Son İletiler

Sayfa: 1 ... 3 4 [5] 6 7 ... 10
41
BEDIR GAZASI
Hicretin ikinci y ılı... Hazreti Peygamber o senenin Rama­zan ayının sekizinci gecesi eshabiyle birlikte Medine'den çıkti. Halka namaz kıldırmak ve Medinenin işlerine bakmak için Ümmü Mektumun oğlu Omruyu vekil bıraktı. Üçyüz beş kişi idiler. Beraberlerinde yetmiş de deve vardı. Bunlar nöbetle bi­niyorlardı. Bunlar Ebu Süfyan'ın başında bulunduğu kervanı aramağa çıkmışlardı. Kervan hakkında malûmat almak için epey çalıştılar. Defran deresine kadar gelip konakladılar. Ora­da iken, Kureyşlilerin kervanlarını muhafaza için Mekkeden çıktıkları haberi gelince işin rengi değişmiş oldu. Şimdi mes'ele Ebu Süfyan'ın kervanı değil, Kureyşlilerle karşı karşıya gelmekti. Peygamberimiz Kureyşlilerin vaziyetleri hakkında elde ettiği malûmatı müslümanlara bildirerek onlarla müşave­re etti. Ebubekir ve Ömer görüşlerini söylediler. Bunlardan sonra Mikdat oğlu Ömrü: « Ey Allahın Resulü! Allah sana han­gi yolu gösterirse o istikamete yürü. israil oğullarının Musaya: git, sen ve Salibin düşmanla boğuşunuz, biz burada oturup bek­leriz, dedikleri gibi diyemeyiz. Biz; senin ve Rabbimizin arzu­larına göre hareket ederiz» dedi. Müslümanlar sustular.

Peygamber Akabe andla şmasında bulunanları kasdederek şöyle buyurdu: «Bana görüşlerinizi söyleyiniz» dedi. Ensar; bu hitabın kendilerine olduğunu sezince bayraktarları olan Maaz oğlu Saad yüzünü Hazreti Peygambere dönerek: Bize hi­tap ediyorsun sanırım, Ey Allahın Resulü! Sana inandık. Her ne s öyledinse doğru bulduk. Deruhte ettiğin vazifenin hakikat olduğunu gördük ve bunun üzerine seni dinleyip itaat edece­ğimize and içtik, biz doğru yolunda seninle beraberiz. Seni Pey­gamber gönderen Allaha kasem ederiz ki, şu denize atılmamızı ister isen biz de seninle birlikte atılırız ve biz yekdiğerimizden ayrılmayız. Yarın düşmanlarımızın bizimle karşılaşmak istedi­ğini bilmiyor değiliz. Biz cenklerde sabırlı ve sözümüzün eriyiz. Belki Cenabı Hak bizim yüzümüzden gözlerini aydınlatacak mertlikler göstereceğiz. Allahtan hayırlı temennilerle bizi istediğin istikamete götür, yürü.» dedi. Saad sözlerini bitirir bitir­mez Hazreti Peygamberin mübarek yüzü meserretten nur sa­çarak demiştir ki : «Yürüyünüz, size müjdeler olsun, Cenabı Hak bana iki kısımdan birinin bizim olacağına söz verdi ve Al­lahın izniyle sanki şimdiden düşmanların maktül düştükleri yerleri görüyor gibiyim.»

Hep birlikte y ürüyerek Bedir mevkiine yaklaştıklarında Kureyş kervanlarının kendilerine yakın olduğunu gördüler. Peygamber, Ebu Talib oğlu Ali'yi ve Avam oğlu Zübeyri ve Ebu Vakkas oğlu Saad'ı keşif maksadiyle Bedir suyu mahalli­ne gönderdi. Bunlar dönüşlerinde beraberlerinde iki genç ge­tirdiler. Bunlardan Kureyşlilerin sayılarının dokuzyüz ile bin kişi arasında olduklarını ve bunların Peygamberi geri döndür­mek için reisleri ile birlikte yola çıktıklarını öğrendiler. Böyle­ce adetçe kendilerinden üç misli fazla olan bu kuvvetle muha­rebenin pek şiddetli olacağı anlaşılıyordu. Peygamber müslümanlara: Mekkenin kendilerine reva gördüğü haksızlıkları ha­tırlatarak, şiddetli bir mücadeleye hazır olmalarını hatırlat­mıştır. Müslümanlar, düşmana karşı sebat etmeğe söz vererek Bedir suyu kenarında mevzi aldılar. Evvelâ bir havuz kazarak içine su doldurdular. Düşmanlarını susuz bırakmak için orada­ki kuyuları kapadılar. Peygamber için çadır kurdular.

Kurey şliler gelince, onlar da müslümanlarla harp etmek için mevzilerini tutmuşlardır. Bundan sonra Mahzumlu Abdülesed oğlu Elesved Kureyşlilerin safları arasından müslümanların üzerlerine saldırmış, su havuzunu yıkmak istemişti. Buna karşı çıkan Abdülmuttalib oğlu Hamza çevik davranarak indirdiği bir kılınç darbesiyle Elesvedin bacağım koparmış, kanlar içinde sırt üstü yere serilince, Hamza ikinci bir vuruş­la onun isini bitirmiş, havuza el sürdürmemiştir. Bundan sonra cenk meydanına Kureyşlilerden Rebia oğlu Atebe ve kardeşi Şibe ile oğlu Velid çıktılar.

Bunlara kar şı Abdülmuttalib oğlu Hamza ve Ebu Talib oğ­lu Ali ve Haris oğlu Ubeyde çıktılar. Hamza Şibe'yi ve Ali de Velid'i bir anda öldürdüler. Ondan sonra Ubeyde'nin yardımı­na koştular. Bundan sonra esas mücadele başladı, her iki taraf cenge iştirak etti. Hicretin on ikinci yılı ve Ramazan ayının on yedinci Cuma günü sabah vakti iki tarafın tekmil askerlerinin karşı karşıya geldikleri sırada Hazreti Peygamber müslümanların başına geçerek onların saflarını düzeltiyor ve onları har­be teşvik ediyordu. Bunun üzerine müslümanlar, Peygamberin kendi aralarında bulunduğunu ve kendilerini teşci ve teşvik ettiğini görünce şevk ve gayretleri artarak toz, duman bulut­lan gibi yerlerinden fırlayarak Kureyşlilere saldırdılar. Kafa­lar gövdelerinden kopmağa başladı. Müslümanların imanlariyle kuvvetleri artarak «Birdir, bîrdir» diye bağırıyorlardi. Harb meydanının ortasında duran Resul-i Ekrem, iki avucunu dol­duran çakıl taşlarını «yüz karası» mânasındaki remziyle düş­man üzerine atıyor ve hücum ediniz, hücum ediniz ta ki, cenk meydanı müslümanların zaferiyle bitsin diyordu.

Nusrat ve zafer İslama teveccüh etmiş, Kureyşlilerden bir çoğu kaçmış, kimisi esir edilmiş ve birçoğu öldürülmüştü. Bu zafer, müslümanlar için büyük bir kuvvet ve sağlam bir temel olmuş ve müminler böylece Medineye dönmüşlerdir.
42
Yahudi ve Hristiyanlarla Mücadele
M üslüman olmayanlar; müslümanların iktisap ettiği kud­reti ve bu sayede islâmlık yolunda yapılan fedakârlıkları ve gece gündüz tanımadan bu mukaddes yolda sarfedilen mesai ve bu mesainin ruh ve gönüllerden kopup gelen canlılığını görü­yorlardı. Bu müslüman gönüller, o gün dînlerinin yüksek ses­le ilân edildiğini ve hükmünün yürüdüğünü görerek saadet içinde yaşıyorlardı. Bundan müslüman düşmanları müteessir ve mükedder oldular. Bilhassa komşuları Yahudilerde bunun alâmetleri görüldü. Yahudiler korkmağa başlayarak yeniden Muhammed'e ve esbabına karşı Medinelilerin merbutiyetlerini ve müslümanlığa bütün gönüllerinin rızasiyle intisap arzu­sunun arttığını görerek düşünmeğe başladılar. Bazen Yahudilerin de müslüman olmağa şitap etmeleri onları fazla kızdıra­rak müslümanlığın kendi cemiyetlerini istilâ etmesinden endişelendiler. Bu sebeple müslümanlığa, imanına ve İslâm hüküml erine tecav üze başladılar. Müslümanlarla Yahudiler arasında, vaktiyle Mekke'de müslümanlarla kâfirler arasında olan mücadelerden daha büyük bir çekişme başladı. Evvelâ fikir müca­delesinde her türlü hile ve iki yüzlülük ve geçmiş peygamber­lere ait malûmat Yahudilerin elinde bir silâhdı. Bununla Pey­gamberin şahsına ve asaletine ve muhacirin ile ensara tecavüz ediyorlardı. Aralarında gizlice anlaşarak yalan yere müslüman olduklarını gösteren hahamlardan bazıları, müslümanların arasına sokuldukları vakit son derece dindar gözüküyorlar­dı. Bunlar bir zaman sonra fikirleri teşviş etmek için bir takım şüphe ve tereddütler uydurup ortaya atıyor ve müslümanların imanlarını sarsmak için Peygambere bir sürü sualler soruyor­lardı. Bu uydurma ve maksatlı suallerle müslümanlan birbi­rine düşürmek için Evs ve Harzec'lilerden sahte müslüman olanlar da Yahudilere iltihak ettiler. Yahudilerle müslümanlar arasındaki mücadele bir aralık aralarındaki anlaşmalara rağmen yumruk kavgasına kadar gitmiştir. Yahudilerin inat­larını ve mücadeledeki ısrarlarını anlatmak için bir misal vere­lim : Güzel huylu ve ağır başlı ve halim bir zat olan Ebubekir bile bu huylardan sıyrılarak şiddete sürükledikleri söylemek kâfidir. Rivayet edildiğine göre Hazreti Ebubekir Fenhas adlı bir Yahudi ile konuşurken ona müslüman olmasını teklif et­miştir. Fenhas buna cevaben : «Ey Ebubekir! Allaha kasem ederim ki; biz ona değil, o bize muhtaçtır. O bize yalvarır, biz ona yalvarmayız. Biz ona lâzım olmasa idik, Peygamberiniz olduğu iddiasında bulunan adamınızın söylediği gibi malları­mızı bizden ödünç istemezdi. Size faizi yasak ederken bize ve­riyor. Varlıklı olsa idi bize vermezdi.» Gibi saçmalar savurdu ki Kur'anda Cenabı Hakkın «Allaha güzel ödünç kim verir ki Allah ona kat kat ödeyecektir.» Buyurduğu âyete dil uzatmak istemiştir. Ebubekir bu küstah cevaba, sabrı tükenmiş bir hâlde hiddetlenerek Yahudinin suratına şiddetli bir tokat indirdi ve şöyle dedi:

«Ey Allahın düşmanı! Aramızda bir anlaşma olmasaydı se­nin boynunu vururdum.» Böylece müslümanlarla Yahudiler aras ındaki mücadele müteaddit devreler ve safhalar geçirerek şiddetlendi. O sırada Medine'ye aralarında altmış süvari bulu­nan Necran Hıristiyanlarından bir hey'et geldi. Bu hey'et ihti­mal ki; müsîümanlarla Yahudiler arasındaki ayrılığı ve uyuş­mazlığı öğrenerek bu gerginliği arttırmak ümidiyle Medine'ye gelmiş ve bundan istifade ederek iki din arasındaki husumeti te şdit ve bundan Hıristiyanlık lehine istifade etmek ve yeni dî­ni ortadan kaldırmak istemiştir. Bu hey'et, Hazreti Peygam­berle ve Yahudilerle görüşmüştür. Peygamber gerek bunlara, gerekse Yahudilere incil ve Tevratın sahibi iki millet diye baktığından hepsini İslama davet etmiş ve Kur'an-ı Kerimden şu âyet-i celileyi okumuştur : «Ey kitap ehilleri! Bizimle sizin aranızda müşterek olan bir nokta vardır ki o da Allahın birli­ğini kabul edip ona şirk koşmayalım. Bazılarımız, Allahtan gayri hahamlar ve papazlarınızı Tanrı ittihaz etmesinler, eğer buna yanaşmazlarsa şahit olunuz kî biz müslümanız deyiniz» mealindeki âyet-i kerimeyi okur... Yahudilerle Hıristiyanlar Peygamberlerden kimlere inandığını kendisinden sorarlardı:

«Allaha ve bize inen kitaba ve ibrahim ve İsmail ve İshak ve Yakub'a ve İsrail oğullarına inen kitap ile âyetlere ve Mu­sa ve İsa Peygamberlere Rablarmdan verilen kitaplara inan­dık. Bu Peygamberlerin herhangi birini diğerinden farklı tut­mayız ve Allaha karşı bir müslümamz.» yolundaki âyeti de okuyunca söyleyecek birgey bulamazlardı. Karşılaştıkları sağ­lam delil, isbat kuvveti kendilerini susturur, hakikat tezahür eder fakat yine müslürnan olmazlardı. Mevki düşkünlüğü ken­dilerini bu nimetten mahrum ederdi. Hattâ içlerinden bazıları bunu itiraf bile etmişlerdir. Şunu rivayet ederler: Necran he­yetinden ve Hıristiyanların âlimlerinden olan Ebu Harisa bir arkadaşına; Muhammedin doğru söylediğine inandığını bildi­rince, arkadaşı da ona; bunu böyle bildikten sonra kendisine "tâbi olmaktan seni men eden nedir? diye sorunca, bu; Necranlıların bize yaptıkları iyilik sebebiledir, çünkü onlar bize şeref Verdiler, bizi mal sahibi ettiler ve bizi hoş tuttular demiş ve şunları ilâve etmiştir: Onlar bizden Muhammed'e muhalefet etmekten ba şka birşey istemiyorlar, eğer biz bunu yapmazsak o zaman Necranlılar bize verdikleri şeylerin hepsini geri alır­lar.

Bu d üşünce bu tarz-ı hareket onların imansızlıklarından ve büyüklük taslamalarından ileri geliyordu. Bundan başka Resul-i Ekrem, Hıristiyanlara: «Sana bilgisi geldikten sonra seninle iddiaya kalkan olursa onlara de ki, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, bizleri ve sizleri davet edelim. Sonra Allaha yalvararak lânetleşelim ve Allahın lânetini yalancılar üzerine indirmesini ve rahmetini onlardan kesmesini dileyelim» âyetini okuyarak Hıristiyanları lânetleşmeye davet etti. Onlar birbirlerine danışarak bunu kabul etmeyeceklerini ve kendisini kendi dini üzere bıraktıklarını ve kendileri de dînlerinde kalarak avdet edeceklerini, bununla beraber uyuşmamış oldukları bir takım mallar için aralarında hakemlik etmek üzere birini göndermesini Peygamberden is­tediler. Resul-i Ekrem de Cerrah oğlu Ebu Ubeydeyi onlarla birlikte gönderdi.

Art ık müslürnanlık bir nur huzmesi gibi yayılmağa başla­mış, metinleşmiş kat'î delil ve isbatlarla sahte müslümanlar ve Yahudilerle Hıristiyanların ileri sürdükleri nazariyatın cümle­sini yok etmiştir. Şimdi ortada sadece îslâmiyetin münakaşası kaldı. Bununla beraber dönmelerle Yahudiler içlerindeki müslüman düşmanlığını gizlemekte devam etmişlerdir. Onların müslümanlara husumet ve kinleri sürmüş gitmiştir. Şu kadar ki müslüman hükümranlığı Medine'de teessüs etmiş ve cemi­yet temelleşerek her şeye üstün gelmiştir. Müslüman çeteleri­nin ardı ardına savaşa gönderilmeleri ve onların gösterdikleri kuvvet ve kudret malûl ruhların susturulmasında büyük âmil olmuştur. Allahın iradesi galebe çalmış Medine ve etrafında bulunan müslüman düşmanları susmaya ve müslüman hüküm­ranlığına baş eğmeğe mecbur kalmışlardır.
43
Yahudi ve Hristiyanlarla Mücadele
M üslüman olmayanlar; müslümanların iktisap ettiği kud­reti ve bu sayede islâmlık yolunda yapılan fedakârlıkları ve gece gündüz tanımadan bu mukaddes yolda sarfedilen mesai ve bu mesainin ruh ve gönüllerden kopup gelen canlılığını görü­yorlardı. Bu müslüman gönüller, o gün dînlerinin yüksek ses­le ilân edildiğini ve hükmünün yürüdüğünü görerek saadet içinde yaşıyorlardı. Bundan müslüman düşmanları müteessir ve mükedder oldular. Bilhassa komşuları Yahudilerde bunun alâmetleri görüldü. Yahudiler korkmağa başlayarak yeniden Muhammed'e ve esbabına karşı Medinelilerin merbutiyetlerini ve müslümanlığa bütün gönüllerinin rızasiyle intisap arzu­sunun arttığını görerek düşünmeğe başladılar. Bazen Yahudilerin de müslüman olmağa şitap etmeleri onları fazla kızdıra­rak müslümanlığın kendi cemiyetlerini istilâ etmesinden endişelendiler. Bu sebeple müslümanlığa, imanına ve İslâm hüküml erine tecav üze başladılar. Müslümanlarla Yahudiler arasında, vaktiyle Mekke'de müslümanlarla kâfirler arasında olan mücadelerden daha büyük bir çekişme başladı. Evvelâ fikir müca­delesinde her türlü hile ve iki yüzlülük ve geçmiş peygamber­lere ait malûmat Yahudilerin elinde bir silâhdı. Bununla Pey­gamberin şahsına ve asaletine ve muhacirin ile ensara tecavüz ediyorlardı. Aralarında gizlice anlaşarak yalan yere müslüman olduklarını gösteren hahamlardan bazıları, müslümanların arasına sokuldukları vakit son derece dindar gözüküyorlar­dı. Bunlar bir zaman sonra fikirleri teşviş etmek için bir takım şüphe ve tereddütler uydurup ortaya atıyor ve müslümanların imanlarını sarsmak için Peygambere bir sürü sualler soruyor­lardı. Bu uydurma ve maksatlı suallerle müslümanlan birbi­rine düşürmek için Evs ve Harzec'lilerden sahte müslüman olanlar da Yahudilere iltihak ettiler. Yahudilerle müslümanlar arasındaki mücadele bir aralık aralarındaki anlaşmalara rağmen yumruk kavgasına kadar gitmiştir. Yahudilerin inat­larını ve mücadeledeki ısrarlarını anlatmak için bir misal vere­lim : Güzel huylu ve ağır başlı ve halim bir zat olan Ebubekir bile bu huylardan sıyrılarak şiddete sürükledikleri söylemek kâfidir. Rivayet edildiğine göre Hazreti Ebubekir Fenhas adlı bir Yahudi ile konuşurken ona müslüman olmasını teklif et­miştir. Fenhas buna cevaben : «Ey Ebubekir! Allaha kasem ederim ki; biz ona değil, o bize muhtaçtır. O bize yalvarır, biz ona yalvarmayız. Biz ona lâzım olmasa idik, Peygamberiniz olduğu iddiasında bulunan adamınızın söylediği gibi malları­mızı bizden ödünç istemezdi. Size faizi yasak ederken bize ve­riyor. Varlıklı olsa idi bize vermezdi.» Gibi saçmalar savurdu ki Kur'anda Cenabı Hakkın «Allaha güzel ödünç kim verir ki Allah ona kat kat ödeyecektir.» Buyurduğu âyete dil uzatmak istemiştir. Ebubekir bu küstah cevaba, sabrı tükenmiş bir hâlde hiddetlenerek Yahudinin suratına şiddetli bir tokat indirdi ve şöyle dedi:

«Ey Allahın düşmanı! Aramızda bir anlaşma olmasaydı se­nin boynunu vururdum.» Böylece müslümanlarla Yahudiler aras ındaki mücadele müteaddit devreler ve safhalar geçirerek şiddetlendi. O sırada Medine'ye aralarında altmış süvari bulu­nan Necran Hıristiyanlarından bir hey'et geldi. Bu hey'et ihti­mal ki; müsîümanlarla Yahudiler arasındaki ayrılığı ve uyuş­mazlığı öğrenerek bu gerginliği arttırmak ümidiyle Medine'ye gelmiş ve bundan istifade ederek iki din arasındaki husumeti te şdit ve bundan Hıristiyanlık lehine istifade etmek ve yeni dî­ni ortadan kaldırmak istemiştir. Bu hey'et, Hazreti Peygam­berle ve Yahudilerle görüşmüştür. Peygamber gerek bunlara, gerekse Yahudilere incil ve Tevratın sahibi iki millet diye baktığından hepsini İslama davet etmiş ve Kur'an-ı Kerimden şu âyet-i celileyi okumuştur : «Ey kitap ehilleri! Bizimle sizin aranızda müşterek olan bir nokta vardır ki o da Allahın birli­ğini kabul edip ona şirk koşmayalım. Bazılarımız, Allahtan gayri hahamlar ve papazlarınızı Tanrı ittihaz etmesinler, eğer buna yanaşmazlarsa şahit olunuz kî biz müslümanız deyiniz» mealindeki âyet-i kerimeyi okur... Yahudilerle Hıristiyanlar Peygamberlerden kimlere inandığını kendisinden sorarlardı:

«Allaha ve bize inen kitaba ve ibrahim ve İsmail ve İshak ve Yakub'a ve İsrail oğullarına inen kitap ile âyetlere ve Mu­sa ve İsa Peygamberlere Rablarmdan verilen kitaplara inan­dık. Bu Peygamberlerin herhangi birini diğerinden farklı tut­mayız ve Allaha karşı bir müslümamz.» yolundaki âyeti de okuyunca söyleyecek birgey bulamazlardı. Karşılaştıkları sağ­lam delil, isbat kuvveti kendilerini susturur, hakikat tezahür eder fakat yine müslürnan olmazlardı. Mevki düşkünlüğü ken­dilerini bu nimetten mahrum ederdi. Hattâ içlerinden bazıları bunu itiraf bile etmişlerdir. Şunu rivayet ederler: Necran he­yetinden ve Hıristiyanların âlimlerinden olan Ebu Harisa bir arkadaşına; Muhammedin doğru söylediğine inandığını bildi­rince, arkadaşı da ona; bunu böyle bildikten sonra kendisine "tâbi olmaktan seni men eden nedir? diye sorunca, bu; Necranlıların bize yaptıkları iyilik sebebiledir, çünkü onlar bize şeref Verdiler, bizi mal sahibi ettiler ve bizi hoş tuttular demiş ve şunları ilâve etmiştir: Onlar bizden Muhammed'e muhalefet etmekten ba şka birşey istemiyorlar, eğer biz bunu yapmazsak o zaman Necranlılar bize verdikleri şeylerin hepsini geri alır­lar.

Bu d üşünce bu tarz-ı hareket onların imansızlıklarından ve büyüklük taslamalarından ileri geliyordu. Bundan başka Resul-i Ekrem, Hıristiyanlara: «Sana bilgisi geldikten sonra seninle iddiaya kalkan olursa onlara de ki, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, bizleri ve sizleri davet edelim. Sonra Allaha yalvararak lânetleşelim ve Allahın lânetini yalancılar üzerine indirmesini ve rahmetini onlardan kesmesini dileyelim» âyetini okuyarak Hıristiyanları lânetleşmeye davet etti. Onlar birbirlerine danışarak bunu kabul etmeyeceklerini ve kendisini kendi dini üzere bıraktıklarını ve kendileri de dînlerinde kalarak avdet edeceklerini, bununla beraber uyuşmamış oldukları bir takım mallar için aralarında hakemlik etmek üzere birini göndermesini Peygamberden is­tediler. Resul-i Ekrem de Cerrah oğlu Ebu Ubeydeyi onlarla birlikte gönderdi.

Art ık müslürnanlık bir nur huzmesi gibi yayılmağa başla­mış, metinleşmiş kat'î delil ve isbatlarla sahte müslümanlar ve Yahudilerle Hıristiyanların ileri sürdükleri nazariyatın cümle­sini yok etmiştir. Şimdi ortada sadece îslâmiyetin münakaşası kaldı. Bununla beraber dönmelerle Yahudiler içlerindeki müslüman düşmanlığını gizlemekte devam etmişlerdir. Onların müslümanlara husumet ve kinleri sürmüş gitmiştir. Şu kadar ki müslüman hükümranlığı Medine'de teessüs etmiş ve cemi­yet temelleşerek her şeye üstün gelmiştir. Müslüman çeteleri­nin ardı ardına savaşa gönderilmeleri ve onların gösterdikleri kuvvet ve kudret malûl ruhların susturulmasında büyük âmil olmuştur. Allahın iradesi galebe çalmış Medine ve etrafında bulunan müslüman düşmanları susmaya ve müslüman hüküm­ranlığına baş eğmeğe mecbur kalmışlardır.
44
Medine'de Hayat
İslâmiyet kendine mahsus bir anlayışla bir çok mefhumla­rın birleşmesinden doğmuş muayyen bir hayat yoludur. Dünya­daki diğer medeniyetlerden ayrı olarak sahip olduğu umdeler dolay ısiyle îslâm medeniyeti başkalariyle kabil-i kıyas değil­dir, islâm hayatının esasları şunlardır : Yaşamasına istikamet veren İslâm imanı. Yaşayışında ve sarf ettiği gayretlerde Alla­hın emirleri ve nehiyleri, yâni helâller ve haramlar... Üçüncü­sü de müslüman olarak Cenabı Hakkın rızasını ve hoşnutluğu­nu kazanmak, yâni devamlı ruh ve kafa huzurudur. Bütün bu hususları temin etmek ve müslümanlığın emrettiği bu icapları yerine getirmek için bir devletleri ve kudretleri olmak gerek­tir.

M üslümanlar Medineye hicretten sonra bu esaslar dahilin­de hayat sürmeğe başladılar ki, onun da temeli iman esasları­na dayanır. Bidayet hicrette, alış verişler, ticaret ve cezalar hakkındaki hükümlerle, Allaha karşı kulluk vazifemiz hakkın­da henüz inmemiş olan âyetler inmeğe başladı ki bunlardan ze­kât denilen mal vergisi ile oruç hicretin ikinci yılında farz kı­lınmıştır. Ezan da okunmağa başlamıştır. Medine halkı kendi­lerini namaza çağıran ulvî sesleri günün beş vaktinde işitme­ğe başlamışlardır. Ezan, güzel ve taze bir sesle, lâtif bir oku­nuşla dane dane Bilâl Habeşi tarafından okunarak rüzgâr dal­galan bu ilâhî daveti her tarafa götürüyor, müslümanlar ibâ­dete koşuyorlardı. Hazreti Peygamberin Medinede yerleşmesi üzerinden henüz on yedi ay geçmişken Kıble, Allanın emriyle Kudüs cihetinden Kâbeye çevrilmiştir. Böylece ibâdet, yiyecek, ahlâk ve ticaret hakkında âyetler arka arkaya inmeğe başladı, içki ve domuz eti yasakları ile Allahın hukukuna ait hükümler, ağır günahlar, alım satıma müteallik hükümlerle tefecilik ve faizcilik memnuiyeti ve sair âyetler nüzul etti. Artık hüküm âyetleri birbirini takip ederek iniyor, yaşayış pürüzlerini dü­zeltiyordu. Hazreti Peygamber bu âyetleri uzun uzun anlatı­yor, izah ediyor ve bunlarla halkın islerini tedvir ediyor ve bu mesainin iyi neticeler vermesine gayret sariediyor, dâvaları hallediyordu. Bu vazifeleri gerek konuşurken ifadeleriyle ve gerekse fiilleriyle ve gerekse gördüğü işlere susmasiyle ifade ediyordu. Çünkü Peygamberin sözü ve sükûtu hep kanundur. Zira o, bütün bunları keyfî ve gelişi güzel yapmıyordu. Her s öylediği söz, kendisine hak tarafından bildirilmekte idi. Böy­lece Medinede hayat istikametini almış gibi idi. Bu suretle is­lâmlık görüş ve duyguları ve nizamının tatbik edildiği bir ce­miyet kurulmuştur. Hazreti Peygamber İslâmiyetin bu derece­ye yükseldiğine memnun oldu ve müslümanlar da dinlerine ısınarak herhangi bir fenalık ve kargaşalıktan korkmadan farzlarını toplu veyahut münferit bir surette ifaya koyuldukları gibi işlerini Allahın emirlerine göre yapıyor, bilmediklerini Resul Ekremden Öğreniyorlardı. Büyük küçük her iş ancak ilâhî kanunlara göre icra ediliyor ve bütün memnu olan fiiller­den sakınıyorlar ve ruhlarında bir saadet ve huzur hissediyor­lardı. Müslümanların çoğu, Cenabı Hakkın emirlerini öğren­mek ve âyetlerini ezberlemek ve Kur'an öğrenmek ve bizzat Cenabı Peygamberden yetiştirilmek için kendisinden ayrılmıyorlardı. Böylece müslümanlık yayılıyor, artıyor, kuvvet ve kudretleri tezayüt ediyordu.

* * *
45
Savasin Baslamasi
Resul ü Ekrem Medinede yerleşerek Müslümanlığı tamime başladığı gibi, Allah tarafından şer'i hükümler de inmeğe baş­ladı. Böylece Müslümanlığın sarayını ve İslam cemiyetinin bi­nasını, İslâmî temeller ve nizamlar üzerine kurdu ve Müslümanları birbirine kardeş kıldı. O vakit Müslümanlar, o dini ku­caklayan ve hükümlerini ruhunda taşıyan bir cemiyet halinde yaşamağa başladı. Müslümanların adetleri ve itibarları ve mü­dafaa kudretleri arttı. Putperestler, Yahudiler ve halk birer bi­rer ve kitle halinde Müslüman olmağa başladılar. Hazreti Pey­gamber Medinede İslâmiyetin kökleştiğine ve davet işinin em­niyet altına girdiğine kanaat getirdikten sonra, Medinenin ha­ricinde ve bütün Arap yarımadasında onun neşir ve tamimini düşündü. Fakat Kureyşliîerin daima çetin bir mâni gibi karşı duracaklarını göz önüne aldı. Onların bu mümanaatı delilli ve ispatlı daven vazifesine engel olacaktı. Hazreti Peygamber bunu bildiği için bu canlı maniin bertaraf edilmesi için, maddî bir kuvvetin şiddetle lüzumuna kani oldu. Her nekadar Mekkede bulundukları zaman bu maniin kaldırılması için kâfi derece kuvvetli bir İslâm varlığı bulunmadığından onu asamaz ve yok edemezdi. Bu defa îslâm Devletini kurmuş bulunduğundan, bu kuvvetin müsaadesi nisbetinde o manileri yok etmeğe çalışa bilirdi. Bunun i çin artık bu kuvvetleri ve mücadele ruhunu hazırlamak ve davet içinde yeni bir siyaset takip etmek lâzımdi. Bu siyasetin sebep ve icapları da kendini göstermiş oldu.

