Son İletiler

Sayfa: 1 2 3 [4] 5 6 ... 10
31
İSLAM-GENEL / Ynt: Suzi libermanın Hatıra Defteri
« Son İleti Gönderen: ihvan23@hotmail.com 08 Kasım 2024, 11:55:48 »
Israil'in fedakâr kizlari!
22 Şubat 1912

Şu, hayaliyle gençliğimizi doldurduğumuz, ruhlarımızla yaşattığımız Karmel Bağları, ta uzaklardan bize kucak açmış, bizi bağrına basacak gibi olanca azamet ve heybetiyle karşı­mıza dikildi. Bir çok hikâyelerini ve efsanelerini dinlediğimiz Karmel... Yeruşalemî, Akdeniz'in mavi sularından kıskanı­yor ve goyimlerin nazarlarından saklıyor gibi deryalara per­de çekmiş yüce dağlar!.. Gemi süratie Hayfa limanına yakla­şıyor. Saat tam on iki... Hayfa limanındayız.

Gemi uzakta demir attı. Bize daha evvel Hayfa'ya çıkaca­ğımızı söylemişlerdi. Gemi içinde bir hareket yok. Karantina memuru geldi, gitti. Vapurda hafif dedikodular başladı. Türkler bizi karaya çıkarmayacaklar. Yaşlılar ve aklı erenler diyor ki:

"? Ne münasebet; şimdi artık yahudi düşmanı Sultan Abdülhamid idare başında değil... Uniyyon'e Progre (İttihat ve Terakki demek) partisi iş başında. Onlar bize söz vermiş­ler. Böyle kara düşüncelere kapılmağa lüzum yok."

Saat üçte, Vapura Hayfa hahamı riyasetinde bir heyet gel­di, bizi selâmladılar ve hepimize hediyeler getirdiler. Bol yi­yecek de verdiler. Hayfa hahamı, gizlemeğe muktedir olma­dığı bir heyecanla ve yüksek bir sesle şunları söyledi:

Arz-ı Mev'ud'a hoş geldiniz! Atalar diyarındasınız. Birgün buraları yine Davidin ve Salamonun göz kamaştırıcı ihtişamına kavuşacaktır. Sizler bu büyük idealimizin müj­decileri ve öncülerisiniz. Yahova yardımcınız olsun!"

Sevinçten ağlayanlar, bayılanlar, vecd ve heyecan içinde kendinden geçenler!.. Ve derin bir ölüm sükûtu!.. Akşam na­sıl oldu bilmiyoruz. Sahiller dindaş ve ırkdaşlarımızla dolu!.. Akşam sekizde gemi demir aldı, ağır ağır cenuba doğru sü­zülmeğe başladı. Kıyılardan çılgın sesler geliyor. Bir müddet sonra yine karanlıklara gömüldük. Herkes güvertede. Gece geç vakitlere kadar vapurun muttarid sesi ve denizin hafif dalgalı hışırtıları.

Şafak sökerken Yafa uzaktan, sislere bürünmüş, duvağını açmak istemeyen nazlı bir gelin gibi yarı süzgün didarını göstermeğe başladı. Tam saat ikide liman önündeyiz. Yafa oldukça büyük bir şehir!.. Kayıkçıları insanı hayrete düşüre­cek kadar mesleklerinde maharet sahibi. Evvelâ ihtiyarlar ve çocuklar kayıklara bindirildi ve sonra biz karaya çıktık. Yafa hahamı, yahudî cemaati ve Türk hükümetinin bir mümessili, bizi karşılıyorlar. Yafa sanki bir mahşer yerine dönmüştü. Programlardan, goyimlerden uzakta İsraii'n topraklarında, Arz-ı Mev'ud'dayız. Yerlere kapanıp toprağı öpenler, birbir­lerinin boyunlarına sarılıp öpüşenler, ağlaşanlar, sevinçten çılgına dönmüş insanlar.

Acaba biz, hakikaten büyük İsrail Devleti'nin öncülerimiyiz? Bunu düşünmek bile insanın aklını başından almağa kâfi!.. Kendimizi kaybetmiş, âdeta uyur gezer insanlar gibi­yiz. Kaba ve mutaassıb kendini beğenmiş Polonyalılarda, kaatil Ruslar'dan şimdi artık uzaklardayız. Kendi topraklarımızdayız. David'in yaşadığı, Salamon'un saltanat sürdüğü diyardayız. Demek ki; rüyalarımız hakikat oluyor. Hepimiz karaya çıktığımız vakit, bizi Rocildler'imizin vekili Vavzman karşıladı. Cümlemize:

"? Hoş geldiniz!.." dedi ve Almanca olarak şunları ilâve etti:

"? Artık kendi evinizdesiniz. Irkımıza mahsus bir çalış­kanlıkla buraları imar edip cennete çevireceksiniz. Size her türlü yardım yapılacaktır. Buraları ecdadımıza lâyık bir üm­ran ve medeniyete kavuşacaktır!"

* * *

Sıra sıra dizilmiş arabalar. Bizden evvel yerleşmiş yahudi köylülülerinin tekmil vasıtaları şehrin kenarında bizleri bek­liyordu. Daha evvelden hazırlanmış bir listeye göre arabala­ra yerleştirildik. Bir ilkçağ kervanı gibi yola düzüldük. Led'den geçerek geceyi yirmi kilometre kadar Yafa'dan uzakta. Ramla Kasabası'nda geçirdik. Burada o gece için ki­ralanmış odalar ve çadırlarda sabahı ettik. Gece güzel ye­mekler ve erken saatlerde yollara çıktık. Bize tahsis edilen Hudeyra Mevkiine gidiyoruz.[4] Burası gayet tatlı manzarası olan yeşilliklerle çevrilir bir yer...

Bu araziyi Roçild Araplar'dan satın almış. Bir ilkçağ ker­vanı gibi, neş ve saadet içinde köye geldiğimiz vakit, bir za­manlar bu mukaddes topraklardan Bâbil'e sürülmüş masum İsrail oğulları sanki bir ba'sü badelmevt'e mazhar olarak ka­file halinde geri dönmüş gibi idik.

Roçild'in vekili Kudüs baş hahamı ve etraftan gelmiş bir çok ırkdaşlarımızın hazır bulunduğu bir törenle köyümüzün temellerini attık, dualar ettik, sevinç göz yaşları döktük. Bu göz yaşları, sanki Yeruşalem'deki ağlama duvarlarında asır­larca gözlerden boşanan matem nehirlerinin makûs ve mes'ud bir tecellisi idi. Çoluk, çocuk, genç, ihtiyar hepimiz göz yaşları döküyor ve saadetten çılgına dönmüş bulunuyor­duk. Roçild'in vekili Almanca olarak bize şu nutku çekti:

"İsrail oğullarının kahraman öncüleri!.. Aziz dindaşla­rım ve ırkdaşlarım!.."

Asırlar boyu, Yahudi olmayan milletlerin zulüm ve iş­kenceleri altında ezilmiş ve çok ıstırab çekmiş olan milleti­miz, gayesine ağır fakat kat'î adımlarla ilerliyor ve yaklaşı­yor. Uğrunda üç bin seneden beri inatla savaştığımız mu­kaddes gayeye varmak üzere olduğumuza inanınız. Sizler, buraya Salamon ve David saltanatının yeniden ihyası için geldiniz. Dünya'nın dört bucağında bulunan ırkdaşlarımız da yakında hep burada toplanacak, hayallerimiz hakikat olacak ve David'in şanlı bayrağı, bu bize adanmış toprak­larda tekrar dalgalanacaktır.

Sîze kat'îyet ve emniyetle temin ederim kî ırkımız ve milletimiz en geç bîr çeyrek asır içinde bu toprakların, bu ülkenin, hatta hatta Nil'den Fırat'a kadar uzanan büyük İs­rail Devletinin şanlı, şerefli sahibi olacaktır.

Irkımız; Allah'ın mümtaz millet olarak yarattığı kavmi­mizi, hâiz olduğu üstün zekâ ve kıymetli vasıflar sayesin­de gayesine çabuk ulaşacaktır.

Siz, burada, bu köyde büyük ve müstakbel İsrail Devleti'nin temellerini atıyorsunuz. Bu temellerin çok kuvvetli olması ve bu temeller üzerinde güçlü ve azametli İsrail Devleti'nin, çabuk kurulması için elinizden gelen gayreti esirgemeyeceğinize eminim. Sizler burada birleşip kök tutuncaya kadar, bizler ve yeryüzündeki ittihadımız ve teşkilâtımız elinden gelen her türlü yardımı yapacaktır.

Gece, gündüz çalışınız, ekiniz, biçiniz, iktisat ediniz, zengin olunuz, vazifesinizi yapınız. Gün yaklaşıyor, ufuk­lar ışıldıyor ortalık aydınlanıyor. Yarın kopacak büyük bir fırtına[5] goyimleri yere serecek, bitap düşürecek ve o zaman hiç kimse, hiç bir kuvvet bizi yolumuzdan alıkoyamayacaktır. Buna inanınız, azminize güveniniz ve bu hedefe sağlam ve cesur adımlarla ilerleyiniz. Muhakkak muzaffer olacaksınız, mutlaka muzaffer olacağız!"

Göz yaşları ve ihtiyarların feryatları arasında dinlediği­miz bu hitabe bize, sanki Salamon'un muhteşem mabedinde akisler yaratıyor, hissini vermekte idi. Varşova ve Karakovi'den, bu mukaddes topraklara gelmek ve burada asırlarca milletimizin gönlünde yaşattığı bir mefkureyi gerçekleştir­mek ve Dünya tarihinde bu muhteşem davanın öncüleri ol­mak ne büyük şerefti bize!.

Artık Viladimir'in mağrur aşkı, goyim asilzadelerinin al­çak tahakkümü yerine, İsrail'in hükmü yürüyecek, İsrail'in sesi duyulacak! Bütün mîlletler yere serilecek, onların dört ele sarıldıkları ahlâk kanunları paçavralaşacak, kitapları yır­tılıp çöp sepetine atılacak. Bize "Pis Yahudi" diyenleri, biz öyle kirleteceğiz ki; öyle pisleteceğiz ki, onlar kendilerinden tiksinecek, kendilerinden iğrenecekler... Polonyalı mağrur asilzadeleri, Rus zadeganı uşak gibi, köpekler gibi, esir gibi karşımızda el pençe görmek ne büyük zevk, ne tatlı bîr ha­yal...

Pogromlar diyarı Rusya yıkılacak, onun imparatorundan, prenslerine, beyzadelerine kadar bütün asillerin dilendiğini göreceğiz. Evet bizi bu mefkure ile yetiştirdiler ve bu gaye için buralara getirdiler. Getirdiklerine pişman olmayacaklar, onların, büyüklerimizin yüzlerini kara etmeyeceğiz.

Bütün Mart ayı gece gündüz faaliyette geçti. Çadırlardan yeni evlerimize taşınıyoruz. Hemşehrimiz olan mimar Sar, Câuna'dan ve Yeruşâlemden gelen mühendisler ve kadınlı erkekli, geceli gündüzlü çalışmamız sayesinde şimdi şirin, zarif, lâtif bir köy ve mes'ud bir yuvanın sahibiyiz. Varşova ve rutubetli evleri yerine şimdi aydınlık, güneşli ve müstakil bir evimiz var. Polonya'da, mağrur goyimlere on paralık mal sarmak için loş ve tozlu dükkânlar yerine şimdi kır çeçekleriyle bezenmiş, kuş sesleriyle tatlılaşmış, hür ve serazâd bağ­larımız, bahçelerimiz, tarlalarımız var.

Bağ yetiştirmek İçin asma fidanları ve ziraat memurları göndermişler. Ayrıca bize badem ağacı fidanları da verdiler. Roçild'in Bankası, gelecek senelerin üzüm ve badem mahsul­lerine mahsuben bize faizsiz para ve avans verdi. Elimiz pa­ra, gözümüz saadet gördü, şevkimiz, gayretimiz cesaretimiz arttı. Mazi ne çabuk unutuluyor. Şimdi artık biz; dünün ka­ranlık ve acı günlerini değil, yarının vaadler dolu, saadet do­lu günlerini düşünüyoruz. Kalbimiz, ruhumuz, benliğimiz bu heyecanın ateşiyle sarılı. Kimbilİr, belki birgün, belki pek yakında burada barbar Türk'ün bayrağı inecek, yerine bizim; David'in bayrağı dalgalanacak. Asırlarca bu mukaddes yer­lerde, Arz-ı Mev'ud'da haksız yere hüküm süren vahşi Türk saltanatı yıkılacak ve kızıl sultanların evlâtları buralardan kovulacaktır!

Yerusâlem Mâbedi'nin göz yaşlarımızdan silinmiş duvar­ları, Dünya milletlerinin tek kıblesi olacak, büyük Salamon mâ'bedine temel olacak.

Şimdi herbirimizin ruhunda bu hayal yaşıyor. Hepimizin kalbi ve gönlü ümit ve emniyetle dolu... biz bugüne ulaşmak için az mı fedakârlık ettik. En geç on sene içinde tarumar ola­cağını göreceğimiz Çar Rusyası'nda az mı ırkdaşlarımız Pog-romların, katliamların pençesinde can verdi. Yığın, yığın Yahudi cesetleri, yarının büyük İsrail Devleti'nin, yerinden kalkmaz, kımıldanmaz birer temel taşı oluyor. Bir zamanlar Türk Sultanı, kızıl padişahın soydaşlarımızı bu topraklara ayak basmaktan meneden fermanlarım biz şimdi paçavra gi­bi yırtıp kâğıt sepetlerine atmadık mı?! O'nun tahtını, tacını başına geçirmedik mi? Bizim kinimiz, bizim imanımız önün­de Yeryüzünde hangi kuvvet karşı durabilir? Şimdi, Polonyada'ki şu tarih hocamızı bir düşünüyorum. O bizi ne kadar hakir, ne kadar âciz, ne kadar zayıf görüyordu. Kimbilir bel­ki bütün bu haller bizi gayemize yaklaştıran, irade bütün bu haller bizi gayemize yaklaştıran, irade ve azmimizi kamçıla­yan birer âmil olmuştur da...

* * *

Şimdi aradan bir sene geçmiş bulunuyor. Başardığımız esere bakarak kendimizi David zamanından beri burada yaşıyoruz zannediyorum. Bu kısa zaman içinde ne büyük iş­ler başardık. Tenbel ve miskin Araplar'ın çöl halinde, yaradıldığı gibi vahşi ve iptidaî bıraktığı bu yerler şimdi İsrail oğullarının azimlerini ve gayretleri sayesnide cennete dön­müş gibi mâmur bir hale geldi. Köyün bütün genç kızları bu yabani dağları bağ haline getirdik. Bağlarımızı çapalamaktan, zamanında filiz almaktan; ne büyük zevk duyuyoruz. Badem bahçelerimiz gelişiyor. Geçen gün koy kahvesinde Viyanalı bir ziraat mühendisi bağları ve badem bahçelerini gezerek İslahı için lâzım gelen bilgileri öğretti bize...

Babam Varşova'da ve Karakoy'de alıştığı rahat işe zaman zaman hasret çekiyor. O; budala goyları aldatarak, onların kıymetli eşyalarını yok bahasına satın alıp hakiki değerine satmak ona kolay ve tatlı geliyordu. Şimdi tarlada çalışmak O'na zor geliyor. Fakat, gözümü kapayıp kafamda maziyi canlandırmak istediğim günler, âdeta kâbus altında ezilmiş gibi oluyorum. O karanlık, rutubetli, tozlu, küflü dükkân!..

En devamlı müşterilerimizin bile bize tiksinerek, nefretle ba­kışları, mektepte, en ufak bahanelerle:

?? Pis yahudi!. Çıfıt!., iğneli fıçı kaatilleri... Gibi bitmez tükenmez hakaretler... Bunların neresine ve hangisine hasret çekilir... Bunlar aranılır şeyler mi?..

Bu satırları yazarken babam başımın ucunda dikildi. Onun bana her yaklaşımı ruhumda menfi ihtizazlar meyda­na getiriyor, neden acaba?.. Evet; bu da mazide geçen bir kâbus idi. Şimdi bana, keskin bir ifade ile ihtar ediyor:

?? Bırak şu pis hâtıraları. Onlar çok geride kaldı. Kor­kunç bir rüya idi o günler!.. Uzun ve kasvetli gecelerdi. Sa­bah oldu, Güneş doğdu, ruhlarımız aydınlandı, vücutlarımız ısındı, ufuklar genişledi. Şimdi o karanlıklara değil, ışıklara güneşe ve önümüzde hududsuz acıtan istikbale bak Suzi! Bugün köyün bütün genç kızları Yafa'ya gideceksiniz."

?? Orada ne işimiz var baba?"

