Son İletiler

Sayfa: 1 [2] 3 4 ... 10
11
Islam Devletine Karsi Yahudiler
Yahudilerin Peyagmberimizin kar şısındaki vaziyetleri o kadar mühim değildi. Mühim olan şey umumiyetle Urban ve hususi olarak Kureyşlilerdi. Bu sebeple Yahudilerin dairei itaata alınmaları ve bunlardan kafa tutanların uzak tutulmaları için muahedeler yapılmıştır. Fakat islâm devleti büyüyüp, hü­kümranlığı genişledikçe Yahudilerin fitne ve fesatları da art­mağa başladı. Bedir harbinde müslümanların galebesini gören Yahudiler bunu kendileri için tehlike sayarak müslümanları kötülemeğe ve Peygambere yapılacak fenalıklar hakkında ara­larında görüşmeğe başladılar. Bunları Peygamberimiz haber almakta idi. Yahudilerin bu mel'un tasavvurlarını müslüman­lar haber alınca onlara karşı kin ve nefret artmakta ve her iki taraf yekdiğerine karşı fırsat gözetmekte idi. Yahudilerin edebsizlikleri artmıstı. Avf oğlu kabilesinden Ebu Af Peygamberi­mizi ve müslümanları tahkir ve tezyif eden şiirler gönderiyor ve Mervan kızı Asma'da islâmiyeti kotülüyor ve Resul Ekremi rencide ediyor, ortalığı kışkırtıyordu. Eşref oğlu Kaab müslüman kadınları aleyhinde şiirler ve hicviyeler düşüp Mekkeye gelip bunları orada okuyor, Hazreti Muhammed aleyhine halkı teşvik ediyordu. Müslümanlar bu hallere tahammül edemeyip bazı yahudileri katletmiş ve gözlerini korkutmuş ise de onların fenal ıklarının önüne geçilememiştir. Peygamberimiz, bunlarla akdettiği sözleşmelere hürmet ederek birdenbire harekete geç­memiş ise de bu halin devamı takdirinde Kureyşlilerin uğradık­ları kötü akıbete kendilerinin de uğrayacaklarım bildirmiş ise de bu Peygamberane ihtar yahudiler nezdinde müessir olma­mış, bilâkis bunu alaya alarak şu küstah ve necabetsiz muka­belede bulunmuşlardır:

«Ey Muhammed! Harb bilgileri olmayan insanlarla kargılaşıp zafer kazanmak seni aldatmasın. Allaha kasem ederiz ki biz, seninle harb edecek olursak bizim nasıl insanlar olduğumu­zu göreceksin!» demişlerdir. Bu vaziyet karşısında bu küstah ve edepsizce meydan okuma karşısında kuvvete baş vurmaktan başka çare kalmadı. Müslümanlar harekete geçip Kinka' oğul­larım muhasara ettiler. Onbeş gün bunlardan hiç kimse evin­den dışarı çıkmadığı gibi kimse de kendilerine yiyecek ve su götürmedi. Artık Resul Ekreme teslim olmaktan başka çarele­ri kalmamıştı. Hazreti Peygamber, Medineden defolup gitme­lerine müsaade ettiğinden çekile çekile Vadükuraya kadar gelmişler, bir müddet orada konakladıktan sonra, yüklerini alarak Şam hududundaki Ezrea mevkiine varmışlardır. Bunların uzak­laştırılmaları zail olmuş ve müslümanlara karşı hürmetle mua­meleye kendilerini mecbur görmüşlerdir. Hiç şüphesiz onların bu hali. tepelenmek ve yok olmak korkusundan ileri geliyordu. Yukarıda okuduğumuz gibi yahudilerin riyakâr maskesi, Uhud mağlubiyetinden sonra ve bilhassa Hendek gazasında yüzlerin­den düşmüştür. Ondan sonra seneler boyu yahudi kabileleriyle müminler arasındaki mücadele sürüp gitmiş ve sonu yahudile­rin Hicaz kıt'asından koğulmalariyle gelmiştir.

îslâm tarihinin birinci safhası ve islâm dininin intişar gün­leri daima yahudi fitne ve hiyanetinin büyük dâvayı gölgele­diği günlerdir. Bunun için Cenabı Hak Mâide suresinin 78 inci âyftiyle:

«îsrail oğullarından olup da küfredenlere Davud'un da, Meryem oğlu isa'nın da diliyle lâ'net olunmuştur. Bunun se­bebi isyan etmeleri ve ifrata sapmaları idi.»

Buyurmaktadır. Yine Allahu Teala kitabın aynı suresinin 82 nc ı ayeti kerimesinde şöyle buyurmaktadır:

«insanların, müminlere düşmanlık bakımından en şiddet­lisi, and olsun ki yahudilerle Allaha şirk koşanları bulacaksın. Onların, iman sahiplerine sevgisi bakımından, daha yakınını da and olsun, «biz Nasrânileriz» diyenleri bulacaksın. Bunun sebebi şudur: Çünkü onların içinde kesişler, rahibler vardır. Şüphe yok ki onlar büyüklenmek istemezler.»

Mübarek kitabımız, islâmın rehberi ve ümid-i necatı Kur'-anı Kerimde Cenabı Hak kendi lisaniyle Beni İsrail hakkındaki hükmünü vermiştir ki, bugün aradan 1378 sene geçmiş olması­na rağmen hâlâ hükmi tabtaze ve canlı olarak bakidir ve kıyamete kadar da öyle kalacaktır.
12
TAVSİYE KİTAPLAR / Ynt: İlmihâl Kitabı Tavsiyesi
« Son İleti Gönderen: ihvan23@hotmail.com 18 Kasım 2024, 13:09:59 »
13
TAVSİYE KİTAPLAR / Ynt: İlmihâl Kitabı Tavsiyesi
« Son İleti Gönderen: ihvan23@hotmail.com 18 Kasım 2024, 13:08:43 »
14
İSLAM-GENEL / Ynt: Nefslerin Temizliği ( Müzekkin Nüfus )
« Son İleti Gönderen: Togika 16 Kasım 2024, 00:57:12 »
Dillerini çiğneyenler şu kimselerdir ki; kendileri halka nasihat verirler, lâkin verdikleri nasihatları kendileri tutmazlar. Bunların kavilleri fiillerine, sözleri özlerine aykırı ve zıttır, muhaliftir, yanlış fetva verirler.
Elleri kesik olarak mahşer yerine gelenler de; Komşularını incitenlerdir.
Ateşten ağaçlara sarılı ve bağlı olarak gelenler; İnsanlarla alay eden, onları maskaraya çeviren ve çevirmek isteyenlerdir.
Köpek ölüsü gibi pis ve murdar kokanlar ise; Nefsine uyan, nefsine tâbi olanlardır. Malının, koyun-kuzusunun, altın-gümüşünün, küpe ve bileziğinin zekatını vermeyenlerdir.
Katrandan cübbe ve elbise giyenler; tekebbür eden ve gurur-azamet taslayanlardır.
Bunlar bu halleriyle mahşer yerine gelirler. Hak Celle ve A'lâ'nın emriyle bunlar  cehenneme sürülürler. Her birini bir türlü azâb ile cehennemin derekelerinde azâb ve işkenceye tâbi tutarlar.
Şeyh Safi (ra) Hazretlerinden şu âyet hakkında sordular:
<< Kişi kardeşinden, anne ve babasından kaçar.>> ( Abese sûresi âyet: 34 ) Bu hususta ne buyurursunuz? Dediler.
Şeyh Hazretleri cevaben buyurdu ki:
- Onlara dünyada mesh-i bâtınî vâki olmuştur. Her birisi bir türlü canavar sıfatıyla sıfatlanmışlardır. Dünyada iken çalışıp çabalayıp bu kötü sıfatları kendilerinden gidermeye çalışmadılar. Sonunda mahşer yerine bu sıfatlar ile geldiler. Halk bunları korkunç canavarlar suretinde görmektedir. Ve bunlardan kaçarlar.
15
Arabistanda Islam Hakimiyeti
îslâmm nuru, koyu karanlıklar ve zulmetler içinde Arab yarımadasında doğdu, bu güneşin ışıklan oradan bütün yeryü­züne yayıldı. Bu güneşin şuaları, uzun ve kasvetli gecelerin zifiri karanlıklarını yarmadan evvel yalnız Arab yarımadası değîl, bütün cihan vahşet, zulmet, zulüm ve kahır, cehalet ve ıstırap içinde yüzüyordu.. Arabistanda cehalet ve putperestlik almış yürümüştü. Efendimize vazifei nübüvet teveccüh edip, müslümanlığın neşir ve tamimi Allah tarafından emredilince ilk tebligat telkinat ve nazil olan âyetlerle bu dinü mübin yanlış terazi hileli tartı ve çeşitli ahlâksızlıklara, adaletsizliğe son çeken hükümlerle ümmeti muhammede iblâğ edilmekte idi. Büyük hakikatlerin ortaya atılması, beşer hayatına yeni isti­kamet veren, büyük ve cihanşümul medeniyetin umdelerini ih­tiva eden müslümanlık, bu satırlara kadar okuduğumuz tafsi­lattan da anlaşılacağı veçhile bin bîr zorluk, bin bir mâni ve çeşitli suikastlara maruz kalmış ve bunların cümlesi tafsilâtını gördüğümüz gibi iman kuvveti, ahlâk, cesaret ve fasılasız mü­cadelelerle bertaraf edilmiştir. Hiç şüphesiz ki ahır zaman Peygamberi, bütün bu zorlukları yenecek, Allahın hükmünü yürü­tecek ve bütün mânileri azimle, iradesiyle, cesaretiyle, dehasiyle ve imaniyle yok edecek bir hilkatte yaradılmıştı.

Evvel â Arab yarımadasında, sonra bütün cihanda maddi ve manevî bir islâm devleti ve hükümranlığı kuran Zat -ı risâlet-penahulul-azm bir Peygamberdir. Onun kurduğu devlet, ya sad ığı ve yaşattığı tarih, cihan medeniyetine kıyamete kadar kıymeti bakı hediye ettiği din kendisinin azametine, kudretine, ikdamına ve imanına sahiddir.