Hazreti Peygamber Kurey şlilere sataşarak kuvvetini gös­termek için bazen bizzat iştirak etmiyerek esbabını göndermiş, bazen de bizzat kendileri başında bulundukları çetelerle savaş hareketleri yapmıştı. Bu çetelerin sonuncusu Bedir harbine ön ayak olmuş bulunan Cahş oğlu Abdullah'ın çetesi idi. Resulü Ekrem Hicretin ikinci yılı ve Receb ayında muhacirlerden bir cemaat ile Abdullah'ı gönderirken ona bir yazı vermiş ve bu yazıyı yolculuk üzerinden iki gün geçmeden açıp okumamasını ve müddeti gelince okuyup emir edilen işe gitmesini ve arkadaşlarından kimseyi zorlamamasını tenbih etmiştir. Ab­dullah hareketinden iki gün sonra yazıyı açınca şu cümleleri okumuştur: ?Bu yazıyı okuyunca, Mekke ile Taif arasındaki Kahle mevkiinde konaklayıp oradan Kureyşlileri tarassut et ve haberlerini bize gönder.? Abdullah keyfiyeti arkadaşlarına bil­dirmiş ve kimseyi zorlamayacağını ilâve etmiş olduğundan arkadaşlariyle birlikte Nahleye vardılar, orada konakladılar. Bu .arkadaşlarından yalnız Ebu Vakkas Elzüheri oğlu Sa'd ile Gavvan oğlu Atebe'nin develeri yolu şaşırmıştı. Bunları aramak üzere giden iki kişiyi Kureyşliler esir etmiş olduğundan Ab­dullah Nahlede kalarak Kureyşlileri gözetlemeğe koyulmuştu. Bu arada Kureyşlilerin ticaret için zahire götüren deve kervanı geçiyordu. Haram aylarından olan Receb'in sonunda idi. Ab­dullah ve arkadaşları, onlara karşı ne yapacaklarını birbirine danıştılar. Bu mesele hakkında Peygamberin de bir emri yok­tu. Bunlardan bazıları şu mütalâayı ileri sürdüler: «Bu gece bunlara ilişmeyecek olursak harama girerek onunla sizden ko­runacaklar, eğer bunları öldürmeğe kalkarsanız, haram ayında Öldürmüş olacağız...» Böylece Müslümanlar biraz tereddüde ka­pıldıktan sonra savaşmayı göze aldılar. Müslümanlardan biri kârvanın reisi olan Hadrami oğlu Omruya attığı bir okla öldür­müş ve Müslümanlar Kureyşliler den iki kişiyi de esir ederek kervanı Medineye getirdiklerinde Peygamber onlara: Ben size haram ay ında savaş yapmanızı söylemedim demiş ve iki esirle kervanı bir tarafta tutarak onlardan birşey almak istememiştir.

Hazreti Peygamberin Kurey şlilerden haber alıp onları gö­zetlemek için gönderdiği halde onlarla savaşarak ve onlardan bir adam Öldüren ve esir alıp, mallarını müsadere eden Abdul­lah'a çetesinin yaptığı işler haram ayında yapılmış olduğundan îslâmiyetin bu işlere karşı vaziyetinin ne olacağını düşündü­ğünden ötürü iki esirle alınan ganimeti kabul etmek istememiş­tir. Bu isler için Allah'ın emrini ve gelecek âyetleri beklemiş­tir. Kureyşliler bundan istifade ederek Araplar arasında Peygamber aleyhine propaganda yaparak her yerde: Muhammed ve eshabı haram ayını hiçe sayarak kan dökmüşler, mal almış­lar ve insanları esir etmişlerdir diye bağırıp durmuşlardır. Bu yüzden dolayı Mekkede Kureyşlilerle Müslümanlar arasında çekişmeler olmuş Müslümanlarla Peygamberlerine üst üste te­cavüz edilmiştir. Mekke Müslümanları; din kardeşlerimiz bunu haranı ayı olan Receb ayında değil, Şaban ayında yaptılar diye mukabele etmişlerse de buna ehemmiyet veren olmamıştır. Bu propagandaya yahudiler de katılarak Çalış oğlu Abdullahın yaptığını kötülemeğe kalkmışlardır. Müslümanlar; aleyhlerine yapılan bu propagandadan çok müteessir olmuşlardır. Hazreti Peygamber susuyor, vahye intizar ediyor, bu iş için Allah'ın emrini bekliyordu. O sırada su âyet nazil oldu: Bakara sûresi (194) :

«Haram ayı, haram ayına bedeldir, Hürmetler karşılıklıdır. Onun için kim sizin üzerinize saldırırsa siz de, tıpkı onların üs­tünüze saldırdıkları gibi, ona saldırın. Allahtan korkun ve bi­lin ki şüphesiz Allah takvaa sahibiyle beraberdir.»


Bu âyet üzerine Müslümanların teessürleri zail olmuştur. O vakit Hazreti Peygamber iki esirle kervana el koymuştur. Bu âyetlerde Kureyşlilerin propagandalarını çürütecek karşı­lıklar vardır: Kur'anı Kerim; haram ayında çengin büyük gü­nah olduğunu, Kureyşlilerin suallerine cevap olarak bildiri­yor. Fakat Mekkeye girecek olanlara mani olmak ve yerlileri oradan çıkarmak Allah nezdinde haram ayında cenkleşmekten ve adam öldürmekten daha büyük günah olduğu gibi Kureyşli­lerin Müslümanları türlü vaadlerle dinlerinden uzaklaştırmak veyahut fena muamelelerle korkutarak onları iğfal ve idlâl için irtikâb edilen kötülükler ister haram aylarında olsun, isterse başka aylarda; insan öldürmek ve cenkleşmekten daha büyük günahtır. Haram aylarında cenkleştikleri için Müslümanlar aleyhine propaganda yapmağa devam eder de yalanlar nesrine çalışan Kureyşliler ellerinden gelirse Müslümanları dinlerinden vaz geçirmek için çalışıyorlar. Böyle olunca Müslümanların Kureyşlilerle mücadelesinde bir fark yoktur. Çünkü İslâmın neşrine muhalefet ve müminleri hak yolundan alıkoymak ve Allahı tanımamak ve mescidi haram olan Mekkenin yerlilerini oradan çıkarmak ve Müslümanları dininden döndürmek gibi büyük günahları işleyenler Kureyşlilerdir. Bunun içindir ki Kureyşlilerle gerek haram olan ve gerekse olmayan aylarda savaşmakta Müslümanlar haklıdır. Şu halde Cahş oğlu Abdul­lah'ın haram ayında cenkleşmesinde gerek kendisi, gerekse Müslümanlar için günah sayılacak bir şey yoktur.

Bunun i çindir ki Abdullahın çetesi islâm siyasetinde olsun, İslâmî nesir ve tamim yolunda olsun, bîr dönüm noktası teşkil etmiş olduğundan Abdullah Temimî oğlu Vakid kervan başı olan Hadrami oğlu ömru'yu vurup öldürmüştür. Bu kan; Al­lah yolunda dökülen ilk kan olmuştur.

Böylece her vakit ve yer yerde mücadeleyi emreden ve ha­ram aylarında yasağı kaldıran mücahede âyetleri nüzul edince­ye kadar haram aylarında mücadele memnuiyeti devam et­miştir.
46
Mücadele Hazirliklari
Hazreti Peygamber cemiyetin teess üs ettiğine emin olduk­tan ve komşuları Yahudilerle anlaşmalar yapıldıktan sonra Medinede harp havası yaratmağa başladı. Çünkü İslâm devletinin ilk işi hükümran olduğu bütün yerlerde İslâmiyetin faal ha­le gelmesi ve İslama, davetin memleketinden dışarılara götürülmesidir. İslâm devletinin davet vazifesi, misyonerlerin yaptık­ları gibi mânada değildir. O ancak insanları dine çağırmak ve İslâmî düşünceler ve ahkâm ile onları yetiştirip bu davete mu­halefet edecek her maddî engeli ortadan kaldırabilecek maddî bir kuvvete sahip olmak...