"? Orada size yarını ve yarınki vazifelerinizi anlatacak­lar. Annen de beraber gelecek. Ben de iki gün için Jerusalem'e gideceğim."

?? Orada ne yapacaksın baba?"

?? ................................"

Ve odadan çıkıp gitti.

Dilijans köyümüzün genç kızlarını doldurdu. Yafaya doğ­ru gidiyoruz. Ne güzel kırlar, ne güzel manzaralar, ne tatlı arazi. Neşe içinde, şarkılar söyleyerek yol alıyoruz. Zaman akıp gidiyor. Bizim gibi yeni kurulmuş bir Yahudi köyünden geçtik, biraz evvel başka bir dilijans oranın genç kız ve ka­dınlarını alıp Yafa istikametinde ayrılmış. Öyle vaktini epey geçmişti büyük bîr çiftliğe geldik bu; Roçild'in ve Alyans İsraelit Üniversel'in parasiyle kurulmuş cidden asri bir çiftlîkti. Muntazam ve geniş bir binası var. Bizi karşıladılar ve san­ki birbirimizi çok evvelden tanıyormuşuz gibi kucaklaştık, konuştuk ve seviştik. İşte bu, bir yahudi tesânüdüdür: Solidarite Juİf... Bahçede kurulmuş sıra sıra masalarda bize çok lezzetli yemekler ikram edildi. Bunların hepsi çiftlik mahsûlü, Tavuk, sebze ve meyve, hattâ ekmek bile çiftlikte yapılıyormuş. Hepimize bol Rişon le Zion şarabı ikram etti­ler. Biz yemeğe oturduğumuz zaman, bizden evvel gelen Ya­hudi köylüleri Yafa istikametinde yola çıkmışlardı. Yemek­ten sonra biraz istirahat ettik ve yola düzüldük. Ayrılırken bu çiftliğin müdürü Zebulun bizi selâmetlerken şunları söy­ledi:

?? David saltanatının kurulacağı yere gidiyorsunuz. Sizler müjde melekleri gibi orada lâzımgelen dersi alacak ve size gösterilen yolda yürüyeceksiniz. Bu yol bazen di­kenli de olabilir. Onları çiğneyip geçeceksiniz, yolun niha­yetinde, binlerce senedir hasretini çektiğimiz mes'ud bir hayat var, sizi bekliyor, bizleri bekliyor, İsrail oğullarını bekliyor."[6]

Bu ateşin hitabenin tesiriyle hızla ilerliyoruz ve kısa za­manda kendimizi Yafa'da bulduk. Zengin bir ırkdaşımızın evinde toplandık. Orada bulunan insanlar içinde Varşo­va'dan, Karakoy'dan tanıdığım âşinâlar çıktı. Fakat artık bu, bir fevkalâdelik teşkil etmiyor. Biz, hepimiz uzun ve mesud bir seyahate çıkmış, muhteşem bir transtlantik yolcularına benziyoruz. Cümlemiz aynı gemi içinde, cümlemiz aynı yo­lun yokuşuyuz. Akla gelebilecek bir tek şey, geminin bir ka­zaya uğraması ihtimalidir. Hayır, hayır bu olmayacak, asla! Yehova bizim koruyucumuz, bizim rehberimizdir. Odadan muhterem bir ihtiyar içeri girdi. Şimdi hep bir ağızdan ve ayakta hem onu karşılıyor, hem de şunu okuyoruz.

Rabba terennüm edeceğim, çünkü gayetle yükseldi
Atı ve atlısını denize attı.
Rab kuvvetim ve mezmurumdur;
O bana kurtuluş oldu;
O benim Allahımdır, ve ona hamdedeceğim
Babamın Allah'ı, ve onu yükselteceğim.
Rab cenk eridir,
İsmi Yehova'dır.
Firavıın'un cenk arabaları ve ordusunu denize attı.
Ve seçme araba cenkçileri kızıl denizde battılar.
Enginler onları örtüyor;
Taş gibi derinliklere indiler.
Senin sağ elin, Yarab, kudrette celildir.
Senin sağ elin, Yarab, düşmanı ezer.
Ve sana karşı ayaklananları, azametinin çokluğunda yıkarsın;
Gazabını gönderirsin, onlun muz gibi yer.
Ve öfkenin soluğu ile sular yığıldılar,
Akıntılar yığın gibi durdular.
Düşman dedi:
Kovalayıp yetişeceğim, çapulu bölüşeceğim;
Onlardan canım doyacak;
Kılıncımı çekeceğim, elim onları helak edecek.
Yelinle üfürdün, deniz onlun örttü;
Büyük sularda kurşun gibi battılar...
ilâhlar arasında senin gibi kim vardır, Yarab?
Kudsiyette celil, senalarda heybetli,
Harikalar yapan, senin gibi kim vardır?
Sağ elini uzattın,
Yer onları yuttu.
Kurtardığım kavme inayetinle rehber oldun;
Mukaddes meskenine kudretinle onlara yolu gösterdin.
Kavimler işittiler, titrediler;
Filistin'de oturanları ağrı tut.
O zaman Edomun emirleri korktular;
Moabın yiğitleri titreme aldı;
Kenan'da oturanların hepsi titrediler
Onların üzerine korku ve dehşet düştü;
Senin kavmin geçinceye kadar, Yarab.
Edindiğin bu kavm geçinceye kadar,
Senin buzunun büyüklüğü ile taş gibi hareketsiz oldular.
Onları içeri getireceksin, ve mirasın dağında,
Yarab kendi oturmam için yaptığım yerde
Yarab, ellerinin sabit kıldığı
Makdiste onları dikeceksin!..

Hepimiz ayakta, büyük bir vecd ve heyecan içinde, titrek sesler, nemli gözlerle okuduğumuz bu ilâhiden sonra Aşer Levi ismindeki muhterem ihtiyar gür ve manâlı sesiyle bize hitap etti:

"İsrail'in fedakâr kızları!

Ecdadımızın yıllarca sefalet ve ızdırap içinde kıvrandık­ları Sina Çölü'nün eşiğinde Ba's-übâ'del mevt sırrına ulaş­manın arefesinde sizleri, herbirinizi birer kurtarıcı melek gi­bi karşımda görüyorum. Dikkatle bakınız, farkedeceksiniz; koyu ve zifiri karanlıklar dağılıyor. Güneş Sahyun Dağları'nın arkasından bizlere didarını göstermek için hazırlanı­yor. O, gün yakındır. Hürriyet ve İstiklâl günü!.. Alah'ın mümtaz milleti olarak yarattığı ve sonra bizleri imtihan et­mek için asırlar boyu işkenceden işkenceye, sefaletten sefalete sürüklediği kavmimiz çilesini doldurmuş, imtihanını vermiş ve bütün miletlerin efendisi olmak hakkını kazan­mıştır. İktidar ve kudret elimize geçecektir. O zaman bütün bâtıl dinler lağvedilecek, bütün mâbedler yıkılacaktır, yer­yüzünde yaşayan bütün insan sürüleri, tekmil milletlerin mabedi olacak olan İsrail Kâbesi'ne yüzlerini dönerek hür­met ve tazimle yerlere kadar eğileceklerdir. O gün geliyor. Siz o günün, o mukaddes günün habercileri, müjdecilerisi­niz. Kendinizi küçümsemeyini z, varlığınızı asla küçük gör­meyiniz. Göklerin manevî gürültüsüne kulak verin; Yehova sizlere sesleniyor: Yarın buralarda, bu mukadds topraklar­da, bu Arz-ı Mev'ııd'da kıyametler kopacak, Türk ve Arap asırlar boyu bu temiz topraklar kirletmiş olan gasplar, müstevliler hâk ile yeksan olacaklar, onların tahtları, taç­ları sernügûn olacaktır.

Yakında bütün milletlerin birbirlerinin boğazlarına sa­rıldıkları günleri yaşayacak ve göreceksiniz.[7] O zaman herbirinize vazifeler düşecektir.

İsrailin fedakar ve cesur kızları!

O güne hazırlanınız. Gecelerinizi gündüzlere katınız, David saltanatınn temelleri olacak olan bu güzel yerleri imar edip cennete çeviriniz. Yarın ırkdaşlanmz, yeryüzünün her bucağından buralara fevc fevc göç ettikleri zaman hazır ve mamur bir vatan bulsunlar.

Yarın buralarda kopacak fırtınalar Önünüze bir çok fır­satlar serecektir. O fırsatlardan istifade etmeğe, sizlere ve­rilecek vazifelere can ve yürekten cesaret ve fedakârlıkla lâyık olmağa çalışınız. Sizlerden büyük fedakârlıkla lâyık olmağa çalışınız. Sizlerden büyük fedakârlıklar istenecek­tir. Bunları seve seve yapacağınıza eminim. Irkdaşlarınıız yıllar yılı, asırlar boyu bu fedakârlığı isbat ettiler. Muhamnıedin dinini yıkacak, ümmetini mahvedecek ve barbar Türklerle, bedevi Araplar, bu ülkeden kovacağız.

Görüyorsunuz ne büyük bir vazifenin, bir kıyametin arefesindeyiz. O gün geldiği vakit bu sözlerimi hatırlayarak cesaretinizi bileyiniz. Bugün yine, biraz evvel terennüm etti­ğiniz ilâhileri okuya okuya, neş'e ve ümit içinde yuvalarını­za dönünüz. Yehova sizinle beraber olsun!"

Bu defa bizi getiren dilijanslara bir kaç araba daha ilâve ederek hepimiz birlikte yollara düzüldük, bütün arabalardan yek avaz ve yek ahenk aynı ilâhiler duyuluyor, seslerimiz se­malar yükseliyordu.

?Yehova sen bizimle berabersin! Yehova sana güveniyoruz. Yehova goyimlerin efendisi olacağımız günler gelsin ar­tık!"

Yollar kısaldı, sanki uçuyoruz. Vücudlarımız arabalar içinde, ruhlarımız o kadar yükseklerde, hayallerimiz o kadar enginlerde ve uzak ufuklardakî, köyümüze ne kadar zaman­da ve nasıl geldiğimizi fark edemedik bile...

Fakat bu gece o kadar uzadı ki; sabah gelmeyecekgibi zannolunur. Uyku gözlerime girmedi. Yarın bize verilecek vazife ne olacaktır acaba! Bütün gece bu istifhamı, bu düğü­mü çözmeğe çalıştım. Elbetteki bizi Gettolardan bu ser'âzâd yerlere kavuşturanların daha büyük gayeleri vardır. Bu yol­da bize de, bana da bîr vazife düşecek olursa hiç şüphesiz onu tekmil kalbimle, aşk ile, seve seve yapacağım. Yaşasın İsrail İmparatorluğu!

* * *

Günler geçiyor. Köyümüzde faaliyet arttı, herkes arı gibi çalışıyor. Böylece hummalı faaliyetler içinde 1914 senesi Ni­sanım bulduk. Biz Polonya'da iken bu mevsim buz gibi so­ğuk olur. Burada ise ortalık yemyeşil, buğdaylar yükselmiş, asma kütükleri canlanmış... Ortalık sıcak, adam akıllı bir yaz mevsimi yaşıyoruz. Badem bahçelerim o şekilde düzenledik ki; manzarası bile insana zevk ve ümit veriyor. Babam geçen akşam inceden inceye hesap ediyordu; şu kadar ağaç, şu ka­dar badem ve şu kadar altun!..

Bugün köyün bütün delikanlıları ve kızları kırlarda çalış­tık. Babam ayrıca civar köylerden iki de işçi tutmuştu.

"? Buna ne lüzum var baba dedik," biz yetmiyormuyuz, kendi topraklarımızda kendimiz çalışır, zevkini biz sürer, hasılatını biz toplarız. Amele parası vermekte mana ne?"

"? Şu köpek gayri yahudileri, beş on para karşılığı eşek gibi çalıştırmanın zevkini bir bilseniz!.."

Mısır ehramlarında on binlerce ırkdaşlarımızın döktüğü alın teri ve harcadığı emekleri bir düşününüz... Bir fellâhın yok bahasına, Güneş altında ve hükmümüz altında çalışma­sını seyretmekteki zevki bir düşününüz. Gün gelecek, mısır ehramlarında döktüğümüz alın terleri seller olup goyimleri boğacak ve bütün beşeriyet bizim pençikli kölemiz gibi çalı­şacaktır. Yüz milyonların emek ve gayretlerimizden hasıl olacak bütün servetler bizim kasalarımıza akacak ve İsrail oğulları bu esirler sürüsünün sırtından ebedî ve hudutsuz bir refah içnide yaşayacaktır. Goyimlerin bütün kazançları, sa'y ve gayretleri, emek ve alın terleri san san altınlar şeklin­de bizim hazinelerimize akacaktır."

Babam sesini birdenbire yükselterek, yüzüne keskin bir ciddiyet vererek sözünü şu cümle ile bitirdi:

"? Kendinizi o günler için yetiştiriniz ve o günlere ha­zırlanınız!"
32
İSLAM-GENEL / Ynt: Suzi libermanın Hatıra Defteri
« Son İleti Gönderen: ihvan23@hotmail.com 08 Kasım 2024, 11:55:39 »
Israil'e Dogru Yolculuk
1 Kânunsâni 1912

Bugün goyimlerin yıl başı. Dün gece ne çılgınca eğlendi­ler. Sokaklar onların naralariyle çınladı. Sanki Senpetersburg'da hiç bir şeyler olmamış gibi!.. Bunu düşündükçe bu kâbustan ebediyen kurtulamıyacağımızdan dolayı sonsuz bir sevinç duyuyor, ümitlere kapılıyor, istikbale emniyetle bakı­yoruz. Onbeş gün sokağa çıkmadık. Babam diyor ki:

"? Artık önünüze kesin ufuklar açılıyor, hür ve serazat yaşayacağız! Böyle havası bozulmuş, kalabalık bir goyim şehrinde değil, ufukları geniş, kalabalık bir goyim şehrinde değil, ufukları geniş, havası bol, hayatı sakin ve yalnız ırkdaşlarımızdan ibaret köyler, kasabacıklarda yaşayacağız.

Bizden evvel, bin zorlukla oralara göç edenlerin şimdi mes'ud bir hayat sürdüklerini ve zengin olduklarım söylü­yorlar... Adanmış topraklar hâlâ barbar Türklerin bayrağı al­tında... Fakat Türkiye'de bir tek yahudinin burnunun kanadığı, şimdiye kadar bir kimsenin hayatiyle oynandığı işidilmemiş. Üstelik Türkler'in son derece müsamehakâr ve iyi insan­lar olduğunu söylüyorlar!"

O halde niçin barbar diyoruz ki bunlara? Pogromun ismi işidilmemiş o diyarda. Öyle olsaydı biz bu yeni maceraya atılır mı idik? Babam; sizin bu işlere aklınız ermez diyor. Ha­kikaten de ermiyor.

20 Kânunsani 1912

Ne müthiş bîr soğuk var. Hazırlıklarımız bitti. Muhacir aileler Romanya'nın Köstence şehrinde toplanacaklarmış. Ya­rın bize tahsis edilen trenle. Karakov'dan hareket edeceğiz. Bu yarın ne kadar uzun geldi bize!.. Gece gözümüzü kırpma­dık. Sabahın erken saatlerinde, bir araba tutan eşyalarımızla istasyona geldik. Üçüncü mevki vagonlara yerleştik ve bu vagonlar içinde gece yarısına kadar oturduk. Cemaat ve avrupalı teşekküller bizi mükemmelen iaşe ettiler. Yahudi bir doktor ve iki de hemşire bizimle geliyor. Gecenin zifiri ka­ranlığı ve vagonların dondurucu soğuğu içinde yol alıyoruz. Polonya topraklarındayız. Fakat şimdiden kendimize İsra­il'in ülkesinde farz ediyoruz.

22 Kânunsanî 1912

Köstence'deyiz. Irkdaşlarımız bizi çok mükemmel karşıla­dılar. Herbirimize çeşitli hediyeler getirdiler. Karadeniz'de müthiş bir fırtına hüküm sürüyormuş. Şubat ortasına kadar bu şehirdeyiz. Yerleştiğimiz misafirhaneye demir karyolalar koymuşlar, yataklarımızı açtık. Yemekler hazır olarak geli­yor, cümlemiz sonsuz neşe içinde yiyoruz. Annem durgun ve düşünceli, babam çılgınca mes'ud!.. Vakitlerimiz muhtelif aile reislerinin nutukları ve parlak vaadleriyle geçiyor. Kom­şumuz Antikacı Mojej Şalaman umûma bir nutuk çekti:

"?İsrail'in Güneşi doğuyor. Asırlarca karabulutlar arkasında kalmış ve ziyasından bizi mahrum etmiş olan Güneş, ufuk­lardan sıyrıldı şimdi kalblerimizi yakıyor ve ziyasını İsrael Devletinin istikbali üzerine döküyor. Asırlar boyu zulüm ve işkence çekmiş olan İsrail oğulları, cihan hükümdarlığının tahtıgâhına doğru yol alıyor. Bu yol şimdiye kadar dikenler ve manialarla dolu idi. Fakat bütün bunlar ümitlerimizi ve cesaretimizi kırmadı. İşte bugün geniş ve mes'ud bir yolun dönemindeyiz- Sevinelim, oynayalım ve gülelim.?

