Son İletiler

Sayfa: 1 2 [3] 4 5 ... 10
21
İSLAM-GENEL / Ynt: Nefslerin Temizliği ( Müzekkin Nüfus )
« Son İleti Gönderen: Togika 13 Kasım 2024, 02:00:30 »
Ey azizim! Bu suretlere dönen ve bu hallere giriftar olanlar bizim gibi ( Lâ ilâhe illâllah ) diyen kimselerdir.Günde beş vakit namaz kılarlar, yılda bir ay oruç tutarlar her hafta cuma namazını kılarlar, yılda iki defa bayram namazı kılarlar... Gücü yetenler hacca giderler... Lâkin işlemiş oldukları yaramaz ameller ve yaramaz huyları bütün yaptıklarını harâb etti. İyi amellerini yok edip yedi bitirdi. Bu sebeplerden dolayı bu belâlara uğradılar.
Bunların bu belâlara uğrayışlarının sebebi şunlardır: Bu huylar sende var ise derhal terk et. Eğer yok ise Allah-u Teâlâ (cc)'ya şükret. Zira seni bu huy ve sıfatlardan sakladı.
Ayın on dördü gibi yüzleri parlayanlar, Burak'a binmiş olarak önü ve ardı sıra melekler seğirdeşen, tekbir ve salâvat ile mahşer yerine gelenler Peygamber ve evliyalardır. Muhlisler, yâni amelini ihlâs ve sadâkatla ifa edenlerdir.
Maymun suretinde gelenler; kovuculardır, yâni birinden aldıkları lâfları başkasına nakledenlerdir.
Hınzır ( Domuz ) suretinde gelenler; Haram yiyenlerdir.
Başı aşağı ve ayakları yukarı olanlar ve yüz üstü sürünenler; malını- mülkünü riya ve gösteriş için sarf eden, hareketlerinde riyakâr olanlardır.
İki gözü kör olup da, mahşer yerine a'mâ olarak gelenler de, hükmünde haksızlık ve zulm edenlerdir. Gerek evinin içindeki ev halkına ve gerekse emri altında bulunan me'mur ve sair kimselere zulmetmiş olsun. Hükmünde haksızlık yapanlar dâima zâlim olurlar ve o şekilde cezalandırılırlar.
İki kulağı sağır olanlar da; amelleri sebebiyle kendini yüksek ve üstün görüp << Acaba benim gibi bir kimse var mıdır ?>> diyen kimselerdir. Zira bunlar kendilerini dünyada en iyi kimselerden olarak kabul etmek isterler. Kendinden iyi hiç dünyada kimse yokmuş sanarlar.
Peygamber Efendimiz (sav) buyurur:
<< Amellerin güzelliğinden gelen gururdan Allah'a (cc) sığınırız.>>
22
İSLAM-GENEL / Ynt: Nefslerin Temizliği ( Müzekkin Nüfus )
« Son İleti Gönderen: Togika 11 Kasım 2024, 18:31:01 »
BEYT
Gelin insafa ey nefsine uyanlar!
Demidir uyana uyuyanlar.
Döneler Hakka nefsi terk edenler,
Bağışlanır bu gün tôvbe edenler.

Allah'ım (cc) Hazreti Muhammed'in (sav) hürmetine bizi tevbe edenlerden eyle...
Azizim! Büyük kıyametin ahvâlinden biraz bahsedelim de sen de ona göre kıyamet gününe hazırlıkta bulun.
Kıyamet gününün evvelinde İsrafil (as) sûrunu üfürür ve bütün ölüler dirilir. Sonra bütün mahlukat ayağa kalkar. Sonra mahşer yerinde toplanılır.
İsrafil (as) sûrunu üfürdüğünde hep ölüler dirilir, bölük bölük sersem olup dururlar. Bir zaman sonra herkes bu hâli unutur. Herkes kendi işi ve gücü ile meşgul olurlar. Sonra ikinci sûr üfürülür. Üçüncü sûrda herkes dirilir, kabirlerinden kalkıp doğrulurlar. Bu hususta Meşârik şerhinde Ekmelüddin çok şeyler söylemiştir. Tafsilatını okumak isteyen o kitabı gözden geçirsin. Hak Teâlâ (cc)'nın korkulu günleri vardır. Bizim maksadamız o günleri şimdiden bildirmektir. Nefisleri öğütleyip kötülüklerden ve azabdan kurtulmalarını sağlamaktır. Maksat herkesin şeriata muti olmasını sağlamaktır.
Kıyamet gününde herkes kabrinden doğrulduğu vakit çokları başka başka suretlerde olurlar. Herkes dünyadan ne surette, hangi iş üzerine iken öldüyse işte o amel üzerine dirilir.
Muaz bin Cebel (ra) Peygamber Efendimizden (sav) suâl etti:
- Yâ Resûlullah (sav)! İsrafil (as) sûr'a üfürdükten sonra ölüler yerlerinden kalkacaklar. O günde o hâl ne olur?
Âlemlerinin Rabbinin Resûlû (sav), Hatemen nebiyy buyurdular ki:
-Azim günden sordun yâ Muâz...
O mûbarek gözlerinden yaşlar akıtıp buyurdu ki:
- Yâ Muâz! O gün kabrinden kalkıp muhtelif cemaatler halinde bir yere varırsınız. O yerin adı : Sâhire'dir. Benim ümmetim on bölük olur. Her bir bölük sûr'atle mahşer yerine gelir. Kiminin yüzü bedir halindeki ayın parlaklığı gibi parlar, nurlu olur. Kimi maymun, kimi hınzır suretinde, kimi baş aşağı, kimi yüzü üzerine sürünerek gelir. Kimisi dillerini çiğneye çiğneye ve göğüsleri üzerlerine sarkmış olarak gelirler. Ağızlarından irinler akar, kiminin elleri ayakları ateşten ağaçlara asılmış olarak gelir. Kimisi it ölüsünden daha çirkin ve pis kokarlar. Kimi katrandan cübbeler giyerek, kimisi de sağır olarak gelirler.     
23
Mekke'nin Zabti
Resul-i Ekrem'le Kureysliler aras ında akdedilen Hudeybiye musalehasından sonra Huzâa kabilesi Peygamberle andlasmış olduğu gibi Bekir oğulları da Kureyşlilerle andlaşmışlardı. Kureyşlilerle Müslümanlar arasında münasebetler düzelmiş ve her iki taraf birbirinden emin olarak kayıplarını telâfi yo­luna girmişlerdir. Bu arada Resul-i Ekrem de nübüvvetini bü­tün insanlara tebliğ ve Arab yarımadasında devletin temelle­rini takviye ve asayişin takviyesine çalışarak Hayberlilerin zararlı mevcudiyetine son verdiği gibi muhtelif devletlere mu­rahhaslar göndermek suretiyle hariçle de temas etmiş ve Arab yarımadasının her tarafını kaplamış olan îslâm devletinin te­mellerini takviye için çalışmıştır. Hudeybiye meselesinin üze­rinden bir yıl geçtiği için ilk defa yapamadıkları için borç ka­lan hac işine hazırlanmalarını müslümanlara emretmiştir. İki bin kişilik mü'minler kervanı yola düzülmüstür. Hudeybiye anlaşması gereğince erkeklerden hiç biri kınlarına sokulmuş birer kılınctan başka yanlarına silâh almamışlardır, îmam-el m ücâhidin Efendimiz putperestlerin hainliklerini bildiği için Müselleme oğlu Muhammed'in kumandasında yüz atlıyı Mekke harimine girmemek üzere öncü olarak göndermiştir. Müs­lümanlar geçen seneden borç kalan Kâbeyi tavaf vazifesini yaptıktan sonra Medine'ye dönmüşlerdir. Bunların avdetlerini müteakip Mekke halkı hak dinine girmeğe başlamıştır. Halid ibni Velid, Asî oğlu Ömrü ile Kâbenin bekçisi Talha oğlu Osman müslüman oldukları gibi Mekkelilerden bir çoğu da bun­lara uyarak müslüman olmuşlardır. Böylelikle müslümanların mekke'de kuvvetleri artmış, Kureyşliler sarsıntıya uğramışlardır. Müslümanlar Möte çenginde bir çok zayiat verdiklerinden Kureyşliler artık müslüman kuvvetinin zayıf düştüğüne kanilarak Bekir oğulları kabilesini teşvik ederek ve onlara silâh vererek Huzaahlar kabilesine tecavüz ettirmişler ve onlardan bazılarını öldürmüşlerdir. Huzaalılar bu hücum üzerine Mekkeye kaçtıkları gibi bunlardan Salim oğlu Ömrü Medine'ye koşmuş ve olup bitenleri Peygambere anlatarak kendisinden yardım istemiştir. Resul-i Ekrem de: «Ey Salim oğlu Ömrü, istediğin yardım sana verildi.» buyurmuştur. Peygamber Kureyşlilerin yaptığı bu nakz-i ahdin karşılığı ancak Mekke'nin zabtı olabileceğini düşündü. Kureyşliler bu ihanetten korkarak andı yenilemek ve müddetini uzatmak için Ebu Süfyan'ı Medine'ye gönderdiler. Medineye giden Ebu Süfyan, Peygamberi görmek için kendi kızı ve Peygamberimizin eşi olan Ümmü habibe'nin evine gitmiş ve yanına girince Peygamberin yata­na oturmak istemiştir. Ebu Süfyan'ın kızı yatağı katlamıştır, übu Süfyan, yatağı mı benden, yoksa beni mi yataktan esir­gedin deyince, kızı: «O peygamberin yatağıdır. Sen ise murdar putperestsin, üzerine oturduğunu istemem» demiştir. Ebu süfyan benden sana kötülük geldi deyip evden çıkmış, Pey­gamberin yanına gelmiştir. Resul-i Ekrem nezdinde andı ve andın uzatılmasını konuşmuş hiç cevap alamamıştır. Ondan sonra Ebubekir'le konuşmuş ondan da mukabele görmemiştir. Hattâb oğlu Ömer'e gitmiş sert ve kötü karşılanmıştır. Ömer; Allahın Resulünü sizin için mi ikna edeyim? VAllahi ben bir toz zerresi olsam yine onunla birlikte sava şırım» dedi. Ebu Süfyan Ebu Talib oğlu Alinin yanında Fatma olduğu sırada yan­larına girdi ve sebeb-i ziyaretini anlattı ve Resul-i Ekrem nezdinde tavassutta bulunulmasını istedi. Ebu Talib oğlu Ali su cevabı verdi: «Peygamberin yapmak istediği şeyi ifadan onu menedecek kimse bulunamayacağını, güzellikle anlattı. Ebu Süfyan, Fatmaya oğlu Hasan'ın insanları himayesini söyledi. Fatma da: Allahın Resulüne karşı hiç kimseyi himaye edeme­yeceğini söyleyince çok müteessir olan Ebu Süfyan Kureyşlilere dönerek Medine'de karşılaştığı muameleyi anlattı.