Kureyşliler: Bu meselede madd î bir engel idiler. Bu maninin bertaraf edilmesi için kuvvet elde edilmesi lâzımdı. Bundan dolayı daveti Medine haricine götürecek kuvvet ve orduyu ha­zırlamağa başladı. İşin bidayetinde hususî tertipler yapılmıştır ki dört ay içinde Kureyşlilere meydan okuyacak ve Medine ile etrafında yerleşmiş bulunan münafıklarla yahudilere korku verecek, muhacirlerden süvari birlikleri gönderdi. Nitekim Fahrikâinat içlerinde ensardan kimse olmaksızın yalnız muhacirlerden otuz atlınin başında Amcası Hamzayı gönderdi, Hamza deniz kıyısında üçyüz süvari ile birlikte Hişam oğlu Ebu Cehle rast gelerek onlarla harp için davrandı ise de Amrul Cehennemi oğlu Mecdi araya girdiğinden iki taraf birbirinden ayrıldılar. Hamza döğüşmeden döndü. Bu defa Resulü Ekrem Haris oğlu Ubeyde'nin oğlu Muhammed'i yalnız muhacirlerden mürekkep altmış süvarinin başında gönderdi. Rabığ vadisinde Kureyşlilerden iki yüzden fazla bir insanın başında Ebu Süf-yan'a rast geldiğinde Ebu Vakkas oğlu Sa'd bir ok atmış ise de yine harp olmaksızın iki taraf geri çekilmiştir. Daha sonra yine muhacirlerden ibaret yirmi atl ının başında Ebu Vakkas oğlu Sa'dı Mekkeye doğru gönderdi ise de yine savaşsız döndüler. Böylece, sevkedilen çetelerle Medinede savaş havaları esmeğe başladığı gibi, kendilerinde de korku yaratan Kureyşliler, bu çeteler görülmeden evvel akıllarına esen düşüncelerle Hazreti Peygambere saygı göstermeğe başlamışlardır. Daha sonra Re­sulü Ekrem bu kadarla da kalmayarak savaşa bizzat kendileri çıkmıştır. Öyle ki Medineye hicret edeli on iki ay olunca ken­disi de çıkarak yerine İbade oğlu Sa'dı vekil bıraktı ve Kureyşlilerle Damra oğulları kabilesine rastlamak üzere Veddan kö­yüne varıncaya kadar Ebu Ah'a gitmiştir. Fakat Kureyşlilere tesadüf etmemiş, Damra oğulları kabilesi kendisiyle anlaşma yapmıştır. Bundan bir ay sonra Halef oğlu Ümmiye'nin ku­manda ettiği yüz kişinin başında Buvat denilen mahalle gitti ise de ana yoldan başka tarafa sapan bu kafileye rastlayamamıştır. Buradan dönüşten üç ay sonra Medinede yerine Abdül Esed oğlu Ebu Selme'yi vekil bırakarak Müslümanlardan iki yüz kişiden fazla muharip ile çıktı.

Yenbu'da A şire menziline vararak orada muhaceretin ikin­ci yılını, birinci Cemazî ayının tamamını ve ikinci Cemazî ayın dan da birkaç gece geçirdikten sonra Ebu Süfyanın kervanının geçmesini beklemiş ise de tesadüf edememiştir. Fakat bu yolcu­lukta Medlic oğullan kabilesi ve bu kabilenin andlaşmış bulun­duğu Damra oğulları ile dostluk mukavelesi yapmıştır. Medi­neye avdetleri üzerinden on gün geçmiş iken Cabir Elfehri oğlu Kerez ?ki Mekkeliler ve Kureyşlilerle iyi geçinen biridir? Medinenin deve ve koyunlarına baskın yapmış olduğundan, Hazreti Peygamber, yerine Harise oğlu Zeydi vekil bırakarak Kerzi aramak üzere Medineden çıkmış ve Bedir cihetinde olan ve Selvan adı verilen vadiye varıncaya kadar yoluna devam et­miş ve Kerze yetişememiştir. Bu hâdise Birinci Bedirdir.

B öylece Resulü Ekrem Arap yarımadasında Kureyşlilere meydan okuyarak ve akınlar yaparak ordulariyle dolaşmağa başladı. Her nekadar Peygamber bu akınlarda bir savaş yap mamı ş ise de, büyük savaşlara hazırlık olacak azim neticeler elde etmiştir. Zira bu akınlarla düşmana karşı çıkacak orduyu hazırlamış oldu. Bu akınlar Müslümanları harbe hazır bir hale getirdi ve böylece Yahudilerle münafıkları Müslümanlarla uğ­raşmaktan men edecek korkuyu verdi. Meydan okumalarla Kureyşlilerin burunlarını kırdı. Düşmanlar Müslümanlara saygı gösterdi. Kureyşlilerin Şam'a her yolculuklarında Damra oğul­lan ve Medic oğulları kabileleri gibi Kızıldeniz ile Medine arasında bulunan kabilelerle uzlaşma ve anlaşmalar yaparak yollarını tuttu.
47
Cemiyetin Kurulmasi
Cenabı Hak insanları cemiyet halinde yasamak tabiatında yaratmıştır, insanların birlikte ve cemiyet halinde yaşamaları tabiî bir hal olduğundan aralarında toplaşmaları da bundan do ­ layıdır. Şu var ki halkın birbirleriyle rastgele ve tesadüfen bu ­ luşmaları onların bir cemiyeti demek değildir, bu sadece bir araya gelmiş insanlardır. Bu insanlar yalnız bir araya gelmekle iktifa ettikçe, insan birikintisinden ileri geçemez, aralarında kendilerine faide verecek ve onları fenalıklardan sıyanet ede ­ cek, kötülükleri defi edecek alâkadarlar olunca bu birleşmeden cemiyet vücude gelir. Ancak bu rabıtalar bu bir araya gelmiş olan insanların düşüncelerinde de birlik tesis etmek ve noktaî nazarları ve hisleri birleştirerek ayni hedef ve gayeye tevcih ederse bir cemiyet husule gelir, aksi takdirde netice vermez. Bu sebeple cemiyeti d üşününce fikirlerle hislere ve nizamlara bakmak muhakkak lüzumludur. İste Hazreti Peygamber Medineye geldiği vakit oradaki cemaatin iç yüzünü anlamak için ona bu zaviyeden bakmak zaruridir.

Medinede o vakit üç cemaat vardı; birincisi Muhacirler ve Ensardır ki bunlar ekseriyeti teşkil ediyordu, ikincisi: Evs ve Hazreclilerden Müslüman olmayan putperestlerdir ki Me­dine halkı içinde azınlık idiler. Üçüncüsü Yahudiler ki dört kısımdırlar. Biri: Medine'nin içinde, diğer üç kısmı haricinde idiler. İçinde olanlar Kinka oğulları, haricindekiler ise Nefir oğullariyle Hayber Yahudileri ve Kurayza oğullarıdır. Yahudi­ler: Müslümanlıktan evvel Medine halkından ayrı bir toplu­luk olduklarından düşünüşleri de, duyguları da, hayatlarını "tanzim ettikleri hususlar da başkadır. Bunun için Yahudiler Medinenin içerisinde ve yakınında bulunmakla beraber, Medine cemaatinden bir parça sayılamazlar. Putperestler ise az sayıda idiler, Medineyi süpürüp götüren islâmlık rüzgârları putperest­leri darma dağınık ettiğinden onların da İslâmlığa sarılmaları ve islâmlık düşünüş ve hisleriyle, Müslüman nizamına baş eğmeleri zarurî idi. Muhacirlere ve ensara gelince: Bunları müslümanlık inancı bir araya getirmiş ve onları birleştirmiştir. Bunların fikir ve hisleri aynı olduğundan alâkalan aşikârdı. Bu yüzden Hazreti Peygamber bunların aralarındaki alâkaları İslâmiyetin iman temeli üzerine kurmuştur. Kendilerini Allah yolunda alış verişlerinde ve mallarında ve bütün işlerinde elle tutulacak, asarı belli bir kardeşlik ile ikişer ikişer kardeşliğe davet etmiştir. Buna uyarak kendileri ile Ebu Talib oğlu Ali ile kardeş, Amcası Hamza ve azatlısı Zeyid de iki kardeş. Ebubekir ile Harca oğlu Zeyid de iki kardeş oldular. Muhacir­lerle ensarı birbirleriyle kardeş yaparak Hattab oğlu Ömer ve Hazredi Malik oğlu Atban iki kardeş ve Abdullah oğlu Talha ile El'ensarî Ebu Eyyub da iki kardeş oldular. Bu kardeşlik geçim işlerinde tesirini göstererek ensar Muhacir kardeşlerine bu kardeşliğin kuvvetini ve hakikatini arttıran cömertliklerde bulundular. Birbirlerine mallar, geçinecek şeyler verdiler ve onlar ı dünyalıklarına ortak ettiler. Tacirler tüccarlığa, çiftçiler ziraate ve herkes kendi geçim yolunda çalışmağa koyuldular. Bu cümleden Avf oğlu Abdurrahman tereyağı ve peynir sat­mağa başlamış ve diğer bir çoğu Abdurrahman'ın yaptığını yaparak ticaretlerinden zengin olmuşlardır. Çünkü ticaret işle­rinde bilgi sahibi idiler, içlerinde Ebubekir ve Ömer ve Ebu Talib oğlu Alî vesaireler! bulunup alış verişle uğraşmayan kim­selerin aileleri ise kendilerine ensarın bağışladıkları topraklar­da çiftçilik yaptılar. Hazreti Peygamber demiştir ki: Toprağı olan kimse, onu ya eksin, yahut kardeşine versin. Bu suretle cümlesi hayatlarını kazanacak hale geldiler. Bunlardan başka Medine'de küçük bir cemaat daha vardır ki onların malları, ça­lışacak işleri ve oturacak yerleri yoktu. Bunlar fakir ve düşküm kimselerdi. Ne muhacirlerden, ne de ensardan idiler. Bunlar Medineye gelip Müslüman olmuş Araplardı. Hazreti Peygam­ber bunlarla alâkalanmış ve mescidin Suffa denilen tavanlı kısmını onlara tahsis etmişti. Onlar oraya sığınır ve orada gecelerlerdi. Bunun için bunlara Suffalılar denilmiştir. Bunlara Müslüman muhacirlerle ensardan kazançları iyi olanlar geçine­cek temin etmişlerdir. Bu suretle Hazreti Peygamber tekmil Müslümanları değişmez temeller ve aralarında sağlam alâka­lara dayanan bir esasa bağlamıştır. Resulü Ekrem bu şekilde Medine cemaatini sağlam bir temel üzerine kurarak bu cemaat­le kâfirler ve yahudilerle, münafıkların karşısına çıkmıştır. Hazreti Peygamber bu cemaate ve bu birliğe içten güvenmiştir. Kâfirler Müslüman hükümranlığına baş eğdikten sonra kayna­mış gitmişlerdir. Bunun için bunlar İslâm cemiyetinin inkişa­fında müessir olmamıştır, Yahudiler ise Müslümanlıktan önce ayrı bir cemaat idi. İslâmiyetten sonra onların topluluklarıyla Müslümanlar arasındaki ayrılık artmıştır. Bundan dolayı Ya­hudilerle Müslümanlar arasındaki alâkaların muayyen bir esa­sa bağlanması lüzumlu görülmüştür. Bu sebeple Hazreti Pey­gamber yahudilere karşı Müslümanların vaziyetini ve onlarla Müslümanlar arasındaki münasebetlerin hudutlarını tayin et­miştir. Nitekim Hazreti Peygamber muhacirlerle ensarı arala rina alarak yazd ığı bir yazıda yahudileri işaret ederek onlara karşı bazı şartlar ileri sürmüştür ki; bu yazı, Müslümanların yekdiğeriyle ve kendilerine iltihak edenlerle münasebetlerini tayin ettikten sonra Yahudi kabilelerinin Müslümanlarla olan münasebetlerinin hudutlarını gösteren bir kanun olmuştur. Bu yazı; «Kureyşlileri Medinelilerden Müslüman olan müminler­le onlara uyup iltihak edenler ve kendileriyle savaşanlar ara­sında olmak üzere Hazreti Muhammedin yazısıdır ki bunda «Müminler diğer cemaatlerden ayrı olarak tek bir cemaattir» sözleriyle başlamıştır. Sonra bu yazıda Müslümanların kendi aralarındaki münasebetleri üzerinde durulup ve lüzumlu vazi­yet izah edilirken arada yahudilerin sözü gelişi güzel geçiyor: «Kâfir öldüren Müslümanı, Müslüman öldüremez, bir Müslü­man aleyhine kâfire yardım etmez, Allah için verilen ahdüpeyman aynı olup bir tek Müslümanın bile Müslüman olmayan bir veya fazla insanlara vereceği teminat bütün Müslümanlarca ve­rilmiş gibi muteber tutulur. Müslümanlar, Müslüman olmayan­lara karşı birbirlerinin yakınları ve dostlarıdır. Yahudilerden bize tâbi olanlar için kendilerini koruma ve eşitlik hakkı tanın­mış olup onlara haksızlık edilmez ve onlara karşı Müslümanlar yardımlaşmaz. Müslümanların barışları bir barış olmakla Allah yolunda girişilen savaşta müsavi ve adaletli olmadıkça bir müslüman diğer bir müslümandan ayrı barışmaz» denilmektedir. Peygamberin bu ifadesindeki yahudiler, komşu yahudi kabile­leri demek değildir. Belki İslâm devletine tâbi olmak istiyenlerdir. Onlara Müslümanlarla alış verişte koruma ve eşitlik veri­lir. Çünkü gayri müslim tab'a olurlar. O yazının şümulü altına giren Yahudiler, yazının son kısmında kabilelerinin isimleriyle ve Müslümanların münasebetleri sözlerinden sonra zikredil­miştir ki Avf oğullan ve Neccar oğullarını ve diğerlerini gös­termiş ve islam devletiyle münasebetlerini lüzumu derecesinde tahdit etmiştir. Yazıdaki ifadelerde, yahudilerle Müslümanlar arasındaki alâkaların islâmlık hükümlerine müracaat edilerek onu kabul etmeleri ve onların Müslümanlık hükümranlığına itaat etmeleri ve İslâm devleti icaplarının gerektirdiği işlerle yahudilerin kendilerini ba ğlı tutmaları esasları üzerine konul­duğunu apaçık gösteren hükümler vardır. Ezcümle bu yazıda bunları gösteren bir takım açıklamalar da vardır ki onlardan:

1 ? Yahudilerin iş adamları kendileri gibi olup bunlardan herhangi biri Hazreti Muhammed'in müsaadesi olmaksızın ha­rice çıkamaz.

2 ? Medine dahili, bu yazıdaki Yahudilerce haram: (mâ­nâsı aşağıdaki açıklamadan anlaşılacaktır.)

3 ? Bu yazının gösterdiği halk arasında zarar vereceğinden korkulan bir hâdise ve çatışmanın ortadan kaldırılması All aha ve Resul ü Muhammed'e aittir.

4 ? Kureyşliler olsun, yardakları olsun himaye edilmiye ceklir.

İşte böylece Resulü Ekrem'in bu yazısı Medineye komşu olan yahudilerin vaziyetini göstererek Peygamberin, yeni devltin müsaadesi olmaksızın yahudilerin Medineden çıkmayacaklarını, bir savaş veya savaşa yardımda Medinenin itibarını bozmamalarını ve Kureyşlilerle yardaklarına zahir olmalarının yasak olduğunu ve aralarında çıkabilecek ihtilâflara, uygunsuz­luklara yazıda gösterildiği üzere Resulü Ekrem bakacak ve hükmü o verecektir diyor.

Bu yaz ıdaki uyuşmalar arasında sözü geçen Avf oğulları Naccar oğulları ve Haris oğulları ve Sâide oğulları ve Evs oğulları ve Sa'lebe oğulları yahudileri kabul ederek imzalamış­lardır. Yahudilerden Beni Kurayza ve Beni Nazîr ve Kınka oğulları bu yazıyı imzalamamışlar ise de az zaman sonra bunu ve bunun gibi diğer yazıları imzalayarak onlar da gösterilen aynı uyuşmalara itaat etmişlerdir.

Bu mukavelenin imzasiyle Resul ü Ekrem yeni doğan îslâm devletinin işlerini değişmez temeller üzerine istinat ettirdiği gibi, bu devlete komşu yahudi kabileleri arasındaki münasebet­leri de İslâm esaslarına baş eğen açık esaslara istinat ettirmiştir. Böylece Hazreti Peygamberin vicdanı, îslâm cemiyetinin kurulduğuna komşuları olan yahudi kabilelerinin hıyanetleri ve sava şları belirinceye kadar emin oldu. Bundan sonra müca­deleye hazırlanarak îslâmın yolundaki maddî engelleri berta­raf etmeğe koyuldu.
48
Islam Devletinin Kurulmasi
Fahrik âinat Medineye muvasalat etmiş, kâfir ve yahudilerden birçok şehirliler kendisini istikbal etmişler, Müslüman­lar etrafında toplanmışlardır. Bunların cümlesi onun nurlu yü­zünü görmeyi arzu ediyorlardı. Müslümanlar Peygambere hiz­met, gerek kendisinin, gerekse beraberinde getirdiği din ve İs­lâmiyet uğrunda her türlü fedakârlığı göze almış olan muhte­rem insanları herkes kendi evinde misafir etmeğe can atıyor­lardı. Lâkin Resulü Ekrem bindiği dişi devenin yularını boynu­nun üstüne bıraktı, deve kendi kendine Omro'nun iki oğlu Sehil ve Sehil'in hurma kurutma yerlerine gelerek oraya çöktü. Peygamber burasını satın aldı ve üzerine mescidini ve etrafına da evlerini yaptırdı. Gerek bu mescidin yapılması, gerekse mes­kenlerin inşaası hiç bir kimseye külfet yüklememiştir. Çünkü fazla para sarfına ve büyük bir zahmet ihtiyarına meydan vermeyecek derecede sade idi. Mescid, geniş bir avlu içinde du­varları kiremit ve topraktan yapılmış bir kısmının tavanı hur­ma dallariyle Örtülmüş, diğer parçası açık bırakılmıştır. Bir kısmı evsiz fakirlerin yatıp kalkması için onlara tahsis edilmiş­tir. Mescid, yatsıdan yatsıya namaz vakti aydınlatılırdı. Oda o esnada yakılan çalı çırpı ile temin edilirdi. Peygamberin evleri mescidden fazla değildi. Yalnız ışığı fazla idi. Hazreti Pey­gamber mescidin ve evlerin inşası bitinceye kadar Ensarî Zeydin oğlu Halid Ebu Eyyub'ım evinde ikamet ettikten sonra kendi evine geçerek oraya yerleşti. Burada İslama davet işi da­ha geniş bir şekil aldı, talim ve irşad devrinden İslâm nüfuzunu halka hâkim kılarak, o güne kadar bu vazife uğrunda maruz kaldıkları fenalıklara mukabele ve mukavemet vaziyetinden hakem ve hâkimlik vaziyetine ve bu halden İslâmm nesrini ve onu idame, muhafaza i çin girilen bu yeni hayatın icaplarını dü­şünmeye koyulmuştur. Hazreti Peygamber Medineye vardığın­da, namaz kılmak ve toplanıp müşavere etmek ve Müslümanla­rın işlerini tedvir etmek ve aralarındaki dâvalara bakılmak için mescidin yapılmasını emretmiştir. Ebubekir ile Ömer'i kendi­sine iki muavin seçmiştir . «Yeryüzünde Ebubekir ve Ömer be­nim iki vezirimdir» demiştir. Müslümanlar Peygamberin etrafını sararak kendisine müracaat ederlerdi. O da devlet reisliği ve hakemliği ile ordu kumandanlığını alâkadar eden işler gö­rürdü. Bu suretle Müslümanların işlerini tedvir ediyor ve ara­larındaki dâvaları hallediyordu. Asker kuvvetlerine kuman­danlar tayin edip kıt'aları Medine haricine gönderiyordu. Böy­lelikle Medinede bulundukları ilk günden başlayarak devleti kurmuş ve cemiyetin sabit bir temel üzerine kurulmasiyle ge­rek hükümetin, gerekse Islama davetin genişlemesini koruya­cak kâfi bir kuvvet hazırlamakla bu devleti tahkime başla­mıştır. Bu işlerden sonra Müslümanlığın yayılmasına mani olan bütün engelleri yok etmeğe koyulmuştur.
50
Ikinci Akabe Biati
Birinci Akabe biati hay ırlı ve uğurlu idi. Sayılarının azlığına rağmen bunların mevcudiyetiyle Medine'yi değiştirmek ve cemaatte mevcut bâtıl fikirleri altüst etmek için Peygam­berimizin esbabından Mus'ab tek başına bu işe kâfi geldi. Mek­ke'de müslüman olanlar çok olmakla beraber halkın ekserisi onlardan ayrı idi. Çünkü ekseriyet iman etmemiş, cemaate İs­lâmlık fikir ve hisleri aşılanmamış, aksine olarak Medine'de halk topluluğu İslama girerek ekserisi fikir ve hisleriyle islâm­lıkla tenvir edilmiştir. Bu ise fertlerin topluluktan ayrı olarak, halkın ekseriyetinden ayrı olarak imana gelmeleri umum ara­sında iz bırakmadığını açıkça gösterir. Fertlerin kuvveti ne olursa halk ekseriyeti de öyle olur. Halkın alâkası: Fikir ve hislerle işlenince, davet vazifesini üzerlerine alanların adetle­ri az olsa dahi bir tebeddül ve inkılâp husule gelir. Bu hâl sara­haten gösterir ki cemaat, Mekke halkı gibi küfürde ısrar etmiş olursa, içinde fena fikirlerin bulunmadığı Medineliler gibi ko­lay ikna edilemez. Bu sebeple Medine topluluğu İslâmiyette fikir ve his itibariyle daha çok işlenmiştir. Bu suretle Medinede halk o güne kadar taşıdıkları fikir ve inançların yanlışlığını hissediyor, hakikî fikirler ve yaşayışları için yeni bir nizamın ihtiyacım duyuyorlardı. Halbuki Mekkeliler içinde bulunduk­ları dalâletten hoşnut olup devamını arzu etmekte idiler. Hele kâfirlerin elebaşıları Ebu Leheb, Ebu Cehil ve Ebu Süfyan gi­bilerine karşı Mus'ab Medine'de bulunduğu kısa bir zaman içinde halkın davete icabetini ve şevkini görerek İslama davet işi­ni fikir ve hükümleriyle teyide koyuldu. Halkın çabuk ısındık lar ını ve îslâmiyete sarıldığını görerek sevinç ve bahtiyarlık duymağa başladı. Hac zamanı Mekke'ye dönerek Peygambere müslumanların hâllerini ve kuvvetlerini ve vaziyetlerini anla­tıyor, müslümanlığın yayılışını müjdeliyordu. Ayrıca Medine ahalisinin İslâmiyetten başka birşey düşünmediklerini ve Allahın birliğine olan inançlarının gün begün artmakta olduğunu arzediyordu. Peygamber (S.S.) bu işittiklerinden büyük bir se­vinç duyarak Medinelilerle Mekkelilerin hâllerini tetkik ve mukayeseye koyuldu. On iki sene Mekke'de fasılasız olarak İs­lama davet vazifesini yaptı ve bu hususta elinden gelen hiç bir şeyi deriğ etmedi. Türlü eza ve cefaya katlandı. Buna rağ­men cemiyet taş kesilmiş olduğundan fazla yol alınamadı. Mekkelilerin kalblerindeki katılık, ruhlarındaki kalınlık ve zihinlerindeki eskiye körü körüne bağlılık buna sebep oluyordu. Al­laha şirk koşma ve putperestlik başlıca merkezi olan Mekke halkında bu dalâlet kökleştiği için İslama davete karşı lâkayd idiler. Medine ahalisi ise Harzeclilerden beş on kişinin müslü­man olmaları üzerinden henüz bir yıl geçmiş olması, sonra da birinci biatin yapılması, Amir oğlu Mus'abın bir sene daha ça­lışması Medine'de müslümanlık havasını yaratmış ve hak dini­ne icabet dehşet âver bir sür'atle inkişaf etmiştir. Mekke'de ise: Müslümanlık âdetleri mahdut ekalliyetin elinde kalmış ve müslümanlar Kureyşlilerden işkence ve kötülük görmüştür. Medine'de ise bu mukaddes iş sür'atle inkişaf etmiştir. Müslü­manlar Yahudiler ve kâfirlerden fenalık görmüyorlardı. Bu hâl müslümanlığın ruhlarda sağlamlaşmasına yaradı ve müslümanlara yürüyecekleri yolu açtı. Bundan ötürü îslâmiyete Medinelilerin icabetinin daha elverişli ve kolay olduğunu ve İs­lâm nurunun Medine ahalisini Mekkeden daha çok aydınlata­cağım Hazreti Muhammed fark etmiştir. Bu sebeple kendisinin "ve esbabının bütün mânilerden kurtulup vazife-i nübüveti ifa ve İslâmiyeti tatbik ve devletin kudret ve nüfuziyle bu vazife­nin daha ileri götürülmesi için Medine'de daha mütekâsif bu­lunan müslüman kardeşlerinin yanına hicret etmeyi düşünmüş t ür. Medine'ye göç etmelerinin sebebi budur, başka birşey de­ğildir.