B ütün Arabistan şirk içinde yüzdüğü devirlerde tevhid sancağını kaldırmış, bütün bir cihan husumetle tek başına mü­cadele etmiştir. Yıldığı, ürktüğü, durakladığı, azminin sarsıldı­ğı dâvasından zerre kadar fedakârlık ettiği görülmemiştir. AIlahdan aldığı emiri yerine getirmek, islâm dinini yaymak. Kur'­an hükümlerini yürütmek ve medeniyeti muhammediyi neşir ve tamim etmek için çöllerde her kum zerresi karşısına dağ gibi dikilmiş fakat Peygamberimizin azmi ve onun nübüvet vekan Önünde kar gibi erimiş, onun Peygamberine sesini boğ­mak ve yeni doğan dini öldürmek isteyen düşmanları mahf ve perişan olmuşlardır.

Bedir harbinde te çhizat ve silâhları noksan ve kötü. sayıları az üçyüz müslümanın herşeyleri mükemmel bin kişi ile savaş­mağa mecbur oldukları vakit, Peygamberimizin dağ gibi, bir azim ve iman heykeli gibi düşman karşısına dikilmesi zaferin müminlere teveccüh etmesini mümkün kılmıştı.

îslâmın büyük Peygamberinin kısa zamanda hükmünü ci­hana yaydığı dinin bu sürat ve bu şekilde yayılması tesadüfün eseri değil, himmet ve iman gayretinin neticesidir. Huneyn harbinde düşmanların baskınları ve savletleri karşısında şaşıran ve gerileyen İslâm ordusu gayb ettiği maneviyatı, Fahri kâinatın sarsılmaz cesareti ve yerinde dini dik duran kahraman vaziyetinden ibret alarak düzeltmiştir.

İslâmiyetin, nur huzmeleri gibi yayılışında, bizatihi birer nur huzmesi olan Kur'an âyetlerinin insan ruhunda yaptığı te­sirler ve yarattığı furtunalar cidden mühimdir. Bu âyâtı keri­meden bazılarının lâfzan ve maalen tercümelerini aşağıya sı­ralamağı faydalı bulduk.

1 ? Es-Saf suresinin altıncı âyeti bütün insanlara şu müjdeyi verir:

«Meryem oğlu îsa da bir zaman söyle demişti: Ey israil oğulları ben size Allahın Peygamberiyim. Benden evvelki Tev rat ı tasdik edici, benden sonra gelecek bîr Peygamberi de - kî ismi Ahmed tir - müjdeleyici olarak geldim. Fakat o kendilerine açık açık beyyineler getirince bu, apaşikâr büyücüdür» dediler. Bu âyeti celilenin bütün diğer âyeti kerime gibi taşıdığı i'caz ve belagat insan ruhuna elektrik ceryanları gibi tesir et­mekte idi. Tercemeler ne kadar mükemmel olursa olsun, hatta arapça terceme ve tefsirlerin dahi Zatı kibriyaya mahsus ilâhi bir talâkat manzumesi olan âyetlere kat'iyyen benzemediği mu­hakkaktır. Şu kadar diye biliriz ki: Kur'an Kerim Arab lügati ve Arab cümleleriyle nazil olduğu halde bugüne kadar hiç bir Arabın bir tek âyetine nazire yapamadığı, onun ilâhi eser olduğunıın en kat'î delilidir.

2 ? Şimdi yine Es - Saf suresinin sekizinci âyetini görelim. Cenabı Hak şöyle buyuruyor:

«Onlar ağızlariyle Allahın nurunu söndürmeğe yelteniyorlar. Halbuki Allah, kendi nurunu, kâfirler hoşlanmasalar dahi tamamlayıcıdır.»

3 ? Seba' suresinin 28 inci âyetini aşağıya alıyoruz:

«Habibim , seni rahmetimizin müjdecisi, azabımızın haber­cisi ve bütün insanların Peygamberi olmaktan başka bir sıfatla göndermedik.' Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.»

B ütün bu âyetlerde müsahade ettiğimiz ilâhî belagat, talâ­kat ve i'câzdır ki yıldırın hıziyle insan ruhlarını istilâ etmiş, hükmünü yapmış ve kalpleri hakka küşâde, insanları iman nuruyla nurlandırmıştır.

Buna muvazi olarak Resul Ekrem'in de sahip bulunduklar ı yüksek ahlâk, fazilet, necabet, uluvvücenâb ve bunun gibi sayı­sız meziyetler Cenabı Hakkın kendisine tevdih buyurduğu Peygamberlik vazifesini yapmağa ve islâm dinini kıyamete kadar baki kılmağa hizmet etmiştir.

B ütün bu mütalaaları göz önüne alarak İslâm hakimiyetinin nasıl teessüs ettiğini takip edelim:

Teb ük gazasiyle Resul Ekrem haricî siyasetini tanzim et­miş, hududlarını emniyet altına almış ve düşmanlara kudreti­ni tanıttırmıştır. Bundan sonra Arab yarımadası haricindeki insanlar ı îslâma davet vazifesine başlamıştır. Tebük seferi biter bitmez Cenubda Yemen, Hadramut, Umman halkı müslümanlığı kabul ederek îslâm hükümranlığına baş eğmiştir. Hic­retin dokuzuncu yılında diğer bütün kabileler dairei İslama da­hil olarak bütün Arab yarımadası bir bütün halinde ve islâm devleti şeklinde tarih sahnesine çıkmış ve hükümranlık tamam­lanmıştır. Romalılarla olan hududlar da emniyet altına alın­mıştır.

Sultan Enbiya Hazreti Muham medin, bütün ebnâyi beşere hitap eden islâm dinine girmeleri için ecnebi hükümdarlara gönderdiği namei hümayunlarından bir danesini aşağıya alıyoruz:

«Bismillâhirrahmanirrahim. Roma imparatoruna.

Essel âm-ü menittehaalhüdâ

" Üzerimize vacib olandan sonra... Sizleri Islama çağırıyo­rum. Kabul edin. Cenabı Hak sizi iki taraflı mükâfatlandırır. Sizler bu islâmiyet davetinden istinkaf ederseniz halkınızın bütün günahları üzerinizde kalır. Ey kitap ehilleri! Sizin ve bizim için dahi en münasip olan dine geliniz. O da şudur: Yalnız Allaha iman etmek ona başka ortak tutmamak, diğerlerine Allah dememek. Ey kitap sahipleri! Sakın bu davetten çekinmeyiniz! Biz müslümanız, dinimize islâm denir.»

M üslümanlık Arab yarımadasında kökleştiği gibi onun zi­yası hududlardan taşmış, etrafa yayılmıştı. Bununla beraber, başlangıçta Arab yarımadasında tuhaf bir manzara hüküm, sürmekte idi. Bir yandan ekseriyeti teşkil eden müvahhitlerle, Putperestler yanyana yasamakta idiler. Gayri müslimler, enin­de sonunda bu nurun ziyasına katılmışlar ve müslüman cemi­yeti içinde kaynaşıp gitmişlerdir. Müslümanlığın bütün sema­vi kitapları kabul etmeleri, onların ibadet ve dinlerine hürmet etmelerine mukabil yahudiler daima dinimizi istihza ve istih­daf ile karşılamışlar ve islâm güneşi doğduğundan şu ana kadar düşmanlık ve husumetten bir zerre bile eksiltmemişlerdir. Bir kısım halkın putlara tapması, müminlerin putları kırması büyük bir tezad teşkil ediyordu. Buna son vermek zamanı geldi. Tebük savaşı sona erdikten sonra Hazreti Ebubekirin riyase­tinde müslümanlar hacca gidince tövbe suresi nazil oldu. Bu surenin şu âyeti büyük bir mâna taşıyordu:

«Allah ve Resulü tarafından haccı ekber günü bütün insan­lara beyan olunur kî: Allah ve Peygamber müşriklerden uzak­tır. Eğer tövbe ederseniz bu sizin için hayırlıdır. Yüz çevirsenizde, bilin ki Allahtn takdirini zayiflatamazsınız. Kâfirlere acıklı azabı bildir.»

Bu âyeti kerime nazil olunca Resulü Kibriya hemen Ebutalib oğlu Aliyi çağırarak Hazreti Ebubekirin nezdinde gönderdi ve şu talimatı verdi: Git hutbe ver ve tövbe suresini halka oku! Hazreti Ali, Minada halkı topladı, yanında Ebu Hüreyre vardı. Yüksek sesle şu âyetleri okudu:

«Allaha şirk koşanlardan andlaşmış olan kimselere veril­miş olan ahietlere Allah ve Resulü tarafından son verilmiştir.»

«Allaha ortak koşanların sizinle döğüstükleri gibi sizde on­ların cümlesiyle döğuşunuz. Allahın, kendisinden korkanlarla beraber olduğunu biliniz.»

Bu âyetlerin okunması bittikten sonra biraz duraklayarak, yüksek sesle şöyle bağırdı:

«Ey İnsanlar! Müslüman olmayan cennete giremez. Bu yıl­dan sonra müşrikler hac edemez ve kâbe etrafında çıplak dolaşamaz.»

O g ünden sonra hiç bir putperest hac etmemiş, hiç kimse çıplak olarak Kâbeyi tavaf etmemiştir. Bu hâl islâm dâvasının rasanetini ve islâm devletinin kökleştiğini gösteren en büyük misallerdir.

Resul Ekrem Medinede bulunduklar ı müddetçe müslümanlara imamet ve riyaset edip onların hakemliğini de ifa ederdi. Müslüman hakimiyeti tamamiyle teessüs ettikten sonra etrafın­daki bütün kabilelerle andlaşmalar yapılmış vilâyetlere vali­ler ve şehirlere beğler tayin edilmiştir. Peygamberimiz valileri tayin buyururken onlara vazifelerini hak ve adalet dahi­linde ifa » etmelerini ve bulundukları memleketin halkını hoş tutmalarını emir ederdi. Valileri memleketin eşrafından, iman­ları son derece kuvvetli ve samimî insanlardan seçerlerdi. Ay­rıca bu valileri, vazife mahalline göndermeden evvel imtihana tabi tutardı. Meselâ: Yemen'de vali gönderdiği Cebel oğlu Maaz'a söyle sormuşlardır:

? Halka ne ile hükmedeceksin?

? Allahın kitabiyle...

? Bulamaz isen?

? Peygamberin sünnetiyle...

? Yine bunda da bulamaz isen?

? İctihad ederim.

Cevab ını verdi. Peygamberimiz: «Benim sefirlerimi, Alla­hın ve Resulünün sevgilerini celbe muvaffak eden Allaha binleree hamdüsenalar olsun» diye şükürler etti.