Resulullaha gelince: Hemen davranarak halk ın hazırlan­masını emretmiştir ve Mekke'ye gitmiştir. Maksadı Kureyşlilere ani bir baskın yaparak onlara müdafaa fırsatı vermeden ve kan dökülmeden teslim olmalarını temin etmekti. Müslüman ordusu Medine'den Mekke'ye doğru hareket etmiş ve Mekke'­ye yirmi kilometre mesafede konaklamış, ordunun mevcudu on bini bulmuştur. Kureyşlilere bu orduya dair hiç bir haber gelmemişti. Kureyşliler Hazreti Peygamberin kendileriyle döğüşmek için geleceğini biliyor ve ona karşı koymak için ne ya­pılmak lâzımgeldiğini birbirleriyle münakaşa ediyorlardı. Bu sırada Ebu Süfyan duyulmakta olan tehlikenin derecesini an­lamak için Mekke'den çıkmış yolda, müslüman olan Abbas'a tesadüf etmişti. Abbas Peygamberin kısrağına binmiş aman di­lemeleri için Kureyşlilere gidiyordu. Ebu Süfyan'a seslendi: «Allahın Resulü ordunun içindedir. Eğer zorla Mekke'ye girecek olursa veyl Kureyşlilerin haline!» dedi. Ebu Süfyan bu işin hal çaresi nedir, diye sorunca Abbas onu kısrağının arkasına bindirmiş ve yürümüştür. Hattâb oğlu Ömer'in yaktığı ateşin yanından geçerlerken Ömer, Peygamberin kısrağım görmüş ve Ebu Süfyan'ı tanımıştır. Ömer Ebu Süfyan'ın başını vur­mak istediğinden Abbas ile Ömer arasında sert bir münakaşa olmuştur. Abbas hemen Peygamberin çadırına girerek: Ey Al­lahın Resulü! Ben ona aman verdim dedi. Peygamber de : Ey Abbas onu yanına al, sabah olunca bana getir dedi. Sabah olun­ca Ebu Süfyan getirildi, müslüman oldu. Bu defa Abbas tekrar huzuru Peygamberiye girerek: Ey Allah ın Resulü, Ebu Süfyan Övünmeyi sever. Ona bir şey yap dedi. Peygamber de : «Evet;. Ebu Süfyan'ın evine sığınan ve kendi evinde oturup üzerine kapusunu kapayan ve mescide giren kimseler korkmasınlar» buyurdu. Bunun üzerine dağın Mekke'ye girilecek yerinde, vadinin dar geçidinde Ebu Süfyan'ın alıkonulmasını emretti. Oyle de yapıldı. Oradan geçen askerlerin kuvvet ve heybetle­rini gözleriyle gören Ebu Süfyan Mekke'ye Kureyşlilerin ya­nına döndüğü vakit; sesinin en yüksek perdesiyle şöyle bağır­dı : Ey Kureyşliler! Muhammed, kendisine karşı duramayaca­ğınız bir ordu ile geldi. Ebu Süfyan'ın evine sığınan ve kendi evlerinde kapılarını kapayıp bekleyenler ve mescide girenler için korku yoktur... Bunun üzerine Kureyşliler karşı koymak­tan vaz geçtiler, Peygamber yürüdü ve Mekkeye girdi. Emni­yet tedbirleri aldı. Ordunun dört kısma ayrılmasını, döğüşmemesini ve kan dökmemesini emretti. Mecbur edilmedikçe, zor­lanmadıkça tecavüzde bulunmamalarını ilâve etti. Böylece or­dular Mekkeye girdi. Bunlardan yalnız Halid ibni Velid'in or­dusu biraz mukavemete maruz kaldıysa da onu atlattı, Resulü Ekrem Mekke'nin en yüksek yerinde yere inerek yürüdü ve Kâbeye geldi. Kabe etrafında yedi defa dolaştı. Sonra Talha oğlu Osman çağırdı, Kâbeyi açtırdı ve kapısında durdu. Halk kalabalıklaştı, Resulullah onlara hitab etti ve Cenabı Hakkın Kur'an-ı Keriminde: ?Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir di­şiden yarattık ve sizi soylara kabilelere ayırdık ki birbirinizi tanıyasınız. Allah nezdinde en iyileriniz, Rablerini düşünüp ondan en ziyade çekinip korkanlardır. Muhakkak Allah, alîm ve habîrdir. Bilgisi tükenmez ve ilminden bir şey kaçmaz? ayetini okudu sonra; Ey Kureyşliler size ne yapacağımı sanı­yorsunuz? diye sordu. Onlar da: İyi şeyi yapacaksın, çünkü sen muteber bir kardeşsin ve kardeş oğlusun dediler. Resûl-i Ekrem de: Gidiniz, cümleniz serbestsiniz buyurdu. Bu sözlerle Kureyşlilerin ve Mekkelilerin yaptıkları fenalıklar affedilmiş oldu. Hazretî Peygamber Kâbeye girdi. Duvarlarında melâikelerin ve peygamberlerin resimlerini gördü. Emri üzerine bu resimler bozuldu. Sazdan yap ılmış bir güvercin heykelini eliyle kırarak yere attı, sonra elindeki değnekle bütün putları gös­tererek : «Hakikat olan islâmiyet geldi, boş olan kâfirlik can verdi.» mealindeki âyet-i kerimeyi okuyup putların hepsini al aşağı etti, mukaddes Kâbeyi bunlardan temizledi. Mekke'de onbeş gün kalarak şehrin idare ve intizamını sağladı. Mekke halkına İslâmiyeti izah ederek öğretti. Mekke'nin işgali tamam­lanarak İslâm nurunun yayılmasını gölgeleyen maniler berta­raf edildi. Bu suretle Cenabı Hakkın ümmeti Muhammed'e lâ­yık gördüğü nusrat ve fetih güneş gibi gözlere çarptı.

İmam-el Mücâhidin Hazreti Muahmmed bütün bu neşir ve tamim ve kökleşme işlerinde daima halkı tenvir ve irşada bü­yük kıymet ve ehemmiyet vermişlerdir. Resul-i Ekrem'in bu babta mesaisi hakkında şu misalleri verebiliriz :

Hazreti Halid ibni Velid Yemenlileri hak dinine davet i çin bir müfreze ile gönderilmiş ise, yaradılıştan kumandan olan bu zat, irşad işinde muvaffak olamamış yerine Hazreti Ali gönderilmişti. Hazreti Ali bu vazifede muvaffak olmuştur.

Peygamberimiz eshab ından bu tenvir, irşad ve îslâma da­vet vazifesiyle gönderdiği insanların başında Kur'an-ı Kerimi en iyi bilenler, Bakara gibi en uzun surelerini ezberlemiş olan­lar ve bunları en iyi anlayanlar gönderilirdi.

Bundan ba şka San'a'ya Resul-i Ekrem zevceleri Ümrnü Selemenin biraderi Ebî Ümmiye gönderilmişti.

Hadramut'a Bedir m ücahidlerinden Zeyyad Bin Lebid yine San'a'ya, ilk iman edenlerden Halid Bin Said gönderilmişti.

Dillere destan olan Hatem Tay'in o ğlu Adi bin Hatem Tay kabilesine gönderilmişti.

Âlâ bin Hadrami Bahreyn havalisine gönderilmiştir.

Eshab ı Kiramın meşhur âlimlerinden Ebu Musa el Eş'arî Aden'e gönderilmiştir.

Yine say ılı sahabeden Maaz bin Cebel Cünd'e gönderil­miştir.

Bunlar ın meşhurlarından Cerir bin Abdullah Becelî Zül-kila' Humeyriye gönderilmiştir. Burası bir zamanlar Hümeyri hükümdarlarının merkezi idi. Ahalisi kamilen müslüman ol­muş ve bunu tes'id için dört bin köle azad edilmiştir.

B ütün bu tafsilâttan da anlaşılacağı üzere müslümanlık; büyük Peygamberimizin çizdiği bir program, plân, gayret, ir­şad ve doğruluk sayesinde yıldırım hıziyle yeryüzüne yayıl­mıştır.
24
Mö'te Savasi
Arab yar ımadası haricindeki hükümdarlara gönderilen el­çiler, onlardan aldıkları müsbet ve menfi cevaplarla geri dön­dükten sonra Resulü Ekrem Arabistan haricinde faaliyette bu­lunmak üzere bir ordu hazırlamağa koyuldu, Rumlarla, İranlıların vaziyetlerini ve faaliyetlerini tetkika başladı. Rumların, hudutları, Peygamberin hududuna bitişik idi. Onlardan gizli ha­berler almağa çalışılıyordu. İslâmiyetin yayılışı bütün halk ta­bakalarına sirayet ettiği için, dinin tamimi meselesi Arab hududlarını aşınca geniş çapta yayılacağı muhakkaktı. Alınan haberler ve müşahedeler Islama davetin Şam Ülkesinde daha geniş kabule mazhar olacağını gösteriyordu. Yemen'deki Kisra'nin valisi davete icabet etmiş olduğundan, Şam ülkesine bir ordu şevki düşünüldü. Hicretin yedinci yılının Cemaziyülevvel ayı içinde yâni Hudeybiye musalehasından bir kaç ay sonra en seçkin Müslüman kahramanlarından üç bin mücahid toplana­rak Harisi oğlu Zeyd'in kumandasına verildi. Kendisine bir şey olursa onun yerine Ebu Talibin oğlu Cafer, ona da bir şey ola­cak olursa Revvaha oğlu Abdullah'ın yerine geçeceği tebliğ edildi. Ordu hareket etti. Hudeybiye musalehasından sonra Müslüman olmuş olan Halid ibn-i Velid beraber idi. Resulü Ekrem Medine haricine kadar orduyu takip etti ve kumandan lara; kad ınlarla çocukları ve körleri öldürmemelerini, evleri yıkmamalarını, ağaçları kesmemelerini tenbih etti ve sonra şu duada bulundu :

«Allah sizinle beraber olsun ve sizi muhafaza buyursun. Sağ ve salim bize iade etsin.» Ordu hareket etti. Kumandanlar bu harbin, Resul-i Ekrem'in bizzat bulunduğu harplerde yaptı­ğı gibi bir yıldırım harbi, bir baskın şeklinde olması kararında idiler. Şam ordusunu ansızın basıp mağlûp etmek istiyorlardı. Bu programla ilerleyen ordu Maan'a geldiği vakit Herkl'in Şam kumandanının müslümanlara karşı Arab kabilelerinden yüzbin muharib topladığı gibi bizzat Herkl'in de ayrıca yüzbin muharib ile gelmiş olduğu haber alındı. Bu haber ortalığa kor­ku verdi. Maan'da iki gün kalan ordu, bu büyük kuvvet karşı­sında ne türlü hareket edileceğini düşünmeğe bağladı. Bazıları keyfiyeti peygambere yazıp düşmanın sayısını bildirerek tak­viye kuvvetleri istemeyi, bazıları da bu vaziyete karşı Pey­gamberin talimat ve emirlerini beklemek lâzım olduğu müta­lâasında bulundukları bu sırada Revvaha oğlu Abdullah şöy­le bir hitabda bulundu :

Ey cemaat! Şimdi aradığınız şehidlik payesi önünüzdedir. Biz bugüne kadar harb ettiklerimizle ne adet, ne de kuvvet çokluğuyla değil, ancak Allahın bize ihsan buyurduğu din kuvvetiyle savaştık. Yürüyünüz! İki rahmetten biri... Ya düş­manı mağlûp etmek veyahut şehitlik!...


Bu hitabe m ü'minleri coşturdu. Müsarif köyüne varan ordu orada Rum yığınlarına tesadüf etti. Oradan Möte'ye saparak orada konakladılar. Orada rnüslümanlarla Rumlar arasında en korkunç ve en müthiş kanlı bir harb başladı. Sanki ölüm kor­kunç ağzını açmış, insanları yutuyor gibi idi. ölüm ve şehid­lik arayan üç bin imanlı müslüman ordusunu kamilen imhaya azmetmiş yüzbin veyahut iki yüzbin kişilik bir düşman ordu­su olanca hıncı ve güciyle savaşıyordu. Böylece iki taraf ara­sında müdhiş bir harb başlayınca Zeyd, Peygamberin sancağını alarak düşmanın ortalarına doğru atıldı. Ölümle karşı karşıya idi ve onu müşahhas bir şekilde karsısında görüyor gibi idi. Korkmuyordu, çünkü şehitlik arıyor ve bunun için akla sığma­yacak bir kahramanlıkla düşman mızrakları kendisini parçalayıncaya kadar harb etti. Sancağı Ebu Talib oğlu Cafer aldı. Henüz otuz üç yaşında yakışıklı bir genç idi. O da Ölümü arar gibi döğüşürken etrafı düşman tarafından çevrildi. Atının ayakları kesilmişti, yaya olarak yalın kılınç düşmanın ortası­na atıldı. Rumlardan biri bu kahramanın üstüne atılarak vücu­dunu ikiye bölerek onu şehit etti. Sancağı Revvaha oğlu Ab­dullah aldı ve ileriledi. At üstünde idi. O da düşmanın üzerine saldırdı ve döğüşerek öldü. Sancağı Erkanı oğlu Sabit alarak : Müslümanlar içinizden birini seçiniz. Diye bağırdı. Velid oğlu Halid seçildi. Halid sancağı aldı. Müslüman saflarını dolaştı, onları sıklaştırdı ve gece karanlığı basıncaya kadar ordusunu oyaladı. Geceleyin Halid. düşmanın sayıca üstünlüğünü ve kendi ordusunun azlığını görerek muntazam bir ric'at plânı hazırladı. Bu program gereğince ordu mevcudundan az bir kısmım cephe gerisine dağıttı. Sabah olunca sanki Peygamber­den kendilerine imdat kuvveti gelmiş gibi düşmanları aldata­cak bir yaygara ve gürültü koparmalarını onlara tenbih etti, böyle de yaptılar, düşman bundan ürktü ve taarruzdan çekindi ve hattâ Halid'in mukabil taarruza geçmediğine sevindi. Çok geçmeden Halid'in yaptığı program mucibince müslüman or­dusu cepheden çekilerek Medine'ye döndü. Böylece ne galip ve ne de mağlûp olmuş fakat kendilerine kat kat faik kuvvetler "karsısında müslümanlar büyük kahramanlıklar göstermişler­dir.

Bu gazan ın kahraman kumandan ve askerleri kendilerini -ölümün kucağına attıklarını biliyorlardı, fakat hiç bir şeye bakmadan İslâm şerefi ve imanı kudretiyle cenk meydanına girdiler, erkekçe döğüştüler ve şehid oldular, islâm dini bunu böyle emrediyordu. Çünkü Allah yolunda mücadele, mü'minler için en büyük kazanç ve şereftir. Kur'an-ı bakîmde Cenabı Hak şöyle buyuruyor :

?Allah müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığı cen­net olmak üzere satın almıştır ki, öldürürler ve öldürülürler. Bu kar şılık kendilerine Tevrat, incil ve Kur'an'da tasdik edil­miştir. Allahdan daha ziyade sözünde duran kimse bulunabilir mi? Müjdeler olsun sizlere ki alış verişinizde büyük kurtuluş ve kazanç vardır.?

i şte bu kahramanlar, bu iman sahipleri bunun için ölümü göre göre ,bile bile istihkar etmişler ve döğüşmüşlerdir. Bu se­beple müslümanlar karşılarındaki düşmanın adetçe üstünlüğü­nü hesaba katmaz ve Allahın nusratına güvenerek cenk ederler.