Peygamberin (S.A.S.) bilhassa İslama davet işinde tesadüf ettiği müşkilâttan çekinerek, bu müşkilâta katlanmak ve bun­ları defi etmeğe uğraşmak istememesi dolayısiyle Mekke'den hicret etmeyi düşünmemiş olduğunu tebarüz ettirmek zaruri­dir. Kendisi Mekkeden başka bir yer düşünmîyerek orada eshabiyle birlikte on yıl içinde bütün nahoş hâdiselerle mücadele etmiştir. Kureyşlilerin yaptıkları fenalıklar kendisinde en ufak bir bitkinlik ve zaaf husule getirmediği gibi onlara mukabele etmekten de geri kalmamış ve azminde bir gevşeklik görülme­miştir. Bunlar Cenabı Hakkın kendisine tevdi ettiği risalet vazifesine olan iman ve merbutiyetini takviye etmiştir. Pey­gamberin, Allahın nusrat ve yardımına olan sonsuz inancı hiç sarsılmamış olan azmini arttırıyordu. Bütün bu tecrübe ve gay­retlerden sonra Resulü Ekrem bu katı yürekli insanların ümit kırıcı düşüncelerini ve yüreklerinin katılığını düşünerek sarfedilen sonsuz gayretlerin boşa gideceğini düşünmüştür. Bunun için bu cemiyetten başka bir cemiyete geçmenin çaresiz olduğu görülmüştür. Bu vaziyet Peygamberi, Medineye hicret etmeyi düşünmeye mecbur kılmıştır. Yoksa kendisinin ve arkadaşları­nın uğradıkları kötülükler değildir. Evet, fenalıklardan kaçın­mak üzere arkadaşlarının Habeşistana göçmelerini emretmiştir, çünkü: îman sahiplerinin imanlarını korumak için kendilerini idlâl edecek yerlerden kaçınmalarını Allah doğru bulmakta­dır. Vakıa çekilen fenalıklar îmanları kızıştırır, görülen haka­ret o imanı takviye eder, onlara tahammül etmek de azimleri takviye eden, iman düşkünlüğü imanlıyı her şeye katlandırır ve bu uğurda malını da, canını da, rahatını da feda ettirir. Allaha îman; iman sahibini bu yolda severek canını feda edecek hale getirir. Fakat maruz kalınan kötülüklerin devamı, fedakârlığın uzayıp gitmesi, iman sahibini bunlara katlanmağa ve mütema­diyen fedakârlık yapmağa mecbur tutar ki bu hal imanlıların muhitlerini genişletmek ve hak mefhumuna kuvvet ve vüs'at verecek düşüncelerden alıkoyar. Bu sebeple iman ehlinin şaşır t ıcı yerlerden kaçmaları zaruridir. Ancak bu; Habeşistana olan imanlıların hicretlerine uyar. Medineye hicret ise o yeni ce­maate götürecekleri davet vazifelerini başarmak içindir. Yer yüzünde Allahın emirlerini yüksek, üstün tutmak ve bu daveti yürütmek hedefiyledir. İşte bu sebepten dolayı Hazreti Peygam­ber Medineye hicret etmeyi esbabına söylemeyi düşünmüştür. Bu da Müslümanlık imanı oraya girip orada yayıldıktan sonra olmuştur. Yesrib'e ?eskiden Medine şehrinin ismi idi? hicreti emretmeden ve kendisinin de hicretini kararlaştırmadan evvel Peygamberin (S.A.S.) Medine hacılarını ve hac için gelen Müs­lümanları ve bunların hak yolundaki fedakârlıklarının derece­sini ve İslâm Devletini kurmağa esas teşkil edecek olan noktayı yani kendisiyle beraber cihad andlaşmasına yanaşıp yanaşma­yacaklarını görmesi lâzımdı. Hac için gelenlerin vürudunu bek­ledi. Milâd senesinin 622 inci ve risaletinin on ikinci yılı idi. Hac için gelenler cidden çoktu. Aralarında yetmiş beş Müslü­man vardı. Yetmiş üçü erkek, ikisi kadın idi. Kadınlardan biri Mazen oğlu Naccarın karısı Amara'nın annesi, Ka'bin kızı Nesibe , diğeri Selme oğulları kabilesinden Adi oğlu Amrun kızı ve annesi Esmâ 'dır. Resulü Ekrem bu yetmiş beş Müslümanla gizlice buluştu. Onlarla yalnız İslama davet ve maruz kalına­cak fenalıklara katlanma hududunda kalmayarak, Müslüman­ların kendilerini müdafaa edecek bir kuvvet haline gelmeleri ve Islâmiyeti bütün cemiyette tatbik edecek ve onu âlem şümul bir' vazife olarak halka götürecek ve bunu müdafaa edecek kuvveti taşıyacak ve neşrinde ve tatbikinde tesadüf edilecek her türlü maddî manileri defi edecek olan İslâm Devleti kurmakta temel taşı ve ilk destek yerini tutan çekirdeğin meydana getirilmesi­ne yarayacak olan bir andlaşma hakkında kendilerile görüştü ve onlar ın fedakârlıklarını anlayarak (Kurban Bayramının 2, 3 ve 4 üncü günleri olan) teşrik günlerinde buluşmayı kararlaş­tırdılar. Onlara dendi ki: Uyumuş olanı uyandırmayınız, bulunmamış olanı beklemeyiniz. Kararlaştırılan günde gecenin üçte biri geçtikten sonra, ne yapacakları anlaşılmamak için bulun­dukları yerlerden gizlice sıyrılarak iki kadını da beraberlerine alarak c ümlesi dağa tırmandılar, orada Peygamberi beklediler. Hazreti Peygamber, beraberinde henüz Müslüman olmamış bu­lunan amcası Abbas ile geldi ki; bu kardeşinin oğluna onlar­dan ahit ve peyman almak için gelmişti; ilk konuşan da o ol­muştur: « Ey Harzecliler. Muhammed içimizde bildiğiniz vazi­yettedir. Onun hakkında bizim gibi düşünen kabilemiz kendisi­ni korudu. Kendisi kabilesi içinde muteber ve memlekette ken­disini müdafaa edenler İçindedir. Size iltihak etmekten başka bir şey istemiyor. Eğer kendisini davet ettiğiniz mesele uğrun­da sözünüzde sabit ve kendisine muhalefet edenlere karşı onu müdafaa edecekseniz mesele yok. Eğer size çıktıktan sonra onu ele verecek veya yalnız bırakacaksanız onu şimdiden bırakı­nız.» dedi. Bu hitap üzerine orada bulunanlar şöyle mukabelede bulundular: Abbas'ın söylediklerini işittik, Ey Allahın Peygam­beri konuş; kendin ve Rabbin için sevdiğini al dediler. Peygam­ber de Kur'an okuduktan ve İslâmiyete teşvikten sonra: « Kadın­larınızı esirgediklerinizden beni de esirgemek üzere sizinle biat ederim.» deyince Bera adlı kimse, elini uzatarak dedi ki: Ey Allahın Resulü, biz de biat ettik. Biz, savaşların ve zırhların oğullarıyız, büyüklerimiz büyüklerimizden geçerek onları mi­ras aldık. Tihan oğlu Ebulhiyem adlı kimse de sözü keserek: Ey Allahın Resulü bizimle Yahudiler arasında ahitler vardır, biz onları kesiyoruz, biz böyle yaparız da Allah sana nusrat ve­rip muvaffak ederse belki bizi bırakıp Kureyşlilere dönersin deyince, Peygamber gülümsedi: «Siz bendensiniz, Ben de siz­den. Savaştığınızla savaşır, barıştıklarınızla barışırım» dedi. Cemaat biata yeltendi ise de İbâde oğlu Abbas araya girerek: Ey Hazrecliler! Bu zata ne üzerine biat edeceğinizi biliyor musunuz? Dünyadaki kırmızı ve siyah renkli insanlarla savaşmak için biat ediyorsunuz, eğer mallarınız uğrayacağınız felâketler yüzünden yok olmağa yüz tutar ve ileri gelenlerinizin savaşlar­da ölmeleri yüzünden kıtlığa uğrar da kendisini ele vermeğe kalkacaksanız onu şimdiden bırakınız, döneklikler olacak olur­sa dünya ve âhiret yüz karasıdır. Eğer kendisini davet ettiğiniz ahid ve peymânlara sadık kalarak melhuz felâketlere katlana caksan ız onu alınız. Çünkü Allah hakkı için o, dünyanın da, âhiretin de iyiliğidir. Cemaat: Mallarımız ve basa gelecek felâket­ler ve ileri gelenlerimizin ölümleri bahasına olsa dahi biz onu alıyoruz; dedikten sonra: Ey Allahın Resulü, biz bunu yapar­sak göreceğimiz mükâfat nedir? dediklerinde Peygamber: Cen­nettir diye cevap verdi.