Romanya'nın her tarafından heyetler halinde ırkdaşlarımız akın akın bizi ziyarete geliyor ve bize müstakbel İsrael Devleti'nin Öncüleri, Sayhun Dağı'nın fâtihlerisiniz, diyorlar. Gururumuz kabarıyor.

Zaman zaman arkama, maziye bakıyorum. Viladîmir'in parlak kumral saçları, hâfeli yeşil gözleri ve polenez asilzadelerine mahsus vakur tavrı, sesindeki halâveti hatırla­maktan kendimi alamıyorum. Acaba gideceğimiz yerde bun­dan alâsını bulacakmıyız. Yoksa hakikaten bu yeni ufuk bize herşeyi unutturacak mı? Birbirine zıt hisler, birbirini nakze­den mütalâalar ve çeşitli sinir buhranları içindeyim. Benden başkaları böyle değil. Onlar yeni bir ülkenin fâtihi gibi gurur, neşe ve şevk içindeler.

1 Şubat 1912

Misafirhanede mühim bir hareket göze çarpıyor. Ayın on yedisinde bizi alacak bir vapur Köstence'den Yafa'ya doğru yol alacakmış. Onyedi gün daha burdayız. Babam, annem Bükreş'i gezmeye gittiler. Biz misafirhanede kaldık. Çarşı, pazarda gezmek, sinemaya gitmek için bize Romen parası verdiler. Romanya çok zengin bir memleket. Babam diyor ki;

Burada yarım milyonun üstünde bir ırkdaş topluluğu varmış. Ormancılık ve ziraat Romanyalılar'ın servetlerinin kaynakları imiş. Ne iyi, ne iyi... Bu çam yarması herifler ça­lışsın biz yiyelim. Biz diyorum ama, bizden kimler, onu bil­miyorum. Babamın fukaralık ve zaruretinin ıstırabı içime çöktü. Her halde bunda da aklımızın ermediği bir şey var.

16 Şubat 1912

Yolculuğa hazır ol emri verildi. Bir heyecan dalgası ruhla­rımızı kapladı. Bu gece hiç kimse uyku uyumadı dersem mü­balağa etmiş olmam. Sabah o kadar uzadı; Güneş o kadar nazlı ki!.. Bir türlü doğmak bilmiyor. Ama muhakkak doğa­cak, her gecenin bir sabahı olacak. Hem de şimdi İsrail'in Gü­neşi doğuyor. İsrail'de sabah oluyor. Goyimler kahrolsun! Viladimir sen de kahrol!

17 Şubat 1912

Şafak henüz sökmemişti. Herkes sefere hazır bir vaziyette idi. Eşyalarımız toplanmıştı. Sabah kahvaltısını yaptıktan sonra saat onda da misafirhaneye gelen arabalarla Köstence rıhtımına yanaşmış olan "Nor Doyçer Bremen" vapuruna eşyalarımızı göndermeye başladık. Öğle yemeğini vapurda ye­dik. Alyans İsrailite Üniversel ve Roçildler tarafından vapur biletlerimiz alınmış, iaşemiz temin edilmiş. Hepimiz heyecan içinde idik. Saat üçte Bükreş baş hahamı gemiye geldi ve ge­mide dinî merasim yapıldı. Cümlemiz vecd ve huşu içinde idik. Yeni uruklara, yeni istikbale doğru yola çıkıyorduk. Yarın tarih, doğacak büyük İsrail Devleti'nin, bizi öncüleri diye anacaktır:

Baş haham da bize bir nutuk çekti. Vapuru dolduran in­sanlar, sanki bir anda taş kesilmişti. Aklımda kalan parçalar şu:

"İsrail çocukları!.. Asırlar boyu azab ve ıstırab İçinde yaşa­dınız. O kara günler şimdi yerini mes'ud günlere terkediyor. Güneş doğuyor, ufuklar parlıyor Tevrat'ın bize vaadettiği günler geliyor. Kavmimize adanmış olan topraklara gidiyor­sunuz orada müstakbel devletimizin kökünü teşkil edeceksi­niz. Bu temeller üzerinde devletimiz kurulacaktır. Önünüzde daha aşılacak maniler vardır. Onları da cesaretle ve gayretle aşacaksınız. Yolunuz açık ve istikbaliniz mes'ut olsun."

Rıhtımı Romanya'nın ve hatta Avusturya ve Macaristan'ın her tarafından gelmiş binlerce ırkdaşımız doldurmuştu. On­lar da vecd ve heyecan İçinde idiler.

Saat beşte, geminin acı acı düdüğü öttü ve yavaş yavaş li­mandan süzülmeye başladık. İçlerimizden bir çoğu dualar okuyor, bir çoğu da rıhtımdaki insanları selamlıyordu. Gece gemimiz, Karadeniz'in karanlık sularında sanki gâib olmuş gibi idi. Çok sallanıyoruz. İçimizde deniz görmüş çok az in­san var. Hepimiz perişan bir halde kendimizi yataklarımıza attık.

18 Şubat 1912

Bugünün şafağı söküyor. Tarihî İstanbul Boğazı'na yakla­şıyoruz. Karadeniz'den, Akdeniz'e geçmek üzereyiz. Saat do­kuza doğru karalar gözükmeğe başladı ve saat onda Boğaz'a girmek üzereyiz.

Karantina memurları bizi Boğaz'ın medhalinde karşıladı.

Gemi sarı bir bayrak çekmişti. Şimdi Ruslar'ın Çarıgrat de­dikleri meşhur Konstantînipolos'un tarihi sularındayız. Durmadan geçeceğiz. Gemi şehre yaklaşırken herkes sağ ta­rafa üşüştü. Rabinoviç diyor ki:

"? Şu tepeyi görüyorsunuz. Orası aşılmaz, geçilmez bir kartal yuvası idi. Orası Türk Padişahı Abdülhamîd'in otur­duğu yerdi. Arz Mev'ud'da bize yer ve hak tanımayan, ırkdaşlarımız bu sulardan geçerken onları memleketine kabul etmeyen, mukaddes topraklara gitmemize izin vermeyen müstebid hükümdar. Onu kavmimiz tahtından indirdi, inti­kamımızı aldı.

Tarihî şehri geride bıraktık, Marmara Denizi'nde sefer ediyoruz. Gemimiz erzak ve su almak için ancak iki saat li­manda durdu.

Geceyi Marmara Denizi'nde geçiriyoruz. Hava sâkinleşti. Geç vakit uykuya daldık. Sabah olduğu zaman kendimizi sı­cak denizde bulduk. Gemide yeknasak bir hayat var. İştihamız fevkâlade, yiyip, içip neşe içinde vakit geçiriyoruz.

20 Şubat 1912

Beyrut limamndayız. Arkasını Lübnan dağlarına yaslamış olan bu şehrin uzaktan manzarası çok güzel. Kimseyi şehre çıkarmadılar. Üç saat kadar limanda kaldık ve akşam saat beşte hareketle cenuba doğru yol alıyoruz. Geçtiğimiz sahil­ler çok tatlı. Karanlık basıncaya kadar etrafı seyrettik, yemek yedik ve yattık.

Rüyalarımızda hep büyük devletimizin hayalini, David saltanatım ve Salamon ihtişamının yaldızlı günlerini düşün­dük.

Sanki koskoca bir denizde kaybolmuş gibiyiz. Gökyüzü ile denizden başka bir şey göremiyoruz. İçimizden taşan he­yecan dalgalan, sabırsızlık duvarlarına çarpa, çarpa varlığı­mızı hırpaladı, geceyi zor geçidik ve sabahı dar ettik. Uyku­larımız intizamını kaybetti..
33
İSLAM-GENEL / Ynt: Suzi libermanın Hatıra Defteri
« Son İleti Gönderen: ihvan23@hotmail.com 08 Kasım 2024, 11:54:26 »
Hareketlilik Izleri
12 Eylül 1911

Mektebin bahçesinde Viladimir'le yanyanayız. Gözlerimiz birbiriyle konuşuyor. Onun parlak ve yakıcı gözlerinin ateşi içimi kavuruyor. Gururumu kırdım ve Dünya'ya geldi­ğim günden beri beni tesiri altına alan hislerden sıyrılmak için nefsimi zorladım ve gülümseyerek Viladimir'e sokul­dum:
"? Bu nefretle bakış, bu bizden uzaklaşsın, bu yabancılık neden Viladimir?"
"? Yalnız sana değil, senin ırkına karşı biz böyleyiz. Az şeyler mi işittik hakkınızda?.. Bunlarda ne kadar mübalâğa olsa, yine de bir hakikat vardır içinde.. Polonya'nın felâketi ne sebep sissiniz, insanlığın tümü sizden şikayetçi..."
"? Acaba? Fakat benim şahsen bu olup bitenlerde ne his­sem olabilir ki?.."
"? Suzy! Senin yüzünde hiç de fena insana delâlet eden çizgiler yok. Yok ama ne olsa terbiye aldığın muhitin telâkkileri altındasın. Yüzünde bir masumiyet, bir cazibe ve müthiş sevimlilik var... İnsan zıt tesirler altında kalıyor. Göz­lerimiz başka bir lisan, hislerimiz başka bir lisan, mantıkları­mız başka bir dil konuşuyor...

Teneffüs bitmiş, arkadaşlarımız dershanelere girmişti. Biz ikimiz sanki başka bir âlemden dönüyor gibi şaşkın şaşkın sınıfa girdiğimiz zaman arkadaşlarımız hayretler içinde bize bakıyorlardı. İkimizin de yüzü kızarmış, ikimizin de halinde bir gayri tabiilik göze çarpıyordu.




16 Eylül 1911

Mektepten eve döndüğüm zaman, şimdiye kadar hiç yü­zünü görmediğim bir hahamı baş köşeye kurulmuş olarak buldum. Anam babam bu adamın karşısında iki büklüm bir tazim ve ihtiram heykeli gibi büzülmüşlerdi. Ben de kemal-i hürmetle bir yere iliştim. Uç İnsanın gözü üzerime dikilmişti.

Bu gözlerde öyle korkunç mânalar okunuyordu ki... Hele Hahamın bakışları... Sanki, uğursuzluk canlanmış, bu ada­mın gözlerinde teşahhus etmişti. Bana neler anlattı neler...

?? Şunu bil ki, yahudi olmayan her şahıs bizim düşmanımızdır. Onlarla samimi münasebet kurulmaz. Onlarla alış veriş edilmez. Onlar insan yerine konmaz! Onlar asırlarca milletimize zulüm etmişlerdir. Onlar birer hayvandır. Onla­rın eti, kemiği, ırzı, namusu, malı canı bize mubahtır. Bir yahudinin bir goyim ile dostluğu dinimizin asla afvetmeyeceği büyük günahlardandır.

Ve bunları öyle bir eda, öyle meş'um çatal bir sesle söylü­yordu ki; kendimi âdeta "Moloh" ilâhın huzurunda zannet­tim. Korktum, tüylerim ürperdi. Her şeyi, her şeyi hatta ken­dimi unuttum. O, mektep ve şu koca şehir bana dar gelmeğe başladı. Acaba bu adam, daha doğrusu anam, babam benim Viladîmir'le olan münasebetimi biliyorlar mı? Nereden bilecekler... Düne kadar bu oğlan beni ve milletimi tahkir ediyordu. İlk defa, iki insan gibi birbirimizle konuştuk. Bu da garip bir şey... O gün bende hasıl olan ruh haletini anlamışa benziyordu. Şuna inanıyorum ki, ruhlar âlemi birbiriyle alâkalı bir tasnife tabidir. İnsanlar bu sayede birbirini sevi­yor, bu sayede birbirini anlıyor, ve yahud aksine.

Bütün bu işittiklerim, bu tanımadığım hahamın hakîmâne ve âmîrane sözleri. Peki ama bunlar ne kadar ibtidâî, ne ka­dar vahşi şeyler!.. Biz bu düşüncelerle mi insanlara kendimi­zi sevdireceğiz, ortadan kaldıracağız. Başka bir şey daha var: Acaba onlar çocuklarına milletlerine bizim hakkımızda neler söylüyorlar. Mektepte çocukların bize kaatil yahudi, pis çıfıt demelerinin ilham kaynağı ne olabilir ki?..

Sonra babamın halini düşünüyorum, yatağımın ucunda, insanlıktan çıkmış korkunç haline ne mâna vereyim? Bu da mı Talmut'un emri? Sen bunlardan anlamazsın, sen dinimizin inceliklerine ve sırlarına vakıf değilsin diye birde kendi­sini haklı görmesi... Benim aklım bu muammaları bir türlü kavrayamıyor. Bir şey anlamıyorum, anladığım tek şey ruhu­mun kökünden sarsılmış, maneviyatımın bozulmuş olması­dır, uykuda gezen insanlar gibi, canlı bir cenaze gibi dolaşı­yorum. Bakışlarım,görüşlerim, idrakim değişti. Bambaşka bir insan oldum. Şimdi iki ruhlu bir insan gibiyim. Yoksa; ço­cukluğum, masumiyetim safiyetim ve hattâ aşkım yerini baş­ka bir halet-i ruhiyeye mi devretti. Şimdi ben eskisinden bambaşka bir insan, bir şahsiyet oldum.

Artık Viladimir'i de gözüm görmüyor. Sanki aşkımı, sev­gimi bir daha dirilmemek üzere görünmez bir el katletmiş, öldürmüş.

Bir kaç gün evvel, teneffüsde, bahçede benimle konuşan Viladimir de birdenbire değişti. Yüzünü dönüp bana bakmı­yor bile... Şimdi ben şuna inanıyorum: İnsanlar çok defa iki ruh taşırlar. Bende mevcut bu iki ruhdan iyisi öldü, vücu­dum ve benliğim ağır ağır kötülüğe kaçıyor. Bu ikincisi yani kötü ruh bende karar kılacak... Nereye kadar ve ne kadar? Bir şey bilmiyorum, birşey!..

Evimizde de bir tatsızlık hüküm sürüyor. Babamın mânâsız bakışları, mücrimlere mahsus çekingen tavrı ve hele hele iki günde bir evimize gelen o menhus suratlı haham. Arada bir, aktörler gibi pozlar alarak ve kendisine çeki dü­zen vererek, o iğrenç suratına bir ciddiyet takarak bana hitab etmesine tahammül edemeyeceğim.

?? Goyimlere karşı vazifeni iyi bilmelisin, Talmutu iyi anlamalısın kızım. Biz bu sayede canavar gayrı yahudilerin zulmünden ve esaretinden kurtulacağız. Sadece bu kadar de­ğil... Biz, onları kendimize köle yapacağız. Malları, mülkleri bizim olacak!.. Dünyânın tek hâkimi olacağız. Binlerce sene­lik zulüm işkence ve esaretin acısını onlardan çıkaracak, intikamımızı alacağız. İçimizde yahudi olmayanların cümlesine karşı sönmez bir kin var. Sen bu kini zaman zaman körüklemelisin, onun alevi içini ısıtmalı, sana bu mukaddes yolda yürümek İçin kuvvet vermelidir. İleride ana olduğun zaman bu hissi çocuklarına aşıla!.."

Kendisine yeniden çeki düzen vererek, daha tok ve daha âmirâne bir sesle şunları ilâve etti:
?? Yahudi olmayan her insan bir hayvandır, bir köpektir, onun malı, canı, ırzı bize helâldir!"

Bu ne müthiş bir telkindi yarabbi Tevekkeli değil, insan­lar bizden vebadan kaçar gibi kaçıyor, bizden tiksiniyor, biz­den nefret ediyorlar. Anne ve babanın bu budala hahamın karşısındaki vaziyetlerini düşündükçe nefretim kat kat artı­yor. O ne tazim, o ne ihtiram. Bu çatal sakallı herifin içimi sızlatan, vicdanımı tazyik eden câniyâne sözlerini birer hik­met gibi dinliyorlar. Ne yalan söyleyeyim bu böyle giderse, bütün benliğime rağmen bende kendimi bu tesirlere kaptıra­cağımdan korkuyorum. Yarabbi Sen niçin bizi böyle zelil, böyle hakir, böyle vicdansız, böyle canavar ruhlu yarattın. Bizden olmıyanların samimiyetine, saflığına, ruhlarının asa­letine bakıyorum da kendimden iğreniyorum.