îmam-el mücâhidin Peygamberimiz hudud komşusu olan Rumların kuvvetini biliyor ve üzerlerine bir ordu gönderme tehlikesini elbette takdir ediyordu. Fakat müslümanların böyle madde üstünlüklerine kıymet vermediklerini de etrafa göstermek siyasî bir zaruretti. Nitekim son hareket Rumların gö­zünü yıldırmış müslümanlığın kuvvet ve cesaretini etrafa gös­termişti...
25
İSLAM-GENEL / Ynt: Nefslerin Temizliği ( Müzekkin Nüfus )
« Son İleti Gönderen: Togika 11 Kasım 2024, 00:59:22 »
Bu dünyadan gelen gider. Sen bu fani dünyada kalan var mı zannedersin? Böyle sananlar kendileri kaptılar koyuverdiler. Ölümü hiç düşünmediler. Gidenler sana ibret olarak yetmez mi? Bir gün gelir bu geniş dünya sana dar olur. Bu dünyayı uzun sanırlar, aslında kısadır. Oğul-kız, annesini-babasını ölüm derdinden kurtarmaya çare bulamazlar. Seni sevenlerin hepsinden ayrılırsın. Beş on gün sonra hepsi de seni unuturlar. Sen defnedildikten sonra gelirler mal için çekişirler. Sen de kara toprak altında çekişirsin. Akıllı ve uslu kişi o kimsedir ki; bu dünyada iken bunları görür, düşünür ve bugünlere kendini hazırlar. Kendi kendini öğütler. Kişiye ölümden daha güzel nasihat yokmuş. ( Vaiz olarak ölüm yeter de artar bile. )
Efendimiz (sav)'in bir oğlu vardı. Adı İbrahim... On dört - on altı aylık idi, vefat etti. Soyup yıkadılar, kefenlediler. Namazını kılıp kabrine koydular. O saatte iki melek ki adları Münker ve Nekirdir hemen geldiler, suâl edip sordular ki:
-Senin Rabbin kimdir ? Peygamberin kimdir?
O âli şan cevap verip dedi ki:
- Rabbim Allah (cc) dedikten sonra Peygamberim babamdır, demeye utandı. Zira Efendimiz (sav) kabrin üstünde durmakta ve olup bitenlere âşinâ olmakta idi. Her şey Efendimize malûm oldu. Mûbarek gözleri yaşla doldu ve buyurdu ki:
- Yâ oğul! De ki: Rabbim Allah'tır (cc) Peygamberim âhir zaman Peygamberi Muhammed Mustafa'dır (sav) Ki aynı zamanda babamdır.>> ( Bir kavle göre çocuklara dahi kabir suâli vardır. )
Ey azizim! Efendimiz (sav)'in ma'sûm-u pâkine Münker ve Nekir gelip suâl sorduklarına göre, acaba seni ve beni bırakırlar mı? Halin ne olacak ? Başına gelecekleri düşünüp hiç mi gam yemezsin?
26
İSLAM-GENEL / Ynt: Nefslerin Temizliği ( Müzekkin Nüfus )
« Son İleti Gönderen: Togika 08 Kasım 2024, 18:03:39 »
BEYT
Çün gitti yarın,yoldaşın, bil ki gidersin sen dahi
Onu ki terk etti bular, terk edersin sen dahi.
 Bu çarh elinde nicesi ağular tattılar bular
 Kaçan ki peymânen şek yok tadarsın sen dahi.
Sermayeyi verme yele, bir faide getir ele
Bir göç ki var Azrâil'e (as) bir gün edersin sen dahi.
 Ey gafil, ey miskin! Uyan gafletten bak uyan
 Yağmaya vardı can u ten, nefsini güdersin sen dahi.
Bâtıl yola günden güne cüst oldun sen dahi ( cüst: tâlib )
Ayağını Hak (cc) yoluna süst edersin sen dahi (süst: gevşek )
 Dünya benimdir diyeni, gözünle gördün sen ani
 Ne etti ettirdiğin verip ne edersin sen dahi.
Eşref! Dürüş getir şeref, yeter ömrün geçer telef
Yoksa bir gün huri harf nâgâh görürsün sen dahi.

27
İSLAM-GENEL / Ynt: Suzi libermanın Hatıra Defteri
« Son İleti Gönderen: ihvan23@hotmail.com 08 Kasım 2024, 11:55:48 »
Israil'in fedakâr kizlari!
22 Şubat 1912

Şu, hayaliyle gençliğimizi doldurduğumuz, ruhlarımızla yaşattığımız Karmel Bağları, ta uzaklardan bize kucak açmış, bizi bağrına basacak gibi olanca azamet ve heybetiyle karşı­mıza dikildi. Bir çok hikâyelerini ve efsanelerini dinlediğimiz Karmel... Yeruşalemî, Akdeniz'in mavi sularından kıskanı­yor ve goyimlerin nazarlarından saklıyor gibi deryalara per­de çekmiş yüce dağlar!.. Gemi süratie Hayfa limanına yakla­şıyor. Saat tam on iki... Hayfa limanındayız.

Gemi uzakta demir attı. Bize daha evvel Hayfa'ya çıkaca­ğımızı söylemişlerdi. Gemi içinde bir hareket yok. Karantina memuru geldi, gitti. Vapurda hafif dedikodular başladı. Türkler bizi karaya çıkarmayacaklar. Yaşlılar ve aklı erenler diyor ki:

"? Ne münasebet; şimdi artık yahudi düşmanı Sultan Abdülhamid idare başında değil... Uniyyon'e Progre (İttihat ve Terakki demek) partisi iş başında. Onlar bize söz vermiş­ler. Böyle kara düşüncelere kapılmağa lüzum yok."

Saat üçte, Vapura Hayfa hahamı riyasetinde bir heyet gel­di, bizi selâmladılar ve hepimize hediyeler getirdiler. Bol yi­yecek de verdiler. Hayfa hahamı, gizlemeğe muktedir olma­dığı bir heyecanla ve yüksek bir sesle şunları söyledi:

Arz-ı Mev'ud'a hoş geldiniz! Atalar diyarındasınız. Birgün buraları yine Davidin ve Salamonun göz kamaştırıcı ihtişamına kavuşacaktır. Sizler bu büyük idealimizin müj­decileri ve öncülerisiniz. Yahova yardımcınız olsun!"

Sevinçten ağlayanlar, bayılanlar, vecd ve heyecan içinde kendinden geçenler!.. Ve derin bir ölüm sükûtu!.. Akşam na­sıl oldu bilmiyoruz. Sahiller dindaş ve ırkdaşlarımızla dolu!.. Akşam sekizde gemi demir aldı, ağır ağır cenuba doğru sü­zülmeğe başladı. Kıyılardan çılgın sesler geliyor. Bir müddet sonra yine karanlıklara gömüldük. Herkes güvertede. Gece geç vakitlere kadar vapurun muttarid sesi ve denizin hafif dalgalı hışırtıları.

Şafak sökerken Yafa uzaktan, sislere bürünmüş, duvağını açmak istemeyen nazlı bir gelin gibi yarı süzgün didarını göstermeğe başladı. Tam saat ikide liman önündeyiz. Yafa oldukça büyük bir şehir!.. Kayıkçıları insanı hayrete düşüre­cek kadar mesleklerinde maharet sahibi. Evvelâ ihtiyarlar ve çocuklar kayıklara bindirildi ve sonra biz karaya çıktık. Yafa hahamı, yahudî cemaati ve Türk hükümetinin bir mümessili, bizi karşılıyorlar. Yafa sanki bir mahşer yerine dönmüştü. Programlardan, goyimlerden uzakta İsraii'n topraklarında, Arz-ı Mev'ud'dayız. Yerlere kapanıp toprağı öpenler, birbir­lerinin boyunlarına sarılıp öpüşenler, ağlaşanlar, sevinçten çılgına dönmüş insanlar.

Acaba biz, hakikaten büyük İsrail Devleti'nin öncülerimiyiz? Bunu düşünmek bile insanın aklını başından almağa kâfi!.. Kendimizi kaybetmiş, âdeta uyur gezer insanlar gibi­yiz. Kaba ve mutaassıb kendini beğenmiş Polonyalılarda, kaatil Ruslar'dan şimdi artık uzaklardayız. Kendi topraklarımızdayız. David'in yaşadığı, Salamon'un saltanat sürdüğü diyardayız. Demek ki; rüyalarımız hakikat oluyor. Hepimiz karaya çıktığımız vakit, bizi Rocildler'imizin vekili Vavzman karşıladı. Cümlemize:

"? Hoş geldiniz!.." dedi ve Almanca olarak şunları ilâve etti:

"? Artık kendi evinizdesiniz. Irkımıza mahsus bir çalış­kanlıkla buraları imar edip cennete çevireceksiniz. Size her türlü yardım yapılacaktır. Buraları ecdadımıza lâyık bir üm­ran ve medeniyete kavuşacaktır!"

* * *

Sıra sıra dizilmiş arabalar. Bizden evvel yerleşmiş yahudi köylülülerinin tekmil vasıtaları şehrin kenarında bizleri bek­liyordu. Daha evvelden hazırlanmış bir listeye göre arabala­ra yerleştirildik. Bir ilkçağ kervanı gibi yola düzüldük. Led'den geçerek geceyi yirmi kilometre kadar Yafa'dan uzakta. Ramla Kasabası'nda geçirdik. Burada o gece için ki­ralanmış odalar ve çadırlarda sabahı ettik. Gece güzel ye­mekler ve erken saatlerde yollara çıktık. Bize tahsis edilen Hudeyra Mevkiine gidiyoruz.[4] Burası gayet tatlı manzarası olan yeşilliklerle çevrilir bir yer...

Bu araziyi Roçild Araplar'dan satın almış. Bir ilkçağ ker­vanı gibi, neş ve saadet içinde köye geldiğimiz vakit, bir za­manlar bu mukaddes topraklardan Bâbil'e sürülmüş masum İsrail oğulları sanki bir ba'sü badelmevt'e mazhar olarak ka­file halinde geri dönmüş gibi idik.

Roçild'in vekili Kudüs baş hahamı ve etraftan gelmiş bir çok ırkdaşlarımızın hazır bulunduğu bir törenle köyümüzün temellerini attık, dualar ettik, sevinç göz yaşları döktük. Bu göz yaşları, sanki Yeruşalem'deki ağlama duvarlarında asır­larca gözlerden boşanan matem nehirlerinin makûs ve mes'ud bir tecellisi idi. Çoluk, çocuk, genç, ihtiyar hepimiz göz yaşları döküyor ve saadetten çılgına dönmüş bulunuyor­duk. Roçild'in vekili Almanca olarak bize şu nutku çekti:

"İsrail oğullarının kahraman öncüleri!.. Aziz dindaşla­rım ve ırkdaşlarım!.."

Asırlar boyu, Yahudi olmayan milletlerin zulüm ve iş­kenceleri altında ezilmiş ve çok ıstırab çekmiş olan milleti­miz, gayesine ağır fakat kat'î adımlarla ilerliyor ve yaklaşı­yor. Uğrunda üç bin seneden beri inatla savaştığımız mu­kaddes gayeye varmak üzere olduğumuza inanınız. Sizler, buraya Salamon ve David saltanatının yeniden ihyası için geldiniz. Dünya'nın dört bucağında bulunan ırkdaşlarımız da yakında hep burada toplanacak, hayallerimiz hakikat olacak ve David'in şanlı bayrağı, bu bize adanmış toprak­larda tekrar dalgalanacaktır.

Sîze kat'îyet ve emniyetle temin ederim kî ırkımız ve milletimiz en geç bîr çeyrek asır içinde bu toprakların, bu ülkenin, hatta hatta Nil'den Fırat'a kadar uzanan büyük İs­rail Devletinin şanlı, şerefli sahibi olacaktır.

Irkımız; Allah'ın mümtaz millet olarak yarattığı kavmi­mizi, hâiz olduğu üstün zekâ ve kıymetli vasıflar sayesin­de gayesine çabuk ulaşacaktır.

Siz, burada, bu köyde büyük ve müstakbel İsrail Devleti'nin temellerini atıyorsunuz. Bu temellerin çok kuvvetli olması ve bu temeller üzerinde güçlü ve azametli İsrail Devleti'nin, çabuk kurulması için elinizden gelen gayreti esirgemeyeceğinize eminim. Sizler burada birleşip kök tutuncaya kadar, bizler ve yeryüzündeki ittihadımız ve teşkilâtımız elinden gelen her türlü yardımı yapacaktır.

Gece, gündüz çalışınız, ekiniz, biçiniz, iktisat ediniz, zengin olunuz, vazifesinizi yapınız. Gün yaklaşıyor, ufuk­lar ışıldıyor ortalık aydınlanıyor. Yarın kopacak büyük bir fırtına[5] goyimleri yere serecek, bitap düşürecek ve o zaman hiç kimse, hiç bir kuvvet bizi yolumuzdan alıkoyamayacaktır. Buna inanınız, azminize güveniniz ve bu hedefe sağlam ve cesur adımlarla ilerleyiniz. Muhakkak muzaffer olacaksınız, mutlaka muzaffer olacağız!"

Göz yaşları ve ihtiyarların feryatları arasında dinlediği­miz bu hitabe bize, sanki Salamon'un muhteşem mabedinde akisler yaratıyor, hissini vermekte idi. Varşova ve Karakovi'den, bu mukaddes topraklara gelmek ve burada asırlarca milletimizin gönlünde yaşattığı bir mefkureyi gerçekleştir­mek ve Dünya tarihinde bu muhteşem davanın öncüleri ol­mak ne büyük şerefti bize!.

Artık Viladimir'in mağrur aşkı, goyim asilzadelerinin al­çak tahakkümü yerine, İsrail'in hükmü yürüyecek, İsrail'in sesi duyulacak! Bütün mîlletler yere serilecek, onların dört ele sarıldıkları ahlâk kanunları paçavralaşacak, kitapları yır­tılıp çöp sepetine atılacak. Bize "Pis Yahudi" diyenleri, biz öyle kirleteceğiz ki; öyle pisleteceğiz ki, onlar kendilerinden tiksinecek, kendilerinden iğrenecekler... Polonyalı mağrur asilzadeleri, Rus zadeganı uşak gibi, köpekler gibi, esir gibi karşımızda el pençe görmek ne büyük zevk, ne tatlı bîr ha­yal...