Resul Ekrem Bahreyne vali olarak g önderdiği Seid oğlu Ebani'ye şu talimatı verdi:

«Halkı hoş tutmak hususundaki vasiyetimi yerine getir. ileri gelenleri saygı ile karşıla.»

Hazreti Peygamber valilerini çok güzide insanlardan se­çerdi. Onlardan halka rnüslümanlığı öğretmelerini, zekât ile diğer vergilerin tahsilini ve hazine mallarının muhafazasını is­tedi. Halkın iyilik hislerini okşamalarını, onlara Kur'an öğret­melerini, din anlayışlarını kuvvetlendirmelerini, haklı olanlara yumuşak, haksız olanlara karşı sert olmalarını, halk arasında nizamsızlık ve şûris olursa onu bastırmalarını ırk ve kabile dâ­valarının yasak edilmesini emrederdi. Allaha sirk koşulması­nın meni, ganimet mallarından beşde birinin beytülmale veril­mesi bu evamir cümlesindendir. Resul Ekrem; gönül nzasiyle Ve içten inanarak müslüman olan, ihtida eden insanların müslüman hukuk ve vecaibine sahip olduklarım beyan eder ve hıristiyanlık ve yahudilikte kalmak isteyenlerin serbest bırak­malarını emrederdi. Birgün Maaz'a söyle hitap buyurdular:

«Yanlarma gideceğin halk, kitap ehlidir. Onlara ilk söyle­yeceğin şey. Allaha ibadet etmeleridir. Allahı tamdıklarını gö­rür isek zenginlerden alır fakirlere veririz. Onlara, Allahın kendilerini zekât ile borçlu tuttuğunu söyle, dinlerlerse al, fa­kat mallarının en kıymetlisini almaktan sakın. Zulme uğrayanların bedduasından sakın. Zira, dualarda Allah ile insan arasın­da hâil yoktur.»

Bundan mada Pepgamber, baz ı vakitler mal tahsili için hususi memurlar da gönderdi. Nitekim her sene Revvaha oğ­lu Abdullahı meyvelerin tahmini için Haybere gönderirdi. Hayber yahudileri tahminin fazlalığından şikayet etmişlerdi. Ya­hudiler Revvaha oğluna rüşvet teklif etmişler, kadınlarının ziynet altunlarından bir çıkın içinde getirerek: Bu senin olsun, tahminini az tut demişlerdi. Revvaha oğlu Abdullah da buna kargılık:

«Ey Yahudiler cemaati! Sizler Allahın mahlukatı içinde sevmediklerîmizsinîz. Fakat bu tefret beni sîzlere zulmetmeğe sevketmez. Teklif ettiğiniz rüşvete gelince: O, en menfur ka­zançlardandır. Biz onu yiyemeyiz.»

Yahudiler bu hareket kar şısında; gökler ve yerler bu fera­gatle ayakta durur demişlerdir. Resul Ekrem valileri ve beğleri daima teftiş ettirir, kendisine getirilen haberleri dinlerdi. Bahreyn valisi hakkında Kays kabilesi tarafından vaki olan şikayet üzerine kendisini azletmiştir. Peygamberimizin devlet idaresindeki hassasiyeti şayan dikkattir. Valileriyle sıkı hesap görür, onların varidat ve masraflarını inceden inceye tetkik ederdi. Bir kere, zekât tahsili için birini memur etti, tahsilat sonunda bu memur hesap verdi ve getirdiği mallardan; bu si­zin, bu da benimdir, bana verilen hediyelerdir dedi. Bunun üzerine Resul Ekrem söyle buyurdu. Allahın bizi borçlu tut­tuğu vazifelerde çalıştırdığımız kimselerde ne oluyor ki ba sizindir, bu da bana hediye edilmiştir demektedir. İnsan kendi atasının, babasının evinde oturduğu vakit kimse ona durup dururken hediye getirir mi? Bizim bir işe çalıştırdığımız ve karşılığını verdiğimiz kimsenin hakkından fazla birsey alması hırsızlıktır buyurdular.

Peygamber i çtimaî ve islâmî nizama son derece riayet eder­di. Birgün Maaz'ın namazı uzatmasından Yemen halkı şikâyet etmiş ve ResulAllah da onu tekdir etmiş, halka imamet eden­lerin namazı uzatmamalarım emretmiştir.

Resul Ekrem halk ın adalet işlerini yürütmek için kadılar tayin ederdi. Nitekim Ebutalib oğlu Ali'yi Yemen'e kadı gön­derdiği gibi Nevfel oğlu Abdullahı da Medine kadısı tayin et­miştir. Cebel oğlu Maaz ile Ebu Musa El'eş'ariyi Yemen kadı­lıklarına gönderdiği zaman ikisine de; ne ile hükmedeceksiniz diye sormuştur. Her ikisi de cevap olarak Kur'an ve sünnetle orada bulamazsak kıyâsla cevabını vermişler. Resul Ekrem de bu cevaptan memnun kalmışlardır.

B ütün bunlardan anlaşılıyor ki islâmm büyük Peygamberi, kurduğu devlet ve medeniyet de hükümet ile halk arasındaki münasebetleri en ince teferruatına kadar takip ederlerdi.

Bundan mada Resul Ekrem halk ın işlerini tedvir için daire müdürleri demek olan kâtipler tayin ve istihdam ederdi. Hazreti Ali anlaşmalar ve uzlaşmalar kâtibi idi. Elhâris mühürdar idi. Ebu Fatma oğlu da ganimetler kâtibi idi. Bunlardan başka Hicaz meyvelerinin tadadı ve diğer vergilerin tahsili, alacak ve verecekler, ticaret anlaşmaları ve kırallarla muhabere için kâ­tipler tayin eder ve onlarla meşvereden hoşlanırdı. Kendisinin, doğru görüşlü, ferasetli insanlardan on dört müşaviri vardı. Bunlardan yedisi ensardan, yedisi muhacirlerdendi. Haraza, Ebubekir, Cafer, Ömer, Ali, Ibni Mes'ud, Süleyman, îmâr. Huzeyfe. Ebuzer. Mikdat, Bilâl belli başlı müşavirlerdendi. Bu müşavirlerden başkalarına da danıştıkları olurdu. Peygamber tarlalara, meyvelere ve hayvanlara vergiler koymuştur. Bunlarda zekât, aşar ve harb kazançları vergileriyle gayri müslimlerin, arazi, haraç ve cizye vergileri idi. Zekât. Kur'anda göste­rilen sekiz türlü kimselere dağıtılır, bu vergiden başkalarına bir şey verilmezdi. Zekâttan devlet masraflarına da sarfedilmezdi. Savaş ganimetleri ve gayri müslimlerden alınan arazi ve şahsi vergiler devletin idaresine ve ordu masraflarına kâfi gelirdi. Devlet kendisini fazla mala muhtaç göremiyordu. işte Peygamberimiz devlet cihazını bu suretle kurmuş ve hayatı müddet ince bu teşkilâtı ikmal ve itmam etmişti. O suretle ki islâm devletinin reisi, muavinleri, valileri, kadısı, ordusu, daire müdürleri ve müşavere meclisi vardı.

Peygamberimizin kurdu ğu bu hükümet şekil ve vazife iti­bariyle bütün müslümanlar için bir örnek teşkil eder. Peygam­berimiz Medinede hayatının sonuna kadar islâm devlet ve hü­kümet reisi olarak vazife görmüştür. Hazreti Ebubekir ile Hazreti Ömer kendilerinin yardımcıları idi.
16
Tebük Harbi
İslâmiyetin sür'atle inkişafı ve intişarı, civardaki hristiyanları endişeye düşürüyordu. Suriyeden gelen haberlere göre Roma devleti islâmiyete karşı mühim hazırlıklarda bulunuyor­du. Bu malûmat Peygambere ulaşınca, kendisinin gelecek ordu­yu bizzat karşılamasını ve bir plân tanzimini düşündü. Bu prog­ramın esası, müslümanlara tecavüze cesaret edecek kuvvetleri bir daha baş kaldıramıyacak surette imha etmekti. Mevsim yaz nihayeti ve son baharın başlangıcı idi. Yaz sıcağının şiddeti artmıştı. Medineden Şama kadar olan bin üçyüz küsur kilo­metrelik mesafenin aşılması çok zor ve yorucu idi. Su ve iaşeye çok ihtiyaç vardı. Bu hakikatin halka bildirilmesi ve keyfiye­tin gizli tutulmaması zaruri idi. Ayrıca Romalılarla harb edi­leceğini de bildirmek lâzımdı. Bu tarz hareket Peybamberin şimdiye kadar girdiği harblerde tuttuğu yola muhalifti. Çünkü Resul Ekrem hareketini daima gizli tutar ve çok defalar düş­manı şaşırtmak ve nereye gideceğini gizlemek için bir istika­metten diğer istikamete teveccüh ederdi. Bu defa ise hududlarda Romalılarla savaşmak İçin hareket edeceğini açıkça ilân etti. Bu sebeple toplanması elzem büyük bir orduyu meydana getir­mek için bütün kabilelerin hazırlanmalarım, adetçe ve silâhça üstün bir kuvvet meydana getirmek için müslüman zenginleri­nin de Cenabı Hakkın kendilerine bahsettiği maldan harcama­ları bildirildi. Müslümanlar bu tebliği muhtelif şekillerde kar­şılamışlardır. Bütün samimiyet ve halis bir inançla hak dinine girmiş olan rnüslümanlar bu teklife «Lebbeyk» diye heyecanla mukabele etmişlerdir. Bunlar meyanında üstüne binip gidecek vasıtası olmayan fakirler olduğu gibi mallarını Allah yolunda canı gönülden Peygamberin emrine veren ve şehidlik veyahut korkudan müslüman olanlar ise bu vaziyete karşı ağır davran­mağa ve çeşitli bahaneler uydurmağa başladılar. Bunlar sahte müslumanlardır ve birbirlerine, sakın bu sıcakta gitmeyiniz diyorlardı. Bunun üzerine «Sıcakta gitmeyiniz dediler. Cehen­nemin ateşi daha sıcaktır. Bunu anlasalar, da!» âyeti nazil oldu. Resul Ekrem Seline oğullan kabilesinden olan Kays oğlu Cedde şöyle hitap etti: Ey Ced! Sarı renklilerle savaşmağa gönlünün rızası varmı? Ced şöyle mukabelede bulundu: Ey Allahın Resulü, bana izin verde günaha girmeyeyim. Benim soydaşlarım benden ziyade kadın düşkünü kimse olmadığını bilirler. Sarı renklilerin kadınlarını görürsem uslu duramayacağımdan kor­karım...