Cemaat kendisine ellerini uzatt ıkları gibi o da elini açmış: «Gerek sıkıntılı, gerek sıkıntısız zamanlarımızda, isteyerek ve­ya istemiyerek dinleyip uymağa ve her nerede olursa olsun ha­kikati söylemeğe ve Allah uğrunda kimsenin kötülüğünden çe­kinmemeğe ahdü peyman ettik» diye biat etmişlerdir.

Bu i ş bitince Peygamber: «İçinizden muteber olan on iki kişi seçiniz ki bunlar mukavelenin tekâlifini deruhte etsinler ve ahidnameye kefil olsunlar» dedi. Cemaat Hazrec kabilesin­den dokuz ve Evs'lerden de üç kişi seçmişlerdir. Peygamber bu murahhaslara şu hitapta bulundu:

Sizler; Meryem o ğlu Isa Peygambere on iki arkadaşının kefilleri gibi kefilsiniz. Ben de cemaate kefilim.. Bundan sonra yerlerine avdet etmişler ve Medine yolunu tutmuş­lardır. Bunun üzerine Hazreti Peygamber, Müslümanlara ay­rı ayrı çıkmak üzere Medine'ye hicret etmelerini emretmiştir. Müslümanlar teker teker veya bîrkacar kişi olarak hicrete başlamışlardır. Kureyşliler, bu anlaşmayı öğrenmiş oldukların­dan muhacirleri geri çevirmek için uğraşmışlardır. Müslüman­ları muhacerete bırakmıyorlar, daha önce gitmiş olanları karı­sından veyahut kocasından ayrı gitmeğe kalkanlara da mani oluyorlardı. Buna rağmen muhaceretin önü alınamadı. Müslü­manların Medineye hicretleri birbirini takib etti. Hazreti Peygamber ise Mekkede kalıyor, orada mı kalacağını, Me­dineye mi gideceğini kimse bilmiyordu. Bununla beraber Me­dineye hicret edeceklerine dair belirtiler göze çarpıyordu. Zira: Ebubekir, kendisinin Medineye hicret etmesi için müsaade iste­diği vakit; acele etme belki Allah sana bir arkadaş çıkarır cevabını almıştır. Ebubekir, Hazreti Peygamberin de hicret arzu sunda oldu ğunu bundan anlamıştır. Müslümanların Medinede muteber tutulmaları dolayısiyle Mekkeden de hicret vuku bu­lursa büyük bir kuvvet teşkil edileceklerini göz önüne alarak Peygamberin de hicret edeceği akla geliyordu. Medinedekiler bu kadar kuvvetli iken Peygamberin de onlara iltihakı Kureyşliler için büyük bir felâket, bir yok olma neticesi doğuracağını göz önüne getiriyordu. Bu sebeple Hazreti Muhammed'in Medineye hicret etmesine mani olmak, ayni zamanda Mekkede kaldığı takdirde dahi Medinedeki Müslümanlar kuvvet bulur, adetleri artarsa kendisine iman ettikleri Allahın Resulünü ko­rumak için Mekkeye geleceklerini, bunun da kendileri için iyi olmayacağını düşünen Kureyşliler, Medinedeki Müslümanlara iltihak etmemesi ve gerek İslâmiyet, gerekse Hazreti Muhammed yüzünden Medinelilerle bir çarpışmaya sebep olmaması için Peygamberi öldürmeyi düşünmüşlerdir. Peygamberin ha­yatına dair Ayşe ve Ehem oğlu Ebu Emame'nin tarih kitapla­rında yazılı ifadelerine göre, yetmiş kişinin Hazreti Peygambe­rin yanından ayrılıp gittiklerinde Cenabı Hak kendisine cesur ve muharip kimselerden mürekkep koruyucu bir kuvvet ver­miş olduğundan derin bir huzur duymuşlardır. Mekkeden çıkıp gidecekleri açıklandığı için Müslümanların kâfirlerden çektiği zulüm ve işkence kat kat artmıştır. Peygamberin eshabını sı­kıştırmışlar, ta'zip etmişler, onlar da görülmemiş hakaret ve iş­kence içinde bunalmışlardır. Müslümanlar Hazreti Peygambe­re: Hicret edeceğiniz şehir bize çorak gösterildi diye söylen­mişlerdir. Bir kaç gün sonra Peygamber sevinçli bir çehre ile onlara: Hicret edeceğiniz şehir bana bildirildi. Bu, Yesrib (ya­ni Medine) dir. Sizlerden isteyen oraya gitsin dedi. Hazırlan­mağa ve birbirlerine arkadaş olmağa ve siparişler vermeğe ve hareketlerini gizli tutmağa başladılar. Cemaat, kısım kısım çı­kıp gittiler. Hazreti Peygamber Mekkede kalarak, Allahtan hicret emrine intizar ediyordu. Ebubekir, Müslümanların hicret etmekte oldukları Medineye kendisinin de gitmesi için müte­addit defalar Peygamberden müsaade istemekte idi. Hazreti Peygamber de; acele etme, belki Allah sana bir arkadaş çıkarır derdi. Ebubekir, bu arkada şın Peygamberin kendisi olacağım ümit ediyordu. Kureyşliler Peygamberin ve esbabının hicretle­rini görerek bunun kendileriyle savaş için bir hazırlık olduğu­nu anladılar, meclisler aktederek bu hususta ne yapmak lâzım geldiğini müzakere edip karara bağlayarak dağıldılar. Cibril Aleyhisselâm Peygambere gelerek, geceyi yatağında geçirme­mesini ve cemaatin kurdukları tuzağı kendine bildirdi. O gece­yi evinde geçirmedi ve Cenabı Haktan, hicret müsaadesi geldi.

Resul ü Ekremin Mekkeden hicret buyurmaları, Kureyşlilerin kendilerini öldüreceğinden korkmuş olmasından değil, is­lâm kudretinin Medinede bulunması ve Medinenin Peygamberi kabul edip İslâm devletini kurmağa elverişli bulunmasıdır ki Peygamberi hicrete teşvik etmiştir. Hicretin hakiki sebebi bu­dur. Hazreti Muhammedin Mekkeden çekilmelerinin sebebini Kureyşlilerin kendilerini öldürmeğe olan kararlarından korka­rak yaptığını düşünenler hata ederler, zira îslâmın neşri hususunda maruz kaldığı bütün fenalıklara ehemmiyet vermemiş ve ölümden asla korkmamıştır. Canının ve hayatının kaygısına asla düşmemiştir. Medine'ye hicreti İslâmiyetin neşri ve İslâm devletinin kurulması gayesinden başka birşey değildir. Kureyşlilerin, Peygamberin Medineye hicret etmesi ve orada elde ede­ceği ekseriyetin bir daha ele geçmez olması korkusiyle öldür­mesine karar vermişlerdir. Fakat burunları sürtüle sürtüle, Peygamber onlara üstün gelmiş ve Medineye hicret etmiş, ken­disini öldürmek kararına rağmen buna mani olamamışlardır. Bu suretle hicret; Müslümanlığın tebliğ devri ile, İslâmiyetin hükümlerini yürütecek ve cemaati faal bir hale getirecek ve buna karşı muhalefet ve azgınlık kuvvetlerinden koruyacak bir devlet kurulması hususlarına bir hudut teşkil etmiştir.
Sayfa: 1 ... 3 4 [5] 6 7 ... 10