Pogromlar diyarı Rusya yıkılacak, onun imparatorundan, prenslerine, beyzadelerine kadar bütün asillerin dilendiğini göreceğiz. Evet bizi bu mefkure ile yetiştirdiler ve bu gaye için buralara getirdiler. Getirdiklerine pişman olmayacaklar, onların, büyüklerimizin yüzlerini kara etmeyeceğiz.

Bütün Mart ayı gece gündüz faaliyette geçti. Çadırlardan yeni evlerimize taşınıyoruz. Hemşehrimiz olan mimar Sar, Câuna'dan ve Yeruşâlemden gelen mühendisler ve kadınlı erkekli, geceli gündüzlü çalışmamız sayesinde şimdi şirin, zarif, lâtif bir köy ve mes'ud bir yuvanın sahibiyiz. Varşova ve rutubetli evleri yerine şimdi aydınlık, güneşli ve müstakil bir evimiz var. Polonya'da, mağrur goyimlere on paralık mal sarmak için loş ve tozlu dükkânlar yerine şimdi kır çeçekleriyle bezenmiş, kuş sesleriyle tatlılaşmış, hür ve serazâd bağ­larımız, bahçelerimiz, tarlalarımız var.

Bağ yetiştirmek İçin asma fidanları ve ziraat memurları göndermişler. Ayrıca bize badem ağacı fidanları da verdiler. Roçild'in Bankası, gelecek senelerin üzüm ve badem mahsul­lerine mahsuben bize faizsiz para ve avans verdi. Elimiz pa­ra, gözümüz saadet gördü, şevkimiz, gayretimiz cesaretimiz arttı. Mazi ne çabuk unutuluyor. Şimdi artık biz; dünün ka­ranlık ve acı günlerini değil, yarının vaadler dolu, saadet do­lu günlerini düşünüyoruz. Kalbimiz, ruhumuz, benliğimiz bu heyecanın ateşiyle sarılı. Kimbilİr, belki birgün, belki pek yakında burada barbar Türk'ün bayrağı inecek, yerine bizim; David'in bayrağı dalgalanacak. Asırlarca bu mukaddes yer­lerde, Arz-ı Mev'ud'da haksız yere hüküm süren vahşi Türk saltanatı yıkılacak ve kızıl sultanların evlâtları buralardan kovulacaktır!

Yerusâlem Mâbedi'nin göz yaşlarımızdan silinmiş duvar­ları, Dünya milletlerinin tek kıblesi olacak, büyük Salamon mâ'bedine temel olacak.

Şimdi herbirimizin ruhunda bu hayal yaşıyor. Hepimizin kalbi ve gönlü ümit ve emniyetle dolu... biz bugüne ulaşmak için az mı fedakârlık ettik. En geç on sene içinde tarumar ola­cağını göreceğimiz Çar Rusyası'nda az mı ırkdaşlarımız Pog-romların, katliamların pençesinde can verdi. Yığın, yığın Yahudi cesetleri, yarının büyük İsrail Devleti'nin, yerinden kalkmaz, kımıldanmaz birer temel taşı oluyor. Bir zamanlar Türk Sultanı, kızıl padişahın soydaşlarımızı bu topraklara ayak basmaktan meneden fermanlarım biz şimdi paçavra gi­bi yırtıp kâğıt sepetlerine atmadık mı?! O'nun tahtını, tacını başına geçirmedik mi? Bizim kinimiz, bizim imanımız önün­de Yeryüzünde hangi kuvvet karşı durabilir? Şimdi, Polonyada'ki şu tarih hocamızı bir düşünüyorum. O bizi ne kadar hakir, ne kadar âciz, ne kadar zayıf görüyordu. Kimbilir bel­ki bütün bu haller bizi gayemize yaklaştıran, irade bütün bu haller bizi gayemize yaklaştıran, irade ve azmimizi kamçıla­yan birer âmil olmuştur da...

* * *

Şimdi aradan bir sene geçmiş bulunuyor. Başardığımız esere bakarak kendimizi David zamanından beri burada yaşıyoruz zannediyorum. Bu kısa zaman içinde ne büyük iş­ler başardık. Tenbel ve miskin Araplar'ın çöl halinde, yaradıldığı gibi vahşi ve iptidaî bıraktığı bu yerler şimdi İsrail oğullarının azimlerini ve gayretleri sayesnide cennete dön­müş gibi mâmur bir hale geldi. Köyün bütün genç kızları bu yabani dağları bağ haline getirdik. Bağlarımızı çapalamaktan, zamanında filiz almaktan; ne büyük zevk duyuyoruz. Badem bahçelerimiz gelişiyor. Geçen gün koy kahvesinde Viyanalı bir ziraat mühendisi bağları ve badem bahçelerini gezerek İslahı için lâzım gelen bilgileri öğretti bize...

Babam Varşova'da ve Karakoy'de alıştığı rahat işe zaman zaman hasret çekiyor. O; budala goyları aldatarak, onların kıymetli eşyalarını yok bahasına satın alıp hakiki değerine satmak ona kolay ve tatlı geliyordu. Şimdi tarlada çalışmak O'na zor geliyor. Fakat, gözümü kapayıp kafamda maziyi canlandırmak istediğim günler, âdeta kâbus altında ezilmiş gibi oluyorum. O karanlık, rutubetli, tozlu, küflü dükkân!..

En devamlı müşterilerimizin bile bize tiksinerek, nefretle ba­kışları, mektepte, en ufak bahanelerle:

?? Pis yahudi!. Çıfıt!., iğneli fıçı kaatilleri... Gibi bitmez tükenmez hakaretler... Bunların neresine ve hangisine hasret çekilir... Bunlar aranılır şeyler mi?..

Bu satırları yazarken babam başımın ucunda dikildi. Onun bana her yaklaşımı ruhumda menfi ihtizazlar meyda­na getiriyor, neden acaba?.. Evet; bu da mazide geçen bir kâbus idi. Şimdi bana, keskin bir ifade ile ihtar ediyor:

?? Bırak şu pis hâtıraları. Onlar çok geride kaldı. Kor­kunç bir rüya idi o günler!.. Uzun ve kasvetli gecelerdi. Sa­bah oldu, Güneş doğdu, ruhlarımız aydınlandı, vücutlarımız ısındı, ufuklar genişledi. Şimdi o karanlıklara değil, ışıklara güneşe ve önümüzde hududsuz acıtan istikbale bak Suzi! Bugün köyün bütün genç kızları Yafa'ya gideceksiniz."

?? Orada ne işimiz var baba?"

"? Orada size yarını ve yarınki vazifelerinizi anlatacak­lar. Annen de beraber gelecek. Ben de iki gün için Jerusalem'e gideceğim."

?? Orada ne yapacaksın baba?"

?? ................................"

Ve odadan çıkıp gitti.

Dilijans köyümüzün genç kızlarını doldurdu. Yafaya doğ­ru gidiyoruz. Ne güzel kırlar, ne güzel manzaralar, ne tatlı arazi. Neşe içinde, şarkılar söyleyerek yol alıyoruz. Zaman akıp gidiyor. Bizim gibi yeni kurulmuş bir Yahudi köyünden geçtik, biraz evvel başka bir dilijans oranın genç kız ve ka­dınlarını alıp Yafa istikametinde ayrılmış. Öyle vaktini epey geçmişti büyük bîr çiftliğe geldik bu; Roçild'in ve Alyans İsraelit Üniversel'in parasiyle kurulmuş cidden asri bir çiftlîkti. Muntazam ve geniş bir binası var. Bizi karşıladılar ve san­ki birbirimizi çok evvelden tanıyormuşuz gibi kucaklaştık, konuştuk ve seviştik. İşte bu, bir yahudi tesânüdüdür: Solidarite Juİf... Bahçede kurulmuş sıra sıra masalarda bize çok lezzetli yemekler ikram edildi. Bunların hepsi çiftlik mahsûlü, Tavuk, sebze ve meyve, hattâ ekmek bile çiftlikte yapılıyormuş. Hepimize bol Rişon le Zion şarabı ikram etti­ler. Biz yemeğe oturduğumuz zaman, bizden evvel gelen Ya­hudi köylüleri Yafa istikametinde yola çıkmışlardı. Yemek­ten sonra biraz istirahat ettik ve yola düzüldük. Ayrılırken bu çiftliğin müdürü Zebulun bizi selâmetlerken şunları söy­ledi:

?? David saltanatının kurulacağı yere gidiyorsunuz. Sizler müjde melekleri gibi orada lâzımgelen dersi alacak ve size gösterilen yolda yürüyeceksiniz. Bu yol bazen di­kenli de olabilir. Onları çiğneyip geçeceksiniz, yolun niha­yetinde, binlerce senedir hasretini çektiğimiz mes'ud bir hayat var, sizi bekliyor, bizleri bekliyor, İsrail oğullarını bekliyor."[6]

Bu ateşin hitabenin tesiriyle hızla ilerliyoruz ve kısa za­manda kendimizi Yafa'da bulduk. Zengin bir ırkdaşımızın evinde toplandık. Orada bulunan insanlar içinde Varşo­va'dan, Karakoy'dan tanıdığım âşinâlar çıktı. Fakat artık bu, bir fevkalâdelik teşkil etmiyor. Biz, hepimiz uzun ve mesud bir seyahate çıkmış, muhteşem bir transtlantik yolcularına benziyoruz. Cümlemiz aynı gemi içinde, cümlemiz aynı yo­lun yokuşuyuz. Akla gelebilecek bir tek şey, geminin bir ka­zaya uğraması ihtimalidir. Hayır, hayır bu olmayacak, asla! Yehova bizim koruyucumuz, bizim rehberimizdir. Odadan muhterem bir ihtiyar içeri girdi. Şimdi hep bir ağızdan ve ayakta hem onu karşılıyor, hem de şunu okuyoruz.

Rabba terennüm edeceğim, çünkü gayetle yükseldi
Atı ve atlısını denize attı.
Rab kuvvetim ve mezmurumdur;
O bana kurtuluş oldu;
O benim Allahımdır, ve ona hamdedeceğim
Babamın Allah'ı, ve onu yükselteceğim.
Rab cenk eridir,
İsmi Yehova'dır.
Firavıın'un cenk arabaları ve ordusunu denize attı.
Ve seçme araba cenkçileri kızıl denizde battılar.
Enginler onları örtüyor;
Taş gibi derinliklere indiler.
Senin sağ elin, Yarab, kudrette celildir.
Senin sağ elin, Yarab, düşmanı ezer.
Ve sana karşı ayaklananları, azametinin çokluğunda yıkarsın;
Gazabını gönderirsin, onlun muz gibi yer.
Ve öfkenin soluğu ile sular yığıldılar,
Akıntılar yığın gibi durdular.
Düşman dedi:
Kovalayıp yetişeceğim, çapulu bölüşeceğim;
Onlardan canım doyacak;
Kılıncımı çekeceğim, elim onları helak edecek.
Yelinle üfürdün, deniz onlun örttü;
Büyük sularda kurşun gibi battılar...
ilâhlar arasında senin gibi kim vardır, Yarab?
Kudsiyette celil, senalarda heybetli,
Harikalar yapan, senin gibi kim vardır?
Sağ elini uzattın,
Yer onları yuttu.
Kurtardığım kavme inayetinle rehber oldun;
Mukaddes meskenine kudretinle onlara yolu gösterdin.
Kavimler işittiler, titrediler;
Filistin'de oturanları ağrı tut.
O zaman Edomun emirleri korktular;
Moabın yiğitleri titreme aldı;
Kenan'da oturanların hepsi titrediler
Onların üzerine korku ve dehşet düştü;
Senin kavmin geçinceye kadar, Yarab.
Edindiğin bu kavm geçinceye kadar,
Senin buzunun büyüklüğü ile taş gibi hareketsiz oldular.
Onları içeri getireceksin, ve mirasın dağında,
Yarab kendi oturmam için yaptığım yerde
Yarab, ellerinin sabit kıldığı
Makdiste onları dikeceksin!..

Hepimiz ayakta, büyük bir vecd ve heyecan içinde, titrek sesler, nemli gözlerle okuduğumuz bu ilâhiden sonra Aşer Levi ismindeki muhterem ihtiyar gür ve manâlı sesiyle bize hitap etti:

"İsrail'in fedakâr kızları!

Ecdadımızın yıllarca sefalet ve ızdırap içinde kıvrandık­ları Sina Çölü'nün eşiğinde Ba's-übâ'del mevt sırrına ulaş­manın arefesinde sizleri, herbirinizi birer kurtarıcı melek gi­bi karşımda görüyorum. Dikkatle bakınız, farkedeceksiniz; koyu ve zifiri karanlıklar dağılıyor. Güneş Sahyun Dağları'nın arkasından bizlere didarını göstermek için hazırlanı­yor. O, gün yakındır. Hürriyet ve İstiklâl günü!.. Alah'ın mümtaz milleti olarak yarattığı ve sonra bizleri imtihan et­mek için asırlar boyu işkenceden işkenceye, sefaletten sefalete sürüklediği kavmimiz çilesini doldurmuş, imtihanını vermiş ve bütün miletlerin efendisi olmak hakkını kazan­mıştır. İktidar ve kudret elimize geçecektir. O zaman bütün bâtıl dinler lağvedilecek, bütün mâbedler yıkılacaktır, yer­yüzünde yaşayan bütün insan sürüleri, tekmil milletlerin mabedi olacak olan İsrail Kâbesi'ne yüzlerini dönerek hür­met ve tazimle yerlere kadar eğileceklerdir. O gün geliyor. Siz o günün, o mukaddes günün habercileri, müjdecilerisi­niz. Kendinizi küçümsemeyini z, varlığınızı asla küçük gör­meyiniz. Göklerin manevî gürültüsüne kulak verin; Yehova sizlere sesleniyor: Yarın buralarda, bu mukadds topraklar­da, bu Arz-ı Mev'ııd'da kıyametler kopacak, Türk ve Arap asırlar boyu bu temiz topraklar kirletmiş olan gasplar, müstevliler hâk ile yeksan olacaklar, onların tahtları, taç­ları sernügûn olacaktır.