Peygamber ondan y üzünü çevirdi ve «onlardan, bana izin verde beni günaha sokma diyenler vardır. Bilsinler ki günahın içine düşmüşlerdir. Gerçek cehennem kâfirleri kuşatmıştır.» mealindeki âyeti kerime bu sebeple nazil oldu. Sahte müslü­manlar harbe çıkmakta teallül etmekle kalmayıp halkı savaş­tan soğutmağa da kalktılar. Peygamberimiz bunlara karşı şid­detli davranarak bir ceza tertibini de lüzumlu görmüştür. Yahuri Süveylemin evinde toplanarak halkı harbden soğutmak ve bozgun yaratmak için çalışanlar Peygamber tarafından ha­ber alınınca Ubeydullah oğlu Talhayı eshabdan bir keçiyle Yahudinin evine göndermiş, evi yaktırmış, kaçanlardan bazıları sakatlandığı gibi çokları da ateşten canlarını zor kurtarmışlar­dır. Bu ceza diğerlerine ibret olmuş ve bozgunculuğa artık kimsede cesaret kalmamıştır. Resulullahın gösterdiği bu şiddet ve dûrbinlik orduda tesirini göstermiş, ordu mevcudu otuz kü sur bin m üslümana yükselmiştir. İslâm tarihçileri bu orduya usret yâni zorluk ordusu ismini verdiler, çünkü bu ordunun .şiddetli sıcaklar altında, susuzluk ve uzun mesafeler kath mec­buriyeti zamanın imkânlarına göre cidden aşılması zor bir hâ­disedir. Peygamberimiz bu ordunun kurulmasiyle meşgul ol­duğu vakit imamet vazifesini Hazreti Ebubekir ifa etmiştir. Kesul Ekrem Medinedeki vazife için kendi yerine Müslüme oğ­lu Muhammedi ve aile hususları için de Hazreti Aliyi vekil bı­rakmıştır, îslâm ordusu gayet muhteşem, heybetli kuvvetli ve kalabalık bir halde Medineden ayrılırken bütün kadınlar evle­rinin damlarına çıkmış, gördükleri harikulade manzaradan cûş-u hurûşa gelerek müminler ordusunu çılgınca alkışlamıslar ve Arap an'anelerine göre askerleri teşvik ve teşcih etmiş-rdir.

«Buna benzer bir manzaraya da biz 1917 senesi başlarında Yafa' an gaze meydan muharebesine giderken şahid olduk. Bire on nisbetinde adetçe faik, silâhça üstün İngiliz ordularına karşı sadece göğ­sündeki iman kuvveli, Peygamber aşkı, din kudretiyle ilerileyen Türk ordusunu Südût köyünün Arap kadınları böyle teşvik ve teşcih etmiş­ler ve çoğumuzu ağlatmışlardı. O ateşle hızla ateş hattına giren Türk Mehmetçikler, azim bir zafer kazanmış ve ingiliz ordusunu büyük bîr mağlubiyete uğratmıştı.»

îste Medineden çıkan Hazreti Muhammed'in ordusundaki on bin atlının heybetli manzarası da insanları coşturmuş ve nusat yollarına sürüklemişti. Roma orduları Tebükte müslümanların üzerine yürümek için hazırlanıyordu. Onlar mümin­ler ordusunun bu muhteşem kuvvetini öğrenince telâş ve deh­şete kapıldılar. Daha evvel Möte harbinde, böyle bir kuvvete sahip değil iken müslümanların gösterdikleri celüdet ve kah­ramanlığı düşünerek bu defa haklı bir korkuya kapılmaları tabii idi. Bu sebeple müstahkem mevkilerinde kendilerini mü­dafaa edebilmek için Roma orduları Şam şehirlerine çekilmeği muvafık bulmuşlar ve Tebük ile çöldeki bütün mevkilerini terk ederek büyük bir ricata başlamışlardır, îmamülmücahîdîn Efendimiz düşmanın içine düştüğü bu korku ve ricat hareketi ni haber al ınca Tebük üzerine yürüdü ve ordugâhını orada kurdu ve artık Romalıları Şam şehirlerine kadar takibe lüzum, görmedi. Cenabı Peygamber Tebükte bir ay kadar kalmış ve bu müddet zarfında etrafındaki kabilelere haberler göndererek cümlesini hak dinine davet etmiş ve bunlardan bir çoğu imana gelmiş bir çoğu da vergiye bağlanmıştır. Hududlarda bulunan ufak tefek hırîstiyan hükümetleriyle itilâf nameler akid olun­muş ve böylece hududlarda sulh ve müsalenıet temin edilmiş­tir.
17
İSLAM-GENEL / Ynt: Suzi libermanın Hatıra Defteri
« Son İleti Gönderen: ihvan23@hotmail.com 14 Kasım 2024, 17:17:48 »
Türk Askeri Filistinde
15 Ağustos 1914


Bütün Osmanlı ülkesinde bir hareket, bir kıpırdama, bir faaliyet var. Türkler'in de kavgaya katıldıkları söyleniyor. Zaten Dünya'nın neresinde bir cenk olur da Türk ondan geri kalır! Asya'nın göbeğinden bir sıçrayışta Avrupa'nın ortasına atlayan ve buraları bir yumrukta ellerine geçiren Türkler'den sakınmak lâzım geldiğini söylüyorlar bize!.. Geçenlerde Yafa Hükümet reisi köyümüzden geçti. Türk değil, Libyalı bir Arap. Ne bir kahvemizi içti, ne de yüzümüze bakmağa tenezzül etti. Suratından düşen bin parça olur. Babam başta köyün erkekleri herifi karşıladılar, selâmladılar, saygı gösterdiler, fakat hiç para etmedi. Anlaşılan bunlar bizim buradaki refah ve saadetimizi kıskanıyorlar, yerleştiğimizi istemiyor­lar. Varsın istemesinler,bir gün gelecek onlar buradan defo­lup gidecekler, buranın tek efendisi biz olacağız. Yalnız bu­ranın değil, bütün Dünya'nm!..

Aron bize ilk sinyali verdi: Kulaklarınız kirişte, gözleri­niz açık olsun! Her hareket, her hadise günü gününe bize bildirilecek. Sarah mutemet adamlarından Jozef ile ilk emri­ni gönderdi: "Mıntıkanızdan geçecek, yakınlarınızda konaklayacak veyahud yerleşecek her Türk birliğinin kuvvetini, kumandanını, silahlarını cinsini ve mümkünse kuman­danının adını öğrenip hemen bize bildiriniz. İçlerinden zabit ve neferlere sokullarak, onlara iltifat ederek, gönüllerini hoş ederek kendilerinden malumat alınız. Her haber bizim için mühimdir. Suzy! Tarih sana en büyük vazifeyi veriyor. Bu; Türkler'in bu topraklarda son günleridir. Bu günlerin kısal­tılması için çalışmak borcumuzdur. Onlar tamamiyle ayak­larını kesip buralardan defolmadıkça istikbalimiz emniyet altında değildir, Türkler'in ne kadar haşin ve barbar bir mil­let olduğunu tarihlerde okumuşsundur. Bugün bir şey anla­mıyor gözükürler fakat birgün, fırtınalar gib, kasırgalar gibi birdenbire kopup yuvamız, yurdumuzla birlikte silkip at­malarını daima hesaba katınız ve aklınızda tutunuz. Ona göre daima tetikte bulununuz ve en ufak hareketlerini takip edip bildiriniz. Yehova bizi korusun!"
Ortalık sarsılıyor, yeryerinden oynuyor. Arz-ı Mev'ud, alay alay tümen tümen Türk çizmeleri tarafından çiğneniyor. Hodkâm Almanlar ve barbar Türkler, birbirlerine ne kadar yakışıyor!.. Birlikte harbe girmişler, ikiside bizim düşmanımız. Şu nokta zihnimi o derece işgal ediyor ki, geçen gün köy muallimi Benjamen bana şunları anlattı:

"Ben Türkler'in barbar ve merhametsiz insanlar olduğuna katiyyen İnanmıyorum. Aksine olarak çok merhametli ve asil insanlardır. Bak bizleri buraya yerleştirdiler. Kendi köylüleri fakirlik ve sefalet içinde yüzerken biz burada kon­for ve refah içinde yaşıyoruz. Kimsenin bizi kıskandığı yok. Mal ve can emniyeti içindeyiz. Sonra şunu unutmayalım ki, "Avrupa'dan o mel'un Katolikler bizi koğup binbir çeşit iş­kenceye mâruz bıraktıkları zaman, medenî dünyada yalnız Türkler bize avucunu açmış, vatanlarından bize toprak ve yaşamak imkânı vermişlerdir. Hakikat bu, fakat İsrailin büyük ideali yok mu?"
Hakikat bu,öyle mi? Nasıl olur? Biz bu gerçeğe vakıf olunca var gücümüzle bu millete nasıl düşman olabiliriz? Ben gençliğimi, güzelliğimi, istikbalimi ve aşkımı, her şeyi­mi, her şeyimi bu millet aleyhine seferber etmiş bulunuyo­rum. Bizi köpekten aşağı tutan, bize her türlü zulmü reva gören,dindaşlarımızı bir çırpıda kıtır kıtır, doğruyan Ruslar ve Polonyalılara böyle bir husumet ve suikasdda bulunmayıp da bizi buralara yerleştiren, bize ekmek ve mekân veren Türkler aleyhine kullanmak ve bu işte vazife almak!.. Bu çok feci yarabbi! Demek her şey İsrail için her şey büyük İsrail devleti için öylemi? Ama bu hikâye o kadar bayat, o kadar eski, o kadar müstamel ki!.. Bir sürü kehânet, bir sürü fantazi, bir sürü mistik hikâye!.. Asırlarca ecdaddan evlâda evladdan ahfada hep bu masal, hep bu hikâye!.. Ondan sonra bü­tün milletlerin sönmek bilmeyen, gittikçe alevlenen kinleri ve düşmanlıkları. Şimdilik öyle... Yarını kimse bilmez. Fakat biz yarın için çalışıyonız,şu sonu gelmeyen yarınlar için...

