davet eder, kendileriyle konuşur ve onlardan Müslüman olup kendisine yardıma olmalarını isterdi, Buna en kötü şekilde muhalefet edenleri Safa denilen din merasimi yerlerinde toplar, onlarla konuşurdu. Kureyşlilerin ileri gelenleri ve meselâ Ebu Leheb en fena şekilde bu işi bozmağa çalışırdı. Kureyşlilerden başka di ğer Araplarla Peygamberin arasında düşmanlık artmakta idi. Böylece cemaatin talim ve terbiyesi evlerde, dağ araların­da ve Erkam'ın evinde yapılan içtimalarda yapılırdı. Kendile­rinde dine karşı temayül görülenler davet edilir, onlar da bu vazifeyi üzerlerine alır ve başkalarına tamim ederlerdi. İşbu raddeye gelince, davet ve talim ve terbiye işi ilerleyince Ku­reyşlilerin kinleri artmış ve tehlikenin kendilerine yaklaştığı­nı sezmişler ve bunun için kat'î adımlar atmağa kalkmışlardır. Halbuki bundan evvel ne Muhammed'e, ne de onun dâvetine aldırış etmiyorlardı. Böylece Peygambere ve ashabına fenalık­ları ve hattâ muhalefetleri artmıştır. Fakat bu topluluk üzerin­de davetin tesirleri görülmüştür ki, bunlar halka islâmiyeti du­yurmuş, bu suretle hak dinine davet keyfiyeti Mekkeliler ara­sında yayılmıştır. Gün geçmezdi ki yüzlerini hakka tevcih eden bir çok kimseler dairei İslama girmiş olmasınlar... Bu suretle her fakir, her kudretsiz, her nasipsiz insan ile tüccarlar pey­gambere iman ettiler. Mekke tüccarlariyle eşrafından ve ileri gelenlerinden ruhlarının temizliği ve doğruluğu ile tanınmış olanlarla, düşmanlıkta ısrardan ve kuru iddialardan kendilerini uzak tutanlar da imana gelmişlerdir ki, bunlar davetin doğru­luğunu ve bu daveti yayan insanların doğru sözlü kimseler ol­duklarını anladıktan sonra hakka tevcih ederek Müslüman ol­muşlardır İslâmiyet Mekkede yayılarak halk fevc fevc, erkek kadın Müslüman olmuşlardır. Cemaatten İslâmiyeti neşir vazi­fesini deruhte edenler türlü sıkıntı ve eziyet çekmeğe ve çeşitli fenalıklara maruz kalmakla beraber kendilerini daha geniş ufuklara nakil ederek çalışmışlardır. Peygamberin zulüm ve kötülüklere ve Mekkede hüküm süren haksızlık ve halkı köle gibi kullanmak meselelerine hücum etmiş ve kâfirlerin vazi­yetlerini ve yaptıklarını açığa vurması Kureyş ileri gelenlerinin içlerindeki ateşi körüklemekte îdi. Peygamber ashabı ile Ku­reyş küffarı arasında en müşkül merhaleler ve en sert bir devir başlamıştır. Bu devir, işlerin tedvirinde gayet iyi düşünme ve başa gelecek sıkıntılara katlanma ve ziyadesiyle zihin yormağa ihtiyaç gösterdiğinden talim ve terbiye işinden davetin şiddet lenmesi s ırasında geçmek zarureti hasıl oldu. Bu vaziyet, küffarın Müslümanları dinlerinden şaşırtmaları gibi vukuu melhuz neticelere aldırmadan sarahate ve meydan okumaya ihtiyaç gösterdiği için pek mühim bir durumdur. Bu devirde iman belli olduğu gibi mukavemet ve gücü nisbetinde karşı gelme hislerinin doğruluğu da belli olur. İşte bu devirde Peygamber bu suretle devam ederek gerek kendisi, gerekse ashabı yüksek dağlara bile ağır gelecek zulüm, kabalık, kötülük ve müşkülât çektiler. Bu sebeple kimi dinini korumak için Habeşistana kaç­mış, kimi çektiği azaptan ölmüş, kimisi işkencenin en kaba çe­şitlerine katlanmıştır. Onlar Mekke cemaatinin Islâmın nuriyle aydınlatmağa ve içlerindeki zulmetin dağılmasına yaraması için uzun müddet bu hale devam ettiler. Peygamber, her ne kadar Erkam'ın evinde üç yıl kalıp da bu müddet zarfında gizli te­şekkül, talim ve terbiye işini bitirdi ise de yine de kâfirlerle mücadele ederek ve mucizeleri halkça görülerek sekiz sene daha bu şekilde geçmiştir. Kureyşlilerin müslümanlara azap çektirmekteki şiddetleri ve İsîâmiyetle mücadeleleri yavaşlamamıştır. Müslümanların Kureyşi ilerle temaslardan Cezire halkı İslâmiyeti duymuş ve davet havalan Ceziretülarabın her tarafında intişar etmiştir ki, bunu hacılar yapmışlardır. Lâkin Arablar Kureyslileri kızdırmamak için imana doğru tek adını atmamışlar ve uzun müddet Resûl-î Ekremden uzak dur­muşlardır. Bu vaziyet Peygambere ve ashabına teessür verdiğinden İslâmiyeti tatbik devri olan üçüncü devreye geçilmesi zarurî görüldü, fakat cemiyetin katılığı bu tatbikin muvaffak olacağını göstermiyordu. Müslümanlara yapılan azap ve işken­cenin artması kendilerini davet işinde çalışmağa bırakmıyor, ve bazen de mâni oluyordu. Halkın, Islama davet işine yüz çe­virmeleri Müslümanların teessür ve kederlerini arttırıyordu.
54
Islam Davetinin Siddetlenmesi
Kureyşlilerin İslâm'ın neşrine muhalefeti normal bir şeydi. Çünkü Peygamber davet vazifesini yüklenip kendisiyle bera­ber bu mukaddes vazifeyi üzerine alan kitleyi alnı açık olarak ve meydan okuyarak gizlilikten aleniyete çıkarmıştır. Üs­telik bu iş bizzat Mekke'de ve Kureyşlilerin gözü önünde kendileriyle bir yüzleşme mânasını da taşıyordu. Çünkü halk, Allah'ın birliğine ve yalnız ona ibadet etmeğe, putları terkedip, içinde yaşadıkları bozuk nizamdan sıyrılmağa davet ediliyor­du. Bu sebeple Kureyşlilerle toptan mücadele edilmiştir. Peygamber onlara yanlış düşündüklerini ve tanrılarının bir mânâ ifade etmediğini, yaşayışlarının değersizliğini yüzlerine vur­makta iken Kureyşlilerle mücadeleye girmesi mümkün olur mu idi? Hele Kur'an âyetlerinin nüzulü devam edip: «Sîz ve Allahtan başka tapındıklarıniz cehennemin odunusunuz» mealindeki âyet ile onlara hücum ediyor ve bunu kendilerine açıkça söylüyordu. Bilhassa içinde yaşadıkları faizcilik hayatını kökünden sarsmak suretiyle pek sert hücumlar yapıyor ve Kur'anın Rum sûresinde: "insanların mallarını arttırsın diye verdiğiniz faizler, Allah nezdinde fazlalık yapmaz.» yolundaki âyeti onlara okuyor, «insanlardan alırken ölçüyü tam tutup, onlara verirken eksik verenlerin veyl hallerine" âyetiyle teraziyi eksik tutanları korkutuyordu. Bundan dolayı ona muhalefet veya eziyet yapmak, kâh her türlü alış verişi kesmek, şahsına ve dinine karşı propaganda yapmak suretiyle kendisini ve ashabını incitmeye başladılar. Peygamber de gerek kendilerine ve gerekse yolsuz ve yanlış görüşlere ve bozuk imanlara hücum ediyor ve dinin neşrine aralıksız devam ediyordu. Dine davet için açıkça hareket ediyor, dolambaçlı, üstü kapalı sözler kullanmıyordu. Kureyşlilerden türlü işkenceler çekmesi­ne ve bağına gelen bütün müşkilâta rağmen silâhsız, yardımcısız, tek başına ne zaafa uğramış, ne boyun eğmiş, ne de hatır gönül yapmak için dalkavukluk etmiştir. Açık alınla etrafa meydan okuyarak tekmil gücü ve imaniyle herkesi hak dinine davet etmekte idi. Bu vazifenin ağırlığından dolayı hiç zahmet çekmiyor, zorluk duymuyordu. Kureyşlilerin Peygamber ile halk arasında sed çekmek için koydukları bütün manileri yenmekte yüksek seciyenin büyük tesiri ve yardımı olmuştur. Bunun için halk Allanın dinine kavuşmuştur. Hakkın kuvveti, haksızlığı alt ederek İslâmın nuru her gün artmıştır. Put­erestlerden ve hıristiyanlardan bir çoğu Müslüman oldular. Kureyşlilerden bir çoğu Kur'anı dinleyerek ona meyil etmeğe başladılar.

Ömrü oğlu Tafil, asil ve ferasetli bir insandı. O sıralarda Mekke'ye geldi. Kureyşliler hemen kendisini görmeğe gittiler; Muhammed'in sözleri büyü gibi tesir ederek insanları birbirinden ayırıyor. Mekkede bizim bağımıza gelen dertlerin kendisinin ve kavminin de başlarına gelmesinden korktuklarım söyliyerek, Muhammed'le görüşüp onu dinlememesini ve bunun kendisi için hayırlı olacağını söylediler.