Yakında bütün milletlerin birbirlerinin boğazlarına sa­rıldıkları günleri yaşayacak ve göreceksiniz.[7] O zaman herbirinize vazifeler düşecektir.

İsrailin fedakar ve cesur kızları!

O güne hazırlanınız. Gecelerinizi gündüzlere katınız, David saltanatınn temelleri olacak olan bu güzel yerleri imar edip cennete çeviriniz. Yarın ırkdaşlanmz, yeryüzünün her bucağından buralara fevc fevc göç ettikleri zaman hazır ve mamur bir vatan bulsunlar.

Yarın buralarda kopacak fırtınalar Önünüze bir çok fır­satlar serecektir. O fırsatlardan istifade etmeğe, sizlere ve­rilecek vazifelere can ve yürekten cesaret ve fedakârlıkla lâyık olmağa çalışınız. Sizlerden büyük fedakârlıkla lâyık olmağa çalışınız. Sizlerden büyük fedakârlıklar istenecek­tir. Bunları seve seve yapacağınıza eminim. Irkdaşlarınıız yıllar yılı, asırlar boyu bu fedakârlığı isbat ettiler. Muhamnıedin dinini yıkacak, ümmetini mahvedecek ve barbar Türklerle, bedevi Araplar, bu ülkeden kovacağız.

Görüyorsunuz ne büyük bir vazifenin, bir kıyametin arefesindeyiz. O gün geldiği vakit bu sözlerimi hatırlayarak cesaretinizi bileyiniz. Bugün yine, biraz evvel terennüm etti­ğiniz ilâhileri okuya okuya, neş'e ve ümit içinde yuvalarını­za dönünüz. Yehova sizinle beraber olsun!"

Bu defa bizi getiren dilijanslara bir kaç araba daha ilâve ederek hepimiz birlikte yollara düzüldük, bütün arabalardan yek avaz ve yek ahenk aynı ilâhiler duyuluyor, seslerimiz se­malar yükseliyordu.

?Yehova sen bizimle berabersin! Yehova sana güveniyoruz. Yehova goyimlerin efendisi olacağımız günler gelsin ar­tık!"

Yollar kısaldı, sanki uçuyoruz. Vücudlarımız arabalar içinde, ruhlarımız o kadar yükseklerde, hayallerimiz o kadar enginlerde ve uzak ufuklardakî, köyümüze ne kadar zaman­da ve nasıl geldiğimizi fark edemedik bile...

Fakat bu gece o kadar uzadı ki; sabah gelmeyecekgibi zannolunur. Uyku gözlerime girmedi. Yarın bize verilecek vazife ne olacaktır acaba! Bütün gece bu istifhamı, bu düğü­mü çözmeğe çalıştım. Elbetteki bizi Gettolardan bu ser'âzâd yerlere kavuşturanların daha büyük gayeleri vardır. Bu yol­da bize de, bana da bîr vazife düşecek olursa hiç şüphesiz onu tekmil kalbimle, aşk ile, seve seve yapacağım. Yaşasın İsrail İmparatorluğu!

* * *

Günler geçiyor. Köyümüzde faaliyet arttı, herkes arı gibi çalışıyor. Böylece hummalı faaliyetler içinde 1914 senesi Ni­sanım bulduk. Biz Polonya'da iken bu mevsim buz gibi so­ğuk olur. Burada ise ortalık yemyeşil, buğdaylar yükselmiş, asma kütükleri canlanmış... Ortalık sıcak, adam akıllı bir yaz mevsimi yaşıyoruz. Badem bahçelerim o şekilde düzenledik ki; manzarası bile insana zevk ve ümit veriyor. Babam geçen akşam inceden inceye hesap ediyordu; şu kadar ağaç, şu ka­dar badem ve şu kadar altun!..

Bugün köyün bütün delikanlıları ve kızları kırlarda çalış­tık. Babam ayrıca civar köylerden iki de işçi tutmuştu.

"? Buna ne lüzum var baba dedik," biz yetmiyormuyuz, kendi topraklarımızda kendimiz çalışır, zevkini biz sürer, hasılatını biz toplarız. Amele parası vermekte mana ne?"

"? Şu köpek gayri yahudileri, beş on para karşılığı eşek gibi çalıştırmanın zevkini bir bilseniz!.."

Mısır ehramlarında on binlerce ırkdaşlarımızın döktüğü alın teri ve harcadığı emekleri bir düşününüz... Bir fellâhın yok bahasına, Güneş altında ve hükmümüz altında çalışma­sını seyretmekteki zevki bir düşününüz. Gün gelecek, mısır ehramlarında döktüğümüz alın terleri seller olup goyimleri boğacak ve bütün beşeriyet bizim pençikli kölemiz gibi çalı­şacaktır. Yüz milyonların emek ve gayretlerimizden hasıl olacak bütün servetler bizim kasalarımıza akacak ve İsrail oğulları bu esirler sürüsünün sırtından ebedî ve hudutsuz bir refah içnide yaşayacaktır. Goyimlerin bütün kazançları, sa'y ve gayretleri, emek ve alın terleri san san altınlar şeklin­de bizim hazinelerimize akacaktır."

Babam sesini birdenbire yükselterek, yüzüne keskin bir ciddiyet vererek sözünü şu cümle ile bitirdi:

"? Kendinizi o günler için yetiştiriniz ve o günlere ha­zırlanınız!"
28
İSLAM-GENEL / Ynt: Suzi libermanın Hatıra Defteri
« Son İleti Gönderen: ihvan23@hotmail.com 08 Kasım 2024, 11:55:39 »
Israil'e Dogru Yolculuk
1 Kânunsâni 1912

Bugün goyimlerin yıl başı. Dün gece ne çılgınca eğlendi­ler. Sokaklar onların naralariyle çınladı. Sanki Senpetersburg'da hiç bir şeyler olmamış gibi!.. Bunu düşündükçe bu kâbustan ebediyen kurtulamıyacağımızdan dolayı sonsuz bir sevinç duyuyor, ümitlere kapılıyor, istikbale emniyetle bakı­yoruz. Onbeş gün sokağa çıkmadık. Babam diyor ki:

"? Artık önünüze kesin ufuklar açılıyor, hür ve serazat yaşayacağız! Böyle havası bozulmuş, kalabalık bir goyim şehrinde değil, ufukları geniş, kalabalık bir goyim şehrinde değil, ufukları geniş, havası bol, hayatı sakin ve yalnız ırkdaşlarımızdan ibaret köyler, kasabacıklarda yaşayacağız.

Bizden evvel, bin zorlukla oralara göç edenlerin şimdi mes'ud bir hayat sürdüklerini ve zengin olduklarım söylü­yorlar... Adanmış topraklar hâlâ barbar Türklerin bayrağı al­tında... Fakat Türkiye'de bir tek yahudinin burnunun kanadığı, şimdiye kadar bir kimsenin hayatiyle oynandığı işidilmemiş. Üstelik Türkler'in son derece müsamehakâr ve iyi insan­lar olduğunu söylüyorlar!"

O halde niçin barbar diyoruz ki bunlara? Pogromun ismi işidilmemiş o diyarda. Öyle olsaydı biz bu yeni maceraya atılır mı idik? Babam; sizin bu işlere aklınız ermez diyor. Ha­kikaten de ermiyor.

20 Kânunsani 1912

Ne müthiş bîr soğuk var. Hazırlıklarımız bitti. Muhacir aileler Romanya'nın Köstence şehrinde toplanacaklarmış. Ya­rın bize tahsis edilen trenle. Karakov'dan hareket edeceğiz. Bu yarın ne kadar uzun geldi bize!.. Gece gözümüzü kırpma­dık. Sabahın erken saatlerinde, bir araba tutan eşyalarımızla istasyona geldik. Üçüncü mevki vagonlara yerleştik ve bu vagonlar içinde gece yarısına kadar oturduk. Cemaat ve avrupalı teşekküller bizi mükemmelen iaşe ettiler. Yahudi bir doktor ve iki de hemşire bizimle geliyor. Gecenin zifiri ka­ranlığı ve vagonların dondurucu soğuğu içinde yol alıyoruz. Polonya topraklarındayız. Fakat şimdiden kendimize İsra­il'in ülkesinde farz ediyoruz.

22 Kânunsanî 1912

Köstence'deyiz. Irkdaşlarımız bizi çok mükemmel karşıla­dılar. Herbirimize çeşitli hediyeler getirdiler. Karadeniz'de müthiş bir fırtına hüküm sürüyormuş. Şubat ortasına kadar bu şehirdeyiz. Yerleştiğimiz misafirhaneye demir karyolalar koymuşlar, yataklarımızı açtık. Yemekler hazır olarak geli­yor, cümlemiz sonsuz neşe içinde yiyoruz. Annem durgun ve düşünceli, babam çılgınca mes'ud!.. Vakitlerimiz muhtelif aile reislerinin nutukları ve parlak vaadleriyle geçiyor. Kom­şumuz Antikacı Mojej Şalaman umûma bir nutuk çekti:

"?İsrail'in Güneşi doğuyor. Asırlarca karabulutlar arkasında kalmış ve ziyasından bizi mahrum etmiş olan Güneş, ufuk­lardan sıyrıldı şimdi kalblerimizi yakıyor ve ziyasını İsrael Devletinin istikbali üzerine döküyor. Asırlar boyu zulüm ve işkence çekmiş olan İsrail oğulları, cihan hükümdarlığının tahtıgâhına doğru yol alıyor. Bu yol şimdiye kadar dikenler ve manialarla dolu idi. Fakat bütün bunlar ümitlerimizi ve cesaretimizi kırmadı. İşte bugün geniş ve mes'ud bir yolun dönemindeyiz- Sevinelim, oynayalım ve gülelim.?

Romanya'nın her tarafından heyetler halinde ırkdaşlarımız akın akın bizi ziyarete geliyor ve bize müstakbel İsrael Devleti'nin Öncüleri, Sayhun Dağı'nın fâtihlerisiniz, diyorlar. Gururumuz kabarıyor.

Zaman zaman arkama, maziye bakıyorum. Viladîmir'in parlak kumral saçları, hâfeli yeşil gözleri ve polenez asilzadelerine mahsus vakur tavrı, sesindeki halâveti hatırla­maktan kendimi alamıyorum. Acaba gideceğimiz yerde bun­dan alâsını bulacakmıyız. Yoksa hakikaten bu yeni ufuk bize herşeyi unutturacak mı? Birbirine zıt hisler, birbirini nakze­den mütalâalar ve çeşitli sinir buhranları içindeyim. Benden başkaları böyle değil. Onlar yeni bir ülkenin fâtihi gibi gurur, neşe ve şevk içindeler.

1 Şubat 1912

Misafirhanede mühim bir hareket göze çarpıyor. Ayın on yedisinde bizi alacak bir vapur Köstence'den Yafa'ya doğru yol alacakmış. Onyedi gün daha burdayız. Babam, annem Bükreş'i gezmeye gittiler. Biz misafirhanede kaldık. Çarşı, pazarda gezmek, sinemaya gitmek için bize Romen parası verdiler. Romanya çok zengin bir memleket. Babam diyor ki;

Burada yarım milyonun üstünde bir ırkdaş topluluğu varmış. Ormancılık ve ziraat Romanyalılar'ın servetlerinin kaynakları imiş. Ne iyi, ne iyi... Bu çam yarması herifler ça­lışsın biz yiyelim. Biz diyorum ama, bizden kimler, onu bil­miyorum. Babamın fukaralık ve zaruretinin ıstırabı içime çöktü. Her halde bunda da aklımızın ermediği bir şey var.

16 Şubat 1912

Yolculuğa hazır ol emri verildi. Bir heyecan dalgası ruhla­rımızı kapladı. Bu gece hiç kimse uyku uyumadı dersem mü­balağa etmiş olmam. Sabah o kadar uzadı; Güneş o kadar nazlı ki!.. Bir türlü doğmak bilmiyor. Ama muhakkak doğa­cak, her gecenin bir sabahı olacak. Hem de şimdi İsrail'in Gü­neşi doğuyor. İsrail'de sabah oluyor. Goyimler kahrolsun! Viladimir sen de kahrol!

17 Şubat 1912

Şafak henüz sökmemişti. Herkes sefere hazır bir vaziyette idi. Eşyalarımız toplanmıştı. Sabah kahvaltısını yaptıktan sonra saat onda da misafirhaneye gelen arabalarla Köstence rıhtımına yanaşmış olan "Nor Doyçer Bremen" vapuruna eşyalarımızı göndermeye başladık. Öğle yemeğini vapurda ye­dik. Alyans İsrailite Üniversel ve Roçildler tarafından vapur biletlerimiz alınmış, iaşemiz temin edilmiş. Hepimiz heyecan içinde idik. Saat üçte Bükreş baş hahamı gemiye geldi ve ge­mide dinî merasim yapıldı. Cümlemiz vecd ve huşu içinde idik. Yeni uruklara, yeni istikbale doğru yola çıkıyorduk. Yarın tarih, doğacak büyük İsrail Devleti'nin, bizi öncüleri diye anacaktır:

Baş haham da bize bir nutuk çekti. Vapuru dolduran in­sanlar, sanki bir anda taş kesilmişti. Aklımda kalan parçalar şu:

"İsrail çocukları!.. Asırlar boyu azab ve ıstırab İçinde yaşa­dınız. O kara günler şimdi yerini mes'ud günlere terkediyor. Güneş doğuyor, ufuklar parlıyor Tevrat'ın bize vaadettiği günler geliyor. Kavmimize adanmış olan topraklara gidiyor­sunuz orada müstakbel devletimizin kökünü teşkil edeceksi­niz. Bu temeller üzerinde devletimiz kurulacaktır. Önünüzde daha aşılacak maniler vardır. Onları da cesaretle ve gayretle aşacaksınız. Yolunuz açık ve istikbaliniz mes'ut olsun."