Bizim hahamın yumurtladığı herzelere bir bakın:
"Mektebinizdeki yahudî olmayan çocuklara fikirlerinizi aşılayınız. Onların inandıkları dinlerin sahteliğini onlara tel­kin ediniz ve büîün bu dinlerin sahteliğini onlara telkin edi­niz ve bütün bu dinlerin bizden çalınmış ve şekilleri değişti­rilmiş sahte şeyler olduğunu söyleyin. Onların Peygamberle­rini, hele İsa'yı gülünç bir şekle sokarak onu alay mevzuu ya­pınız. Size birkaç hücum ederler, isyan ederler, küfür eder­ler, belki de döğerler. Mukavemet ediniz sonunda yavaş ya­vaş ruhlarında bir aşağılık duygusu doğar, mukavemetleri kesilir ve derin bir tereddüt ve şaşkınlık çukuruna düşerler, ondan sonrası kolaydır. Güzelliğinizle, gururunuzla onları elde ediniz. Onlan hissinizin esiri kılınız ve sonra bu hamuru istediğiniz gibi yuğurunuz.

Bizden olmayan bütün arkadaşlarınızın ahlâklarını ifsad ediniz, onlar bir parça güzelliğinizden istifade etsinler. Tatlı bir gülüş, hafif bir müsamaha ile öylelerini tuzağınıza düşü­rüp bizim mukaddes fikirlerimizi onlara telkin ediniz."

"Mekrebinizdeki zengin ve asilzadelere karşı fakir talebeyi kışkırtınız. Allah insanları müsavi bir şekilde yaratmıştır. Aradaki farkları elinizde silâh olarak kullanınız. İleride bü­yüdüğün vakit, ilahe kadar güzel bir kız olarak zenginlere, devlet adamlarına, politikacılara sokularak onlara kendi fi­kirlerimizi telkin, üstünlüğümüzü kendilerinin aşağılıklarını aşılayınız. Bütün bunları yapmak için her türlü hile, desise yalan ve hattâ iftirayı dinimiz bize mubah kılıyor, hatta em­rediyor. Biz; ancak kendi aramızda birbirimize karşı son de­rece dürüst, faziletli ve ahlâklı olmak mecburiyetindeyiz. Bu­nun haricinde bizden olmayanları daima bir hayvan yerine koyarak her türlü hareketler bize mubah ve hattâ farzdır."

Aman yarabbi! Hergün bu telkinler, bu aklımın almadığı, vicdanımın kabul etmediği âdi hisler... Biz bunlarla mı, bu günah, bu gayrımeşru bu ahlâksız telkinlerle mi dünyaya ha­kim olacağız. Bunlara ne hacet!.. Tevekkel değil, herkes biz­den nefret ediyor. Onlara bakıyorum, yani bizden olmayan, yahudi olmayanlara bakıyorum, ne vakur, ne sakin, ne asil insanlar... Benim bunlar hakkında işittiklerimle hakikat ara­sında ne büyük, ne müthiş mesafe var. Günahda bu kadar ıs­rar, kötülük de, cinayette, ahlâksızlıkta bu kadar inat. Haddin varsa bu fikrini anneme, babama ve o uğursuz suratlı ha­hama aç!.. İnsanı parçalarlar vAllahi!.. Bir hakikate daha vakıf oldum: İnsan, ne kadar gayri tabii, ne kadar kötü ne kadar vicdansız olursa olsun bir fikrin devamı bir surette kini kar­şısında bir vakte kadar mukavemet ediyor, sonra yavaş, ya­vaş kendinden geçerek benliğini o fikirlerin tesirine terkediyor, morfinlenmiş büyülenmiş bir halde akıp gidiyor. Artık bundan kendini sıyırmak mümkün değil!.. O kadar ki; baba­mı, kudurmuş bir köpek gibi, şehvet sar'ası içinde yatağımın ucunda görmek bile bana artık tabiî gelmeğe başladı. Onun çatlak sesi halâ kulaklarımda çınlıyor:
"? Senin buna aklın ermez. Talmutu oku!"

Evet babam evde bizi etrafına toplar ve nur şualarını din­leyiniz diye bize Talmut okurdu. Bunlar nasıl nur şuaları, bunlar nasıl akıl almaz şeyler!.. Sınıf arkadaşlarım bana ken­di dinlerinden bâzı parçalar okudukları vakit, iliklerime ka­dar titrediğimi hissediyorum. İsa ne büyük adam! Bize şey­tanın oğulları demiş. Hiç te yalan değil!.. Diyor ki: Birisi bir yanağına bir tokat vursa, ona öteki yanağını uzat. Mütecaviz olma. Sulh sever ol!.. İnsanlar birbirinin kardeşi ve dünya fa­nidir.

Bu kadar ulvî ve asil ahlâk prensipleri yanında bizimkisi ne adar adî, ne kadar çirkin, ne kadar kaba kalıyor. Fakat gel de bunu, bizim eve gelen çatal sakallı, çirkin yüzlü hahama anlat. Haddin varsa tek itiraz et. İnsanı parçalarlar.Göç Planlari
21 Teşrinevvel 1911

Aman yarabbi ne soğuk bir gün. Yağmur insanın ilikleri­ne işleyor. Öğleden sonra sulu ve cıvık bir kar yağıyor. Kas­vetli bir gün!.. Esasen aylardan beri ruhum karanlıklara gö­mülü. Kararsız, ümitsiz ve şaşkın bir haldeyim. Yoksa Viladimir'i, bu bizden olmayan, bizden tiksinen hristiyan çocuğunu seviyor muyum, o da beni seviyor mu? insanlardan ni­çin böyle türlü düşünceler ve saçma fikirlerle birbirine düş­man kesiliyor, birbirinin inancı ve görüşü onları yekdiğerine düşman ediyor, yoksa tabiatta mı var bu? O kadar kararsı­zım ki... İnsan denilen mahlûk, telkin denilen canavarın tesiri altında, bu muhakkak. Eğer ben, bir yahudi ana, babadan Dünya'ya gelmeyip te meselâ budist bir anadan doğmuş olsa idim, şimdi Dünya'yı bambaşka görecek ve insanları seve­cektim, insanlar da bizi sevecekti.

Canımın sıkıntısını gidermek için sinemaya gitmeye karar verdim.Viladimir hiç bir filmi kaçırmaz. Fransiska Bertini'nin bir filmi var onu görmeğe gidiyorum...

...............

Ben talihe ve tesadüfe çok inanırım. Bu inancım bugün bir kat daha arttı. Sinemaya bilet alıp hole girdiğim zaman Viladimir'i dolaşır gördüm. Bir masaya oturdum. Çocuk epey te­reddüt ve şaşkınlık geçirdi. Kalbden kalbe yol vardır derler. Fakat bu yollar bazen saçma telkinler ve yanlış telakkiler yü­zünden kapanıyor. Viladimir önümden geçerken gayri ihti­yari durakladı, yüzü kızarmış ve hali değişmişti. Benimle alakadar olmasa bu sekte girmezdi. Cesaretimi topladım, ona seslendim.

"? Viladimir, asilzadem!.. Tenezzül buyurup masaya oturmaz mısın?.."

İcabet etti ve sevindi bile. Bir müddet, hem de epey bir müddet sessiz kaldık. Söze kim başlayacak ve ne konuşacak­tı. Filmin başlamasına yirmi dakika var. Ben bunun yirmi sa­at olmasını ne kadar İsterdim. Bu sessizliği Viladimir bozdu ve düşüncelerimi allak bullak etti.

"? Filmden hoşlanırsın tabii!.. Suzy; Sen yaradılışta iyi kalbli bir kızsın. Tabiatın eli, seni itina ile süslemiş. Müstesna bir güzelliğin var. Fakat sizin şu insanlara olan düşmanlığı­nız, tarih boyunca insanlara reva gördüğünüz kötülük, berbat ve sakin inançlarınız yok mu, bütün bunlar aramızda bi­rer buz deryası gibi bizi birbirimizden ayırıyor. Hakkınızda işittiğimiz korkunç hikayeler, senin bütün güzelliğini siliyor, perdeliyor.? Ve sonra birdenbire sustu. Garsona iki portakal şurubu ısmarladı. Aradan dakikalar geçti. Söz altında kal­mak istemiyordum. Cesaretimi kıran şey, bizden olmayan insanların hakkımızdaki kötü nazarları ve kötü düşünceleri idi. Buna rağmen sükunetle kendisine cevap verdim:

"? Haksızlık ediyorsun Viladimir. Biz insanlara değil, in­sanlar bize asırlar boyunca zulüm ettiler. Sürgünler, katliam­lar ve hele bugün yapılan poğrumlar nedir, yazık değil mi âciz bir ekalliyete zulüm??

"? Bir noktayı düşün Suzy! Yeryüzünde milyonlarca in­san yaşıyor. Bu beşer topluluğun her şeyi bırakıp husûmet ve nefretini yalnız sizin üzerinizde toplamış olması boş bir şey mi??

Zil çaldı, kapular açıldı. İkimizin yeri ayrı ayrı idi, sözü yarıda keserek birbirimizden ayrıldık. Bu ayrılışın son oldu­ğuna dair içimde bazı hisler belirdi. Kimbilir?




19 Teşrinisani 1911

Babam eve çok telâşlı ve heyecanlı geldi. Annem sebebini sordu, öğrenemedi. Nihayet yatma zamanı geldiği vakit bu­nu bize söyledi. Bâzı mojikler Senpetersburg'un kenar ma­hallelerine taarruz ederek bir çok bîçâre yahudiyi öldürmüş­ler. Küçük çapta bir pogrum. 'Babamın bize nasihati ve kat'î talimatı: Bu hafta hiç sokağa çıkmayacak, alış verişi evin kar­şısındaki bakkaldan yapacağız. Bu bir nevi mahbusiyet hali. Ama ne yapacaksın. Muhammed'i, Titos'ü, Buhtunnâsır, Babil'i düşündükçe teselli buluyorum.




17 Kânunuevvel 1911

Bu gece yeni bir haberle, yahud müjde ile, daha doğrusu neticesi nereye varacağı meçhul bir macera haberiyle sarsıl­dık. Sevindik, ürktük, oynayıp zıpladık ve sonunda başımızı önümüze eğip düşünmeğe başladık. Yarı sevinç, yarı keder ve bir sürü tereddüt içinde kendimizi yatağa attık.

Gece rüyalarımızda yeni ufuklar, yeni beldeler, ümitlerle dolu tatlı hayaller bize gözüktü. Yoksa İsrail oğullarının rü­yaları gerçekleşiyor mu? Adonay sen bilirsin bunları!

Babam, anneme kat'î talimat verdi. Fazla eşyaları satın al­mak için yarın evimize Rabinoviç gelecek. Yolda götüremiyeceğimiz bütün eşyayı ona vereceğiz. Kıymetini kendisi takdir edecek.

Nereye gideceğiz? Adanmış topraklara! Roçild yol para­mızı ve oradaki iaşe ve evlerimizin parasını üdüyormuş. İna­nılır şey değiî!:. Yeruşalim (Kudüs), ey mukaddes belde! En nihayet sana kavuşuyoruz ha! Bu ne bahtiyarlık.

Babam diyor ki:
"?Orada Muhammed'in en sâdık ümmeti Araplar var­dır, vahşi, hunhar ve merhametsiz Araplar!.." Ve sonra ilâve ediyor, "bereket versin, şimdi Kudüs'ün sahibi olan Türk İm­paratorluğunun başında o müstebit padişah Abdülhamîd yok. Bundan senelerce evvel bu mübarek topraklara göç eden ırkdaşlarımızı yurduna kabul etmeyen, onların hakkını tanımayan, onları vapurlarda açlıktan öldüren Türk hükümdarı. Babam ağzını köpürterek, gözleri yuvasından fırlamış bir halde anneme adeta haykırıyor:

"? Irkımıza yapılan bu zulmün altında kalmadık. Bizim kardeşlerimiz, bizim tükenmez hazinelerimiz bu padişahı devirdi. Yakın bir gelecekte Rus Çarı'nı da devireceğiz, hane­danını yok edeceğiz. Mujiklerden, goyimlerden öcümüzü alacağız. Ve hemen Tevrat'ın şu parçasını okudu:

"Ve İsrail kendisine âid olan her şeyle beraber göç etti, ve Bi'rissebâ'ya geldi ve babası İshak'in Allah'ına kurbanlar kes­ti. Ve Allah'ın İsraile gece rüyalarında şunları söyledi: Jakop, Jakop! Ve o dedi: İşte ben. Ve dedi: Ben Allah, babanın Allahıyım, Mısır'a inmekten korkma! Çünkü orada seni büyük bir millet edeceğim."

Bir heyecan dalgası evimizi kapladı. Gece sabaha kadar uyumadık. Evde hummalı bir hazırlık başladı. Arzı Mev'uda doğru hicret edeceğiz. Bizimle beraber yedi yüze yakın ailenin de göçe iştirak edeceğini babam söyledi. Demek ki; asırlardan beri hayal zannolunan devletimiz hakikat olacak!..

Bir hafta bu heyecan, bu neşe ve buna karışan endişe için­de yaşadık. Babamın büyük bir parası yok. Orada sakın bizi yokluk ve sefalet beklemesin. Üstelik bilmediğimiz yerler, sı­cak iklim. Fakat bu düşünceden kaçıyor, onu kendimize saklıyoruz. Böyle bir tereddüd ve yahud kötümserliği babam hissetse bize yapmayacağı yoktur. Onlar kendi safsatalarına o kadar inanmışlar ki... Acaba biraz olsun hakları var mı dersiniz? Belki, fakat benim kafam almıyor!...
34
İSLAM-GENEL / Ynt: Suzi libermanın Hatıra Defteri
« Son İleti Gönderen: ihvan23@hotmail.com 08 Kasım 2024, 11:52:59 »
Casuslarin Son Dakikari
Suzy mahakeme edildiği Kalkilya Köyü'nün bir odasında hapis günlerini derin ıstıraplar ve müthiş kâbuslar içinde ge­çiriyordu.

Burada ölümün soğuk çehresi ve Azrail'in korkunç haya­linden başka kendisine arkadaş yoktu. Renginin pembeliği kayboldu. Güzelliğinin sihri azaldı ve işlediği büyük cinayetin, oynadığı nankör ve cani rolün bütün siyahlığı ru­huna aksetmiş oldu. Gençliği ve güzelliğine veda edecek, ci­billiyetsizliğin ve küfranın cezasın çekecekti. Şehvet, korku ve endişe ile karışık garip bir haleti ruhiye İçinde kıvranmak­ta ve mukadder saati beklemekte idî.

Öldürttüğü genç delikanlının bedbaht hayali gece uykula­rında onu vicdan azabının ölümden beter mengenesinde ezi­yor, kırıyordu. Geceler uzamış, uykusu kısalmıştı. Kış gece­lerinin tabiî uzunluğuna uğradığı felâketin azabı da yükle­nince rahat uyku kendisine büsbütün haranı olmuştu.

Ve o gün, saatlerce yatağında kıvranmış, korkulu rüyalar görmekten müthiş kâbuslar geçirmekten çekiniyor gibi saba­ha kadar gözünü yummamıştı.

Serin sabah rüzgârı sinirleri yatıştırdığı anda yorgunluğu galebe çalıp ta biraz dalmış korkulu rüyalar âlemine dahil ol­muştu. Bunlar rüya değil yakında aynen vaki olacak kara mukadderattı.

Kapının önünde toplu ayak seslerinin gürültüsü onu he­nüz daldığı uykudan uyandırdı. Bunlar onu kısas meydanı­na götürecek olan askerlerdi.

Kalbi yerinden kopacak gibi idi. Rengi bir anda simsiyah olmuştu. Bütün vücudu köpek gibi titriyodu. Ne var demeğe vakit kalmadan tunç yüzlü bir nefer heykel gibi karşısında belirdi. Ölümle karşı karşıya idi. Büyük günahının sıkleti onun mecalsiz sırtına abanmıştı. Düşmana yetiştirdikleri malûmat yüzünden kanına girdikleri masum askerelerin ha­yalleri kendisini boğacak gibi idi.

Şu karşısında dikilen asker ona sanki:
"? Arkadaşlarımın intikamını alacağız!.." diye haykırı­yordu:
"? Kalk orospu kalk; ölüm seni bekliyor!.." diyordu.

Bu yağız askerin merhametten ziyade nefret ve istikrahı ifade eden sesi işitildi:

"? Haydi giyin, hazır ol!..." dedi.

Casus kız bunun sebebini soracak, tafsilât isteyecek halde değildi. Ne cesareti ne de canı kalmıştı. Dünya kapkara bir zindan olmuş başına göçmüştü.