Tafil bir g ün Kâbeye gittiği vakit Peygamber de orada idi. Tafil Peygamberin bazı sözlerini işitince bunların güzel şeyler olduğunu anladı ve kendi kendine: «Ben ki akıllı ve şair bir adamım. Elbette sözün güzeli, çirkini gözümden kaçmaz, bu adamın söylediklerini dinlemeğe ne mani var, bunlar güzel sözlerse tutarım, değilse bırakırını» diyerek Peygamberin arka­sından evine gitti ve kim olduğunu ve içinden neler konuştuğu­nu ona söyledi. Resulüllah, Müslümanlığı ona anlatıp Kur'andan bazı âyetler okumuştur. O da hemen Müslüman olup şehadet getirmiş, sonra kendi kavmine dönerek onları Müslü­manlığa davet etmiştir. Yirmi Hıristiyan, Resulü Ekrem Mek­kede iken yanına gelip oturdular, kendisine bazı sualler sor­dular ve cevaplan dinlediler, ona inanarak tasdik ettiler. On lar ın bu halleri Kureyşlileri fena halde kızdırmış ve: «Gayret­lerinizi Allah boşa çıkarsın, dindaşlarınız sizi buraya bu adamdan haber getirsin diye göndermişken, siz adamın karşısına oturur, oturmaz hemen ona iman edip kendi dininizi terkettiniz.» Kureyşlilerin bu sözleri, kafileyi Peygambere tâbi olmak­tan alıkoymadığı gibi, Müslümanlıktan da döndürememiştir. Belki imanlarına iman katılmıştır. Bu suretle Peygamberin va­zifesini daha açıkça yapmasına ve halkın da Kur'an dinlemeğe olan hevesinin artmasına sebep olmuştur. O derecede ki Kureyşîiler içinde bu işin en müfrit düşmanları bile kendi kendi­lerine: Bu adam hakikaten hak dinine davet ediyor ve halka vaadettiği ve korkuttuğu şeyler acaba doğru mudur, diyerek bu tereddütlerini izale için gizlice Kur'an dinlemeğe kadar ken­dilerini sürüklediler. Öyle kî; Harb oğlu Ebu Süfyan, Hişam oğlu Ebu Cehil, Amru bir gece birbirlerinden habersiz Muhammed evinde iken onu dinlemeğe gitmişler. Bunlardan her biri bir yer beğenmiş, hiç biri diğerinin beğendiğini bilmiyor, görmüşler ki, Muhammed biraz uyuduktan sonra gece uyana­ak ağır ağır Kur'an okuyor, dinledikleri âyetler onların ruh ve gönüllerini teshir etmiş, ortalık ağarıncaya kadar kulak kesilmişler. Dağılıp evlerine dönerken yolları bunları bir ara­ya getirmiş, yekdiğerine; bu hareketlerinin çirkin düşeceğinden bir daha yapmamalarını söylemişler ve, kafasız bazı kimseler bizi görürlerse vaziyetimiz kötüleşir ve Muhammed'in bize karşı dâvayı kazanmasına sebep olur, dedikleri halde er­tesi akşam bunlardan her biri, sanki ayakları onları sürüklüyormuş gibi ayni yerde Muhammed'in Allahın Kitabını okuduğunu dinlemek ihtiyacını duymuşlardır. Yine şafak sökerken yolda tekrar birbirlerine kavuştuklarında bu hareketlerinin uygunsuzluğunu tekrarlamışlarsa da, üçüncü gece de oraya gitmek arzusuna galebe çalamayınca, Muhammed'in dâvetine karşı hissettikleri zaafdan korunmak için bu hareketi tekrar etmemeyi karşılıklı kararlaştırdılar. Filhakika bir daha oraya gitmedşlerse de, üç gece dinledikleri Kur'an, ruhlarında Öyle izler bırakmıştır ki bunu birbirlerine sormaktan kendilerini alamadılar. Her biri derunî bir ıztırap içine düşmüş, kavminin reisleri iken bir zaafa düşmenin bütün kavmi Muhammed'e imana sevkedeceğinden korkmağa başlamışlardı. Kureyşlilerin tekmil muhalefetine rağmen davet yürüdü. Bu hal Kureyşlilerin keyfini bozmuş ve bu davet Mekkede yayıldıktan sonra Arab kabileleri arasında da yayılacağından korku­lan artmıştı. Bundan dolayı Peygambere ve ashabına karşı fe­nalık ve işkenceleri artarak Peygamber çok darlanmıştı. Bu­nun üzerine Taif'den yardım istemek ve kendilerine zahir ola­rak İslâm dinine girmeleri için Peygamber Taife gitmiş ise de çok fena karşılanmıştır. Taifliler kölelerini ve ayak takımla­rını teşvik ettiklerinden onlar da Peygambere küfürler savurarak, onu taşa tutmuşlar ve ayaklarını kanatmışlardır. Onlar­dan kurtularak geri döndüğünde Rabia'nın oğulları Şebib'in üzüm bağlarının duvarı kenarında oturarak bu hali ve davet vazifesini düşünmeğe başlamışlardır. Mekkeye ancak şehrin ileri gelen kâfirlerinden birisinin himayesi altında girebilmek, Taif'lilerden gördüğü kötü muameleden sonra oraya giremiyecek... Oturduğu yer iki kâfir kardeşin bağı olduğundan orada kalamıyacaktı. Bu suretle ıztırabı son haddine gelince bütün kalbi ile güvendiği Allahına en acıklı ve elmeli bir halde şikâyet için başını semaya kaldırarak Allahtan hoşnutluk diledi ve şu duada bulundu :

?Allah ım, gücümün ve imkânımın azlığını ve halk nezdindeki değersizliğimi görüyorsun, Ey! Merhamet edicilerin en merhametlisi ve güçsüz kulların Rabbı ve benim de Rabbimsin. Allahım, beni kime emanet edersin? Bana yüzünü ekşitecek, somurtacak bir yabancıya mı, beni köle gibi kullanacak bir düşmana mı? Bana karşı sende küskünlük olmadıktan sonra bu gibi şeylere kıymet vermem. Fakat beni bunlardan koru­man bana daha elverişlidir Yarabbi! Karanlıkların aydınlan­dığı, dünya ve âhiret işlerinin iyi olduğu yüzünün nuruna sığınırım ki, gücenmene ve infialine beni maruz bırakma. Sen razı oluncaya kadar sana yalvarırım. Herhangi bir fenalıktan sa kınmak veya herhangi bir iyiliği yapmak ancak senin yardı­mınla olur.?


Sonra Adi oğlu Mutim'in himayesi altında Mekkeye dönmüştür.

Kureyşliler; Taif'de Peygambere yapılan muameleyi öğrendiklerinden onlar da kendisine karşı fenalıklarını arttır­maktan geri kalmadılar ve onu tanımamak kararını şiddetlendirdiler. Halkın onu dinlemesine mani olduklarından Mekke'nin kâfir halkı ondan uzaklaştılar. Bu hal Peygamberi vazifeden alıkoymadı. Hac mevsimlerinde Arap kabilelerini İslama davet ile kendisinin Allah tarafından gönderilmiş Peygamber olduğunu bildiriyor ve kendisine inanmalarını söylüyordu. Halbuki amcası Abdülmuttalib oğlu Abdülâzi Ebu Leheb peşini bırakmıyor, nereye giderse onu takip ediyor, halka kendisini dinlememelerini söylüyordu. Onlar da bu sözlerin tesirine kapılarak Peygamberi dinlemekten vaz geçtiler. Hazreti Peygamber bunun üzerine civarda bulunan kabilelere uğrayıp onlara göründü. Bu kabilelerden hiç biri kulak asmadı. Bunların hepsi nahoş bir şekilde ve hattâ bunlardan Beni Hanife, çirkin bir şekilde onu reddettiler. Beni Âmir ise, kendi yardımiyle muzaffer olursa ondan sonra riyasetin kendilerine geçeceği ümidine düşmüşlerdi. Peygamber ise, bunun Allaha ait olup onun dilediğine kalacağını söyleyince onlar da diğer kabileler gibi Peygamberi reddettiler. Böylece Mekke halkı lslâmiyeti ve Taif'liler de Allahın Resulünü istemediler, kabileler de Peygamberin dine dâvetine yan çizdiler. Mekkeye hac için gelen kabileler; Muhammed'in içinde bulunduğu yalnızlığı ve kendisine el uzatanlara karşı Kureyşlilerin husumetini ve ona yardım edenleri çember içine alan düşmanlarını gördüklerinden Peygamberden yüz çevirmeleri arttığı gibi Peygamberin de yalnızlığı ziyadeleşmiş, Mekke muhitinde dine davet vazifesi zorlaşmış ve Mekke cemaati ümit kırıcı bir şekilde kâfirlikte ısrar işini şiddetlendirmişti...

55
Davete Karsi Mukavemet
Resul ü Ekrem, Islâmın Peygamberi olarak gönderildiği zaman halk onu ve dine davetini birbirlerine söylemekte idiler. Bu işe en ehemmiyet veren Kureyşliler idi. Çünkü işin bida­yetinde onunla alâkadar olmamışlar ve bu işin dedikodusu pa­pazların ve filozofların gayretlerinden ileri gidemez, insanlar son raddeye geldikleri zaman ecdadının dinine dönecekler, kanaatında bulunmuşlardır. Bunun için bidayette ondan korkup kaçmamışlar, ona muhalefet etmemişler ve toplu bulundukları yerde Muhammed önlerinden geçtiği vakit, bu; Abdümuttalib'in oğludur, göklerden kendisiyle konuşulandır, derlerdi. Fakat kısa bir müddet sonra vazife-i nübüvvete devam etmenin tehli­kelerini hissetmeğe başladıklarından ona karşı mukabeleye ve düşmanlığa başlamışlar ve kendisiyle mücadele için ittifak et­mişlerdir, ilk Önce Peygamberin itibarını kırmağa ve Peygam­berlik iddiasının yalan olduğunu işaa ile savaşmağa karar verdiler. Daha sonra kendisiyle görüştüler, risaletini tanıyacakla­rını söylediler ve kendisinden mucizeler istediler ve kendisine şunları söylediler: İkisi de Mekkede olan Safa ile Merve dağla­rını neden altın yapmıyorsun, bahsettiğin kitap gökten niçin ya­zılı olarak inmiyor, uzun uzadıya bahsettiği Cebrail niçin ken­dilerine görünmüyor, niçin ölüyü diriltmiyor, Mekke'yi sıkıştı­ran dağları niçin yürütmüyor. Hemşehrilerinin suya ihtiyaçla­rını herkesten daha iyi bildiği halde Zemzem suyundan daha tatlı bir su menbamı niçin fışkırtmıyor. Onun Allah'ı emtianın fiyatlarını kendisine bildirse de, onlar da istikbaldeki alış veriş­lere ona göre girişseler ve saire... Böylece Peygambere ve onun İslâmiyeti neşir vazifesine müessir bir surette muhalefete başladılar. Bu mukavemet uzun müddet devam etti. Fakat bunla­rın hepsi Resulü Ekremi, vazifesine devamdan alıkoymadı.