Rıhtımı Romanya'nın ve hatta Avusturya ve Macaristan'ın her tarafından gelmiş binlerce ırkdaşımız doldurmuştu. On­lar da vecd ve heyecan İçinde idiler.

Saat beşte, geminin acı acı düdüğü öttü ve yavaş yavaş li­mandan süzülmeye başladık. İçlerimizden bir çoğu dualar okuyor, bir çoğu da rıhtımdaki insanları selamlıyordu. Gece gemimiz, Karadeniz'in karanlık sularında sanki gâib olmuş gibi idi. Çok sallanıyoruz. İçimizde deniz görmüş çok az in­san var. Hepimiz perişan bir halde kendimizi yataklarımıza attık.

18 Şubat 1912

Bugünün şafağı söküyor. Tarihî İstanbul Boğazı'na yakla­şıyoruz. Karadeniz'den, Akdeniz'e geçmek üzereyiz. Saat do­kuza doğru karalar gözükmeğe başladı ve saat onda Boğaz'a girmek üzereyiz.

Karantina memurları bizi Boğaz'ın medhalinde karşıladı.

Gemi sarı bir bayrak çekmişti. Şimdi Ruslar'ın Çarıgrat de­dikleri meşhur Konstantînipolos'un tarihi sularındayız. Durmadan geçeceğiz. Gemi şehre yaklaşırken herkes sağ ta­rafa üşüştü. Rabinoviç diyor ki:

"? Şu tepeyi görüyorsunuz. Orası aşılmaz, geçilmez bir kartal yuvası idi. Orası Türk Padişahı Abdülhamîd'in otur­duğu yerdi. Arz Mev'ud'da bize yer ve hak tanımayan, ırkdaşlarımız bu sulardan geçerken onları memleketine kabul etmeyen, mukaddes topraklara gitmemize izin vermeyen müstebid hükümdar. Onu kavmimiz tahtından indirdi, inti­kamımızı aldı.

Tarihî şehri geride bıraktık, Marmara Denizi'nde sefer ediyoruz. Gemimiz erzak ve su almak için ancak iki saat li­manda durdu.

Geceyi Marmara Denizi'nde geçiriyoruz. Hava sâkinleşti. Geç vakit uykuya daldık. Sabah olduğu zaman kendimizi sı­cak denizde bulduk. Gemide yeknasak bir hayat var. İştihamız fevkâlade, yiyip, içip neşe içinde vakit geçiriyoruz.

20 Şubat 1912

Beyrut limamndayız. Arkasını Lübnan dağlarına yaslamış olan bu şehrin uzaktan manzarası çok güzel. Kimseyi şehre çıkarmadılar. Üç saat kadar limanda kaldık ve akşam saat beşte hareketle cenuba doğru yol alıyoruz. Geçtiğimiz sahil­ler çok tatlı. Karanlık basıncaya kadar etrafı seyrettik, yemek yedik ve yattık.

Rüyalarımızda hep büyük devletimizin hayalini, David saltanatım ve Salamon ihtişamının yaldızlı günlerini düşün­dük.

Sanki koskoca bir denizde kaybolmuş gibiyiz. Gökyüzü ile denizden başka bir şey göremiyoruz. İçimizden taşan he­yecan dalgalan, sabırsızlık duvarlarına çarpa, çarpa varlığı­mızı hırpaladı, geceyi zor geçidik ve sabahı dar ettik. Uyku­larımız intizamını kaybetti..
29
İSLAM-GENEL / Ynt: Suzi libermanın Hatıra Defteri
« Son İleti Gönderen: ihvan23@hotmail.com 08 Kasım 2024, 11:54:26 »
Hareketlilik Izleri
12 Eylül 1911

Mektebin bahçesinde Viladimir'le yanyanayız. Gözlerimiz birbiriyle konuşuyor. Onun parlak ve yakıcı gözlerinin ateşi içimi kavuruyor. Gururumu kırdım ve Dünya'ya geldi­ğim günden beri beni tesiri altına alan hislerden sıyrılmak için nefsimi zorladım ve gülümseyerek Viladimir'e sokul­dum:
"? Bu nefretle bakış, bu bizden uzaklaşsın, bu yabancılık neden Viladimir?"
"? Yalnız sana değil, senin ırkına karşı biz böyleyiz. Az şeyler mi işittik hakkınızda?.. Bunlarda ne kadar mübalâğa olsa, yine de bir hakikat vardır içinde.. Polonya'nın felâketi ne sebep sissiniz, insanlığın tümü sizden şikayetçi..."
"? Acaba? Fakat benim şahsen bu olup bitenlerde ne his­sem olabilir ki?.."
"? Suzy! Senin yüzünde hiç de fena insana delâlet eden çizgiler yok. Yok ama ne olsa terbiye aldığın muhitin telâkkileri altındasın. Yüzünde bir masumiyet, bir cazibe ve müthiş sevimlilik var... İnsan zıt tesirler altında kalıyor. Göz­lerimiz başka bir lisan, hislerimiz başka bir lisan, mantıkları­mız başka bir dil konuşuyor...

Teneffüs bitmiş, arkadaşlarımız dershanelere girmişti. Biz ikimiz sanki başka bir âlemden dönüyor gibi şaşkın şaşkın sınıfa girdiğimiz zaman arkadaşlarımız hayretler içinde bize bakıyorlardı. İkimizin de yüzü kızarmış, ikimizin de halinde bir gayri tabiilik göze çarpıyordu.




16 Eylül 1911

Mektepten eve döndüğüm zaman, şimdiye kadar hiç yü­zünü görmediğim bir hahamı baş köşeye kurulmuş olarak buldum. Anam babam bu adamın karşısında iki büklüm bir tazim ve ihtiram heykeli gibi büzülmüşlerdi. Ben de kemal-i hürmetle bir yere iliştim. Uç İnsanın gözü üzerime dikilmişti.

Bu gözlerde öyle korkunç mânalar okunuyordu ki... Hele Hahamın bakışları... Sanki, uğursuzluk canlanmış, bu ada­mın gözlerinde teşahhus etmişti. Bana neler anlattı neler...

?? Şunu bil ki, yahudi olmayan her şahıs bizim düşmanımızdır. Onlarla samimi münasebet kurulmaz. Onlarla alış veriş edilmez. Onlar insan yerine konmaz! Onlar asırlarca milletimize zulüm etmişlerdir. Onlar birer hayvandır. Onla­rın eti, kemiği, ırzı, namusu, malı canı bize mubahtır. Bir yahudinin bir goyim ile dostluğu dinimizin asla afvetmeyeceği büyük günahlardandır.

Ve bunları öyle bir eda, öyle meş'um çatal bir sesle söylü­yordu ki; kendimi âdeta "Moloh" ilâhın huzurunda zannet­tim. Korktum, tüylerim ürperdi. Her şeyi, her şeyi hatta ken­dimi unuttum. O, mektep ve şu koca şehir bana dar gelmeğe başladı. Acaba bu adam, daha doğrusu anam, babam benim Viladîmir'le olan münasebetimi biliyorlar mı? Nereden bilecekler... Düne kadar bu oğlan beni ve milletimi tahkir ediyordu. İlk defa, iki insan gibi birbirimizle konuştuk. Bu da garip bir şey... O gün bende hasıl olan ruh haletini anlamışa benziyordu. Şuna inanıyorum ki, ruhlar âlemi birbiriyle alâkalı bir tasnife tabidir. İnsanlar bu sayede birbirini sevi­yor, bu sayede birbirini anlıyor, ve yahud aksine.

Bütün bu işittiklerim, bu tanımadığım hahamın hakîmâne ve âmîrane sözleri. Peki ama bunlar ne kadar ibtidâî, ne ka­dar vahşi şeyler!.. Biz bu düşüncelerle mi insanlara kendimi­zi sevdireceğiz, ortadan kaldıracağız. Başka bir şey daha var: Acaba onlar çocuklarına milletlerine bizim hakkımızda neler söylüyorlar. Mektepte çocukların bize kaatil yahudi, pis çıfıt demelerinin ilham kaynağı ne olabilir ki?..

Sonra babamın halini düşünüyorum, yatağımın ucunda, insanlıktan çıkmış korkunç haline ne mâna vereyim? Bu da mı Talmut'un emri? Sen bunlardan anlamazsın, sen dinimizin inceliklerine ve sırlarına vakıf değilsin diye birde kendi­sini haklı görmesi... Benim aklım bu muammaları bir türlü kavrayamıyor. Bir şey anlamıyorum, anladığım tek şey ruhu­mun kökünden sarsılmış, maneviyatımın bozulmuş olması­dır, uykuda gezen insanlar gibi, canlı bir cenaze gibi dolaşı­yorum. Bakışlarım,görüşlerim, idrakim değişti. Bambaşka bir insan oldum. Şimdi iki ruhlu bir insan gibiyim. Yoksa; ço­cukluğum, masumiyetim safiyetim ve hattâ aşkım yerini baş­ka bir halet-i ruhiyeye mi devretti. Şimdi ben eskisinden bambaşka bir insan, bir şahsiyet oldum.

Artık Viladimir'i de gözüm görmüyor. Sanki aşkımı, sev­gimi bir daha dirilmemek üzere görünmez bir el katletmiş, öldürmüş.

Bir kaç gün evvel, teneffüsde, bahçede benimle konuşan Viladimir de birdenbire değişti. Yüzünü dönüp bana bakmı­yor bile... Şimdi ben şuna inanıyorum: İnsanlar çok defa iki ruh taşırlar. Bende mevcut bu iki ruhdan iyisi öldü, vücu­dum ve benliğim ağır ağır kötülüğe kaçıyor. Bu ikincisi yani kötü ruh bende karar kılacak... Nereye kadar ve ne kadar? Bir şey bilmiyorum, birşey!..

Evimizde de bir tatsızlık hüküm sürüyor. Babamın mânâsız bakışları, mücrimlere mahsus çekingen tavrı ve hele hele iki günde bir evimize gelen o menhus suratlı haham. Arada bir, aktörler gibi pozlar alarak ve kendisine çeki dü­zen vererek, o iğrenç suratına bir ciddiyet takarak bana hitab etmesine tahammül edemeyeceğim.

?? Goyimlere karşı vazifeni iyi bilmelisin, Talmutu iyi anlamalısın kızım. Biz bu sayede canavar gayrı yahudilerin zulmünden ve esaretinden kurtulacağız. Sadece bu kadar de­ğil... Biz, onları kendimize köle yapacağız. Malları, mülkleri bizim olacak!.. Dünyânın tek hâkimi olacağız. Binlerce sene­lik zulüm işkence ve esaretin acısını onlardan çıkaracak, intikamımızı alacağız. İçimizde yahudi olmayanların cümlesine karşı sönmez bir kin var. Sen bu kini zaman zaman körüklemelisin, onun alevi içini ısıtmalı, sana bu mukaddes yolda yürümek İçin kuvvet vermelidir. İleride ana olduğun zaman bu hissi çocuklarına aşıla!.."

Kendisine yeniden çeki düzen vererek, daha tok ve daha âmirâne bir sesle şunları ilâve etti:
?? Yahudi olmayan her insan bir hayvandır, bir köpektir, onun malı, canı, ırzı bize helâldir!"

Bu ne müthiş bir telkindi yarabbi Tevekkeli değil, insan­lar bizden vebadan kaçar gibi kaçıyor, bizden tiksiniyor, biz­den nefret ediyorlar. Anne ve babanın bu budala hahamın karşısındaki vaziyetlerini düşündükçe nefretim kat kat artı­yor. O ne tazim, o ne ihtiram. Bu çatal sakallı herifin içimi sızlatan, vicdanımı tazyik eden câniyâne sözlerini birer hik­met gibi dinliyorlar. Ne yalan söyleyeyim bu böyle giderse, bütün benliğime rağmen bende kendimi bu tesirlere kaptıra­cağımdan korkuyorum. Yarabbi Sen niçin bizi böyle zelil, böyle hakir, böyle vicdansız, böyle canavar ruhlu yarattın. Bizden olmıyanların samimiyetine, saflığına, ruhlarının asa­letine bakıyorum da kendimden iğreniyorum.

Bizim hahamın yumurtladığı herzelere bir bakın:
"Mektebinizdeki yahudî olmayan çocuklara fikirlerinizi aşılayınız. Onların inandıkları dinlerin sahteliğini onlara tel­kin ediniz ve büîün bu dinlerin sahteliğini onlara telkin edi­niz ve bütün bu dinlerin bizden çalınmış ve şekilleri değişti­rilmiş sahte şeyler olduğunu söyleyin. Onların Peygamberle­rini, hele İsa'yı gülünç bir şekle sokarak onu alay mevzuu ya­pınız. Size birkaç hücum ederler, isyan ederler, küfür eder­ler, belki de döğerler. Mukavemet ediniz sonunda yavaş ya­vaş ruhlarında bir aşağılık duygusu doğar, mukavemetleri kesilir ve derin bir tereddüt ve şaşkınlık çukuruna düşerler, ondan sonrası kolaydır. Güzelliğinizle, gururunuzla onları elde ediniz. Onlan hissinizin esiri kılınız ve sonra bu hamuru istediğiniz gibi yuğurunuz.