Zihnimi kurcalayan, vicdanımı hırpalayan bu düşüncele­rimi mazAllah duymasınlar, beni yok ederler vAllahi... Hele babam, hele babam.,.
..................................... Silinmiş ve üç sahile okunamamistir.
Türkler'in Mısır'ı fethetmeğe hazırlandıkları söyleniyor. Amma tûl-i emel ha! Bir zamanlar zengin Viyana'yı yağma etmek için ellerini oralara kadar uzatmadılar mı? Yakın vak­te kadar Mısır onların ellerinde değil mi idi? Bizi sonuna ka­dar burada bırakırlar mı bilmem? Şu var ki biz bütün gücü­müzle onları arkadan hançerlemeğe çalışacağız.

Süveyş Kanalını geçip Mısır'ı fethetmek için Türklerin ge­niş ve ciddî mikyasta hazırlıklarda bulundukları burada bomba gibi patladı. Yeruşalem demiroyunu sökmüşler, Süveyşe doğru şimendöfer yapacaklarmış. Babam anlatıyor, Türk ordusunun kumandanı Cemal Paşa isminde gayet sert ve insafsız bir adammış. Türk kabinesinde de Bahriye Nâzırı imiş... Kim olursa olsun bu koca çölü nasıl aşacak bunlar!.. Sakın onlarda bizim kavmimiz gibi, Musa'nın ümmeti gibi Sina'da seneler senesi kendilerini kaybetmesinler, ama bu asırda hiç de bunu sanmam. Şu var ki onları Firavun yerine şimdi ingilizler karşılayacaklar. Yaşayan görür. Bekleyelim. Tarihi günler yaşadığımız malûm!.

Babam dün Kudüs'te Aron'un 'yanına gitti. Yafa Remle Mıntıkasında ne miktar asker toplandığını ve daha cenuplara ne kadar süvari, topçu ve piyade geçtiğini bildirdik. İçlerin­de Alman zabitleri olduğunu ve "Fon Kreys" isminde bir de Alman generali olduğunu onlar tabii biliyorlar. Hiç görmediğimiz hecin süvari kıtalarını da bildirdik. Taberiye'de Lübnan'dan gelmiş bir piyade fırkası olduğunu ilâve ettik. Daha da malûmat topluyorum, civar yahudi köyleri de elde ettik­leri haberleri Kefer Kenna'da Hıristiyan rahibi kıyafetine gir­miş olan fedakâr ırkdaşımız "Mişel=asıl ismi Jakob'a bildiri­yorlar." Adanmış topraklar baştan başa Türk çizmeleriyle çiğneniyor. Şayet bunlar Mısırıda elde edecek olurlarsa bizi burada oturturlar mı acaba? Hiç ummam. Bu düşünce bir kâbus gibi rüyalarıma giriyor. Fakat şuna emin olmalıyız ki; kudretli ve namağlûp İngilterenin sırtı öyle kolay kolay yere gelmez. Biz, bütün varlığımızla onun yardımcısıyız. Türkler'in cepheleri gerisinde başaracağımız vazifeler hiç şüphe­siz bir ordu kadar faydalı olacaktır. Kadın, erkek genç, ihti­yar cümlemiz seferber vaziyetteyiz. Arz-ı Mev'ud'un her kö­şesinde mevzi almış, tarassut noktalarını tutmuş olan ırkdaş-lanmız evvelâ Türk ordusunun kuvvet ve kudretten düşüp mağlûp olması, sonra da İngilizlerin buradan defolup gitme­leri için çalışıyor. Yehova'nın bize yardımcı olduğundan kimsenin şüphesi olmasın Bu inançla ve istikbalin parlak vaadlerini düşünerek müsterih oluyor ve gebe olan gecelerin, gebe olan gündüzlerin, ve gebe olan yarınların neler doğura­cağına intizar ediyorum. Bu; en emniyetli ve kestirme yol!...

Arz-ı Mev'ud kaynıyor. Yeruşalem Türk askerleriyle dolup boşalıyor. Her yer onların işgali altında... Köylerimiz, çiftliklerimiz onların kontrolünde. Bu adamlar Süveyş Kana­lını aşıp Mısır'ı işgal edecekler mi acaba? Köyümüzde, kom­şularımızda, civarımızda hep bu mevzu... israil büyükleri hep bununla meşgul. Kudüs, Yafa, Hayfa, Kefer Kenna, hatta "Nasıra; Taberiye ve Sihron Jakob'ta mevki almış olan tarassud memurlarımız ve fedakâr ırkdaşlarımız hiç bir şeyi göz­lerinden kaçırmıyorlar. Bizi Türklerin idaresinden kurtara­cak olan İngilizleri kazandırmak için Siyon öncüleri kamilen seferber... Hepimizin endişesi, Türkler hakikaten zafer kazanacak olursa birgün, er veya geç bizi buradan koğmalarıdır... Biz buralarda, Anayurdumuzda, adanmış top­raklara yerleşmek için az mı çalıştık, az mı fedakârlık ettik, az mı kurban verdik!.. Ve asırlarca işkence içinde bekledik. Hayfa hahamı doktor Nahmiyas birgün bize şunları söyle­mişti:

"Irkdaşlarımız ve dindaşlarımız bu topraklara, bu, bize mev'ud ve bizim olan muazzez vatana hicret edip yerleşmek için her fedakârlığı göze almıştık. Bütün yeryüzündeki ya­hudi hazineleri bu iş için seferber olmuşlardı. Milyonlarca altın bu uğurda sarfolundu. Milyonlarca altın Türk Sultanı­na rüşvet teklif edildi ve en sonunda bütün bu gayretlere şiddetle göğüs geren Türk Padişahı alaşağı ettik. Yarın elle­rine yeni bir kuvvet ve fırsat geçmesin, akıbet yine kötü, yi­ne vahim... Yarın yine böyle bir sultan, bu tipte, bir hükümet adamı çıkarsa, bu mes'ud yuvalar yıkılır, bu güneşli diyar bize zindan olur. Fakat endişe etmeyiniz, dünya'nııı bütün köprü başlarını elinde tutan, dünyanın bütün servetine sa­hip olan bizler artık bir daha ve ebediyen o karanlık günlere dönmiyeceğiz..."

Bu nutuk birçoklarımızı coşturdu, bir çoklarımızı teselli etti. Ama benim içimi bir kurt kemiriyor, bir türlü iç huzura kavuşamıyorum. Bir sürü Acaba zihnimde, kafamda düğüm­lenmiş duruyor.

Mühim bir şeye dikkat ettim; sırtlarında kışlık yünlü elbi­seler, arkalarında ağır çantalar yüklenmiş olan Türk askerlerini köyümüzden geçerken dikkatle seyrettim. Vicdanım altüst oldu. Bunların fakir bir millet olduğu muhakkak!... Bu cehennem gibi sıcak yerlerde kışlık elbise olur mu? Güçleri yetse idi elbette ince keten elbiseler giyer ve ona göre teçhiz edilebilirdi. Ama şu var hem de çok mühim bir nokta: Köyü­müzden geçen asker ve zabitlerin yüzlerine dikkatle bakıyo­rum, hiç bir millette benzerini görmediğim bir asalet ve tevekkül var bunların yüzlerinde... Fakir oldukları malûm, fakat içlerinden hiç biri kafasını çevirip kıskançlıkla bize bak­mağa tenezzül etmiyor. Bağlarımızdan bir salkım üzüm, ba­demlerimizden bir tek badem kopardıklarım görmedim.

Geçen gün fevkalâde giyinmiş, son terece muntazam bir alay geçti köyümüzden. Zabitleri köy kahvesinde yarım saat kadar dinlenip birer kahve ve limonata içtiler. Kahvecimiz bunlardan para almak istememişti, ikrama tenezzül etmedi­ler ve bahşişleride ekleyerek öyle ayrıldılar. Askerlerin yüz­lerinden öyle merhamet ve sükûnet okunuyordu ki; insan bu kuzu gibi adamların düşman karşısında nasıl poz alacakları­nı merak ediyor doğrusu.. Ama düşünüyorum, Asya'nın or­tasından gelip biranda Avrupa'yı dize getiren ve asırlar boyu büyük bir imparatorluk kuran bu milletin muhakkak ki, bi­zim göremediğimiz fevkalâde bir tarafı var. Şimdiki halde benim gördüğüm asil, sakin, merd ve mütevazı insanlar!.. Bu milletin arkasından, karanlıklarda hançer sallamak; işte bu çok fena, çok âdi bir iş... Biz bunu müstakbel ve büyük ve müstakil İsrail Devletinin hatırı için yapıyoruz. Kızlarımız bekâretini, güzelliklerini ve hayatlarını bu uğurda vakfetti­ler. Erkeklerimiz; süngüsünün gölgesinde yaşadığımız in­sanların ve hükümetlerin hayatlarına bunun için sûikasd ya­pıyorlar. Riyakârlık ve iki yüzlülük bu maksad için mubah ve hatta mukaddes telâkki ediliyor. Fakat şu nokta vicdanımı o kadar eziyor ki: Her biri bir herkül, herbiri bir kahraman ve o nisbette sakin ve mütevekkil olan bu insanlar aleyhine reva gördüğümüz hiyânet ya sonunda yine bir fiyasko ile ne­ticelenirse!. Ya yine bu insanlar muvaffak olur ve bizim gök­lere çıkardığımız, İngilizler mağlup olup burudan defolup giderlerse... Evet onlarda defolup gidecekler ve burası bize kalacak, sadece bizlere!... Ama daima aksi kazıyye sabittir derİer, o zaman halimiz nice olur!.. İşte böyle birbirine zıd, birbirine girift hisler altında eziliyorum ben!.. Nihayet ben de bir insanım. Hem de genç ve güzel, aşka ve ihtirasa muhtaç bir kız... Vicdanım bir mengene içinde sıkılmış gibi azap için­deyim.

Bizim istiklâl davamız!.. Büyük İsrail Devleti!..
18
İSLAM-GENEL / Ynt: Suzi libermanın Hatıra Defteri
« Son İleti Gönderen: ihvan23@hotmail.com 14 Kasım 2024, 17:16:30 »
Dünya Savasi Kivilcimlari
Haziran... Ekinler biçildi, bağlar olgunlaştı. Bademler top­lanmağa hazırlanıyor. Fakat ne kadar sıcak var, ne kadar!.. Köyün bütün delikanlıları ve kızları tarlada. Beni bundan ba­ğışladılar. Beni yarın için saklıyorlar. Bu yarında ne var aca­ba? Bu yarınlar ne doğuracak ki?.. Her halde benim bilmedi­ğim berşeyler var, bu muhakkak. Gün doğmadan bakalım neler doğacak...