Pek az sonra bu güzel vücudun yok olması muhakkaktı. Yahudi kızı kendini kaybetti, olduğu yere yıkıldı.
Karabulutlu ve kasvetli bir sabah. Hafif yağmur çiseliyor. Cephede top gürültüleri erken başlamıştı.

Tayyibe Köyü'nün Önünde, kaatillerin Adnan'ı gömdükeri çalılığın üzerine sıra ile birçok kazıklar çakılmış. Bir takım asker intizar vaziyetinde bekliyorlar... Mücrimler perişan bir kafile halinde ve süngü takmış askerlerin muhafazası altında cinayet mahalline getirildiler.

Suzy'nin ipek saçları ıslanmış ve bedbaht bir intizamsız­lıkla dağılmıştı.

Yüzünün pembeliği gitmiş sapsarı, simsiyah bir renk bu casus kızın bütün güzelliğini silmiş, simasına ruhunun bü­tün çirkinliği ve hıyanetini aksettirmişti.

Ana, baba, kız yan yana birer kazığa bağladılar. Diğer ka­tiller ve casuslar onların sırasındaki kazıklara bağlandılar.

Divan-ı Harb'ın kararı okundu. Canilere bir dilekleri olup olmadığı soruldu. Bir haham son duasını yaptı, canilerin gözleri bağlandı.

Ve yüzbaşı Hüsnü Bey'in gür sesi ıslak ve tenha vadide çınladı:

"?Ateşşşş!"

Mücrimler birer birer kıvrandılar. Suzy'nin ağzından tek söz çıktı: "Adnan!.."

Bu onun son sözü oidu.
Dokuz kurşun casus kızın dolgun ve sert memeleri üze­rinden geçmiş bu alçak facia perdesini kapamıştı.....Polonya'da Liseli Yahudi Kizi
Karakovi, 15 Ağustos 1911.

Bugün nasıl oldu, Viladimir, kapımızın önünden mağrur geçiyor. Kendisini çok beğenmiş bu asilzade, yahudi evleri­nin önünden geçmeği bile kendisine günah sayardı. Tabiat, beni nasıl bu gencin cazibesine kaptırmış ise onu da pervane gibi benim etrafımda dolaştırıyor. Önce, yahudilik bir ateşmis gibi kendisini yakacağından korkuyor. Hiç unutmuyo­rum, geçen sene karşımızdaki parkta gezinirken yanıma so­kulmuştu. Mektepte ırkımız aleyhinde söylediği sözleri dü­şünerek yüzümü biraz yan tarafa çevirmiştim. Bundan alın­dı:

"? Pis yahudi!.." diyerek yanımdan hızla uzaklaştı.

Yarabbi bu insanlar neden bu kadar taş yürekli ve bize karşı merhametsiz!.. Babalarımızdan işittiğimiz hikâyeler ka­nımı donduruyor. Geçen sene, Varşova'da bir kaç yahudinin kanına giren hâdiseyi düşünüyorum da aklım başımdan gi­diyor. Bir şüphe içimi kemiriyor. Acaba, bize yılanlar gibi, akrepler gibi tehlikeli ve pis mahluklar gibi bakan bu insanların bu kadar devamlı ve inadlı düşmanlıklarında kendileri­ni haklı gösterecek bir tarafı var mı? Hep iğneli fıçı hikâye­leri, hile ve ihtikâr ve karaborsanın günahını bize yüklüyorlar. Kimbilir!.. Geçen gün babama sordum, bu iğneli fıçı ma­salları doğrumu diye... Tuhaf şey; yalandır, inanma, iftiradır bunlar demedi. Sadece:

"? Senin aklın henüz böyle şeylere ermez. Bana bir kahve pişir!.." dedi ve beni başından savdı.

Neden aklım ermesin. Onsekiz yaşına geldim. Bu sene cimnazyomu[2] bitiriyorum. Evet bu da bir mesele. Fizik ho­camız Jakovski bana o kadar düşman gözüyle bakıyorki, hayret. Halbuki ben onu yahudi zannediyorum. Değilmiş. .Aksine koyu bir yahudi düşmanı. Mektepteki bütün yahudi talebe onun dersinden top atıyor. Ben ise, fiziğe o kadar iyi çalıştım ki, adeta bütün mektepte kolumu tutacak bana yeti­şecek yok.

Gece ilerledi. Öyle yorgun ve uykusuzum ki, bugünün hislerini tamamiyle defterime dökemîyeceğim. Sabaha kal­sın.
21 Ağustos 1911

Tarih hocamız Viladislas bugün derste bir pot kırdı. Bana 1905 Rus-Japon harbinde, Rus İmparatorluğunun mağlup ol­masında yahudilerin büyük rolü varmış. Bir Japon miralayı­nın, meyhane açıp, mujiklerin her türlü taşkınlıklarına aldır­madan kurduğu casusluk merkezine bütün yahudiler haber getiriyorlarmış. Herkesin meyhaneci zannettiği bu adamın, Port-Artur Muharebesinde bir erkân-ı harb miralayı olduğu meydana çıkmış... Fakat hocamız ne bu miralayın ismini söy­ledi, ne de meyhanenin nerede olduğunu bildirdi. Ders esnasında goyimler[3] bana beni yiyecekmiş gibi bakıyorlardı.

Ders biter bitmez sınıfta patırdı koptu. Şımarık zengin ço­cuklar Yahudilere çatmağa başladılar. Pis yahudi, hain ca­suslar, partizanlar gibi sözlere kulaklarımız çok alışık. Kor­kudan bahçeye çıkmadım. Mektebin idare âmirleri meydan­da yok. Goyimlerin çocukları ne rahat, ne serbest kavga edi­yorlar. Ellerini tutan yok!.. Bir gürültü koptu, çığlıklar yük­seldi. Alber'in kafasına bir taş indi, yüzü gözü kanlar içinde. Yahudi çocukları birer kenara büzülmüş, ötekiler aldırış bile etmiyorlar. Çocuk kendiliğinden mektep doktorunun odası­nın yolunu tuttu. Şu çirkin şu merhametsiz sözler kulakları tırmalıyor:

"? Oh olsun pis yahudi... İnsan kanı içer misiniz, çocukla­rımızı diri diri öldürür müsünüz? Gibi sözler işitiyoruz. İçimde garip istifhamlar düğümleniyor, acaba şu olup biten­ler, söylenenler, İthamlar doğru mu? Doğru ise çok feci! Yılanlar ve akrepler gibi insanların bizden iğrenip, bizi ayakları altında çiğnemek istemeleri ne acı şey yarabbi!

Yok eğer bunlar haksız iseler, bize yapılan ithamlar bir kıskançlık, bir taassubdan doğuyor ise, insanlar ne kadar merhametsiz ve alçak...

Zihnimi bir nokta kurcalıyor ve huzurumu alt üst ediyor. Geçen gece babam bize şöyle nasihat ediyordu:
"? İyilik ve şefkat yalnız bizlere, yani İsrail oğullarına karşı yapılır. Goyim köpeklerine karşı hiç bir insanlık ve ahlak ile mukayyed değilsiniz. Onların mallan, canlan, ırzla­rı helâldir. Talmutumuzda büyük haham Jakop Maymunides diyor ki:
"? Yahudi olmayan bir insan hayvandır"...

Ama neden? Acaba goyimler bunu biliyorlar mı? Eğer bi­liyorlarsa bize karşı reva gördükleri muamelede haklı ola­mazlar mı?

Sonra babam ilâve etti:
"? Komşun eğer yahudi değilse ona yapacağın zarar ve ziyanla dinimize büyük bir hizmet etmiş olursun..."
"?Niçin baba!." diyecek oldum, kıyamet koptu. Annem ve babam üzerime yürüdüler...
"? Sen böyle şeylerden ne anlarsın, sen yahudi değil mi­sin? Bizim hahamlarımız ne emrediyorsa, onları aynen ve hakikat olarak kabule mecbursun. Biz "goy" değiliz. Biz Talmut'un emrinden çıkamayız. Çıkacak olursak bu canavarlar bizi bir lokmada yutarlar!

Anamın ve babamın gözleri yuvalarından fırlamıştı, içim­de müthiş bir korku, bin zorlukla ve asabım bütün kudret ve kuvvetini kaybetmiş bir halde, kâbuslu bir uykuya terk ettim kendimi...

Sabah yaklaşmakta idi. Belkide ben yeni uykuya dalmı­şım. Bir ara Viladimir, o mahud mağrur bakışiyle, fakat bu defa bir parça mutebessim yatağının yanına sokulmuştu. Kâhkülleri alnına düşmüş, yüzü penbeleşmiş, gözlerinin par­laklığı çok artmıştı. Sanki:
"? O safsataları bırak, o yahudi martavallarından uzaklaş. Aşkın sıcak ve mukaddes ağuşuna sığın!.." diyordu.

Birgün içinde insan bu kadar fazla güzelleşir, bu kadar değişir mi idi? Bana pis yahudi diyen bu güzel asilzade şim­di ne kadar yakıcı, ne kadar insan ruhunu değiştirici idi. Uzun parmaklı, yumuşak ve kibar ellerini saçlarımda gezdir­di. Kendimi, dünyâdan uzaklaşmış, bam başka bir âlemde farzediyordum. Birbirine zıt hisler, karma karışık ruh haleti içinde eziliyordum, belki de bu, bir ölüm hali İdi.

Viladimir'in elleri vücudumda dolaşıyordu. Bir ara o eller o kadar kabalaştı hoyratlaştı ve sertleşti ki... Hududları aşmış en mahrem yerlerimi dolaşıyordu. Onun şiddetinden bir denbire uyandım...

Aman yarabbi, bu bir rüya değil, bu korkunç ve iğrenç bir hakikat: Eğer şu dakikada, halâ kulaklarımda çınlayan onun sesini, "pis yahudi" diyen sesini bir daha işitsem ve hakika­ten Viladimir'i görmüş olsa idim belki de onu kucaklar, bağ­rıma basar, lâhuti bir âlemin boşluğuna kendimi terk eder, ona teslim olurdum. Din ve ırk ayrılığı ne olursa olsun.

Hayır, hayır! Bu Viladîmir değil, benim öz babamdı. Rampa çıkan bir şimendifer lokomotifi gibi soluyordu. Yü­zünün rengi kaçmış, gözleri dönmüştü:
"? Baba ne yapıyorsun, çıldırdın mı, ben senin kızın değil miyim?"
"? Sus köpek!.. Senin böyle şeylere aklın ermez! Sesini çı­karırsan gebertirim seni. Goyimlerin mağrur delikanlılarına gönül vereceğine, kendi zevklerimizi aramızda paylaşalım. Talmut oku, hahamların tefsirlerini oku da adam ol!"

Yavaş yavaş, kudurmuş bir köpek gibi başı önünde, salya­lı ağzını sile sile yatak odasına çekildi gitti.

Bu ne müthiş kâbustu yarabbi!

Artık mektepte goyimlere eskisi gibi nefretle bakmıyo­rum. Aksine onların bizden nefret etmeğe bakmıyorum. Ak­sine onların bizden nefret etmeğe haklı olduklarını zannedi­yorum. Bütün insanlığın bizden iğrenmesi, bizden kaçması, bize düşman olması her halde bütün bütün boş olmasa ge­rek?
35
İSLAM-GENEL / Ynt: Suzi libermanın Hatıra Defteri
« Son İleti Gönderen: ihvan23@hotmail.com 08 Kasım 2024, 11:50:57 »
Pusu ve Gercekler
Güneş ufuklardan sıyrılmış, aydınlık azalmıştı. Alacaka­ranlıkta vadiye saptı ve atını yavaşlattı. Çimenli bir yoldan ağır ağır karargâha vardı. Cebinden zarfı çıkardı. Kumanda­nın çadırına doğru ilerliyordu. İçine bir kurt, şüphe düşmüş­tü. Zarfa dikkatle baktı ve bir değişiklik gözüne çarptı. Bu zarf açılmış ve sonradan kapanmışa benziyordu. Gerçi bunu yeknazarda anlamak mümkün değildi, fakat öyleye benzi­yordu. O anda Adnan beyninden vurulmuşa döndü. Herşey gözünün önünde canlanır gibi oldu... Demek son içtiği şara­bın verdiği sersemlik beyhude değilmiş. Şimdi bu şaraptan sonra daldığı ölüm uykusunu, etrafında dönen sahte aşk ko­medisini biraz anlar gibi oldu... Kendi kendine yavaş bir ses­le ve dişlerini gıcırdatarak mırıldandı:

"? Vay kahpe vay!,. Alacağın olsun!"

Alay kumandanı yaverinin getirdiği zarfı tetkik etmeden açtı. Esasen böyle bir şeye şimdiye kadar ihtiyaç olmamıştı. Kolordular gelen emirlere, talimatlara göz gezdirdi, ve asker yattıktan sonra birlik kumandanlarının çadırına çağırılmasını emretti. Adnan bilmeyerek ve istemeyerek vazifesini sûistimal ettiğinin farkına varılmadığına sevindi intikamını sabaha sakladı ve bölük kumandanlarını alay kumandanının çadırına davet etti.

* * *

Cephelerde büyük hazırlıklar vardı..İngilizler Gazze-Telli-şeria hattında büyük ve kati bir taarruza geçmek üzereydiler. Türk ordusu da bu vaziyete göre hazırlanmış, yeni vazifeler almıştı. Cephe baştan başa harekete gelmiş, canlanmıştı...

Ordular yeni bir savaşa hazırlanmış, süngüler bilenmiş, askerler kavgaya hazırlanmıştı.

* * *

Artık geceler gebe idi. Her sabah, büyük bir vak'a beklen­mekteydi. Adnan o sabah gözünü açtığı zaman, henüz bir şey olmamıştı.

İkindiye doğru müsaid bulduğu bir zamanda bir sabit fik­rin tesiri altında ağır ağır köye yollandı. Hem bazı noksanla­rını satın alacak hem de yahudi kızından hesap soracaktı.

Köye doğru giden derenin başına geldiği zaman elinde boş kum torbasile bir askerin kendisine doğru gelmekte ol­duğunu gördü. Bu, ilk defa Suzy'den ona mektup getiren arap idi.

"? Efendim size bir mektup daha var."

"?Kimden?"

"? O kızdan."

Sert bir tavırla mektubu neferin elinden aldı ve okumağa başladı:

Sevgili Adnan!..

Seni bu akşam behemmehal bekliyorum. Hiç olmazsa on dakika için gel, fazla bekletmem. Sevgiler...

Genç Zabitin dişleri öfkeden birbirine geçmişti. Dik dik karşısındaki askere baktı ve tekrarladı:

"? Hep sen mi görüyorsun bu kahpeyi?"

Sözünü bitirememişti. Dört nasırlı el, genç zabitin boğazı­na sarılmış, üç yahudi bir arap bedbaht çocuğu yere yatır­mıştı.

"?Alçaklar!.. Alçaklar!.."

Bu iki kelime gencin son sözleri oldu.

Hain casus kızının şehvet ateşinden kuvvet alan bu namertİer asil, genç, kahraman Türk zabitine pusu kurarak onu namussuzca şehid etmişlerdi. Bu mübarek şehidin mübarek cesedi Tayyibe İsminde başka bir yahudi köyünün çalılıkları­na gömülmüştü.

Sekizinci Ordu Divan Harbi hemen faaliyete geçti. Divan azaları ve alay zabitleri geceli gündüzlü çalıştılar. En küçük izler üzerinde yürüdüler. Köye sık sık giden neferleri sorgu­ya çektiler. Alay zabitlerinden, alay yaverinin Suzy ile mü­nasebetlerini öğrendiler ve bedbaht gencin cesedini Tayyibe Köyü'nün çalılıklarında bulup çıkardılar.

Suzy yakalandı, onunla beraber her iki Yahudi köyünden yirmiye yakın mücrim adaletin pençesine düştü. Casus kızın anası, babası da tevkif edildi. Katiller ve kaatil arap bu işi Suzy'nin aşkına âlet olarak ve rekabet hırsile yaptıklarım itiraf ettiler. Divanı Harb tahkikatının en şayanı dikkat noktası­nı bu esrarengiz cinayete yakayı ele veren iki Yahudi teşkil ediyordu. Mozes ve Hermut adında bulunan bu iki adam Hudeyra Köyü'nde bir dükkânda kırtasiye ve öteberi sat­makta idiler. Bunlar görünüşte ne iyi kalpli, ne sevimli adamlardı. Zabitlerin hepsi bu iki adamı sever ve sayardı, bu adamlar çok zarif, tok gözlü, güler yüziü, tatlı sözlü ve son derece cana yakın birer insan gibi gözüküyorlardı. Divanı Harp tahkikatı ve evlerinde yapılan araştırmalar bu herifle­rin ingiliz istihbaratında memur ihtiyat zabitleri olduklarını meydana çıkardı. Bunlar, (Suzy Liberman'ın üç seneden beri bilhassa casusluk için yetiştirildiği ve kızın müstesna güzelli­ğiyle kabiliyetinin kendilerine çok yaradığını naçar itiraf etti­ler.)