Peygamber, halk ı hak dinîne davete ve putları zikrederek bunlara tapanların ve putlara kudsiyet atfedenlerin akılsızlık­larını izaha devam etti. Karşı taraf ise buna ehemmiyet vermedi ve kendisini bu yoldan döndürmek için bütün çarele­re baş vurdu ise de bunlar hepsi boşa gitmiştir. Peygamberimi­zin vazifesine mani olmak için baş vurulan çarelerin en müt­hişleri şunlardı:

1 ? Azap çektirmek,

2 ? Dahilde ve hariçte aleyhinde propaganda,

3 ? Kendisiyle münasebeti kesmek.

Ta'zib meselesinde, cemaati ve ashab ı kendisini korumala­rına rağmen bizzat Peygambere ve kendisine tâbi olan Müslümanlara yapılmakta idi. Mütenevvi azap ve eziyetlerde her şekle baş vuruldu. Yâsir'in çoluk çocuğunu, İslâm dininden dön­dürmek için çok katı eziyetlere baş vurulmuş ise de faide vermemiş bilâkis onların sebat ve imanlarını takviye etmiştir. Bunlar azap ve işkence içinde kıvranırlarken Resulüllah bu hal­lerini görmüş: «Ey Yâsir'in evlâtları, sabrediniz, kavuşacağınız yer cennettir. Sizi kurtaracak bir kudreti Allah bana vermedi.» demiştir.

Kavu şacağınız yer cennettir, sözlerini söylediği vakit Yâsir'in eşi Sümeyye; evet ey Allahın Resulü, cenneti aşikât gö­rüyorum, demekten geri kalmadı. Böylece Kureyş halkı Pey­gambere ve arkadaşlarına azap ve işkence yapmakta devam ettiler.

Kurey ş halkı yaptıklarının bir işe yaramadığım görünce başka bir çareye müracaat ettiler, propaganda silâhına müracaat ettiler. Her yerde, Mekke'de, dışarıda, Habeşistan'da hem Müslümanlar, hem de Müslümanlık aleyhinde yalanlar, iftira­lar, uydurma iddialar ileri sürdüler. Bizzat Müslümanlık inancına ve bu imanın sahibi olan Resulü Ekreme karşı propagan­daya giriştiler. Gerek Peygamberi, gerekse onun imanının aslı­nı şüpheli göstermeğe kalkışmakla beraber, Peygamber böyle söyledi diye bir çok yalanlar uydurdular. Mekke'nin içinde ve dışında Muhammed aleyhine yapılan propagandaları ve hele hac zaman ında neler söylenmek, neler uydurulmak lazımsa onu tasarlamağa koyuldular. Peygambere karşı yapılan propagandaya Kureyşliler büyük germi vermişlerdir. Bunlardan bir kısmı Velid oğlu Mugayre yanında buluştukları bir zaman bir müzakerede, Mekkeye hac zamanında gelen Araplara Muhammed hakkında ne söyleyeceklerini kararlaştırdılar. Bunlardan bazıları: Gaibden haber veriyor diyelim dediler. Velid bunu beğenmedi; Muhammed'in ne böyle bir dâva gütmesi, ne de inlemesi değil, onun uydurma sözleridir, dedi. Diğer bir kaçı ise; Muhammed delidir, ne şiir, ne de kafiye olmayan sözler mırıl­danmaktadır, diyelim dediler. Velid bunu da beğenmedi ve Muhammed'in halinde delilik diye bir şey görünmüyor, dedi. Diğer bir kısım da; Muhammed'e büyücülük atfedelim dediler, Velid bunu da uygun bulmadı ve Muhammed; büyücülerin yaptığı gibi düğümlere üflemiyor, dedi.

B öylece bir takını münakaşalardan sonra Muhammedi; söz büyücülüğü yapmakla tavsif etmekte mutabık kalarak dağıldı­lar. Bundan sonra Kureyşliler hac için gelen muhtelif Arap heyetlerinin aralarında dolaşarak, onun söz büyücüsü olduğu­nu, onun kardeşle kardeşin, ana ile babanın ve kabilenin arasını açan büyücü olduğundan ona kulak asmamalarını söyleyerek heyetleri kendisinden sakındırırlardı. Lâkin bu propaganda da işe yaramadı ve halk ile İslama davet arasında bir mani teşkil etmedi. Bunun üzerine Haris oğlu Nadra'yı Peygambere karşı propaganda yapmağa memur ettiler. Peygamber her nereye gider, halkı Allah'ın dinine davet ederse, kendisi oradan ayrıl­dıktan sonra Nadra onun yerine geçerek İran masallarını ve dinini anlatır ve Muhammed'in anlattığı benimkinden güzel mi, oda geçmişlerin masallarından benim anlattıklarımı anlatıyor değil mi? derdi. Kureyşliler de bu sözleri halka yayarlardı ve Muhammed'in söylediklerinin Cebir adlı hristiyan bir kölenin Öğretmesi olup Allah'ın sözleri olmadığını neşrederlerdi, bu neşriyatı tamimide çok çalıştılar, ta ki Cenabı Hak:

"Ancak kendisine bir insan öğretiyor, demekte olduklarını gerçek biliyoruz. Bu dinsizliğe saptıklarında söyledikleri adam A rap de ğildir. Bu (Kur'an) ise beyanlı bir Arap lisanıdır.»

mealinde olan âyet bu bu iddiayı çürütmüştür. Kureyşin bu pro­pagandası Arabistan dahilinde devam edip gitmiştir. Kureyş bu kadarla da iktifa etmemiş, Müslümanların Habeşistana hicret ettiklerini haber alınca, onları memleketinden kovması için Necaşi nezdinde propaganda yapmak üzere iki kişi göndermişler­dir. Bunlar Asi oğlu Amru ile Rabia oğlu Abdullah 'dır. Bu iki murahhas Habeşistana muvasalatlarında Müslümanları Mekke'ye iade ettirmek için yardımda bulunmaları maksadiyle Necaşi'nin kumandanlarına hediyeler vermişlerdir. Onlar Necaşi ile görüştüklerinde:

«Ey Padişah, senin memleketine bizim taraftan bazı şaşkın gençler sızmışlardır. Onlar, milletlerinin dininden ayrılıp senin de dinine girmemişler, kendi icatları olan yeni bir din getirmişlerdir. O dini ne biz tanırız ne de milletimiz... Biz onların eşlerinden, babalarından, amcalarından, kabilelerinden ileri ge­lenlerini size gönderdik ki onları bize teslim edesiniz... Kendileri onları ve onlara atfedilen yolsuzlukları herkesten iyi bi­lirler... Bu sözler üzerine Necaşi, Müslümanların bu iddialara karşı verecekleri cevabı kendilerinden dinlemek üzere onları çağırtmıştır. Geldiklerinde kendilerine: Siz memleketinizden ayrılmış olup benim dinime ve bu milletlerden herhangi birinin dinine girmemişsiniz, o halde bu sarıldığınız din nedir? Diye sormuştur. Bu sual üzerine Ebu Talib oğlu Cafer :

Bu dine s ülük etmeden evvelki cahiliyet hallerini ve o hal içindeki âdetlerini anlattıktan sonra İslâm dinînin kendilerine gösterdiği doğru yolu ve İslâmiyeti kabulden sonraki hallerini ve ondan sonra Kureyşlilerin kendilerine reva gördükleri azap ve işkenceyi anlattı ve ilâve etti:

?? Bizi zorluk, zulüm ve darlık içinde bıraktılar ve bizi bu dinimizden alıkoymak isteyince biz de senin memleketine hic­ret ettik ve seni diğerlerinden üstün bulduk ve komşuluğunu arzu ettik ve yanınızda artık zulüm görmeyeceğimizi ümit ettik,? dedi.

Bunun üzerine Necaşi, Cafer'e :

?? Peygamberin Allahtan getirdiği şeylerden bana okuya­cak bir şeyin var mı?? dedi. Bunun üzerine Cafer, evet, dedi ve Kur'andan Meryem sûresinin başından şunu okudu:

?Bunun üzerine Meryem ona (isa'ya) işaret etti. «Biz, dediler, henüz beşikte bulunan bir sabi ile nasıl konuşuruz, İsa dile gelip dedi ki: Ben hakikat Allahın kuluyum. O, bana kitap verdi. Beni Peygamber yaptı. Beni her nerede bulunursam mübarek kıldı. Bana, ben hayatta oldukça, namazı, zekâtı emretti. Beni anneme hürmetkar kıldı. Beni bir zorba, bir bedbaht olarak yaratmadı. Dünyaya getirildiğim gün de, öleceğim gün de, bir diri olarak kabrimden kaldırılacağım gün de selâm benim üzerimdedir.?

Kısmına kadar okudu. Papazlar bu sözleri işitince dediler ki: Bu sözler Hazreti isa'nın sözlerinin fışkırdığı kaynaktan fışkırmıştır. Necaşi de, bu olsun, Musa'nın getirdiği şey olsun küçük İsa ışık penceresinden çıkar dedi. Sonra Kureyşin iki elçisine dönerek: İkiniz gidiniz, yemin ederim ki bunları size teslim etmem, diye ilâve etti. Bu iki elçi Necaşi'nin meclisinden çıkınca başka bir dolap ve çare düşünmeğe başladılar. Ertesi günü Âsi oğlu Ömrü tekrar Necaşi'nin nezdine dönerek: Müslümanlar Meryem oğlu İsa hakkında çirkin şeyler söylüyorlar, bunu da kendilerinden sorunuz, deyince Necaşi onları tekrar nezdine çağırarak bunu sordu. Cafer'in cevabı şu oldu: Biz, ancak Peygamberimizin söylediğini tekrarlarız, o da şudur: Isa Allah'ın kulu ve Peygamberi ve ruhu, bakire ve erkeklerden içtinap eden Meryeme ilka ettiği kelâmıdır. Bunun üzerine Necaşi eline bir değnek alarak yere bir çizgi çizdi ve Cafer'e: Bizim dinimizle sizin dininiz arasında bu çizgiden fazla bir şey yoktur, dedi ve iki elçiyi de huzurundan çıkardı, onlar da el­leri böğürlerinde geri döndüler.