Bu cumartesi, tek atlı bir fayton beni aldı Câuna'ya götür­dü, ne büyük ne güzel köy, ne kadar da zengin... Roçild'in vekili ve idare adamlarımız hep burada!.. Burası sanki müs­takil bir teşkilât merkezi!.. Köyün genç kızları beni karşıladı­lar, köylerini gezdirdiler. Varşova'da bile emsali az güzel bakkal dükkânlarını ve mükemmel bir de eczâhânesi var bu köyün. Doktoru da var. Mükellef bir villânın mükemmel bir odasında köy hahamı, Roçild'in vekili, Hayfâdan, Yafa'dan gelmiş seçkin insanlar birer koltuğa kurulmuşlar. Bana da yer gösterdiler, saygı da gösterdiler ve bir yere oturdum. Or­talığı derin bir sessizlik kapladı ve köy hahamı doktor Levi şu duayı okudu:

Rab Sinada geldi
Ve onlara Seirden doğdu,
Paran dağından parladı,
Ve mukaddeslerin on binleri
İçinden geldi;
Onlar için sağında ateşli ferman vardı.
Gerçek, sıbtları sever,
Bütün mukaddesleri senin elindedir;
Ve onlar senin ayağının yanında oturdular;
Herbiri senin gözlerinden alacaktır.
Yakup cemaati için miras olarak,
Musa bize bir şeriat amretti.
Ve İsrailin bütün sıptları birlikte olarak,
Kavmin başları toplandığı zaman,
Yeşurunda o kiralat.
Bu duayı bitirir bitirmez yüzü sapsarı kesilmiş doktor Le­vi, gür sesiyle şunları ilâve etti:
Bugün burada kavmimizin başları siz sayılırsınız. Siz; do­ğacak güneşin ilk lamblarısınız. İsrail'in kurtuluş güneşi Sahyun Dağı'nın tepelerinde altın sırmalı tellerini Yeryüzü'ne yaymak üzere!.. Dünya, din ve ırk ayırmaksızın bütün goyîmleri mahvedecek bir kıyametin arefesindedir.[8] Bu kıya­met Kürre-i Arz'da yaşayan bütün insanları içine alacak, ev­leri yıkayacak, ocakları söndürecek, mağrur kafaları ezecek, ortalığı kül edecek, yeryüzü bir enkaz yığını haline gelecek ve bu enkazın ortasından yeni, taze ve canlı İsrail Devleti do­ğacak!.. Tevrat'ın müjdelediği Talmud'un haber verdiği Şulhan Aruh'un tefsir ettiği büyük, kudretli, şevketli ve azamet­li İsrail devleti...

Bu gayeye çabuk ulaşmamız, bu adanmış topraklarda Al­lah tarafından bize mev'ud istiklâl ve saadete bir an evvel ulaşabilmemiz için her birinize büyük vazifeler düşüyor. Bu­nu sizlere daha evvel tebliğ etmiş bulunuyorlar. Biz bugün burada: Günün yaklaşmakta olduğunu sizlere bildirmek için toplandık. Yehova cümlemizin yardımcısı olsun!

Bundan sonra Roçild'in vekili hepimizle teker teker alâkadar oldu, isimlerimizi sordu ve biz ona kısaca haltercümemizi anlattık. Yüzümü okşadı ve beni sofraya yanma oturtarak iltifatlarda bulundu.

?? Sarah ile görüştün değil mi? O büyük kadındır. Israilin ümidi ve yıldızıdır. Ona hizmet etmeğe ve faydalı olmağa çalış güzel kızım."
Muhakkak ki; büyük bir vazife yüklenmiş bulunuyorum. Bu, o kadar büyük ve kudsî bir vazifeki; bana cümle cümle, teker teker söylüyorlar. Elbette ki birşeyler anlıyorum, ama hepsi o kadar mı bilmiyorum. Yarınlar, hâdiseler herşeyi açıklayacak bize... Bizi Gettolardan, Pogromlardan, hakaret­lerden, kırbaçlardan kurtarıp bu hür ve mes'ud hayata ka­vuşturanların elbette bir bildikleri var. Onlara inanmak, on­ların sözünden dışarı çıkmamak yapacağım tek şey.

Köyümüze döndük. Herkesi ümit ve neşe içinde buldum. Normal bir hayat sürüyoruz. Anbarlarımız erzakla, kuru üzümle ve bademle dolu. Yafa'daki bankada paramız var. Sı­kıntı ve yokluk nedir unuttuk. Gerçi tarlalarda ve Güneş'in altında çalışmak zor fakat kazançlı!.. Düşmanlarımız: ?Saban tutmayan ellerde asalet yoktur" derler. İşte şimdi sapan da, orak da, çapa da tutuyoruz, sanki bunlar mı bize asalet veri­yor? Bu da çok sürmeyecek!.. Biz fizikî kuvvetlerle kol ve ba­cak güciyle değil, eşsiz zekâlarımızla Dünya'nın efendisi ola­cağız. Fellahlar Güneş altında köle gibi, esir gibi, ecir gibi ça­lışacak ve biz onların sırtından geçineceğiz. Ama bugün topraktan aldığımız mahsullerin bir kışımın anbarlarımıza, bir kısmını pazarlara sevkedip para kazanmak da doğrusu tatlı şey. Varşova'da ve Karakoy'da, loş dükkânımızda, bir pis gayri yahudinin elinden eşyasını ucuz almak ve yahud değerlerini bir türlü takdir edemedikleri eşyayı, antika diye bu­dalalara yutturmak... Ne yalan söyleyeyim öteden beri benim hoşuma gitmiyordu. Bir de şunu düşünüyorum: Aç sinekler gibi banka kapılarına üşüşüp para ve kredi dilenen kaba in­sanlara yaptığımız tahakküm ve büyük fabrikalarda çalıştır­dığımız onbinlerce işçiden ehramlarda harcadığımız emek ve çektiğimiz işkencelerin acısını çıkarmak duygusu insana ne büyük gurur ve teselli veriyor.
Babam diyor ki; Amerika'daki bütün silâh fabrikalarının sahipleri yahudilermiş. Dünya'nın servetini bu yoldan hazi­nelerimize çekmek ve yaptığımız silâhlarla goyimleri birbiri­ne kırdırmak!.. Neye gözyaşı döküyoruz? İntikamımız bol bol alınmış bizim. Şimdi geriye David'in bayrağının dalga­landığını görmek kaldı. O da olacak!.. Biz bu davanın öncü­leri değil miyiz?
Haftanın her çarşamba günü Cauna'dan gelen doktor ha­ham bizleri köyün gazinosunda topluyor ve bize Talmut'dan parçalar okuyor. Ne derin manalar var bu Talmut'da.. Dok­tor tefsirini de yapıyor, mest oluyoruz. Ezberlediğimiz par­çalar var, meselâ şunlar:

"Yalnız İsrail oğulları insandır, diğerleri değildir."

"Yahudi olmayanlar murdardır. Bunların pis ellerinin do­kunduğu her şey mekruhtur."

"Eğer bir gayri yahudinin Öküzü, bir yahudinin öküzünü boymızlayıp yaralarsa, yahudi olmayan ceza görmelidir. Şa­yet bir yahudinin öküzü, yahudi olmayan bir ken'âninin öküzünü yaralarsa, ceza mevzuubahis değildir."

Bunun gibi nice hikmetleri tekrar tekrar okuyup hafıza­larımıza nakşediyorlar.
İçimden bir ses yükseliyor, vicdanın sesidir belki bu! Di­yor ki: Acaba bu kadar sert hükümler ve haksız kararlarını biz yahudileri insanların gözünden düşürmüş, herkesi biz­den uzaklaştırmış, Cihan'ın nefret ve istikrahını üzerimize toplamış. Evet; zulüm, işkence, katliam, hakaret bunların hepsi bize bir hak verir, verir ama acaba ilk başlayan kim? Biz mi, onlar mı? Aman yarabbi ne içinden çıkılmaz muam­ma bu?"

Ey Adonay sana tövbe etmeliyim. Ruhumda fırtınalar ko­puyor, istifhamlar düğümleniyor. Hangi tahsil, hangi bilgi, hangi görgü ile bunları çözeyim. Acizim, acz içindeyim. Bir hakikat nuruna, bir hakikat ışığına o kadar muhtacım ki!..
Kudüs'e gidip gelmek, Cauna'da toplanmak Ezra'nın vaizleri, ırkdaşlarımın göz yaşlan, feryat ve figanlar, asırlar­dır bitmeyen şikâyet ve ıztırab!.. Bütün bunların son tesellisi istiklâl ve yeni bir devletin doğuşu Öyle mi? Belki!

Babam bugünlerde kendisini adeta Musa'nın azizi, müri­di gibi telâkki ediyor, ondaki vecit ve heyecan ne? Fakat Po­lonya'da iken, derin uykumda karyolamın başında gördü­ğüm hayalet ne idi? Hayvani şehvetini kendi öz kızının üze­rinde teskine yeltenen kudurmuş bir insana baba demek ka­dar bir insan için talihsizlik tasavvur edilebilir mi?

Evet gencim ve güzelim. Ayna gibi bir dostum var, kendi­mi görüyorum ben!.. Aşka, sevgiye o kadar muhtacım ki!.. Ama bunları ben, kendi tabii haklarım için değil de aklımın ermediği büyük idealler için kullanacakmışım. Belki onlar haklı, belki ben?.. Kafamı kurcalayan bir nokta var: Bu oyun elbetteki bugün, burada ve benimle başlamıyor. Bin yıl, iki bin yıl ve belki daha bir çok bin yıllar!..