Diğer cususlar süt, yoğurt ve portakal satmak bahanesile seyyar hastaneler civarında ve cephe gerilerinde dolaşarak topladıkları malûmatı Mozes'le Hermut'a getirmekte idiler.

Suzy alay zabitanîyle münâsebet tesisin memur edilmiş ise de ancak Adnan'ı gözüne kestirdiği ve belki onu biraz da sevmiş olduğu anlaşılıyordu.

Hermut'ın bir iki defa kayıkla İngilizler tarafına gittiği ve birkaç defa da "Zimmarin" deki casusluk merkezine gönde­rildiği meydana çıktı. Caniler hapse tıkıldılar.

Suzy Divanı Harpteki ifadesinde hiçbir şey gizlemedi, inkâr etmedi. O sadece Adnan'ın Öldürülmesinden habersiz görünüyordu.

"? Nasıl olur, sevdiğim genç ve güzel bir zabiti Öldürü­rüm. Hem onun ne günahı var ki..."

Suzy:

"? Ben yanıldım, aldatıldım. Bu işe belki fena bir niyetle girmiştim fakat sonra o genci sevdim. O'na ben kıyamaın, bu yalandır, iftiradır!.." diye tepirliyordu. Suzy bu ifadede ölün­ceye kadar ısrar etti.

* * *
36
İSLAM-GENEL / Ynt: Suzi libermanın Hatıra Defteri
« Son İleti Gönderen: ihvan23@hotmail.com 08 Kasım 2024, 11:50:22 »
Casuslar Is Basinda
Adnan yorgun bir uykudan gözünü açtığı zaman saat dördü geçiyordu. Suzy uyku mahmurluğunun bütün güzeliği ve beyaz geceliğinin lâhuti letafetiyle başı ucunda yüzünü ve saçlarını okşamakta idi.

"? Sabah oluyor Adnan, çadırlara gitmelisin."

Delikanlı çevik bir hareketle karyoladan fırladı. Sevgilisi­nin yüzünü gözünü aksadı ve giyinmeye başladı. Çabucak hazırlandı acele vedalaştı.

"? Suzy Allaha ısmarladık. Yine görüşelim."

"? Güle güle Adnan. Yarın yine beklerim."

"?Yarın akşam gelemem. Fakat akşam talimi bittikten sonra, seni kırda vadi içindeki top ağacın altında beklerim."

"? Güle güle sevgilim..."

Alay yaveri çadırına döndüğü zaman alay karargâhında faaliyet yeni başlamıştı. Sabahın alaca aydınlığı çadırlara ak­setmiş, nöbetçiler değişmekte, uykudan kalkmış olan asker sabah temizliğini yapmakta idi. Genç zabit geceyi vazife ba­şında geçirmiş gibi soyundu ve yeni baştan karyolasına uzandı. Biraz daha dinlendi. Yüzünü yıkayıp kendisine çekidüzen verdiği zaman para çantasiyle evrak cüzdanının yerle­rini değiştirmiş olduğunu fark etti.

Ceketinin sağ cebindeki küçük portföyde bulunan annesi­nin ve kardeşlerinin resimleri yerlerini değiştirmiş her za­man muntazam ve sıra ile yerleştirdiği bazı evrakın intizamı­nı kaybetmiş olduğunu gördü, hayret etti. Para çantasındaki paralarını saydı tamamdı ve yerli yerinde idi. O halde, bu karışıklığı neye yükletmeli idi. Genç zabit bu şayanı dikkat nokta üzerinde fazla durmadı, kimbilir sarhoşluk, dedi ve dudak büküp geçti.

Halbuki casus kız, dalgın bir uykuya varan alay yaverinin bütün üstündeki kâğıtları karıştırmış, gözden geçirmişti.

Ertesi akşam, asker tâlimden dönmüş çadırlarda karavana faaliyeti başlamıştı. Adnan günlük vazifesini bitirmiş atına binmiş kırlarda koşuyordu. Top ağacı uzaktan görünce fet­tan hayaleti de seçti. Bu uzaktan görünüşte çok derin bir gü­zellik vardı. Atı dört nala sürdü. Kuvvetli bir cazibenin man­yetizmasına kapılmış gibi idi. Gittikçe bu beyaz gölgeye yak­laştı. Ve nihayet cennetten kaçmış bir peri kızı gözünün önünde canlandı. Onunla karşı karşıya geldi. Birden atından atladı. Beyaz ellere sarıldı ve dudaklardan Öptü, öptü, öptü. Artık hiç bir mümanaat görmüyordu. Birbirlerinin olmuş gi­bi idiler.

"? Nasılsın Suzy?.."

"? İyiyim. Teşekkür ederim. Sen nasılsın Adnan!.."

"? Seni gördüğüm vakitler çok iyiyim Suzy..."

"?Bende öyle."

Konuşmalarını kısa kestiler. Sevişmelerini uzattılar. Ağız­larından ziyade kalbleri ve heyecanlariyle konuşuyorlardı.

İki gencin bu şirin füsun diyarında bu lekesiz berrak sema al­tında bu güzel bahar kokulu tenhalıklarda âşıkdaşlık etmele­rinde görünüşte büyük bir kudsiyet vardı.

Hiç kimse hassaten bütün duyguları kamçılanmış coşkun bir genç, güzel ve körpe bir kızdan ve bu aşk perdesinin ar­kasından bir cinayet ve bir tuzak gizlenmiş olduğunu aklına getiremez, havsalasına sığdıramazdı.

Adnan'ın yüzü kıpkırmızı olmuş, gözleri ateş saçan bir cevvaliyyet içinde yan süzülmüştü. Suzy bu ani fırsatı gani­met bildi: "? Sevgini artık benden esirgemiyeceksin değil mi Ad­nan? Seni her gün görmek istiyorum."

Bu akşam eve gelir misin?

"? Bugün gelemem Suzy. Karargâhta vazifem var. Fakat yarın kolordu karargâhına gidip bazı emirler alacağım, ak­şam dönüşte sana uğrar bir kahveni içerim."

"? O kadar kısa mı Adnan..."

"? Vazifem var Suzy, onu ihmal edemem."

- Tabî... Demek vazifen mühim?.."

"?Elbet..."

"? Cephede bazı hazırlıklardan bahsediliyor, alayınızın bir tarafa gitmesinden ve seni kaybetmekten korkuyorum Adnan."

"? Muharebe hali belli olmaz, hazırlıklar tabiidir."

"? Hangi taraftan bir taarruz ümit edersin?"

"? Onu büyük kumandanlar bilir, alay yaverleri işin bu kadarım bilemez."

"? Orası doğru askerin işi bizi alâkadar etmez, anlamayız da, biz yalnız ordumuzun kazanmasına dua ederiz. Beni ise yalnız sen alâkadar edersin."

Bu sözleri söyliyen casus kızının takındığı masum ve sa­mimî tavrın arkasında gizlenen riya ve hıyanet asla sezilmi­yordu. Oynadığı rolde birinci sınıf sinema aktristleri kadar mahir ve muvaffaktı. Tekrarladı:

"? Demek yarım akşam dönüşte bir kahvemizi içecek ka­dar olsun bizi sevindireceksin..."

"? Geleceğim Suzy..."

Öpüştüler, seviştiler, vedalaştılar ve ayrıldılar...

Bulutlu ve kasvetli bir havada alay yaveri, bütün birlikle­rin emir zabitleri gibi kolordu karargâhından emir almıya gi­diyordu, ingilizlerin büyük cephe üzerinde geniş bir taarruza hazırlandıkları görülmüş, Türk kıtalarına lâzım gelen ter­tibat aldırılmış, takviye kıtaatı celbedilmiş, siperler tahkim edilmişti. Ortalıkta fevkalâdelik görülüyordu. Her İki taraf­tan birinin yapacağı bir taarruz hareketi kat'î neticeler için olacaktı.

İngiliz Ordusu'nun Gazze Cephesi'nde bir mağlûbiyeti Kanala kadar ric'atini icap ettirdiği gibi Türk Ordusu'nun muvaffak olmaması da Gazze-Şeria hattını terk etmesini icap edecekti. Ordular hazırlanmakta, süngüler bilenmekte idî...

Adnan alayına âid mahrem zarfı almış dört nala karargâha dönüyordu. Bu zarf içinde tâlim alayının hangi kı­taata ne kadar yetişmiş asker vereceği ve büyük taarruzda elinde kalacak usta efratla ne gibi vazifeler göreceği tafsüâtiyle yazılmıştı. Her ordu emrinde olduğu gibi dost ve düş­man kıtaata dâir de bir nebze malûmat vardı.

İste bu mühim emirler ve talimatlar alay yaverinin koy­nunda bulunuyordu ve genç zabit atını dörtnala karargâha sürüyordu.

Köyden geçerken sadece 39 numaralı evin önünde durdu. İçeri girmek istemedi. Sözünü yerine getirmek için at üstün­de selâmı kâfi gördü. Fakat bu mümkün mü idi?

Sinirleri gevşeten ve insan azmini zaafa uğratan kadın şeytanlığı ve yahudi fettanlığı bir genci vazifesinden alıkoya­cak kadar müessir oldu. İnsan bir defa kendisini bu akıntıya kaptırmamak idi. O girdaba kapıldıktan sonra kurtulmak mucize kadar zordu.

"? Bir fincan!.. Tek fincan kahvemizi içecek kadar içeri gi­remez misin Adnan!"

"? Giremem Suzy! Bak sözümde durdum, geldim, şimdi isim var. Karargâha yetişmeliyim. Vakit bulursam yine geli­rim."

"? Yalvarırım sana, atını biraz daha terletirsin kaybetti­ğin vakti telâfi edersin, gel, bir kahvemizi iç!... Sade o kadar."

"? Fakat ancak beş dakika Suzy..."

"? Peki öyle olsun..."

Suzy'nin küçük odasına girdiler. İkisi de geçen defa oldu­ğu gibi karyolanın üstüne yan yana oturdular.

"? Haydi Suzy, kahve pişireceksen çabuk getir de geç kalmayayım. Gitmeliyim."

Sahte âşık bu suale cevap vermedi. Adnan'ın omuzundan yakaladı, dudaklarına yapıştı, derin derin, içli içli, doya doya öptü.

"?Biraz daha Adnan; bir parça daha!., sevgime hürmet et!.. Ve yine uzun uzun öpmeler!.. Genç az sonra iki kadeh şarapla odaya döndü.

"? Kahve içecektik ya..."

"? Kahve de içeriz sevgilim, peşin bir kadeh şarap, yor­gunluğunu alır..."

"?Peki Suzy."

Adnan Rişon le Ziyon şarabının lezzetini tatmış ve çok be­ğenmişti. Bir kadeh içerse belki de dinlenir, ferahlanırdı.

"? Şerefine Suzy!.."
"? Şerefinize sevgilim!.."
"? Fakat benim başım çok dönüyor Suzy!.."
"? Biraz oda sıcak, biraz da sen yorgunsun Adnan..."
"? Hayır bildiğin gibi değil... Gayrı tabiî bir şey. Şarap fe­na halde dokundu."
"? Her zaman içtiğimiz şarap!.. Ben de beraber içtim. Bak bende hiçbir şey yok..."
"? Hiç anlamıyorum, hiç!.. Başım çok dönüyor, midem bulamyor, bir ağırlık duyuyorum..."
"? Azıcık karyolaya uzan!.. Başını soğuk su ile yıkayayım birşeyin kalmaz."


Çocuk istemiye istemiye boylu boyunca karyolaya uzan­dı. Casus kız ıslak tülbentlerle gencin başım uğuyor onu uyutmıya çalışıyordu. Adnan sızmıştı. Ona birkaç defa ses­lendi.

"? Adnan!.. Adnan yavrum!.. Adnan!.."

Ses yok. Ceketinin düğmelerini çözdü. Ses yok. Çıkardı, yine ses yok. Adnan efsunlu bir uykuda idi.

İki beyaz ve yumuk el, Türk zabitinin ceketine uzandı ve sarı zarftaki evrakı tomariyle aldı...

Suzy odadan ayrıldı. Birkaç dakika sonra aynı zarfı getirip yerine koydu ve Adnan'ın başı ucuna gelerek elindeki şi­şeyi birkaç defa burnuna götürdü.

"? Adnan, Adnan!.. Kalk yavrum geç kalma işine gitme­lisin..."

Başının sersemliği ve hissedilir derecede ağırlıkla Adnan gözlerini açtı.

"? Çok mu uyudum ben."
"? Hayır yarım saat kadar."