Böylece bütün propagandalar boşa gitti. Resulü Ekrem'in halkı Hakka davet etmek için sarfettiği sözler sarahaten bütün aleyhindeki propagandalardan üstün bulunduğu gibi, İslâmın n uru b ütün propagandaları hükümsüz bırakırdı. Bunun için Kureyşliler, münasebeti kesmek olan üçüncü silâha baş vurdu­lar ve 'Resulü Ekremin kendisiyle ve akrabalarının hepsiyle münasebeti kesmek için söz birliği ettiler. Bunun için Haşim oğulları ve Abdülmuttalib oğullariyle kat'ı münasebet etmek kararını verdiler. Öyle ki onlardan kız alıp vermiyecekler ve onlarla hiç bir alış veriş yapmıyacaklardı. Bu mukaveleyi Kâbenin içine asmışlardır ki, sicile geçerek tasdik edilmiş olsun. Bu siyasetin, yani münasebet kesmenin, işkence ve propagan­dadan daha müessir olduğuna inanıyorlardı. Bu tazyik iki üç sene devam etmiştir. Beni Haşim ve Beni Abdülmuttalib'in Muhammed'i; Müslümanların İslâmiyeti terk edeceklerini umuyorlardı. Böylece Muhammed yalnız kalacak ve imana da­vet işinden vazgeçecek veyahut davet vazifesi gerek Kureyşlilere karşı gerekse onların kadim dinlerine karşı yapmaktan sarfınazar edeceğini bekliyorlardı. Halbuki bu muamele gerek kendisinin ve gerekse diğer iman edenlerin kuvvetlerini arttır­maktan başka bir şeye yaramamıştır. Kureyşlilerin bütün gay­retleri Islama davet vazifesini durduramamıştır. Kureyşlilerin Muhammed'i tazyik etmelerini Mekke haricindeki Araplar da öğrenmiş olduklarından davet keyfiyeti kabileler arasında daha ziyade duyulmuştur. İslâmiyet sözü Arap yarımadasında o de­rece yayılmıştır ki kârvanlar; bütün yolculuklarında bunu konuşur olmuşlardır. Bu ta'zip devanı etmiş, aç bırakmak da yü­rürlükte kalmıştır. Kureyşliler de kat'ı münasebet sözleşmesi­ni idame ettirmişlerdir. Resulü Ekrem ve ailesi Mekke haricinde dağ yoluna sığınarak açlık ve yoksuzlukla dolu zaruretler içinde kıvranmakta idi. Ekseri zamanlar ölmeyecek kadar bile erzak bulamıyorlardı. İnsanlarla görüşüp konuşma fırsatı da kendilerine verilmiyordu. Yalnız Recep, Şevval, Zilkade ve Zilhicce gibi haram aylarında Resulü Ekrem Kâbeye iner, Araplan hak dinine davet eder ve bunun mükâfatını müjdeler ve azap ve şiddetli cezalardan onları korkutur ve sığınağı olan dağ yoluna dönerdi. Bu hal, Arapların merhamet hislerini ka­bartırdı. Bunlardan Peygamberin dine davetini kabule gelenler oldu ğu gibi kendilerine gizlice yiyecek, içecek gönderenler de olurdu... Ömrü oğlu Hişam, yiyecek ve buğday yüklü devesini gecenin karanlıkları içinde sığınağa giden yola götürür, deve­nin yularım çıkararak orada bırakırdı. Müslümanlar da bu er­zakı alır, deveyi keserek etlerini yerlerdi. Bu halde üç yıl dur­dular. Artık dünya kendilerine dar geliyordu. Nihayet Allahü Taâlâ bu acıklı halin bertaraf edilmesini ve kurtuluşu Müslü­manlara lütfetti. Kureyş gençlerinden Ümmiye oğlu Züheyir , Ormu oğlu Hişam , Adi oğlu Mu'tim ve Hişam oğlu Ebulbahteri , Esved oğlu Zern 'a isimli beş kişi bir araya gelerek mukavele ve münasebet kesme işini görüştüler. Bundan dolayı teessürlerini açıkladılar ve bu kâğıdın yırtılıp mukavelenin feshi işini üzerlerine almağa karar verdiler. Ertesi günü Ka­leye gittiler. Bunlardan Züheyir, yedi defa Kâbeyi tavaf et­tikten sonra ahaliye şöyle hitabede bulundu: Ey Mekkeliler; Haşim oğulları muztarip bir halde hiç bir şeyi satın alamaz ve kendilerinden de bir şey satın alınmaz iken, bizim karınla­rımız tok bulunuyor. Böyle şey olur mu? Aile bağlarını kopa­ran bu müthiş sözleşme kâğıdı bitirilinceye kadar Allaha ka­sem ederim ki yerimde oturmayacağım. Bu hitabı işiten Ebu Cehil yerinden kalkarak bağırdı. Yalan söylüyorsun, vAllahi bu mukavele bitirilmez. Kabe etrafında Zem'a, Ebul Bahteri, Mut'im, Hişam bağırarak Ebu Cehil'i yalanladılar ve Züheyrin doğru söylediğini tasdik ettiler. Ebu Cehil, bu işin gece müzakere edilip kararlaştırıldığını ve hemen hemen bütün ka­bilenin bu işte kararlı olduklarını ve buna muhalefetin fena­lık tevlit edeceğini düşündü. İçine korku düşerek geriledi. Mut'im mukaveleyi parçalamağa kalktı ise de, hayretler için­de şunu müşahede etti. Mukavele kâğıdında yalnız «Besmele» durmaktadır ve diğer kısımlar ağaç kurtlan tarafından yenilmiştir. Bu suretle Peygambere ve ashabına, dağlardan Mekkeye avdet fırsatı çıkmış oldu ve içinde daraldıkları zulüm çenberi koptu. Yerlerine dönünce Peygamberimiz îslâma davet vazifesine devam ettiler. Böylelikle Müslümanların adetleri arttı. Ve Kureyşlilerin baş vurdukları işkence, propaganda ve kat' î münasebet teşebbüsleri boşa çıkmış oldu. Müslümanları dinlerinden döndüremediler, Peygamberi de nübüvvet vazife­sinden alıkoyamadılar. Cenabı Hak, bütün güçlüklere ve manilere rağmen onu selâmete çıkardı.
56
Davetin Yürümesi
İslama davet vazifesi Resulü Ekremin vazife-i nübüvveti üzerine aldığı günden belli idi. Mekke'de halk: Muhammed'in yeni dini ilân ettiğini biliyordu. Bundan başka birçok insanların hakikaten Müslüman oldukları ve Muhammed'in; arkadaşlarını toplu bir hale getirmek için geceleri uykusunu terk ederek ça­lıştığını ve Müslümanların kitle haline gelmelerini ve hak dini ne sarılma işini gizli tuttuğu da biliniyordu. Halk, bu davete iman ve icabet edenlerin nerede toplandıklarını ve kimler olduklarım bilmemekle beraber mevcudiyetlerinden haberdardılar. Bunun için Peygamberin islâm dinini ilân etmesi Mekke kâfirleri için yeni bir şey değildi. Yeni olan bir şey varsa o da bu imanlı cemaatin halkın huzuruna çıkmasıdır ki Abdülmuttalib oğlu Hamza, daha sonra üç gün ara ile Hazreti Ömer Müslüman dinine girdiklerinden Islâmiyetin kolu kanadı kuvvetlenmiş bulunmakta idi.

«Sana verilen emri ilân et! Allaha şirk koşanlardan yüz çevir. Biz seni, alay edenlerin şerrinden koruduk. Onlar ki Allahtan başka tanrı tutarlar, isin neye varacağını bileceklerdir.»

mealindeki âyeti kerime Peygambere nazil oldu. O da Allanın emrini açıklayarak birleşmek işini bütün halka bildirdi. Ancak baz ı Müslümanlar bir müddet gizli kaldılar. Kimisi Mekke'nin fethine kadar gizli kaldı. Peygamberin bu birleşmek işini meydana vurması şöyle olmuştur: Bir kısım Müslümanlar Abdülmuttalib oğlu Hamza'nın diğer kısım Müslümanlar da Hazreti Ömer'in riyasetinde, daha evvel Arapların bilmediği bir nizam ile Mekke'ye giderek Kabe etrafında tavaf etmeğe başladılar. Bu şekilde Resulü Ekrem ashabiyle birlikte gizlilikten aleniyete çıkarak bütün insanları İslama davete bağladılar, Bu suretle Müslüman olan cemaatle kâfirlerin çarpışmaları başladı. Salim ve doğru düşüncelerle bozuk ve fâsid olan düşünceler karşı karşıya geldiler. Bu karşılıklı mücadele ikinci merhaleyi teşkil eder. Küffar, İslâm aleyhine çalışmağa, Peygambere ve ashabına her türlü muhalefet ve fenalıklarla karşı koymağa başladılar. Ve bu yüz yüze çekişme ve savaş aralığı bütün asırların tanınmış korkunç hadiseleriyle mahmul bulunuyordu. Peygamberin evi taşlanıyor ve Ebu Leheb'in karısı Ümmü Cemil Peygamberimizin evinin Önüne pislikler atıyordu. Resulü Ekrem ise sadece bunları kaldırıp atmakla iktifa ediyordu. Ebu Cehil ise putlara kurban olarak kesilen dişi koyunun dişilik yerini Peygamberimizin üzerine atıyor, Peygamberimiz bu fenalıklara katlanıyor, temizliğini ifa için kızı Fatma'nın evine gitmekte îdi. Bütün bu kötülüklerin cümlesi, ancak sabır ve tahammülünün artmasına ve îslâma davet gayretinin devamına saik oluyordu. Müslümanlar korku ve eziyet içinde yaşıyorlardı. Her kabile; kendi içinde bulunan Müslümanlara işkence yapmağa ve dinlerinden vazgeçirmeğe çalışıyordu. O derecede ki; Habe­şistanlı Bilâl, Kureyşden birinin kölesi idi. Maahaza Müslüman olmakta ısrar ettiği için efendisi, ölsün diye kendisini kızgın gü­neşin altma yatırmış ve göğsünün üstüne taş koymuştur. Bilâli Habeşî Allah uğruna bu işkenceye katlanıyor ve bu halde, «birdir, birdir» sözlerinden başka bir şey söylememekte idi. Başka bir kadının da ölesine kadar işkenceye maruz kaldığı halde, kendisinden istenilen İslâmiyetten feragat ve atalarının dinine avdet teklifini kabul etmemiştir. Müslümanlar her yer­de hem topyekûn dövülüyor, hem de en kötü muamelelere ma ruz kal ıyordu. Bütün bunlara rağmen Allanın hoşnutluğunu tahsil için her şeye katlanıyorlardı.
57
Ashabin Kitlelesmesi
Resul ü Ekrem, işin bidayetinde bu davet vazifesini, kendilerinde arzu hissetiği insanların yaşına, soyuna ve içtimaî mevkilerine bakmayarak yapmakta idi. Dine davet için insanlarda bir tefrik yapmazdı. Alelıtlak bütün halkı davet eder ve istediklerini araştırırdı. Filvaki çok kimseler Müslüman oldular. İslama sarılanların cümlesine dinin hikmetlerini öğretmeğe, onları yetiştirmeğe koyulur ve Kur'anı kendilerine ezberletirdi. Bunlar da bir arada toplanarak Islâmiyete davet işini kendi üzerlerine aldılar. Bunların sayıları Resulü Ekrem'in vazife-i nübüvvete başlamalarından, Peygam­berliğini ilân etmesi emrolunduğu tarihe kadar kırk kişi ka­dar oldu. Bunlar çeşitli seviye ve yaşlarda erkek ve kadın ve ekserisi gençlerden ibaretti. İçlerinde güçsüzü, güçlüsü, zengini ve fakiri var idi. Bunların kimler olduğu aşağıda ya­zılı insanlardan her biri Resulü Ekreme iman edip onunla birleşerek kendisiyle birlikte davet vazifesine başladılar ki, bunlar:

Sekiz yaşında Ebu Talib'in oğlu Ali,

yine sekiz yaşında Zübeyr bin Avam ile

onbir yaşında Ebül'Erkam'm oğlu ile,

on dört yaşında Abdullah bin Mes'ud ve

yirmi yasın­dan aşağı Seyyid bin Zeyd ve

on yedi yaşında Saad bin Ebu Vakkas,

on yedi yaşında Eabia oğlu Mes'ud,

on sekiz yaşında Ebu Talib'in olgu Cafer,

yirmi yaşında Vashibirrumî

yir­mi yaşında Harise oğlu Zeyd,

yirmi yaşında Affan oğlu Os­man,

yirmi yaşında Tulayib bin Mirine ve

yirmi yaşında Hab-bab bin Ert,

yirmi üç yaşında Âmir bin Fehire,

yirmi dört ya­şında Amir,

yirmi dört yaşında Esvedin oğlu Mikdâd,

yirmi beş yasında Cahşin oğlu Abdullah,

yirmi yaşında Ömer bin Elhat-tab,

yirmi yedi yaşında Ebu Ubeyde bin el-Cerrah,

yirmi yedi yaşında Atebe bin Gazvan,

otuz yaşında Utbe oğlu Ebu Hazife,

otuz yaşında Ribah oğlu Bilâl,

otuz yaşında Abbas bin Rabia,

otuz yaşında Âmir bin Rabia,

on yedi yaşında Abdullah,

on do­kuz yaşında Kudame,

yirmi yaşında Vessâ'ib,

otuz yaşında Abdül'Esed-el Mahzıımî oğlu Abdullah,

otuz yaşında Abdurrahman bin Avf,

otuzla k ırk yaş arasında Yasir oğlu Amar,

otuz yedi yaşında Ebubekir Sıddîk,

kırk iki yaşında Abdülmuttalib oğ­lu Hamza ve

elli yaşında Haris'in oğlu Ubeyde

ve bir çok ka­dınlar da Müslüman oldular. Bu eshab Üç sene zarfında aldık­ları talini ve terbiyede olgunlaşıp düşünceleri islâm tefekkürü ve varlıkları islâm varlığı olunca Resulü Ekrem onlara güve­nerek düşünüşlerinde kemale erdiklerini ve hüviyetlerinin yükseldiğini ve Allah'a bağlılıklarının göze görünür şekle girdiğini müşahede edince nefsinde büyük bir ferahlık ve huzur hisset­tiler, çünkü Müslümanlar, cemiyetin hepsiyle karşılaşabilecek bir kuvvet ve raddeye gelmişlerdi, o zaman Peygamber. Allah'ın emri üzerine İslama daveti açıkça ifaya başladı...
58
BASLARKEN
Hazreti Muhammed'e vazife-i n übüvvet teveccüh ettiği va­kit evvelâ haremi Hazreti Hatice'yi İslama davet etti. Hatice ona imanetti. Sonra amcazadesi Ali'yi davet etti, o da ken­disine iman etti, kölesi Zeyd ve dostu Ebubekir'i davet etti. Onlar da iman ettiler. Bundan sonra halkı İslama davet etti. İnananlar Müslüman ve iman etmeyenler kâfir oldular. Hazreti Ebubekir Müslümanlığı, itimat ettiklerine bildirdi. Ve insanları Allaha ve Resulüne imana davet etti. Ebubekir, kavminin birbirini sevmesini isteyen halim bir zattı. Kavmi­nin bir çok insanları, gerek ilmi ve gerek tüccarlığı ve hoş sohbet olması yüzünden kendisine bir çok işler yüzünden müracaata alışık idiler. Ebubekir'in delaletiyle Affan oğlu Osman, Zübeyr ibn'ül-Avam, Avf oğlu Abdurrahman, Sa'd bin ebi Vakkas, Abdullah oğlu Talha davete icabet ettiler, Hazreti Ebubekir onları Peygamberin huzuruna getirdi, Müslümanlıklarını ilân ettiler ve namaz kıldılar. Sonra ismi Âmir bin Cerrah olan Ebu Übeyde, adı Abdullah bin Abdül'esed olan Ebu Seleme geldi. Ebu El'Erkam oğlu El'Erkara ve Maz'un oğlu Osman ile başkaları İslama geldiler. Erkek ve kadın halk, takını takım Müslüman oldular. O derecede ki, İslâmiyet sözü Mekke'de yayılarak ondan bahsedilmeğe başlan­dı.

İşin bidayetinde Resulü Ekrem halkın evlerini dolaşır ve onlara: Allaha ibadet ediniz ve ona şirk koşmayınız, diye emrederdi. Allanın emrini yerine getirmek için Mekke'de hal­kı açıktan açığa İslama davete başladı. Cenabî Hak şöyle bu­yurdu:

«Ey elbisesine bürünen Peygamber, kalk, başa gelecek teh­likeyi haber ver.»


Resul üllah, halk ile temas ederek onlara dini telkin eder ve bu dinin esası üzerine onları kendi etrafında toplanmağa davet ederdi. Peygamberin arkadaşları namaz kılacakları vakit Şi'b denilen dağlara giderek ibadetlerini vatandaşla­rından gizli olarak yaparlardı. Hazreti Muhammed yeni is­lâm olan kimselere kendilerinden evvel dini kavramış olan­lardan Kur'anı talim edecek kimseler gönderirdi. Nitekim Eret oğlu Habbabı, Hattabın kızı Zeyneb ve zevcesi Seide Kur'anı öğretmeğe gönderdi. Seyyidin evinde Habbab kendi­lerine Kur'an öğretirken bir gün Ömer bin Hattab ansızın çıkageldi. Bunların delaletiyle o da Müslüman oldu. Resulü Ekrem bu kadarla da kalmayarak Müslümanlara Kur'an öğ­retmek ve bu mümin kütleye karargâh olmak ve bu yeni dine dair malûmat almak için bir ev tedarik etti. Bu ev, Ebil Erkam'ın oğlu Erkam'ın evi idi. Cenabı Peygamber bu evde Müslü­manları toplayarak onlara Kur'an okutur, mânalarını açıklar ve onu ezberlemelerini emrederdi. Bir kimse Müslüman olunca o gece namazını kıldırır ve onu Erkam'ın evine gön­derirdi. Üç sene böylece Müslümanları talim ve terbiye ede­rek onlara namaz kıldırdı. Böylelikle Müslümanların ru­hanî duygularım uyandırır ve Allah'ın âyetlerini gereği gibi düşünmek ve hikmetlerini araştırmakla fikirlerini harekete getirir ve Kur'anın öz ve sözlerine, İslâmiyetin hedefi olan mânâ ve fikirlerle akıllarını tenvir eder, fenalıklara katlanmalarını öğretir ve dinin emir ve nehiylerini dinleyip ona ita­at etmeğe alıştırırdı. Böylece bunlar büyük ve kudretli Allah'ın sevgili kulları oldular.

«Sana emrolunanı açıkla. Allaha ortak tutanlardan yüz çevir » mânâsmdaki âyet nazil oluncaya kadar Peygamberimiz ve Müslümanlar Erkam'ın evinde gizleniyorlardı.
59
MEVZUA GIRMEDEN
Müslümanlık, hukukî, adlî, siyasi ve içtimaî ve bilhassa ahlâki umdeleriyle aynı zamanda büyük bir medeniyettir. İslâmiyeti hakkiyle tetkik öden ilim erbabı bu dinin bir kabile veya bir ırka değil, bütün beşeriyete hitap ettiğini görür. Onun için bu dinin saliklerîne Muhammedi denilmeyip müslüman denmiştir. Esas dinin istihdaf ettiği başlıca gaye tekmil yer­yüzünde sulh ve müsalemet ve beşer ahlâkında tekâmül, cemiyet-i beşeriyede umumî bir iman kardeşliğidir. Müslümanlığın yeryüzüne neşir ve tebliğine Allah tarafından memur edilmiş olan Büyük Peygamber, Cenabı Hakkın Hüsnü Hulk numunesi olarak seçtiği Hazreti Muhammed'dir. Daha Peygamber olmadan evvel, yed-i kudretin kendisine bahşettiği mekârim-i ablak fazilet ve şefkat namütenahi idi. Vazife-i nübüvvete başlama­dan evvel, çocukluğundan heri zayıfları, mazlumları, yetimleri, öksüzleri ve fukarayı himaye ile başlayan ruhî asaleti, Cenabı Hakkın kendisine hatemülenbiyâ payesi tevcih buyurduğu za­man kemalini bulmuştu, insanları düştükleri maddî ve ma­nevî girivei sefaletten kurtarmak için yaratılmıştı, İçinde doğ­duğu muhit, yahudilik, hıristiyanlık ve mecusilik âlemleriyle berbat ve mütefessih idi. Devir, zulmet ve cehalet devri idi. in­sanlık acınacak bir manzara arzediyordu. Bu sebeple Hazreti Muhammed'e Allah tarafından tevcih edilen Peygamberlik sı­fatı yanında bir de kendisinin kurtarıcı vasfı vardır ki getirdiği din ile, mütehalli olduğu ahlâk basene ile, rikkat kalbi, şefkati ve uluvvü cenabına muvazi sonsuz azim, irade, sabır ve tevekllüliyle cihanşümul bir medeniyeti islâmiye ve medeniyeti Muhammediye'nin, kurulması için yaratılmış bir insandı. Kısa za manda, g üneş gibi birdenbire yeryüzüne yayılan islâmiyet, bu kitapta okuyacağınız gibi namütenahi zorluklar, maniler ve suikastlere maruz kalmıştır. Tafsilâtını, en hurda misallere kadar aşağıda okuyacağınız Müslümanlık, her türlü imkânsızlık­ları yenmiş, manîleri bertaraf etmiş, muvaffak olmuş ve gayet kısa zamanda yeryüzünün dört köşesine yayılmıştır.