Günahım varsa sen bağışla, büyük Yehova! İradem sarsıl­mış, mantıkim kaybolmuş benim...
15 Temmuz 1914
Köyün bir çok erkekleri ve babam sabah erkenden çiftliğe gittiler. Köy kadınlarında göze çarpan bir telâş var. Sevini­yorlar mı, korkuyorlar mı belli değil. Belli olan saklanması güç bir heyecan dalgasının köyümüzü sarmış olmasıdır. Açıkgöz komşumuz madam Röbekâ telâşlı, telâşlı birşeyler anlatıyor, kapı kapı geziyor ve yorulmadan, heyecanlı he­yecanlı adeta kendinden geçmiş gibi şunları tekrarlıyordu:
?- Yangın başlıyor. Alevleri Dünya'yı saracak ve Dünya'yı kül edecek! Şimdi goyimler yahudi fabrikalarının imal ettikleri silâhlarla birbirlerinin öldürerek, milyonlarca yuva yıkılacak, milyonlarca insan cesedi ve enkaz haline gelmiş bir Dünya'nm harebeleri ortasından İsrailin Devleti, David'in saltanatı, Salomon'un haşmeti doğacak! O zaman biz, Dün­yanın tek efendisi, tek hakimi olacağız. Titüs'ün de Babil'in de acısını çıkaracak, intikamımızı alacağız.

Yehova bize ne diyor?

Seni Mısır diyarından, esirlik evinden çıkaran Allah'ın Yehova ben'im.
Şimdi bizi bu barbar Türkler'in, müfrit Araplar'ın, hâin Avrupalı'nın da elinden kurtaracak. Büyük haham Rabinoviç ne demişti:

Gün geliyor, Israel yakında kurtulacak ve Dünyanın efen­disi olacaktı!.. Evet; Yeryüzünde bir kıyametin kopacağını ve goyimlerin birbirlerinin boğazına sarılıp, kendi kendilerini yok edecekleri günün yaklaştığını ihtiyarlarımız tekrar edip duruyorlardı. Bakınız ne kadar doğru imiş...
Röbeka ev ev dolaşıyor ve bu hitabeyi tekrarlıyordu. Ben­de müdhiş heyecanlandım. Muhakkak ki; birşeyler oluyor. Obur, haris, alçak Avrupa yerinden oynuyor. Yamyamlar gibi, kudurmuş köpekler gibi birbirlerini yiyecekler. Demek ki İsrail'in ahi tuttu. Oh olsun alçaklara!..

Babam ve arkadaşları çiflikten döndüler. Hepsi heyecanlı idi. Yüzlerindeki manayı doğrusu iyi okuyamadım. Meyus mu idiler, yoksa memnun mu?

Akşam yemekten sonra babam bize şunları söyledi:
"? Avrupa'da yangın başladı. Kıvılcımlar buralara kadar sirayet edebilir. Şimdilik bir şey gözükmüyor. Fakat, bu Dünyayı saracak ateşi, biz İsrail oğulları yaktık ve alevledik. Bu yangının bütün Dünyayı insanlarıyla beraber kül etmesi­ni istiyoruz. Ancak o zaman bizim için tam kurtuluş ola­cak..."
Bütün bu söylentiler bütün olaylar, bütün bu iç yüzünü bir türlü kavrayamadığım muammalar ve yarınlar... Hele ya­rınlar, hele yarınlar!
Gece yatakta yarı uyku, yarı rüya, yarı uyanık, hep birbi­rine girift hisler, tahminler, ihtimaller ve birazda kâbuslar içinde geçti. Sabahı bekliyorum, güneşi bekliyorum. Hem or­talık aydınlansın, hem de ruhlarımız...
19
İSLAM-GENEL / Ynt: Suzi libermanın Hatıra Defteri
« Son İleti Gönderen: ihvan23@hotmail.com 13 Kasım 2024, 14:38:25 »
Casusluk Teskilatina Giris
1 Mayıs 1914

Güneşli bir sabah. Bahardan ziyade koyu bir yaz sabahı. Sıcak ortalığı kavuruyor. Güneş; aynı bu mevsimde Varşo­va'da ve Karakoy'da geçirdiğimiz puslu ve serin günlerin bizden hıncını çıkarıyor gibi hırçın!.. Fakat öyle bir hırçınlık ki; meyveler ve ekinler üzerinde çok müsbet tesiri olduğu göze çarpıyor. Herşey kemale ermiş bulunuyor. Meyveler, sebzeler, bağlar, bostanlar. Çiçekler ve kuşlar, herşey,herşey. Canlı ve hareketli... Bu yaz gününün öğle vakti köyümüze esrarengiz iki misafir geldi. Biri kadın, ötekisi erkek!.. Köyün bütün halkı bu iki insanın etrafında çevrelendi. Babam her­kesten fazla bu yabancı misafirlere sokuldu, iltifat gördü ve onlara saygı gösterdi. Kadının ismi Sarah erkeğin ismi Aron'du.

Bunlar bütün gün babamla başbaşa verip birşeyler konuş­tular. Bize bir şey söylemediler. Gece şereflerine köyümüzün misafir salonunda ziyafet verdik. Köy kızlarının kırlardan topladıkları mavi, beyaz çiçeklerle sofrayı donattık. Fabrika bol şarab göndermişti, hepimiz birlikte içtik. Fakat bu misa­firler kim, fabrika onları nereden öğrenmiş ve bu şarapların manası ne? Onu da öğreniriz elbette...

Gece biz yataklarımıza çekildiğimiz zaman, kadın erkek, kardeş olduklarını sanıyorum, babamla başbaşa kalmışlardı. Ne vakte kadar konuştuklarını bilemiyorum. Uyuya kalmı­şım...


Ne sıcak, ne büyüleyici, ne tatlı bir sabah. Kahvaltılarımızı bahçede yaptık. Yediklerimizi hepsi kendi emeğimizin mahsûlü. Ekmek, tereyağ, reçel!.. Bütün bunları biz kendi el­lerimizle yaptık. Çarşıdan pazardan alınan bir şey yok. Bunlara pis goyimlerın eli değmemiş.

Kahvaltıdan sonra babam, bu misafirlerle birlikte Yeruşalem'e gideceğimizi müjdeledi. Mukaddes .şehir, büyük bel­de!.. Asırlar boyu nıülevves insanların, pis hristiyanların, barbar Türklerin ve hatta Araplar'ın işgalinde olan güzel şe­hir!.. Seni görmek, toprağına yüz sürmek bana da müyesser olacakmış, sana binlerce minnet ey Adonay!

İki yağız atın çektiği mükellef bir fayton bizi akşam karan-lıında Yerüşalem'e getirdi. Kendimi David'in, Salomon'un ülkesinde sanıyorum, Fast otelinde babamla bana tertemiz, mükemmel bir oda hazırlamıştı. Otelde yiyip içtik. Bizi bura­ya getirenler ertesi sabah gelmek üzere ayrıldılar. Tatlı rüya-lı, hayalli, hülyah bir gece geçirdim ve Güneş Sahyun Dağla­rı'nın arkasından yüzünü göstermeden yataktan fırladım, gi­yindim, hazırlandım.

15 Mayıs 1914

İlk işimiz baba kız, Salomon mabedinin asırdîde temel du­varlarına yüz sürmek oldu. Kalabalık çarşıdan geçerken, kendimi asırlarca evvele gitmiş zannettim, Irkdaşlarımız ve dindaşlarımızı selâmlaya, selâmlaya ve sanki tarih yaprakla­rını tersine çevire, çevire, İsrail oğullarının ihtişam ve salta­nat devirlerine geri dönmüş sanıyordum. Titüs ve Ebuknazar'ın vahşi ve hâin gölgeleri de hafızamızda canlanmış, Babil sürgünü, Romalılar'ın zulmü, Goyimler'in işkencesi ve ondan Öte asırlık tarih sanki hep bir arada canlanmış, şahlan­mış, karşımızda dikilmiş gibi idi.
İçimden sert ve hiddetli bîr ses haykırıyor:
Yanılıyorsun Suzy! Arkana bakma, Önünde mes'ud bir is­tikbal var, onu gör! israilin istiklâli, İsrail oğullarının saadeti­ni gör!..
Öyle yaptım. Zıt hisler ve çeşitli tesirler altında tıbkı bir sâhir-i filmenâm(uyurgezer) gibi baba kız kendimizi büyük mabedin kalın duvarları önünde bulduk.
Diz çöktüm, gayri ihtiyarı gözlerimden yaşlar boşanıyor, babam cezbe halinde...
"? Ey büyük ve kudretli Yehova! Bu dökülen göz yaşları­nı görmüyor musun? Ne zamana kadar bu bedbaht seller böylece akıp gidecek. Bu mübarek göz yaşlarının vücûde ge­tirdiği deryalarda goyimleri boğ, yok et artık, yok et onları!"
Kendimden geçmiş gibi idim. Babam da öyle ve sonra her ikimiz birlikte okuyoruz:
"Ey İsrail, kendi yüksek yerlerin
Üzerinde öldürüldü izzetin!
Yiğitler nasıl düştüler!
Filistinlerin kızları sevinmesinler diye,
Sünnetsizlerin kızları sevinmesinler diye,
Sünnetsizlerin kızları sevinçle coşmasınlar diye,
Gatta bunu bildirmeyin,
Aşkelon sokaklarında yapmayın.
Ey Gilboa dağlan,
Üzerinizde ne çiğ ne yağmur, ne
De takdime tarlatan olsun;
Çünkü yiğitlerin kalkanım orada
Kaldırıp attılar,
Saulun yağlar mesholtınmamış
Kalkanını.
Öldürülmüş olanların kanından
Yiğitlerin yağından,
Yonatamn yayı geri gelmezdi,
Ve Saulun kılıncı boş dönmezdi.
Saul ile Yonatan hayatlarında
Tatlı ve sevimli idiler.
Ölümlerinde de ayrılmadılar;
Kartallardan daha çevik, Arslanlardan daha kuvvetli idiler. Ey israil kızları! Sanla Ağlayın, O size değerli kırmızı kumaş Giydirdi,
Esvabınız üzerine altın süsü koydu. Cenk ortasında yiğitler nasıl düştüler! Yoııatan senin yüksek yerlerinde
Öldürüldü.
Ey kardeşim Yonatan, senin için
Acıklıyım;
Sen benim içitvçok tatlı idin;
Senin sevgin benim için şaşılacak şeydi,
Kadının sevgisinden ziyade idi.
Yiğitler nasıl dövüştüler,
Ve cenk silâhlan nasıl yok oldular!
Bu ilâhiyi baba kız öyle içten, öyle, heyecanlı, öyle vecdle okumuştuk ki; âdeta kendimizden geçmiş ruhlarımız asırlar­ca evvelki zamanlara dönmüştü. Gözlerim ağlamaktan kıp­kırmızı olmuş, göz yaşlarım Salomon Mabedi'nin temellerini ıslatmıştı. Bunlar boş yere gitmiyor, bunlar Adonay'ın katın­da birikiyor, toplanıyor, Bîrgün sel olup düşmanlarımızı bo­ğacak, yağmur olup bahçelerimizi sulayacak!
Ey "Yehova! Büyük mâbud! Seslerimize kulak ver, bizi kurtar artık!..
Bugünün sabahı böyle geçti. Öğle yemeğini otelde yedik. Zihnimi kurcalayan bir şey var. Köyümüzden niçin beni seç­tiler ve buraya getirdiler. Babamın bu işte rolü nedir, yoksa sadece bana refakat etmek için mi? Elbette bütün bu olup bi­tenlerin iç yüzünü ergeç anlayacağım, muhakkak olan bir şey varsa, biz yeni bir hayatın, yeni ve parlak bir istikbalin eşiğindeyiz. Bir hissikablelvuku (ön sezi) asırlarca İsrail oğullarını sarmış olan kara bulutların dağılmakta olduğunu ve devletimizin doğmakta olduğunu bize haber veriyor, içi­mize böyle doğuyor. Hahamların, hükemâmızın (filozofları­mızın) vaadleri, sözleri, müjdeleri elbetteki boş değil!.. Bin­lerce sene oluyor. Binlerce azap ve işkence, sayısız ve hududsuz zulüm ve itisaf(yok ermek) biz bütün bunlara göğüs ger­dik. Hiç bir şey gözümüzü yıldırmadı, hiç bir engel bizi yo­lumuzdan döndürmedi. Bugünün İsrail kızları; bu fedakârlıklarının mükâfatını bekliyoruz. Bundan on sene ev­vel, Türklerin Kızıl Sultan'ı hiç bir ırkdaşımızı, hiç bir dinda­şımızı bu topraklara ayak bastırmıyordu. Babalarımız, abla­larımız, annelerimiz vapur güvertelerinde, üst üste, yığın, yı­ğın Türk topraklarına çıkmak için günlerce beklediler. Ne Amerika'nın, ne Avrupa'nın, ne de cihanı sarmış olan teşkilâtımızın teşebbüsleri para etmedi. Barbar Türklerin, zâlim sultanı Abdülhamid Filistin'de bir İsrail Devleti doğ­masın diye öylesine direndi, öylesine inat ettiki Evet biraz geç kaldık, fakat sultanın tahtını da başına göçürttük. İşte şimdi biz bu mukaddes ülkedeyiz. Hem de asla çıkmamak üzere!..