Hemen gitmeliyim, hemen!.. Giyindi. İtiyat şevkiyle göğ­sünü yokladı. Herşey yerli yerinde idi. Başı çok ağrıyordu, fakat münakaşa edecek sıra ve zaman değildi. Bir Allaha ısmarladıkla kendini bahçeye attı. Kızın babası Liberman O'nun atını tutmakta idi. Adnan hayvanına atladı. Karargâha doğru dört nala sürdü...
37
İSLAM-GENEL / Ynt: Nefslerin Temizliği ( Müzekkin Nüfus )
« Son İleti Gönderen: Togika 07 Kasım 2024, 00:01:02 »
Devlet ve saadet o kimselerindir ki ömrü hayr üzere sona erişe. Amel insana âhirette gereklidir. İtibar da amellerin sonunadır. Buyurulur ki:
<< Ameller sonuna ve nihayetine göre değer alırlar.>>
Ebu Bekir Vasıti (ks): << Devlet üçtür.
1 - Yağarken hayatındaki devlet,
2 - Ölümü halindeki devlet,
3 - Kıyamet günündeki devlettir.>> dedi.
Hayattaki devlet: Tâat, ibadet, güzel ahlâk, Allah'ın (cc) zikri ile geçen hayattır.
Ölüm halindeki devlet: Lâ ilahe illAllah Muhammedün Resûlullah demek suretiyle can vermektir.
Kıyamet günündeki devlet: Kabirden doğrulduğu vakit melekler ona arkadaş olurlar: << Sen kurtulmuşlardansın>> derler.
Ey aziz! Allah-u Teâlâ (cc) seni ve sânını ıslah etsin. Her kim dünyada Rabbine muti olup nefs-i emmâresinden kendini kurtarıp, mutmainliğe yükselirse, hem de dünyada iman ile giderse, şek yoktur ki Allah-u Teâlâ (cc) o kimsenin diğer bütün günahlarını afv ve mağfiret eder. Onu mes'ud kullarından ederek cennet-i â'lada cemâline mazhar kılar, Hazreti Muhammed Mustafa'ya (sav) arkadaş yapar.
Ey âlemlerin Rabbi olan Allah'ım (cc) Bize kendi avn ü inayetinle yollarımızı kolaylaştır.
Ey akıllı ve bilgin kimse! Düşünüp fikreyle. nazar et ki atan gitti, ana gitti, oğlun, kızın, kardeşlerin ve komşuların hepsi de gittiler. Eşin-dostun, yârın-yoldaşın, erin-avratın gitti. Senden evvelkiler ve sonrakiler hep gittiler. Sen de elbette bir gün gidersin. Bu fâni mülke ne diye aldanırsın!
38
Komsu Devletlere Elçiler
Hicaz k ıt'asının her tarafında İslâmın nurunun yayıldığına ve zulmetleri yırttığına Cenab-ı Resul kanaat getirdikten son­ra, bu meş'aleyi Hicaz kıt'asının haricine götürmek gayretine düştü. Zira kendisinin neşriyle vazifelendirildiği Müslümanlık bir kavmin değil, tekmil beşeriyetin dinidir ve Peygamber bü­tün âlemlere rahmet ve mürşid olarak gönderilmiştir. Cenabı Hak, Enbiya sûresinin yüz yedinci âyetinde «Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik» ve Sebâ sûresinin yirmi sekizinci âyetinde: «Biz seni ancak bütün insanlara bir müjdeci ve ko­ruyucu olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bunu bilmez­ler.» Ve Tevbe sûresinde. Allah Resulünü doğru yolu gösterici olan hak dini ile göndermiştir ki bu dini bütün dinlerin üstün­de tutsun. Kâfirlerin ikrahına rağmen....» buyurulmaktadır. Bu sebeple Resulü Ekrem İslâm devletini ve dinini köklestirdikten sonra etrafa elçiler göndermek suretiyle memleket ha­ricindeki mesaisine germî vermiştri. Peygamberin bu dış faa­liyeti hududu haricinde kalan kâfirleri de imana davet içindir. İslâm hâkimiyeti yalnız Medinede iken Medine haricinde bu­lunan Kureyşliler ve diğer küffar ile uğraşmak harici gayret sayıldığı gibi, hükümranlığı bütün Hicaza yayılınca bu hareket ve ondan sonra tekmil Arap yarımadası İranlılar ve Rumlar gibi yarımada haricindeki milletlerle meşgul olması da Peygamberîn dış mesaisi sayılır. Hudeybiye anlaşmasından ve Hayber yahudilerinin işi bitirildikten sonra hemen hemen Hi­caz kıt'asının tümü Peygamberin hükümranlığı altına girmiş­tir. Artık Peygambere karşı koyacak kuvvet Kureyşte kalma­mıştı. Bundan dolayı Resulü Ekrem elçilerini harice gönder­meğe ve bu işe ancak iç siyasette bir istikrar ve kökleşme olduktan sonra başlamıştır. Bu iş için dahilde kâfi derecede kuv­vet hazırlanmıştı. Hayberden döndükten sonra bir gün Resulü Ekrem esbabına : «Ey nâs! Allah beni tekmil insanlara rahmet olarak gönderdi: Meryem oğlu isa'ya karsı havarilerin gös­terdikleri uygunsuzluk gibi, siz de bana uygunsuzluk göster meyiniz. » deyince Eshabı sordular: Nasıl uygunsuzluk ettiler? Resulü Ekremin buna kargı cevabı şu oldu: «Sizi ifasına davet ettiğim vazife gibi, Meryem oğlu Isa da havarilerini çağırdı ise de, yakın yere göndereceği kimseler evet demişler, uzak ye­re göndermek istediği kimseler de suratlarını ekşiterek memmunsuzluk göstermişlerdir.» buyurdu ve bütün civar hükümet­lere, Kisrâlara, Yemen Melikine ve Habeşistan Necaşisi'ne te­lâma davet için elçiler göndereceğini söyleyince, eshabı bu ar­zuyu muvafık bulduklarını söylediler. Bunun üzerine Hazreti Peygamber gümüş bir mühür kazdırarak üzerine «Allahın Re­sulü Muhammed» dîye yazdırdı. Ve bu mühürle imza ettiği na­melerle yabancı hükümdarları Islama davet etti. Name-i hümayunu hamil sefirlerin cümlesi bir anda huzuru risaletten ayrıldılar ve memur oldukları memleketlere doğru yola çıktı­lar. Peygamberin mektuplarını hamil olan elçiler vazife ma­hallerine gidip geri döndüler. Yabancıların çoğu Resulü Ekre­min mektubunu hoş ve nazikâne karşıladılar. Bazıları da kötü mukabelede bulundu. Fena karşılayanlar meyanında Yemen ve Umman melikleri vardır. Bahreyn hükümdarı ise iyi kar­şılamış ve Müslüman olmuştur. Yemame meliki ise kendisinin hükümdar tanınmak şartiyle teklifi kabul edeceğini bildirmiş, olduğundan Peygamber tarafından lanet edilmiştir. Arap ol­mayan hükümdarlara gelince: İran hükümdarı Kisra kendisi­ni İslama davet eden Name-i Resulü okuyunca hiddete ve şid­dete kapılmış, mektubu yırtarak Yemendeki valisine: Hicazda­ki bu zatın basının kendisine gönderilmesini bildrimistir. Pey­gamberimiz bu hâdiseye muttali olunca: «Allah onun mülkünü parçalasın!» demiştir. Kisra'nın Yemelideki valisi Bazane impa­ratorunun emrini alınca, Müslümanlığı tetkik etmiş, onun hak dini olduğunu anlayarak ihtida etmiş ve Resulü Ekremin vali­si olarak Yemen'de kalmıştır. Bu zat o zaman Yemen hüküm­darı olan Haris Hamiri'den başkadır. Mısırın büyük hükümdarı Name-i Peygamberi hüsnü kabul ederek Peygambere hediye­ler göndermiştir. Habeş hükümdarı Necaşi de teklifi iyi kar­şıladığı ve bir rivayete göre Müslüman olduğu söylenir. Herkl'e gelince bu davete k ıymet vermemiş ve bir şey de söylememiş­tir. Haris El Gasanî kendi kumandasında bir ordu ile Peygam­beri cezalandırmak için Herkl'den müsaade istemiş ve bu mü­saadeyi alamamıştır. Herki o sırada Kudüste bulunduğundan Haris'i nezdine celb etmiştir.

Hazreti Peygamberin bu davetnamelerinin tesiriyledir ki Araplar fevc fevc hak dinine girme ğe başlamışlardır. Bundan sonra ardı ardına bir çok hey'eyler Resulü Ekrem'in nezdine gelerek Müslümanlıklarını ilân etmişlerdir. Arap olmayanları hidayet yoluna celb için Hazreti Peygamber kuvvet ve ordu hazırlamağa başlamıştır.
39
Hayber Cengi
Hudeybiye'den d önüp Medinede bulunah ancak onbeş gün geçmişti ki Peygamber Hayberi vurmak için vaktiyle kendisiy­le Hudeybiyede bulunmuş olan cemaatin hazırlanmasını em­retti. Peygamberin Hudeybiye'ye hareketinden evvel, Medine üzerine Müslümanları mahvetmek için Hayber yahudilerinin Kureyşlilerle anlaşmağa çalıştıkları Resulü Ekremce öğrenilmiş bulunuyordu. Benî Nadir yahudilerinin ileri gelenleri Haybere taşındıktan sonra oradaki yahudileri de etraflarına toplayıp Peygamberimizle Müslümanlar aleyhine suikastler tertip et­meğe ve etrafı Ümmeti Muhammet aleyhine teşvik için çok paralar sarf etmeğe ve büyük Peygambere karsı harb etmek ve onun neşrettiği İslâm dînini imha etmek maksadiyle uzak­tan yakından taraftarlar bulmağa, gizli ittifaklar yapmağa ve her türlü teşebbüslere ve fitnelere baş vurmağa başlamışlardı.

B ütün bu mel'un teşebbüsler akamete uğradı, müşriklerin ve yahudilerin Hazreti Peygamberi ortadan kaldırmak plânla­rı suya düştü. Bundan sonra bütün dağınık yahudiler bir ara­ya geldiler. Tekmil kabile ve partiler birleşerek Müslümanları kahrü tedmir için Medineye ani bîr baskın yapmayı kararlaş­tırdılar.

Bunun i çin Hayber yahudileri, akrabaları olan Tima ve Fedik ve Vadilkura yahudileriyle Haybere kaçmış olan Benî Nadîr yahudileriyle işbirliği yaptılar. Medinenin yüz elli kilometre şimalinde bulunan Hayber kalesini kuşatmak için Resulü Ekrem hazırlamıştı. Bunu gizli tuttular. Kureyşlilerle dostluk luahedesi akdetmeleri bundan ötürüdür. Hudeybiyede yapı­lan anlaşma yahudileri Kureyşlilerden ayırmak ve onların kâr­larını bir an evvel bitirmek içindi. Bu maksatla Peygamber emrinde bin altıyüz mücahitle yola çıktı. Beraberlerinde bir bö­lük de süvari vardı. Bunların cümlesi Allanın nusratına güven-liş bulunuyorlardı- Müslümanlar Medine ile Hayber arasınlaki mesafeyi üç günde kat' ettiler ve üçüncü geceyi Hayber talesi önünde geçirdiler. Sabah olunca Hayber rençberleri tar lalar ına gidiyorlardı. Müslüman ordusunu görünce ters yüz edip geri döndüler ve şöyle feryat ettiler: işte Muhammed ve ordusu! Peygamber bu sözü işitince: Yıkılası Hayber. Uğraya­cakları kütü âkibet kendilerine ihtar edilen insanların yurt­larının önüne dikildiğimiz vakit onların halleri işte böyle olur! Diye söylendiler. Yahudiler, daha evvelden Müslüman ordusu­nun ileri yürüyeceğini tahmin etmişlerdi. Hudeybiye musalehasını ve Kureyslilerin Peygamberle anlaştıklarını duydukları vakit bunu Kureyslilerin döneklikleri saydıklarından, içlerin­den bazıları Medinenin basılması için, yukarıda yazdığımız gi­bi diğer yahudi kabileleriyle bir ittifak akdetmişlerdi. Yahu­dilerden diğer bir kısmı ise, Müslümanlarla yahudiler arasın­daki husumeti ortadan kaldırmak için Resulü Ekremle bir an­laşma yapılmasını uygun buluyor ve aralarında bunu konuşuyorlardı. Zira korktukları kötü akıbetin yaklaştığını hissedi­yorlardı. Peygamberin Kureyşlilerle anlaştıktan sonra sıranın kendilerine geleceğini biliyorlardı. Fakat bunun bu kadar ça­buk olacağını tahmin etmiyorlardı. Bunun için İslâm ordusunu birdenbire karşılarında görünce şaşırdılar. Diğer kabilelerden yardım alarak Peygamberin karşısına çıkmayı düşündülerse de Müslümanların sür'atle hareketleri buna meydan bırakmadı. Müslümanlar yahudilerin kalelerini hak ile yeksan ederek onIarı derin bir ümitsizliğe düşürdüler ve sulh istemeğe mecbur ettiler. Peygamber bunu kabul ederek kendilerini yerlerinde bıraktı. Ancak arazileri ve bağlarının yarısı zafer karşılığı ol­mak üzere ellerinden alındı, yahudiler buna razı oldular. Müs­lümanlar geriye döndüler ve yarıda kalan «Hac» vazifesini ya­pıncaya kadar Medinede kaldılar. Hayberlilerin siyasî nüfuz­ları kırıldıktan sonra Arabistanın Şama kadar şimal kısmında hiç bir korku ve endişe kalmadı. Hudeybiye musalehasından sonra cenup kısmında da korku kalmamıştı. Haricin de yolları açılmış bulunuyordu.
40
Hudeybiye Andlasmasi
Resul ü Ekrem'in Mekkeden Medineye hicretlerinin üzerin­den altı yıl geçti. Artık Müslümanlık kökleşmiş ve ordusu kuv­vetlenmiştir. Artık bütün Araplar, yeni İslâm devletini saygı ile karşılamakta idiler. Bundan sonra İslâm devletinin kuvvetini arttırmak ve düşmanlarını zayıf düşürmek için yeni bir adım daha atılmak icap ediyordu. O sırada Hayberlilerle Mekkeliler arasında Müslümanlar aleyhine gizli bir anlaşma yapıldığı ha­ber alındı. Bunun üzerine Mekkelilerle bîr uzlaşmaya varılabilmek için bir plân çizilmiştir ki o da: Arabistan yarımadasın­da İslâmiyetin neşir ve tebliğ işini devam ettirmek ve kolaylaş­tırmak için Kureyşlilerle Hayberlilerin arasını açmak için Kâbeye karşı dostluktan ayrılmamak esası kabul edilmiştir. Haram aylarında Arapların kavga etmemeleri bu plânı kolaylaş­tırıyordu. Bundan dolayı haram aylarından Zilkadede hac için Mekkeye gidileceği ilân edilmiş ve Müslüman olmayan Arap kabilelerinin harp etmeyeceklerinden endişesiz olarak mukad­des Kâbeyi ziyarete katılmaları için etrafa davetler gönderil­miştir. Bu suretle Mekkeye doğru gidişin hac için olup, savaş için olmadığı ve Müslüman olmayan Arapların da buna katıl­maları istenmiştir ki, şayet Kureyşliler buna mani olmak ister­lerse umumî efkâr Müslümanlar lehine dönsün... Harb etme­mek kararında olan Müslümanlar, Resulü Ekrem'le birlikte bin dört yüz kişi olarak yola çıktılar. Hazreti Peygamber Kısvâ adlı devesine binmiş olduğu halde kafilenin en önünde gidi­yordu. Böylece Medineden ayrılan kafile beraberlerinde kur­banlık koyun götürmekte idi. Ömre ehrama girmişti ki bu, kendilerinin harb istemediğini ve ancak Beytullahı ziyaret maksadını güttüklerini gösteriyordu. Medineden on beş kilo­metre kadar uzakta Zilhalife mevkiine varıldı. Orada Ömrenin «Lebbeyk» tekbirini işittiler, Mekkeye doğru yol aldılar. Bun­ların hac için geldikleri, kavga için gelmedikleri haberi Kureyşlilere ulaşınca onlar bunu Muhammed'in bir plânı olduğuna atfederek korku ve endişeye düşmüşler ve ne bahasına olursa olsun Hazreti Muhammed'i Mekkeye sokmama ğa karar vermiş­lerdir. Bunun için Müslümanlarla mücadele etmek üzere bir ordu kurulmuş, Velid oğlu Halid ve Ebu Cehil oğlu Akreme kumandalarında olarak içinde ikiyüz atlı bulunan büyük bir kuvvet meydana gelmişti. Bu ordu Mekkeden çıkarak hac için gelenleri kovmak için ilerledi ve ilk konakta durdu. Kureyş kumandam Halid Bin'il-Velid Müslümanları gafil avlamak ve birden hücum etmek için hazırlanmıştı. Müslümanlar Mekkeye yakın Gasvan mevkiine gelmişlerdi. Resulü Ekrem yolda tesadüf ettiği Kaab kabilesinden bir Araptan şu malûmatı aldı: «Kureyşliler sizin gelmekte olduğunuzu duymuşlar ve sırtlarına kaplan derileri geçirerek ilk konakta durdular. Seni Mekkeye sokmamak için and içtiler, başlarında Velid oğlu Halid var, sü­varileri Gasvan mevkiine on beş kilometre uzaktadırlar.» dedi. Cenabı Resul bu haberi işitince: «Allaha and içerim ki bana nübüvvet vazifesini veren Cenabı Hak beni muzaffer kılıncaya ve ölünceye kadar çalışacağım» buyurdular ve tanzim ettikleri plânı gözden geçirdiler. Yalnız harb için herhangi bir hazırlık yapılmadı. Kureysliler harb için büyük bir ordu göndermişler­di. Onların icbar edecekleri bir harbe, îslâm mücahitleri iman kuvvetleriyle iştirak edebilirlerdi. Fakat harb için değil, hac için geliyorlardı. Bu sebeple müminler Mekkeye döğüşerek de­ğil, sulh ve sükûn içinde girmek istiyorlardı. Bu sayede Müs­lümanlığın davet tebliğ işindeki ulviyeti de meydana çıkmak­ta idi. Bu hal gerek bütün Araplarda gerekse Kureyşlilerde bir fikir uyandırmış ve onları düşünmeğe davet etmiştir. Müslü­manların bu hareketleri dâvalarındaki samimiyet ve doğruluğu göstermesi itibariyle de cidden mühimdi. Kureyşlilere fırsat ve bahane vermemek için başka bir yoldan Mekkeye girmek düşünüldü. Bîr kılavuz bulundu, dağlar arasından, sarp yollardan, binbir zorlukla ve yorucu gayretlerle o yolu geçtiler ve bir ova­ya çıktılar, Hudeybiye denilen mevkide konakladılar, orada İslâm ordusuna düzen verildi. Halid'in kumandasındaki Kureyş ordusu onları görünce Müslümanların kendi ordusunu çiğneyip Mekke hudutlarından aşacaklarından korktular ve Mekkeyi m üdafaa için geri döndüler. Putperestlerin ordusu Mekke için­de, Müslümanların ordusu da Hudeybiye'de yer alarak karşı karşıya geldiler. Her iki ordu ne şekilde hareket edilmesi lâ­zım geldiğini düşünüyor, vaziyete göre plânlar hazırlıyorlardı. Kureyşliler, Müslümanları döndürmek için güçlerinin yettiği kadar hazırlanmış olmakla beraber müminlerle kolayca başa çıkılamayacağını da takdir ediyorlardı. Hazreti Peygamber Omra'nın ehrama girdiği gibi yapmıştır ki bu; bir dostluk ve sulh alâmetidir. Bu şekilde Resulü Ekrem Hudeybiye'de beklemeyi tercih etti. Karsı taraftan elçilerin gelmesine intizar ediyordu..