Garblı müellifler, hıristiyan olmalarına rağmen Peygamberimizin büyüklüğüne, getirdiği dinin doğruluğuna ve hattâ, hattâ birçok büyük âlimler ve şöhretli siyaset adamları; bugün insanlığın içinde bulunduğu çıkmazdan kurtulabilmek için Hazreti Muhammed'in dehasına muhtaç olduğumuzu samimiyetle ifade etmektedirler.

İslâmiyetin büyük Peygamberi sadece naşir-i din olmakla kalmamış, birçok siyasî ve içtimaî, adlî ve hattâ iktisadî doktrinlere dayanan bir de büyük bir islâm Devleti kurmuştur. Bu varlık, Resulü Ekrem'in mübarek ruhlarının fani varlığın­da yaşadığı müddetçe zirveye ve kemale ulaşmıştı. Sonra yeryüzünü kapladı ve bugün sayılan yediyüz milyonu asan bir varlığa dayandı.

Bu kitabın yazıldığı günler, dünya sakinlerinin İhtiras ve endişeler içinde huzursuz ve kırgın yaşadığı ümitsiz günlerdir. Eğer biz Müslümanlar vazifelerimizi tamamen müdrik ve îslâmiyetin mânâsını kavramış bir halde, medeniyetleri kurtarmak için gayret sarfetmîş olsa idik, «müminleri kardeş tutan» bu medeniyet-i Muhammediye yeryüzünü cennete çevirebilir. Menfi ideolojiler birer veba mikrobu gibi beşer bünyesine sokulamazdı. Biz buna mani olan kuvvetlerle, İslâm hâkimiyeti­nin teessüsüne engel olan hâdiseleri elimden geldiği kadar bu kitapta hülâsa etmek istedim. Yanlışlarımın hüsnüniyetime bağışlanmasını dilerim.

* * *

İslâm hâkimiyeti; bir tek insanın kendisine Allah tarafından vahyolunan hak dinîn nasıl yayıldığı, kökleştiği ve bir tek insan ın sırtına yüklenen nübüvvet ve hatemül enbiyâ va­zifesinin ne gibi imkânsızlıklar, mâniler, suikastler, harpler, mücadeleler ve gayretler sarfiyle teessüs ettiğini gösteren bir eserdir. Allah'ın samadânî himaye ve lûtfiyle kurulan ve hük­mü kıyamete kadar baki olan bu mukaddes dinin ve medeniyet-i Muhammediyenin umde ve prensipleri bugün dünyayı içine düştüğü hufrei dalâlet ve felâketten kurtaracak yegâne mes­nettir. Beşer topluluğuna dünyevî ve uhrevî saadetler va'd eden îslâmiyetin bütün tarih boyunca ne gibi düşmanlarla karşılaştığı, buna nasıl mukabele ettiği ve bundan sonra yer yü­zünü kaplayan yedi yüz milyonluk islâm kitlesinin, Hak, Adalet ve dünya nizamı için bekleyen vazifelerini elimden geldiği kadar sıraladım ve bu hususta büyük gayretler sarfettim, zor­luklara göğüs gerdim. Allah günahlarımızı, yolunda sarf ettiğimiz bu gayretlere bağışlasın.

Cevat Rifat ATİLHAN
60
İSLAM-GENEL / Ynt: Suzi libermanın Hatıra Defteri
« Son İleti Gönderen: ihvan23@hotmail.com 25 Ekim 2024, 16:57:55 »
Köyün Kahvehanesi
Ertesi akşam bir aksilik çıkmadan gelip geçti. Genç âşık çadırından çıktı, ağır ağır köye doğru yollandı. Akşamın loş­luğu yavaş yavaş ortalığa yayılmıya başlamış evlerde tek tuk lâmbalar yanmıştı. Adnan köy otelinin kahvesini pek yanlız buldu. Bu saatte herkes yemekte veyahud istirahatta idi. Kahve ocağındaki şişman Yahudi karısı Adnan'ı eski bir âşinâ ve dost gibi karşıladı.

Bu çocuk köyün biricik oturacak yeri olan bu kahveye belki yirmi defa gelmiş bir kenara oturmuş ya bir fincan kah­ve içmiş, arkadaşlariyle biraz vakit geçirdikten sonra vazife­sine dönmüştü.

Bu defa daha evvelinden beklenen bir dost gibi aşinalık görmesi nazarı dikkatini celbetti. Hüsn-i zan asaletin karde­şidir. Onun için asıl Türk zabiti bu iltifatı Suzy tarafından yapılmış bir tenbihe hamletti ve gözlerinden şeytanlık akan yahudi karısının getirdiği konyak kadehini içmeğe başladı.

Yarım saat hep böyle geçti.

Yüzbaşı Hüsnü Bey, bu sessizliği bozan ikinci müşteri ol­du, Alay yaverini selâmlıyarak Onun masasında bir sandalyaye oturdu. Bu tesadüf Adnan'ın yalnızlığına karşı ne ka­dar hoş olduysa biraz sonra geçecek aşk macerasına engel olacağı ve Suzy ile Adnan'ın buluşacakları vakit baş başa kalmalarına mâni olacağından da canını sıkmıştı. Hüsnü Bey bu endişeyi giderdi.

"?Adnan Bey, seninle bir domino oynayalım da ben er­ken bölüğe gideceğim!"

"?Pekâlâ..."

Yahudi karısı domino taşlarım getirdi ve iki zabit karşılık­lı vakit geçirmeğe başladılar. Yarım saat daha geçti -ve tam oyunun tatlı bir deminde- kısa boylu, şişman vücudlu, kır­mızı suratlı, kıranto saçlı, burun ve dudaklarından milliyeti anlaşılan yaşlıca bir adam ve onun yanında Suzy gazinoya girdi.

Sevgilisinin yanındaki adam babası Liberman adındaki Polonyalı bir yahudi idi.

Bu yeni gelenlerde zabitlerin oturdukları masanın yanına çöktüler. Hüsnü Bey, Adnan Bey'in yüzünde hasıl olan he­yecanı sezdi.

"? Galiba bu kız çok hoşuna gitti, rengin attı Adnan.!" dedi.

"? Bekârlıktan başka bir şey değil..."

"?Hepimiz bekârız amma bu kadar heyecanlı değil, yok­sa bu kızla bir maceran mı var?"

- Ne münâsebet daha ilk defa görüyorum."

- Gençlik, mazursun oyunumuza devam edelim, ben bölüğe gideceğim!" dedi.

Bu söz Adnan'ı tatmin etti. Arkadaşı gittikten sonra nasıl olsa bir kolayını bulup dildadesiyle görüşecekti. Adnan bu görüşmeyi istikbal içinde lüzumlu ve hayırlı buluyordu.

Renk vermemek kaygusu içinde oyunu güçlükle nihayete ulaştırdı. İki zabit karşılıklı oynarken Liberman da domino amatörü gibi meraklı meraklı oyunu seyrediyordu. Hüsnü Bey karargâha gitmek üzere arkadaşından ayrıldı ve Adnan kahvede yalnız kaldı. Bu fırsattan nasıl istifade edeceğini dü­şünmeğe mahal kalmadan sokulgan herif, sırnaşık ve yılışık bir suratla:

"? Ne kadar ustalıkla oynuyorsunuz!.." diye bir girişgâh bularak Adnan'a yaklaştı.

"? Bu oyunda ne ustahk olabilir ki, basit birşey."

"? Öyle demeyiniz domino deyip geçmeyiniz onun da İnceliklerive kendisine mahsus maharetleri vardır."

"? İhtimal..."

"? Siz aznif bilir misiniz mülâzım efendi?"

"? Bilirim."

"? Ben pek meraklıyım. İsterseniz bir parti oynıyalım."

"? Peki..."

Yahudi o zaman kendisini genç zabite takdim etti.

"? Liberman... kızım Suzy..!"

İki genç sanki iki üç defa buluşmamışlar ve birbirlerini hiç görmemişler gibi yeniden tanıştılar ve birbirlerinn elleri­ni sıktılar. Adnan, kızın babasına karşı takındığı masum tavrı ve bu tavrı temsildeki mahareti gözünden kaçırmadı. İçin­den, ne yaman kız, demeyi de unutmadı.

Öyle ya sanki kırlarda buluşup seviştiği ve pembe yanak­larından buseler aldığı, kendisini oraya davet edip bu plânı tanzim eden bu kız değilmiş gibi delikanlıyı ilk defa görmüş tavrını takınarak mahcup ve edalı, mütereddid ve lâkayd Adnan'a elini uzattı. Resmen tanışmışlardı.

Adnan'la Liberman epey süren bir domino partisi yaptı­lar. Yahudi oyunu kaybetmişti. Genç zabiti lüzumsuz ve mânâsız takdirlere boğuyor ve cam sıkılıp boş kaldıkça evle­rine de gelerek hoş vakit geçirmesini temenni ediyordu.

Aile ocağından senelerce uzak kalmış olan genç zabit bir sığıntının harim-i şeytanetinde teselli uman bir bedbaht gibi bu davete memnuniyet gösterdi. Bunda kendisine hak ver­mek lazımdı.

Liberman'm anlattıklarına göre memleketlerinde zulüm ve cefa çeken hemşerileri Türk Milleti'nin asil sinesinde bü­yük misafirpervelik ve geniş bir refah bulmuşlardı. Liber­man böyle söylüyor ve böyle ikrar ediyordu. Öyle ya, bura­da Erenköy ve Yeşilköy gibi güzel yerler, şirin villâlar ve ha­yat fışkıran bir arazi üzerinde saadet ve refah içinde ömür sürüyorlardı. Bizler ise birkaç saat ileride İngiltere Devle-ti'nin bütün servet ve kudretini temsil eden bir ordu ile ha­yat memat mücadelesi yapıyorduk. Bu mantık silsilesi Türk zabitinin kafasından geçtikçe:

"?Elbette bize karşı minnettardırlar, bunlardan fenalık gelmez!.." diye hükümler veriyordu. Heyhat, bin kere hey­hat... Saf Türk düşünemiyordu ki, karşısındaki insan onun en korkunç düşmanıydı?