Bizden olmayan bütün arkadaşlarınızın ahlâklarını ifsad ediniz, onlar bir parça güzelliğinizden istifade etsinler. Tatlı bir gülüş, hafif bir müsamaha ile öylelerini tuzağınıza düşü­rüp bizim mukaddes fikirlerimizi onlara telkin ediniz."

"Mekrebinizdeki zengin ve asilzadelere karşı fakir talebeyi kışkırtınız. Allah insanları müsavi bir şekilde yaratmıştır. Aradaki farkları elinizde silâh olarak kullanınız. İleride bü­yüdüğün vakit, ilahe kadar güzel bir kız olarak zenginlere, devlet adamlarına, politikacılara sokularak onlara kendi fi­kirlerimizi telkin, üstünlüğümüzü kendilerinin aşağılıklarını aşılayınız. Bütün bunları yapmak için her türlü hile, desise yalan ve hattâ iftirayı dinimiz bize mubah kılıyor, hatta em­rediyor. Biz; ancak kendi aramızda birbirimize karşı son de­rece dürüst, faziletli ve ahlâklı olmak mecburiyetindeyiz. Bu­nun haricinde bizden olmayanları daima bir hayvan yerine koyarak her türlü hareketler bize mubah ve hattâ farzdır."

Aman yarabbi! Hergün bu telkinler, bu aklımın almadığı, vicdanımın kabul etmediği âdi hisler... Biz bunlarla mı, bu günah, bu gayrımeşru bu ahlâksız telkinlerle mi dünyaya ha­kim olacağız. Bunlara ne hacet!.. Tevekkel değil, herkes biz­den nefret ediyor. Onlara bakıyorum, yani bizden olmayan, yahudi olmayanlara bakıyorum, ne vakur, ne sakin, ne asil insanlar... Benim bunlar hakkında işittiklerimle hakikat ara­sında ne büyük, ne müthiş mesafe var. Günahda bu kadar ıs­rar, kötülük de, cinayette, ahlâksızlıkta bu kadar inat. Haddin varsa bu fikrini anneme, babama ve o uğursuz suratlı ha­hama aç!.. İnsanı parçalarlar vAllahi!.. Bir hakikate daha vakıf oldum: İnsan, ne kadar gayri tabii, ne kadar kötü ne kadar vicdansız olursa olsun bir fikrin devamı bir surette kini kar­şısında bir vakte kadar mukavemet ediyor, sonra yavaş, ya­vaş kendinden geçerek benliğini o fikirlerin tesirine terkediyor, morfinlenmiş büyülenmiş bir halde akıp gidiyor. Artık bundan kendini sıyırmak mümkün değil!.. O kadar ki; baba­mı, kudurmuş bir köpek gibi, şehvet sar'ası içinde yatağımın ucunda görmek bile bana artık tabiî gelmeğe başladı. Onun çatlak sesi halâ kulaklarımda çınlıyor:
"? Senin buna aklın ermez. Talmutu oku!"

Evet babam evde bizi etrafına toplar ve nur şualarını din­leyiniz diye bize Talmut okurdu. Bunlar nasıl nur şuaları, bunlar nasıl akıl almaz şeyler!.. Sınıf arkadaşlarım bana ken­di dinlerinden bâzı parçalar okudukları vakit, iliklerime ka­dar titrediğimi hissediyorum. İsa ne büyük adam! Bize şey­tanın oğulları demiş. Hiç te yalan değil!.. Diyor ki: Birisi bir yanağına bir tokat vursa, ona öteki yanağını uzat. Mütecaviz olma. Sulh sever ol!.. İnsanlar birbirinin kardeşi ve dünya fa­nidir.

Bu kadar ulvî ve asil ahlâk prensipleri yanında bizimkisi ne adar adî, ne kadar çirkin, ne kadar kaba kalıyor. Fakat gel de bunu, bizim eve gelen çatal sakallı, çirkin yüzlü hahama anlat. Haddin varsa tek itiraz et. İnsanı parçalarlar.Göç Planlari
21 Teşrinevvel 1911

Aman yarabbi ne soğuk bir gün. Yağmur insanın ilikleri­ne işleyor. Öğleden sonra sulu ve cıvık bir kar yağıyor. Kas­vetli bir gün!.. Esasen aylardan beri ruhum karanlıklara gö­mülü. Kararsız, ümitsiz ve şaşkın bir haldeyim. Yoksa Viladimir'i, bu bizden olmayan, bizden tiksinen hristiyan çocuğunu seviyor muyum, o da beni seviyor mu? insanlardan ni­çin böyle türlü düşünceler ve saçma fikirlerle birbirine düş­man kesiliyor, birbirinin inancı ve görüşü onları yekdiğerine düşman ediyor, yoksa tabiatta mı var bu? O kadar kararsı­zım ki... İnsan denilen mahlûk, telkin denilen canavarın tesiri altında, bu muhakkak. Eğer ben, bir yahudi ana, babadan Dünya'ya gelmeyip te meselâ budist bir anadan doğmuş olsa idim, şimdi Dünya'yı bambaşka görecek ve insanları seve­cektim, insanlar da bizi sevecekti.

Canımın sıkıntısını gidermek için sinemaya gitmeye karar verdim.Viladimir hiç bir filmi kaçırmaz. Fransiska Bertini'nin bir filmi var onu görmeğe gidiyorum...

...............

Ben talihe ve tesadüfe çok inanırım. Bu inancım bugün bir kat daha arttı. Sinemaya bilet alıp hole girdiğim zaman Viladimir'i dolaşır gördüm. Bir masaya oturdum. Çocuk epey te­reddüt ve şaşkınlık geçirdi. Kalbden kalbe yol vardır derler. Fakat bu yollar bazen saçma telkinler ve yanlış telakkiler yü­zünden kapanıyor. Viladimir önümden geçerken gayri ihti­yari durakladı, yüzü kızarmış ve hali değişmişti. Benimle alakadar olmasa bu sekte girmezdi. Cesaretimi topladım, ona seslendim.

"? Viladimir, asilzadem!.. Tenezzül buyurup masaya oturmaz mısın?.."

İcabet etti ve sevindi bile. Bir müddet, hem de epey bir müddet sessiz kaldık. Söze kim başlayacak ve ne konuşacak­tı. Filmin başlamasına yirmi dakika var. Ben bunun yirmi sa­at olmasını ne kadar İsterdim. Bu sessizliği Viladimir bozdu ve düşüncelerimi allak bullak etti.

"? Filmden hoşlanırsın tabii!.. Suzy; Sen yaradılışta iyi kalbli bir kızsın. Tabiatın eli, seni itina ile süslemiş. Müstesna bir güzelliğin var. Fakat sizin şu insanlara olan düşmanlığı­nız, tarih boyunca insanlara reva gördüğünüz kötülük, berbat ve sakin inançlarınız yok mu, bütün bunlar aramızda bi­rer buz deryası gibi bizi birbirimizden ayırıyor. Hakkınızda işittiğimiz korkunç hikayeler, senin bütün güzelliğini siliyor, perdeliyor.? Ve sonra birdenbire sustu. Garsona iki portakal şurubu ısmarladı. Aradan dakikalar geçti. Söz altında kal­mak istemiyordum. Cesaretimi kıran şey, bizden olmayan insanların hakkımızdaki kötü nazarları ve kötü düşünceleri idi. Buna rağmen sükunetle kendisine cevap verdim:

"? Haksızlık ediyorsun Viladimir. Biz insanlara değil, in­sanlar bize asırlar boyunca zulüm ettiler. Sürgünler, katliam­lar ve hele bugün yapılan poğrumlar nedir, yazık değil mi âciz bir ekalliyete zulüm??

"? Bir noktayı düşün Suzy! Yeryüzünde milyonlarca in­san yaşıyor. Bu beşer topluluğun her şeyi bırakıp husûmet ve nefretini yalnız sizin üzerinizde toplamış olması boş bir şey mi??

Zil çaldı, kapular açıldı. İkimizin yeri ayrı ayrı idi, sözü yarıda keserek birbirimizden ayrıldık. Bu ayrılışın son oldu­ğuna dair içimde bazı hisler belirdi. Kimbilir?




19 Teşrinisani 1911

Babam eve çok telâşlı ve heyecanlı geldi. Annem sebebini sordu, öğrenemedi. Nihayet yatma zamanı geldiği vakit bu­nu bize söyledi. Bâzı mojikler Senpetersburg'un kenar ma­hallelerine taarruz ederek bir çok bîçâre yahudiyi öldürmüş­ler. Küçük çapta bir pogrum. 'Babamın bize nasihati ve kat'î talimatı: Bu hafta hiç sokağa çıkmayacak, alış verişi evin kar­şısındaki bakkaldan yapacağız. Bu bir nevi mahbusiyet hali. Ama ne yapacaksın. Muhammed'i, Titos'ü, Buhtunnâsır, Babil'i düşündükçe teselli buluyorum.




17 Kânunuevvel 1911

Bu gece yeni bir haberle, yahud müjde ile, daha doğrusu neticesi nereye varacağı meçhul bir macera haberiyle sarsıl­dık. Sevindik, ürktük, oynayıp zıpladık ve sonunda başımızı önümüze eğip düşünmeğe başladık. Yarı sevinç, yarı keder ve bir sürü tereddüt içinde kendimizi yatağa attık.

Gece rüyalarımızda yeni ufuklar, yeni beldeler, ümitlerle dolu tatlı hayaller bize gözüktü. Yoksa İsrail oğullarının rü­yaları gerçekleşiyor mu? Adonay sen bilirsin bunları!

Babam, anneme kat'î talimat verdi. Fazla eşyaları satın al­mak için yarın evimize Rabinoviç gelecek. Yolda götüremiyeceğimiz bütün eşyayı ona vereceğiz. Kıymetini kendisi takdir edecek.

Nereye gideceğiz? Adanmış topraklara! Roçild yol para­mızı ve oradaki iaşe ve evlerimizin parasını üdüyormuş. İna­nılır şey değiî!:. Yeruşalim (Kudüs), ey mukaddes belde! En nihayet sana kavuşuyoruz ha! Bu ne bahtiyarlık.

Babam diyor ki:
"?Orada Muhammed'in en sâdık ümmeti Araplar var­dır, vahşi, hunhar ve merhametsiz Araplar!.." Ve sonra ilâve ediyor, "bereket versin, şimdi Kudüs'ün sahibi olan Türk İm­paratorluğunun başında o müstebit padişah Abdülhamîd yok. Bundan senelerce evvel bu mübarek topraklara göç eden ırkdaşlarımızı yurduna kabul etmeyen, onların hakkını tanımayan, onları vapurlarda açlıktan öldüren Türk hükümdarı. Babam ağzını köpürterek, gözleri yuvasından fırlamış bir halde anneme adeta haykırıyor:

"? Irkımıza yapılan bu zulmün altında kalmadık. Bizim kardeşlerimiz, bizim tükenmez hazinelerimiz bu padişahı devirdi. Yakın bir gelecekte Rus Çarı'nı da devireceğiz, hane­danını yok edeceğiz. Mujiklerden, goyimlerden öcümüzü alacağız. Ve hemen Tevrat'ın şu parçasını okudu:

"Ve İsrail kendisine âid olan her şeyle beraber göç etti, ve Bi'rissebâ'ya geldi ve babası İshak'in Allah'ına kurbanlar kes­ti. Ve Allah'ın İsraile gece rüyalarında şunları söyledi: Jakop, Jakop! Ve o dedi: İşte ben. Ve dedi: Ben Allah, babanın Allahıyım, Mısır'a inmekten korkma! Çünkü orada seni büyük bir millet edeceğim."

Bir heyecan dalgası evimizi kapladı. Gece sabaha kadar uyumadık. Evde hummalı bir hazırlık başladı. Arzı Mev'uda doğru hicret edeceğiz. Bizimle beraber yedi yüze yakın ailenin de göçe iştirak edeceğini babam söyledi. Demek ki; asırlardan beri hayal zannolunan devletimiz hakikat olacak!..

Bir hafta bu heyecan, bu neşe ve buna karışan endişe için­de yaşadık. Babamın büyük bir parası yok. Orada sakın bizi yokluk ve sefalet beklemesin. Üstelik bilmediğimiz yerler, sı­cak iklim. Fakat bu düşünceden kaçıyor, onu kendimize saklıyoruz. Böyle bir tereddüd ve yahud kötümserliği babam hissetse bize yapmayacağı yoktur. Onlar kendi safsatalarına o kadar inanmışlar ki... Acaba biraz olsun hakları var mı dersiniz? Belki, fakat benim kafam almıyor!...
30
İSLAM-GENEL / Ynt: Suzi libermanın Hatıra Defteri
« Son İleti Gönderen: ihvan23@hotmail.com 08 Kasım 2024, 11:52:59 »
Casuslarin Son Dakikari
Suzy mahakeme edildiği Kalkilya Köyü'nün bir odasında hapis günlerini derin ıstıraplar ve müthiş kâbuslar içinde ge­çiriyordu.

Burada ölümün soğuk çehresi ve Azrail'in korkunç haya­linden başka kendisine arkadaş yoktu. Renginin pembeliği kayboldu. Güzelliğinin sihri azaldı ve işlediği büyük cinayetin, oynadığı nankör ve cani rolün bütün siyahlığı ru­huna aksetmiş oldu. Gençliği ve güzelliğine veda edecek, ci­billiyetsizliğin ve küfranın cezasın çekecekti. Şehvet, korku ve endişe ile karışık garip bir haleti ruhiye İçinde kıvranmak­ta ve mukadder saati beklemekte idî.