Kurey şliler; Müslümanların hakikaten hac için gelip gel­mediklerini Öğrenmek maksadiyle Peygambere bir tahkik he­yeti gönderdiler. Bu heyet kısa bir görüşmeden sonra Peygam­berin ve eshabının harb için değil, hac için geldiklerine ka­naat getirerek döndüler ve : Müslümanların Kâbeyi ziyaret ve omre ta'zim için geldiklerini söyledilerse de Kureyşliler buna inanmadılar. Ve bunu heyet azasının Hazreti Muhanınıed'e olan dostluk hayranlığına atfettiler. Bunun üzerine Mekke Put­perestleri başka bir heyet daha gönderdiler. O da birinci heyet gibi ayni fikir ve kanaatle geri döndü. Bundan sonra Kureysliler kendilerine ahidleri bulunan üç dört kabilenin reisi Hâlis'i Peygamberle görüşmek üzere gönderdiler. Bu adamın Peygam­beri geri döndüreceğine emin idiler. Şayet Müslümanlar bu adamın da sözünü dinlemezse, Hâlis'in muğber olacağını ve böylece Mekke müdafaasının daha ziyade kolaylaşacağını dü­şündüler. Peygamber bu adamın gelişini haber alınca, kurban­lık hayvanları ortalığa saldırmıştı ki, bundan maksadın Kâbe­yi ziyaret olduğu anlaşılsın... Nitekim Hâlis Müslümanların ka­rargâhına geldiği vakit vadide deve ve koyunların otladığım görmüş ve bu manzaranın harb değil, hac alâmeti olduğuna ka­naat getirmişti. Peygamberle de görüştükten sonra bu kanaati kuvvet bulan murahhas Mekkeye avdetle kararını Kureyşlilere bildirdi ve Müslümanların hac için Kâbeye gelmelerine müsaa­de edilmesini tavsiye etti. Eğer Peygamberin ve Müslümanların Kabe ziyaretine müsaade erilmezse kendisinin ve tevabiinin Mekkeyi terk edeceklerini hiddetle il âve etti. Kureyşliler onları, gönlünü kırmamak için biraz düşünmeğe vakit vermesini söy­leyerek sustular. Bundan sonra Mes'ut Sakafi oğlu Arvyi'yi tam bir güvenç ve itimatla Peygamberin nezdine gönderdiler. Bu zat Resulü ekremle uzun uzadıya görüşmüş ve sonunda peygamberin haklı olduğunu ve yolunda azimli bulunduğunu görerek Mekkeye dönmüş ve şöyle konuşmuştur: Ey Kureyşliler! Ben Kîsrayı, Kayseri, Necâşîyi memleketlerinde gördüm. Bunlar arasında Muhammed gibi bir padişah görmedim. Abdest aldığında ümmeti akan suları kapışıyor. Saçlarından dökü­lenleri yere düşürmüyorlar. Eshabı onu katiyen ele vermezler. Bundan ötesini siz bilirsiniz, ne yapacağınızı siz düşününüz.» dedi. Bunun üzerine Kureyslilerin inat ve İsrarı azalacağına şiddet kesbetti. husumetleri arttı, boşu boşuna konuşup görüş­meleri uzadı. Peygamberimiz Kureyşîilerin elcileri belki ken­dilerinden korkuyor düşüncesiyle kendi murahhaslarını gön­dermeyi daha muvafık buldu. Fakat Kureyşliler bu elçinin de­vesini kestiler, eğer müdafaa edilmese idi az kalsın öldürecek­lerdi. Küffar üstelik geceleri kötü ruhlu adamlarını Müslüman ordugâhına göndererek onları taşlattırdılar. Bu muameleden hiddete gelen müminler Kureyşlilerle harb etmeyi düşündülerse de Peygamber onları teskin ediyordu. O sırada Kureyşlilerden elli kişi Müslümanlara tecavüz için ordugâhlarına gelmişlerse de bunların cümlesi yakalanarak Peygamberin huzuruna geti­rildi. Resulü Ekrem bunların hepsini affederek serbest bıraktı. Bu hâdisenin büyük bir tesiri oldu ve Müslümanların cenk için değil, hac için geldiklerini isbat etti. Böylece Mekkede umumi efkâr Hazretî Muhammed'in lehine döndü. O derecede ki, o dakikada Müslümanlar Mekkeye girecek ve aleyhdarı buna mâni olmağa kalkacak olsalardı vaziyet bütün bütün kendi aleyhleri­ne dönebilir ve bütün Mekkelilerle kabileler Kureyşlilerin düşmanı olabilirlerdi. Bundan dolayı Kureyşliler tecavüzden vaz geçmiş ve ne yapılmak lâzım geldiğini düşünmeğe koyul­muşlardı. Ortalık sükûna kavuşunca Peygamber kendi murah­haslarını göndermek istemiş ve Hattab oğlu Ömer'e gitmesini s öylemiştir. Ömer şu mukabelede bulunmuştur: Ey Allanın Peygamberi, Kureyslilerin bana fenalık yapmalarından çekini­rim. Mekkede Ka'b oğlu Adi kabilesinden beni himaye edecek kimse yok. Kureyşlîler, benim kendilerine olan düşmanlığımı ve sertliğimi bilirler. Lâkin onların benden üstün tuttukları biri var. Aff an oğlu Osman.. O daha münasiptir, dedi. Peygam­ber Osman'ı çağırarak onu Ebu Süfyan'a gönderdi. Osman Kurenyşilere vazifesini söyledi. Onlar da Kâbeyi tavaf etmek ister isen, et dedilerse de Osman; Allanın Resulü tavaf etmeden ben etmem dedi ve Kureyşlilere ne maksatla gönderildiğini izah etti. Kureyşliler bunu kabul etmediler. Aralarındaki müzakere­ler uzadı. Kureyşlilerle Müslümanların arasındaki anlaşmaz­lıkları bertaraf edecek çareler akla geldi. İçine düştükleri bu çıkmazdan, bu sıkıntılı vaziyetten kurtulmak ve Muhammed ile aralarındaki düşmanlığa son vermek için Osmandan istifa­deyi düğündüler. Osmanın Mekkedeki ikameti uzayınca müs-lümanlar arasında endişe belirdi ve Kureyslilerin hainlik edip Osmanı öldürdükleri şayiası çıktı, Müslümanların merakları arttı. Kureyslilerin Osrnanı öldürdüğü endişesi Peygamberi de sardı. Müslümanlar cuş-u buruşa geldiler, herbirinin eli kılınçlarının kabzasına yapıştı ve cümlesi harb için ayaklandı. O za­man Resulü Ekrem sulh ve dostluk plânını tekrar gözden geçir­di. Kureyşliler haram ayında hainlik edip elçi Osman'a kıyınca barış plânının gözden geçirilmesi zarurî görüldü. Bunun için: «Onlarla döğüşmedikten sonra buradan gitmeyiz» dedi. Sonra bir ağacın altına giderek esbabını yanına çağırdı ve kendilerin­den muvafakat istedi. Cümlesi ölümden kaçmamak için and iç­tiler. Esbabın coşkunlukları, fedakârlıkları, azim ve imanları bütün vuzuhiyle görülüyordu. Böylece andlaşma sona erince. Resulüllah iki elini birbirine çarparak Osman da kendileriyle birlikte imiş gibi onun namına da and içti. Bu; Rıdvan andı ü-zerine şu âyet-i kerime nazil oldu: (Fetih sûresi, âyet 18-19).

«And olsun ki Allah müminlerden seninle ağacın altında biat ederlerken razı olmuştur da kalblerindekini bilerek üzer­lerine kuvvei maneviyeyi indirmiş ve onları yakın bir fetih( Felh-i karib) ve alacaklar ı birçok ganimetlerle mükafatlan­dırmıştır. Allah mutlak galiptir. Tek hüküm ve hikmet sahibi­dir.»

Bu âyetin Hayber fethini müjdelediği Müslüman âlimler tarafından beyan edilmiştir. Ağaç altı biatından sonra Müslü­manlar hemen harb ve hücuma hazırlanırken Osman'ın Öldü­rülmediği haberi geldi. Arkasından da Osman geri geldi ve Kureyslilerin söylediklerini bildirdi. Bunun üzerine Peygam­berle Kureyşliler arasında dostluk müzakereleri yenilenerek daha geniş bir görüşme yapılmasına karar verildi. Bu vazifeye Amru oğlu Süheyl memur edildi. Yapılan müzakere neticesin­de Müslümanların bir yıl Mekkeye girmekten vazgeçmeleri teklif edildi ve Resulü Ekrem de bu esas dahilinde barışı kabul etti. Zira Kabe ziyaretinden maksat hasıl olmuş olup bu sene ile gelecek sene arasında bir fark görülmemiştir. Müslümanların istedikleri şey, Hayberlileri Kureyşlilerden ayırmak ve is­lâmlığı tamim için kendisiyle Araplar arasındaki mânileri kal­dırmaktı. Bu sebeple Kureyşlilerle Müslümanlar arasında arka , arkaya devam eden harblerin durdurulması isteniyordu. Hac ve ehramın bugün veyahut yarın yapılmasında bir fark yoktu. Böylece Amru oğlu Süheyl ile müzakerelere girişilmiş, uzun münakaşalar yapılmış, şartlar konuşulmuştur. Çok defa kesil­mek raddesine gelen bu münakaşalar Resulü Ekremin hakima­ne idaresi sayesinde devam etmekte idi. Müslümanlar Peygam­berin etrafında çevrelenip bu konuşmaları takip ediyorlardı. Bunlar bu müzakerelerin hac için yapıldığını zannediyorlardı. Halbuki Peygamber harbin önüne geçmek için konuşuyordu. Bu sebeple Müslümanlar bu müzakereden müteessir oldular. Peygamberimiz ise uzun münakaşa ve dağınık fikirler ve mu­vakkat kazançlara bakmadan cereyan eden müzakerelerden memnun olmakta ve müzakereyi hedefe varacak şekilde yürüt­mekte idi ki sonunda her iki taraf muayyen şartlar dahilinde uyuşmuş ve anlaşmışlardı. Bu şartlar Müslümanların hoşuna gitmeyip onları galeyana getirdi ve muahedeyi reddedip harb etmek için Peygamberi iknaa çalıştılar. Bunun için Hattab oğlu Ömer Ebubekire giderek: «Dinimizi aşağı tutmak hakkı bize ve­rilmiş değildir» dedi ve birlikte Peygambere gidip ikna etmeyi teklif etti; Ebubekir; Peygamberin beğendiği şeyleri beğenmek lâzımdır diye Ömeri iknaa çalıştı ise de muvaffak olamadı. Bu­nun üzerine Ömer hiddet ve tehevvür içinde Peygambere gide­rek konuştu. Onun sözleri Resulü Ekremin sabır ve sebatından bir şey eksiltmedi ve Ömer'e şöyle hitap etti: « Ben Allahm kulu ve Resulüyüm. Onun emrine muhalefet edemem. O, hiç bir va­kit beni terk etmez.» Peygamber ondan sonra Talib oğlu Ali'yi çağırdı ve ona: «Rahman ve Rahim olan Allahın ismiyle yaz dedi: Bu sırada Süheyl elini tuttu ve «Rahman ve Rahimi ben tanımam. Ey Allah senin adına» diye yaz dedi. Peygamber öy­le yazdırdı. Sonra: Allahın Peygamberinin Amru oğlu Süheyl ile barıştığını yaz dedi. Süheyl yine elini tuttu ve şöyle söylen­di: «Ben senin Allahın Resulü olduğuna inanmış olsaydım se­ninle harb etmezdim. Onun için yalnız kendi ismini ve babanın adını yaz.» dedi. Resulü Ekrem bunun üzerine: «Abdullah oğlu Muhammed'in sulh mukavelesidir.» diye yazdırdı. İki tarafın uzlaşması şu maddeleri havi idi:

1 ? Mukavele, bîr sulh sözleşmesi olup iki taraf arasında barışı ve cenk ve harb olmayacağını bildirir.
2 ? Kureyşlilerden Müslüman olup da velisinin müsaadesi olmaksızın Muhammed'in yanına gelen olursa Muhammed onu geri çevirecek ve Müslümanlardan her hangi biri dininden dö­nüp Kureyşlilere dönecek olursa onu geri çevirmiyecektir.
3 ? Araplardan her kim isterse Muhammed'le anlaşma, uzlaşma yapabileceği gibi Kureyşlilerle de isteyen yapabile­cektir.
4 -- Muhammed, bu sene arkada şlariyle birlikte Mekkeden dönecekler, gelecek yıl Mekkeye girebilecek ve orada üç gün kalacaklar, yanlarında silâh olarak sadece kınlarına sokul­muş kılınçlar bulunacak, başka silâh bulunmayacaktır.
5 ? Muahede imzalandığı tarihten muteber olarak on yıl devam edecektir.
Resul ü Ekrem ile Süheyl Müslümanların hiddet ve tehev­vürleri ve kırgınlıkları arasında bu uzlaşmayı imzaladılar, Sü­heyl Mekke'ye dönmüştü. Peygamberimiz Müslümanlarda mü­şahede ettiği teessür, coşkunluk ve şiddetli harb arzularından münfeil dargın ve küskün olmuştu. Beraberinde götürdüğü hanımı Ümmü Selmenin yanına gitti ve düşüncelerin ona an­lattı. O da:

«Ey Allahın Resulü! Müslümanlar senin istemediğini yap­mazlar. Onların celâdetleri ve kahramanlıkları dinleri ve Allah ile senin Peygamberliğine imanları yüzündendir. Sen traş ol, ve ehramdan çık, onlar sana uyarlar. Sonra onları al Medineye dön.» dedi.

Peygamber M üslümanların yanına gitti ve ehramdan çıkıl­dığını göstermek için saclarını kestirdi, içine güven ve meserret doldu. Müslümanlar kendisini ve nefsine olan itimadını görün­ce cümlesi koşuşarak kurbanlarım kestiler, kimisi saçlarını kes­ti, bazıları da kısalttılar. Peygamber Müslümanlarla Medineye dönerken (Inna Fetahna) sûresi nazil oldu:.

«Gerçekten biz sana aşikâr bir zafer yolu açtık. Ki böylece Allah senin geçmiş ve gelecek günahını mağfiret kılsın. Senin üzerine nimetini tamamlasın ve seni doğru yola götürsün.» diye başlayan ve onuncu âyetinde; «Seninle anlaşma abdi ya­panlar ancak Allah ile anlaşma ahdi yapmışlardır. Allahın eli onların elinin üstündedir. Kim bu ahdi bozarsa kendi nefsi aley­hine bozmuş olur. Kim de Allaha karşı ahdine vefa gösterirse O, ona büyük mükâfat verir.»

Ve 29 uncu âyetinde:

«Muhammed, Allahın Resulüdür. Onunla beraber bulunan­lar kâfirlere karşı çetin, birbirlerine karşı merhametlidirler. Onları rükû eder, secdeye varır görürsün. Onlar Allahın lütuf ve rızasını dilerler. Onların nişanlarını yüzlerinde görürsün. Bu, secdenin izidir, işte onların Tevrattaki vasıfları budur. İncildeki vasıfları şöyledir: Onlar ekilmiş bir tohum misali gibi­dir, filiz verir, gittikçe kuvvetlenir ve kalınlaşır. Sapları üzerine doğrulup yükselerek bir ekin olurlar. Bu, ekicilerin hoşuna gider, böylece kâfirler öfkelenirler. Allah'a içlerinden iman edip salih amel sahiplerine mağfiret ve büyük mükâfat vaadetti.»

Vaadlerini ihtiva eden s ûreyi, Cenabı Peygamber basından sonuna kadar okudu. O zaman yapılan anlaşmanın Müslüman­lar için sarih bir Fetih ve zafer olduğuna Müslümanların cüm­lesi kani oldular ve böylece Medineye döndüler. Resulü Ekrem Hayber'in mevcudiyetine son vermek ve İslâmiyeti Arabistanda ve haricinde neşir ve takviye etmek yolundaki plânını tat­bike koyuldu. Kureyşlilerle yapılan barışın verdiği fırsat ve zaman zarfında bazı düşman varlıklarını bertaraf etmeğe ve memleket haricindeki işlerle uğraşmağa boş zaman buldu. Bu­nunla Cenabı Resul hacca gitmeğe kalktığı zaman çizdiği plâ­nın uğradığı zorluklar ve karşısına çıkan manilere rağmen ar­zuladığı siyasî neticeleri elde etmişti. Bunun için Hudeybiye anlaşmasının aşikâr bir fetih, bir zafer olduğu görüldü ve şu neticeleri sağladı:
1 -- Gerek b ütün Araplarda ve gerekse Mekke ve Kureyşlilerde İslâmiyetin neşrini destekleyen Müslümanların kıymet ve itibarı arttı.
2 ? Müslümanların Peygamberlerine itimat ve emniyet­leri arttı ve korkunç tehlikelere şiddetle mukabeleleri ve ölüm­den korkmadıklarını gösterdi.
3 ? Müslümanlara; siyasî manevraların İslâmiyetin neş­rinde faideli olduğunu gösterdi.
4 - Mekkede putperestler aras ında kalmış olan Müslü­manların düşman ordugâhı içinde bir cep vazifesi görmelerini kolaylaştırdı.
5 ? Siyasette gidilecek yolun başında doğruluk ve ahde vefa olduğunu gösterdi. Ancak müracaat edilecek çarenin be­hemehal bir deha ve idrak örneği olması ve bağ vurulan küçük tedbirlerin istihdaf ettiği büyük gayenin düşmandan gizli tu­tulması.
Sayfa: 1 2 3 [4] 5 6 ... 10