Kahveden ayrılmak zamanı geldi. Tâlim Alayı çadırların­dan karanlıkları delip hazin hazin yayılan yat borusu sesleri, vaktin geldiğini hatırlatıyordu. Adnan gitmeğe hazırlanır­ken Liberman genç zabitten rica etmeği unutmadı:

"?Yarın akşam fakirhanemizi şereflendirirseniz bizi minnettar etmiş olursunuz!"

"? Rahatsız etmiş olmaz mıyım?"

"?Estağfurullah!.. Asil bir Türk zabitinin evimizi şeref­lendirerek bir fincan kahvemizi içmesi bizim için ne bahtiyarlık..."

"? Mümkün olursa yarın akşam ziyaretinize gelirim. Hangi evde oturuyorsunuz?"

"? Otuz dokuz numaralı evde..."

Bunu Adnan da biliyordu, Adnan'ın bildiğini şişko yahudi de biliyordu. Fakat bu numaralar zemin ve zaman icabı idi. Yalnız bir şey varsa alay yaveri kendisine kurulan tuzak­tan tamamen bihaber bulunuyordu. Bilâkis sevgilisi yahudi dilberini kendi yuvasında sık sık görmek fırsatını bulacağın­dan sevinç içinde idi. Ayağa kalktı ve yeni ahbaplardan mü­saade istedi:

"? Tekrar görüşmek üzere!"

"? Tekrar görüşmek üzere mülazım efendi!.."

Her şey yolunda idi. Sabah akşam tâlim. Karargâhta biraz yazı ve gün kararınca aşk. Bu gurbet elinde bu, ana baba yuvasından uzak harp ve ölüm diyarlarında böyle bir mazhariyet ne büyük bir saadetti...

Bu defa da günler uzamağa başladı. Yazı yazmak, vazife ile uğraşmak, kırlarda dolaşmak bütün bunlar güçlükle za­manı öldürüyordu.

Zaman.. Duygusu ve sinirleri olmıyan bir varlık... Allah'dan sonra Kâinatın en amansız kuvveti. Yolundan bir an şaşmıyan ve geri kamıyan, ah ve aman dilenmiyen bir kuvvet...

Dünya üzerinde en kuvvetli görünen varlıkları bile ihti­yarlatıp çürüten, çürütüp kokutan ve sonunda toprak yapan bu mefhum tabiî daha bir çok akşamlar idrak edecek ve hattâ Adnan'ın kara talihinde yazılı felâkete de tam vaktinde ulaşacaktı.

İşte şimdi bir akşam daha oldu. Cephede patlıyan top ses­lerinin hazin tarrakaları uzaktan uzağa yayılıyordu. Ortalık yeni bir hüzn ve melale bürünmüştü.

Genç zabitin ruhuna karanlık bir gurbet çöktü. Mikadına gitmek için bir hiss-i kablelvuku kendisine isteksizlik veri­yordu. Bir Türk zabiti bir yahudiye karsı sözünde durmamazlık edemezdi. Onun için Adnan aheste aheste düşünceli bir surette çadırını terk etti. Köyün yolunu tuttu. Orta cadde­ye gelince, evlerin iri İri yazılmış numaralarını okuyordu.

33 - 35 - 37 ve işte 39.. Maşukasının evi...

Burada durakladı. Bahçenin parmaklıklı kapısını yavaş yavaş itti. Bu kapının açılmasiyle iç kapının da kanatları açıl­mış bulunuyordu.

Orta yaşlı, henüz güzelliğinin sihrini muhafaza eden bir kadın iç kapıda misafirini beklemekte idi. Şimal iklimlerinin soğuk beyazlığına Filistin'in hararet ve servetinden pembe renkler katmış olan bu yahudi köylüsü Suzy'yi doğuran ana idi.

Adnan'ı ilk, defa gördüğü halde onu eski bir âşinâ gibi selâmladı ve henüz bir tek eksik olmıyan muntazam ağzının otuz iki dişini gösteren bir yılışıklıkla.

"? Buyurun Adnan Bey!.." diye misafirini karşıladı. De­mek ki çocuğun ismini bile öğrenmişti. Alay yaveri kendisini tanıtmaya lüzum görmeden sordu.

"? O halde siz de Madam Liberman olacaksınız!" dedi. Gülüştüler.

Antrede Liberman'a rastladılar. Bu da alaturka bir selâmla Adnan'ı istikbal etti.

Beraberce eve girdiler. Suzy henüz ortada yoktu. Oldukça muntazam döşenmiş bir salona girdiler.

Burası bir köy evinin odasından ziyade İstanbul'un ol­dukça hali, vakti yerinde ailelerinin kabul salonlarından aşa­ğı kalmayan asri bir salondu. Neden olmasın?

Bu, her karışından servet fışkıran toprak üzerinde bu ara­zinin hakiki sahipleri fakr zaruret, hatta ve hatta bir çokları açlıktan muztarip iken, memleketlerinde bir karış toprağa can veren sefil ve fakir sığıntılar bu memleketin servetinden öyle istifade etmişlerdiki. Göz alabildiğine uzanan geniş üzüm bağlarının mahsulâtı Rişon le Zion Fabrikası'nın nefis şarabına inkılâb etmekte ve zengin keselerden bol paralar bu yaban muhacirlerin ceplerini doldurmakta idi. Badem ve di­ğer mahsûllerden yılda iki sefer mahsul aldıklarından tıka basa midelerine indirdikleri miktardan arta kalan mühim bir kısım her sene zenginliklerine yeni servetler katmaktaydı.

Biz bu vaziyeti bir Türk necâbetiyle bir Türk kafasıyla dü­şündüğümüz zaman bu adamların bize karşı ebedi bir min­net ve şükran altında bulunduklarını zann ederiz. İşte bu zan ve lâkaydi bize koca bir kıtanın elimizden çıkmasına âmil olan sebeplerdendir. Şimdi orada emellerinin tahakku­kunu görerek gurur ve nihvetini arttırmış olan dünkü sefil ve nankör sığıntılar hükümrandır. Bizler unutmamalıyız kî; Türk mehmetçiği Çanakkale'de olduğu gibi Sina Cephesinde de aynı fevkalbeşer (insan üstü) kudret ve cesareti göster­mişti. Fakat cephe gerisinde alçakça casusluklar ve çöllerde isyanlar gibi arkadan saplanmış kahpe hançerler ordumu­zun hızını kesmiş ve bizi beyhude zararlara sokmuştur.

Umuyoruz ve istiyoruz ki; bundan sonra artık yabancı ırk ve dinden insanların bizi gafil avlamasına ve ekmeğimizi yi­yip kuyumuzu kazmasına müsaade etmeyecek, boş bulun­mayacağız. Bundan sonra ne milletten olursa olsun bir kadı­nın aşkına aldanmayacak ve tuzağına düşmeyeceğiz. Vatan aşkı her şeyden üstün olacak ve hayvanı şehvetler o aşka bir leke gelmesine sebep olamayacaktır...

Adnan bu güzel döşenmiş misafir odasında Lui Kenz stili geniş bir koltuğa yaslandı.

Henüz Suzy ortada yoktu. Bu yeni numara çocuğa hir şey sezdirmemek kaygusundan doğuyordu.

Liberman Şark âdeti üzere misafirini yeni baştan selâmladı ve ona bir defa daha;

"?Hoş geldiniz!.." dedi. Bir sandalyeye ilişti ve bir madun tavrı takınarak konuşmağa başladı:

"? Alayınızın köyümüze komşu olması bize ne kadar şe­ref veriyor. Ortalık şenlendi, sizler buraya gelmeden köy ne kadar ıssızdı... Askerler hayat getirdiler. Canlandık."

"? Kalabalıktan hoşlanıyorsunuz demek mösyö Liberrnan?.."

Alay yaveri bu sözleri belki de samimi sanıyordu. Bilmi­yordu ki; böyle riyâkârane samimiyetler ve yalancı tavırlarla bizi ne kadar çok avlamışlar, bizi ne kadar çok aldatarak ağ­zımızdan sözler kapmışlardı...

"? Güm, güm, güm!.."

Cephedeki top sesleri, fasılalı fasılalı karanlıkları deliyor ve gecenin karanlığına yeni hüzünler katıyordu.

"?Alayınız burada yanıbaşımızda olmasa bu top sesle­rinden doğrusu rahat uyku uyumak kabil olmıyacak."

"?Böyle uzaktan gelen top seslerinden de korkar mısınız mösyö Liberman?"

"?Sesten değil, fakat maazzAllah bir gün bir güllenin te­pemizde patlamasından korkarız doğrusu..."

"?Düşman buralara kolay kolay ulaşamaz, merak etme­yin..."

''? Ona şüphemiz yok mülâzim Bey!.. Siz çok muharebe­lere girdiniz değil mi?"

?? Tabiî."

"?Harp güç şey."

"?Okadar değil..."

"? Yeniden harbe gitmeniz ihtimali var mı?"

"? Askerlik bu belli olmaz."

"? Orası Öyle.. Alay giderse siz de beraber gideceksiniz değil mi?"

"? Ona ne şüphe, alayım nereye ben de oraya!.."

"? Bu günlerde alayın cepheye gideceği söyleniyor. Doğ­ru mu dersiniz?"

"? Henüz bir emir yok, fakat hazırlık emrini çoktan al­mıştık."

?? Siz giderseniz biz bir dost kaybederiz de..."

Bir dost kaybetmek endişesinin arkasına gizlenerek şu küçük mükâlemeden bir hakikat bilinmeyerek ifşa edilmiş oldu:

Tâlim Alayı da harekete hazırdır ve hazırlık emri almıştır. Bugünkü bu kadar malûmatı İngilizler'e yetiştirirlerse el­bette ceplerine birkaç kuruş girerdi- Kısa günün kârı az olur.

"? Sizinle bir parti aznif oynamayı isterdim mülâzim bey?"

"? Oynayalım mösyö Liberman"

Liberman çatlak ve genizden konuşan sesi odada çınladı: .