Öldürttüğü genç delikanlının bedbaht hayali gece uykula­rında onu vicdan azabının ölümden beter mengenesinde ezi­yor, kırıyordu. Geceler uzamış, uykusu kısalmıştı. Kış gece­lerinin tabiî uzunluğuna uğradığı felâketin azabı da yükle­nince rahat uyku kendisine büsbütün haranı olmuştu.

Ve o gün, saatlerce yatağında kıvranmış, korkulu rüyalar görmekten müthiş kâbuslar geçirmekten çekiniyor gibi saba­ha kadar gözünü yummamıştı.

Serin sabah rüzgârı sinirleri yatıştırdığı anda yorgunluğu galebe çalıp ta biraz dalmış korkulu rüyalar âlemine dahil ol­muştu. Bunlar rüya değil yakında aynen vaki olacak kara mukadderattı.

Kapının önünde toplu ayak seslerinin gürültüsü onu he­nüz daldığı uykudan uyandırdı. Bunlar onu kısas meydanı­na götürecek olan askerlerdi.

Kalbi yerinden kopacak gibi idi. Rengi bir anda simsiyah olmuştu. Bütün vücudu köpek gibi titriyodu. Ne var demeğe vakit kalmadan tunç yüzlü bir nefer heykel gibi karşısında belirdi. Ölümle karşı karşıya idi. Büyük günahının sıkleti onun mecalsiz sırtına abanmıştı. Düşmana yetiştirdikleri malûmat yüzünden kanına girdikleri masum askerelerin ha­yalleri kendisini boğacak gibi idi.

Şu karşısında dikilen asker ona sanki:
"? Arkadaşlarımın intikamını alacağız!.." diye haykırı­yordu:
"? Kalk orospu kalk; ölüm seni bekliyor!.." diyordu.

Bu yağız askerin merhametten ziyade nefret ve istikrahı ifade eden sesi işitildi:

"? Haydi giyin, hazır ol!..." dedi.

Casus kız bunun sebebini soracak, tafsilât isteyecek halde değildi. Ne cesareti ne de canı kalmıştı. Dünya kapkara bir zindan olmuş başına göçmüştü.

Pek az sonra bu güzel vücudun yok olması muhakkaktı. Yahudi kızı kendini kaybetti, olduğu yere yıkıldı.
Karabulutlu ve kasvetli bir sabah. Hafif yağmur çiseliyor. Cephede top gürültüleri erken başlamıştı.

Tayyibe Köyü'nün Önünde, kaatillerin Adnan'ı gömdükeri çalılığın üzerine sıra ile birçok kazıklar çakılmış. Bir takım asker intizar vaziyetinde bekliyorlar... Mücrimler perişan bir kafile halinde ve süngü takmış askerlerin muhafazası altında cinayet mahalline getirildiler.

Suzy'nin ipek saçları ıslanmış ve bedbaht bir intizamsız­lıkla dağılmıştı.

Yüzünün pembeliği gitmiş sapsarı, simsiyah bir renk bu casus kızın bütün güzelliğini silmiş, simasına ruhunun bü­tün çirkinliği ve hıyanetini aksettirmişti.

Ana, baba, kız yan yana birer kazığa bağladılar. Diğer ka­tiller ve casuslar onların sırasındaki kazıklara bağlandılar.

Divan-ı Harb'ın kararı okundu. Canilere bir dilekleri olup olmadığı soruldu. Bir haham son duasını yaptı, canilerin gözleri bağlandı.

Ve yüzbaşı Hüsnü Bey'in gür sesi ıslak ve tenha vadide çınladı:

"?Ateşşşş!"

Mücrimler birer birer kıvrandılar. Suzy'nin ağzından tek söz çıktı: "Adnan!.."

Bu onun son sözü oidu.
Dokuz kurşun casus kızın dolgun ve sert memeleri üze­rinden geçmiş bu alçak facia perdesini kapamıştı.....Polonya'da Liseli Yahudi Kizi
Karakovi, 15 Ağustos 1911.

Bugün nasıl oldu, Viladimir, kapımızın önünden mağrur geçiyor. Kendisini çok beğenmiş bu asilzade, yahudi evleri­nin önünden geçmeği bile kendisine günah sayardı. Tabiat, beni nasıl bu gencin cazibesine kaptırmış ise onu da pervane gibi benim etrafımda dolaştırıyor. Önce, yahudilik bir ateşmis gibi kendisini yakacağından korkuyor. Hiç unutmuyo­rum, geçen sene karşımızdaki parkta gezinirken yanıma so­kulmuştu. Mektepte ırkımız aleyhinde söylediği sözleri dü­şünerek yüzümü biraz yan tarafa çevirmiştim. Bundan alın­dı:

"? Pis yahudi!.." diyerek yanımdan hızla uzaklaştı.

Yarabbi bu insanlar neden bu kadar taş yürekli ve bize karşı merhametsiz!.. Babalarımızdan işittiğimiz hikâyeler ka­nımı donduruyor. Geçen sene, Varşova'da bir kaç yahudinin kanına giren hâdiseyi düşünüyorum da aklım başımdan gi­diyor. Bir şüphe içimi kemiriyor. Acaba, bize yılanlar gibi, akrepler gibi tehlikeli ve pis mahluklar gibi bakan bu insanların bu kadar devamlı ve inadlı düşmanlıklarında kendileri­ni haklı gösterecek bir tarafı var mı? Hep iğneli fıçı hikâye­leri, hile ve ihtikâr ve karaborsanın günahını bize yüklüyorlar. Kimbilir!.. Geçen gün babama sordum, bu iğneli fıçı ma­salları doğrumu diye... Tuhaf şey; yalandır, inanma, iftiradır bunlar demedi. Sadece:

"? Senin aklın henüz böyle şeylere ermez. Bana bir kahve pişir!.." dedi ve beni başından savdı.

Neden aklım ermesin. Onsekiz yaşına geldim. Bu sene cimnazyomu[2] bitiriyorum. Evet bu da bir mesele. Fizik ho­camız Jakovski bana o kadar düşman gözüyle bakıyorki, hayret. Halbuki ben onu yahudi zannediyorum. Değilmiş. .Aksine koyu bir yahudi düşmanı. Mektepteki bütün yahudi talebe onun dersinden top atıyor. Ben ise, fiziğe o kadar iyi çalıştım ki, adeta bütün mektepte kolumu tutacak bana yeti­şecek yok.

Gece ilerledi. Öyle yorgun ve uykusuzum ki, bugünün hislerini tamamiyle defterime dökemîyeceğim. Sabaha kal­sın.
21 Ağustos 1911

Tarih hocamız Viladislas bugün derste bir pot kırdı. Bana 1905 Rus-Japon harbinde, Rus İmparatorluğunun mağlup ol­masında yahudilerin büyük rolü varmış. Bir Japon miralayı­nın, meyhane açıp, mujiklerin her türlü taşkınlıklarına aldır­madan kurduğu casusluk merkezine bütün yahudiler haber getiriyorlarmış. Herkesin meyhaneci zannettiği bu adamın, Port-Artur Muharebesinde bir erkân-ı harb miralayı olduğu meydana çıkmış... Fakat hocamız ne bu miralayın ismini söy­ledi, ne de meyhanenin nerede olduğunu bildirdi. Ders esnasında goyimler[3] bana beni yiyecekmiş gibi bakıyorlardı.

Ders biter bitmez sınıfta patırdı koptu. Şımarık zengin ço­cuklar Yahudilere çatmağa başladılar. Pis yahudi, hain ca­suslar, partizanlar gibi sözlere kulaklarımız çok alışık. Kor­kudan bahçeye çıkmadım. Mektebin idare âmirleri meydan­da yok. Goyimlerin çocukları ne rahat, ne serbest kavga edi­yorlar. Ellerini tutan yok!.. Bir gürültü koptu, çığlıklar yük­seldi. Alber'in kafasına bir taş indi, yüzü gözü kanlar içinde. Yahudi çocukları birer kenara büzülmüş, ötekiler aldırış bile etmiyorlar. Çocuk kendiliğinden mektep doktorunun odası­nın yolunu tuttu. Şu çirkin şu merhametsiz sözler kulakları tırmalıyor:

"? Oh olsun pis yahudi... İnsan kanı içer misiniz, çocukla­rımızı diri diri öldürür müsünüz? Gibi sözler işitiyoruz. İçimde garip istifhamlar düğümleniyor, acaba şu olup biten­ler, söylenenler, İthamlar doğru mu? Doğru ise çok feci! Yılanlar ve akrepler gibi insanların bizden iğrenip, bizi ayakları altında çiğnemek istemeleri ne acı şey yarabbi!

Yok eğer bunlar haksız iseler, bize yapılan ithamlar bir kıskançlık, bir taassubdan doğuyor ise, insanlar ne kadar merhametsiz ve alçak...

Zihnimi bir nokta kurcalıyor ve huzurumu alt üst ediyor. Geçen gece babam bize şöyle nasihat ediyordu:
"? İyilik ve şefkat yalnız bizlere, yani İsrail oğullarına karşı yapılır. Goyim köpeklerine karşı hiç bir insanlık ve ahlak ile mukayyed değilsiniz. Onların mallan, canlan, ırzla­rı helâldir. Talmutumuzda büyük haham Jakop Maymunides diyor ki:
"? Yahudi olmayan bir insan hayvandır"...

Ama neden? Acaba goyimler bunu biliyorlar mı? Eğer bi­liyorlarsa bize karşı reva gördükleri muamelede haklı ola­mazlar mı?

Sonra babam ilâve etti:
"? Komşun eğer yahudi değilse ona yapacağın zarar ve ziyanla dinimize büyük bir hizmet etmiş olursun..."
"?Niçin baba!." diyecek oldum, kıyamet koptu. Annem ve babam üzerime yürüdüler...
"? Sen böyle şeylerden ne anlarsın, sen yahudi değil mi­sin? Bizim hahamlarımız ne emrediyorsa, onları aynen ve hakikat olarak kabule mecbursun. Biz "goy" değiliz. Biz Talmut'un emrinden çıkamayız. Çıkacak olursak bu canavarlar bizi bir lokmada yutarlar!

Anamın ve babamın gözleri yuvalarından fırlamıştı, içim­de müthiş bir korku, bin zorlukla ve asabım bütün kudret ve kuvvetini kaybetmiş bir halde, kâbuslu bir uykuya terk ettim kendimi...

Sabah yaklaşmakta idi. Belkide ben yeni uykuya dalmı­şım. Bir ara Viladimir, o mahud mağrur bakışiyle, fakat bu defa bir parça mutebessim yatağının yanına sokulmuştu. Kâhkülleri alnına düşmüş, yüzü penbeleşmiş, gözlerinin par­laklığı çok artmıştı. Sanki:
"? O safsataları bırak, o yahudi martavallarından uzaklaş. Aşkın sıcak ve mukaddes ağuşuna sığın!.." diyordu.

Birgün içinde insan bu kadar fazla güzelleşir, bu kadar değişir mi idi? Bana pis yahudi diyen bu güzel asilzade şim­di ne kadar yakıcı, ne kadar insan ruhunu değiştirici idi. Uzun parmaklı, yumuşak ve kibar ellerini saçlarımda gezdir­di. Kendimi, dünyâdan uzaklaşmış, bam başka bir âlemde farzediyordum. Birbirine zıt hisler, karma karışık ruh haleti içinde eziliyordum, belki de bu, bir ölüm hali İdi.

Viladimir'in elleri vücudumda dolaşıyordu. Bir ara o eller o kadar kabalaştı hoyratlaştı ve sertleşti ki... Hududları aşmış en mahrem yerlerimi dolaşıyordu. Onun şiddetinden bir denbire uyandım...

Aman yarabbi, bu bir rüya değil, bu korkunç ve iğrenç bir hakikat: Eğer şu dakikada, halâ kulaklarımda çınlayan onun sesini, "pis yahudi" diyen sesini bir daha işitsem ve hakika­ten Viladimir'i görmüş olsa idim belki de onu kucaklar, bağ­rıma basar, lâhuti bir âlemin boşluğuna kendimi terk eder, ona teslim olurdum. Din ve ırk ayrılığı ne olursa olsun.

Hayır, hayır! Bu Viladîmir değil, benim öz babamdı. Rampa çıkan bir şimendifer lokomotifi gibi soluyordu. Yü­zünün rengi kaçmış, gözleri dönmüştü:
"? Baba ne yapıyorsun, çıldırdın mı, ben senin kızın değil miyim?"
"? Sus köpek!.. Senin böyle şeylere aklın ermez! Sesini çı­karırsan gebertirim seni. Goyimlerin mağrur delikanlılarına gönül vereceğine, kendi zevklerimizi aramızda paylaşalım. Talmut oku, hahamların tefsirlerini oku da adam ol!"

Yavaş yavaş, kudurmuş bir köpek gibi başı önünde, salya­lı ağzını sile sile yatak odasına çekildi gitti.

Bu ne müthiş kâbustu yarabbi!

Artık mektepte goyimlere eskisi gibi nefretle bakmıyo­rum. Aksine onların bizden nefret etmeğe bakmıyorum. Ak­sine onların bizden nefret etmeğe haklı olduklarını zannedi­yorum. Bütün insanlığın bizden iğrenmesi, bizden kaçması, bize düşman olması her halde bütün bütün boş olmasa ge­rek?
Sayfa: 1 2 [3] 4 5 ... 10