"? Suzy!,. Suzy!.. Suzy!.."

Bu ses Adnan'ın ruhunda derin akisler uyandırdı demek ki; güzel kız evde idi.ve şimdi gelecekti. İşte tatlı bir kız sesi cevap veriyor:

"? Geliyorum baba, geliyorum!.."

Ve elinde küçük bir tepsi için konulmuş kahve fincanlariyle Suzy odaya girdi.

Bugün her günkünden daha güzeldi. Parlak ve ince saçla­rını arkaya doğru taramış, altın yumaklar halinde uzanan İpek bukleleri çifte örgü ile arkadan dolaştırarak kulakları­nın üzerine indirmişti. Üzerinde sade fakat çok cazip bir el­bise vardı.

"? Size bir fincan kahve hazırlıyordum da onun için ge­ciktim affedersiniz. Adnan Bey!.." diye gencin elini sıktı. Bu beyaz ve yumuk eller Adnan'ın eline sarılınca müsbet menfi elektrik cereyanlarının kontakları gibi alay yaverinde bir derûnî bir ihtizaz meydana getirdi. Onun için:

"? Teşekkür ederim matmazel."

Derken, sesinde tabiîlikten bir az kaçmış bir titreklik var­dı.

Kahveleri yudumlarken oyuna da başladılar. Suzy Ad­nan'ın oturduğu yere bir sandalye çekti ve gencin yanı ba­şında oyunu seyretmeğe koyuldu. Alay yaverinin aklı oyun­dan ziyade yanı başında duran genç kızda idi. Bu yosmanın vücûdundan çıkan bekâret kokusu Adnan'ın ruhunu tütsülüyordu.

Sayıları gelişi güzel koyuyor ve lalettayin oynuyordu. Ya­rım saat süren partide Adnan kaybetti. Bol bol gülüştüler. Suzy bu fırsatı kaçırmadı:

"? Kumarda kaybeden aşkta kazanır, Adnan Bey!.." de­di.

Bu tatlı ses, neş'eli kahkahaların artmasına vesile oldu. Suzy'nin annesi likör hazırlamakla meşguldü. Liberman da oyundan sonra.

"? Bana beş dakika müsaade ediniz. Suzy misafirimizi yalnız bırakma" diyerek odadan ayrıldı.

Şimdi iki genç bu odada yapa yalnız diz dize ve başbaşa kalmışlardı. Adnan böyle fırsatların her defa kaçırılması bir erkek için ayıp olduğunu düşünerek canlı bulunmıya karar verdi.

"? Kumarda kaybeden aşkta kazanır mı dersin Suzy?"

"? Bu bir darb-ı meseldir Adnan Bey!"

"? Fakat çok güzel bir darb-ı mesel."

Bir elini kızın beyaz eli üzerine koydu, diğer eliyle Suzy'nin beline sarılarak gençliğinin bütün hararetiyle du­daklarından öptü. Bir karşılık görmedi. Böylece belki bir da­kika durdular.

"? Çok güzelsin Suzy."

"? Ona şüphe mi var?"

"? Mesele yok. Demek ki; birbirimizi seviyoruz. Harp bit­tikten sonra benimle Türkiye'ye gelir misin Suzy?"

"? Gelirim Adnan! Senin ebeveynin nerede oturuyor?"

"-?İstanbul'da."

"? İstanbul!.. Güzel İstanbul! Ben onu küçükken, buraya gelirken gördüm. Bosfor'un güzelliği!.. İstanbul'un güzelli­ği!.. Orası, dünyanın incisidir. Adnan Bey!.."

Alay yaveri derin bir göğüs geçirdi. İstanbul, onun mem­leketi, olanca azamet ve güzelliğile hayalinde tecessüm etti. Bu güzel şehrin göklere yükselen zarif minarlerini, babaları­mızın medenî, kudretlerini gösteren büyük mabetlerini ve Marmara'nın yeşil kucağında heybetle uyuyan büyük İstan­bul'u düşündü. Orada doğmuş orada okumuş, orada büyü­müştü. Anası, kardeşleri ve babası orada şimdi kendisinin hasretini çekmekte idiler.

"? Evet Suzy mukadderse harbden sonra güzel İstanbul'a gider orada mesut bir hayat süreriz!.. Ne dersin Suzy?"

"? Büyük saadet olur derim, Adnan!.."

Bedbaht genç Türk!.. Şimdiye kadar yabancı kandan bir kızın hangi erkeği bahtiyar ettiğini bilmiyordu bile!.. Bu gur­bet ellerinde yalnızlığın yabancılığın ve harbin ruhunda ya­rattığı galat hisler, O'na bu yahudi kızının harpten sonra ebedî bir hayat arkadaşı olacağını zan ettirmişti. Heyhat!.. Bu mahlûklar ne kadar güzel ve cazip olsalar nihayet kendi ırk­larından sümüklü birisinin hayat arkadaşı olabilirlerdi, Türk kızlarının altın oluklardan boşanan berrak sesleri ve Türk kızlarının asil ve lâhuti güzellikleri yanında bir yahudi kızı­nın hilekâr ruhu mukayesesine bile tahammül edilmeyen bîr şeydir. Fakat toy bir zabitin bir casusa gönül vermesi hep gafletten bu yolda ve ikaz edilmemesinden ileri geliyordu.

Adnan kızla yaptığı bu kısa konuşmalar esnasında Suzy'nin dudaklarından ve pembe yanaklarından bir çok de­fa öptü. Kızın güzel elleri gencin parlak ve dalgalı saçları üzerinde dolaşıyordu. Hislerinin bu en coşkun deminde Liberman'ın kalın öksürüğü duyuldu. Bu, ben geliyorum habe­riniz olsun, mânasına idi. Gençler birbirinden uzaklaştılar. Aralıklı koltuklarına çekildiler.

Liberman odaya girdiği zaman gençlerin hal ve tavırlarındaki şaşkınlığı görmemezlikten geldi. Suzy'nin annesi bir şişe şarab ile kocasının arkasından yetişti.

"? Adnan Bey, bir bardak şarabımıza tenezzül buyurur musunuz?"

"? Teşekkür ederim madam."

"? Bu şarabı çok seveceksiniz. Buraların taze üzümünden yapılmıştır. Nefasetine emin olunuz!"

Evvelâ iki genç karşılıklı ve sonra dört kişi kadeh tokuşturarak birer yudum şarap yuvarladılar. Hakikaten enfes bir şaraptı. Arz-ı Mev'ud bağlarının üzümlerinden yapılmış olan bu İçki gamlı gönüllere teselli, yorgun dimağlara güya kuv­vet vermekte idi. Adnan bardağı yarıya indirdikten sonra kafasında tatlı bir inşirah ve benliğinde hoş bir inkişaf hisset­ti.

Suzy ile bir daha kadeh tokuştururken fettan yahudi kızı sağ gözünü hafif kırparak ve vücudunun üst kısmına şehvetengiz inhinalar vererek:

?? Afiyetinize Adnan Bey!.." dedi.

"? Afiyetinize Suzy!"

Böylece yudum yudum, kadeh kadeh içtiler. Şarap buhar­ları kafalarda türlü hayaller yaratmakta idi. Adnan senelerce ana kucağından uzaklarda. Bu gurbet ve doğuş sahasında duyduğu yalnızlığı bir an için unutur gibi oldu. Neş'elenmişti güzel kız ve güzel kızın annesile babası da misafirlerini teşvik etmek için içmekte idiler. Keyfi yerine gelen genç zabit yahudi dilberine yavaşça sordu:

"? Müzik sever misin Suzy?"

"?Pek çok..."

"? Hangi parçayı çalarsın?"

"? Yazık ki ben birşey çalamam. Fakat eğer isterseniz size şu eski gramafonomuzla bir kaç plâk dinletebilirim..."

"?İyi edersin."

Köy evinin odasında borulu ve eski bir gramafon oldukça iyi parçalar çaldı.

"? Plâklarınız hep Almanca Suzy..." Ana dilimiz Almanca'dır. Harp bittikten sonra yenilerini alacağız.

Adnan derin derin, mahzun mahzun içini çekti.

"? İnşAllah!.." dedi... Sesinde tuhaf bir ümitsizlik sezili­yordu. Bu defa Lîberman sordu:

"? Harbin yakında biteceğini umar mısınız?"

"? O kadarını bilmem. Bildiğim birşey varsa, harp bitece­ği güne kadar devam edecektir."

"? Kazanacağız değil mi Adnan Bey?"

Bunu söylerken koca casusun necabetsiz suratında gencin ruhuna nüfuz etmek İsteyen şeytanî bir tecessüs belirdi. Bir ordu zabitinin haleti ruhiyesini ve harp hakkındaki fikrini öğrenmek ve bu malûmatı düşmana yetiştirmek kâfî derece­de ehemmiyetli bir vazife idi. Bir casusluk vazifesi...

Kahraman genç ırkının vârisi olduğu asalet ve necabete uygun bir cevap verdi.

"? Elbette kazanacağız... Onun için kan döküyoruz..."

Vakit ilerlemişti. Köyde ses-seda kalmadı yine cephede kesik kesik, uzaktan uzağa top sesleri ve yine karargâhta ha­zin hazin yat borusu..

.

"? Vakit geldi müsaadenizle."

"? Biraz yemek yiyip öyle gitmez misiniz?"

"? Teşekkür ederim geç gitmeliyim."

"? Her zaman bekleriz."

Mutad merasimden sonra Adnan bahçeye çıktığı vakit kendisini epey sersemlemiş buldu. Berrak Filistin semasının parlak yıldızları yere düşecek zannediyordu.

Bahçe kapısına geldikleri vakit iki genç yalnız kalmışlardı.

"? Yine gel Adnan her gün gel olmaz mı?"

"? Üç gün sonra yine gelirim Suzy."

"? Uzatma, yalvarırım..."

Yine çıldırtıcı bir cilve ile genç zabitin elini sıktı. Kıvrıldı, kıvrandı, büküldü ve ayrıldılar. Türk çocuğu çadırlara hafif tertip sallanarak geldi.

Aynı sesler kendisini karşıladı.

"?Dur! Kimdir o!"

"? Yabancı yok, alay yaveri!"

Bu suretle aynı ihtar kendisine tekrar edilmiş oldu:

Harp sahasındadır, vazife başındadır...
Sayfa: 1 ... 4 5 [6] 7 8 ... 10