İçimize, ruhumuza, kabımıza sığmayan bir heyecan içinde çalkalanıyor, sarsılıyoruz. Öğleden sonra otele Sarah geldi. Beni yalnızca bir odaya çekti, yüzümü okşadı, benimle çok eski âşinâlar gibi konuşuyordu.
"Sevgili kız kardeşim, beni dinle!.." dedi. Bütün bu sami­miyete rağmen ellerim titriyor, dudaklarım titriyordu. İşte bir fevkalâdelik olduğunu hissediyorum, anlamadığım tek şey; köyümüzden sadece benim seçilmiş olmaklığım ve bana karşı bir ehemmiyet verilmiş olması idi. Bu düğümü çabuk çözdüm.

?? Sen çok güzel ve cazip bîr kızsın. Zekân da fazla!.. Üs­telik israilin büyük dâvasını tam manasiyie kavrayacak bir yaradılıştasın. Sahip olduğun bütün bu müstesna meziyetler ve güzellikleri İsrail davasına vakfedecek o yolda kullana­caksın..."

Bugünden itibaren sen köyümüzde "Nezach Yisraee Loyeschakev" teşkilâtının mümessilisin! Bu teşkilat, yarın kurulacak büyük İsrail Devleti'nin temel organıdır. Tarih sana bu şerefli vazifeyi lâyık görüyor, bununla iftihar edebilirsin. Her ayın ilk Şubat günü Yeruşalem'de Sir Levi'yi görecek ve ondan talimat alacaksın. O, icap ettikçe haberleri bana gön­derir. Ben Hayfa'ya yakın Sihron Jakop Köyü'nde oturuyo­rum. İcap ettikçe Yafa'daki çiftlikte de buluşuruz. Orada baş­ka kızkardeşlerinle de tanışırsın. Şimdilik acele bir şey yok. Araplar sadece menfaatlerini düşünüyor, başka şeylerle alâkadar olmazlar, Türk memurları belki senelerce köyümü­ze uğramazlar, lâkayd ve Dünya'dan bihaberdirler. Şayet bir vesile ile ayaklan oraya uğrarsa onları hoş tutup güzelliğini­zin sihriyle onları büyülemek, onlara saf ve sâdık gözükmek vazifenizdir. Hele hele, İsrail'in istikbalinden, idealinden hiç kimseye bir şey söylememeye ve hatta bu büyük idealden habersiz gözükmeye çalışmak vazifenizdir. Geldiğin yeri iyi hatırlıyorsun değil mi Suzy? Rutubetli, küflü ev ve sefil bir hayat!.. Goyimlerin daimi hakaretleri, kırbaş, zulüm,, işkence ve katliam... Daima bunları ve yarını düşüneceksin. Yarın; parlak güneşli, mes'ud ve büyük yarın...İşte o kadar benim güzel hemşirem, gerisi senin zeki

Böylece umûmi bir talimat ve umûmi bir izahat alarak bir­birimizden ayrıldık. Demek ki, ben köyümüzde, İsrael tarihi­nin, İsrail istikbalinin en mühim teşkilâtı olan "Nezach Yisrael Loyeschakev" mümessiliyim, ne bahtiyarlık, ne şeref bu!
Acaba üç dört köy içinde niçin beni seçtiler. Bu pek gizli bir şey değil. Ben de farkındayım. Fakat babam açıkça ve sa­rahaten bunu şöyle izah etti:
"? Yakıcı bir güzelliğe sahipsin Suzy! Zekâ ve zarafetin de ondan aşağı değil. Bu silâh sende oldukça çok gönüller yakar, çok budalaları avlarsın. Zamanı gelecek bütün bu ni­metleri müstakbel İsrail Devletinin menfaati uğruna kullana­caksın! Senin bu büyüleyici güzelliğin karşısında kaç erkek, kaç irade mukavemet edebilir. Sen bu sılalarla goyimleri ye­re serecek, onların sırlarını öğrenecek ve istikbale hizmet edeceksin!.."
Türkler, asırlarca bu yerleri, bu bizim ecdat yurdumuzu bize zindan ettiler. Türk Sultanı Abdülhamid ırkdaşlarımız buralara sokmamak için bütün Dünya'ya kafa tuttu. Ona kimse sözünü geçiremedi. Fakat bak bugün biz buralarda, âdeta müstakil bir devlet gibi yaşıyoruz. Bu devlet, yarının büyük Salomon saltanatının bir provasından başkabir şey değil!.. Kendimize mahsus postalarımız var, hatta paramız, namımıza basılmış paralarımız var. Türklerin ses çıkardık­ları yok. Mecalleri yok ki!.. Onlarda buralarda iğreti otur­duklarının farkındalar. Bir gün buralardan çekilecekler ve buraları tamamiyle bizim hükümranlığımız altına girecek. Şunu unutmamalıyız ki, Türkler'in bugünkü müsamahaları ve sessizliğine inanmak hiç de doğru değil. Bu vaziyet anormal, arızî ve muvakkattir. Şimdi onlar kendi dertlerine düş­müşlerdir. Yarın içlerinden biri ön ayak olur, onları kışkırtır­sa vaziyet tamamiyle tersine döner. Onların ayranları kabarırsa her şeyi altüst eder, canlarımıza bile kıyarlar. Bereket versin burada memurlardan başka kimsecikler yok. O me­murlar da kendi geçimleri ve dertleriyle meşguller!.. Şayet bunlarda bir hareket, bir anlayış, bir uyanış görülecek olursa işte o zaman, Suzy; bunlar sizin güzelliğiniz ve zekânız önünde, Güneş görmüş kar gibi erimelidir. Biz, İsrail oğulla­rının ba's-ü badelmevt günlerini yaşıyoruz..."

Gece yarısını geçti, bir yandan uykusuzluk, bir yandan heyecan, bir yandan gerilen sinirler beni yatağa sürükledi ve ölü gibi kendimden geçtim...
20
Huneyn Gazvesi
Mekke'nin m üslümanlara geçmesinden sonra vuku bulan bir hâdise Hevazen kabilesinin müslümanlara karşı harekete geçmesidir. Hevazen'e karşı büyük bir kuvvet hazırlanmış ve Huaeyn vadisine yürümüş. Hevazenliler müslümanları bir pusuya düşürmeğe ve ok sağanağına tutmağa muvaffak olmuşlar, bu yüzden bir aralık şaşkınlık baş göstermiş, fakat müslümanlar kendilerini çabuk toplamış, bilhassa Resul-i Ekrem'in fev­kalâde itidali sayesinde vaziyet kurtarılmış, muazzam bir gale­be kazanılmış ve düşmandan altı bin esir alınmış, daha sonra bütün bu esirler Hazreti Peygamberin bir emriyle serbest bıra­kılmıştır.

Bu muharebeye dair bir miktar tafsil ât vermek faidelidir: islâm ordusu Huneyn deresine doğru yokuş aşağı yürürlerken birdenbire düşman kabilelerinin hücumuna maruz kalmışlardır.Avioğlu Malik adamlarına taarruz emri vermiş olup onlar da tek bir insan imiş gibi fırlayarak müslümanlan ok yağmuruna tutmuşlardır. Henüz sabah karanlığında apansızın her taraftan gelen bu ok yağmuru tabiatiyle bir şaşkınlığa sebep olmuştur. Bir çok insan yüzgeri etmiş, gayri muntazam bir ric'ata başla­mıştır. Ordunun gerisinde bulunan Peygamberin yanından ge­cen askerler durup kendisine bakmıyorlardı bile... Resul-i Ek­rem amcası Abbas ile birlikte dimdik ayakta duruyorlardı. Peygamberin etrafım muhacirin ve ensardan ve akrabaların­dan pek az kimse sarmış bulunuyordu. Bunlar bozguna uğra­yan insanlara: Nereye ey insanlar, nereye diye bağırıyorlardi.

Bu ses, maatteess üf bir akis yaratmıyordu. Düşman bu ka­çakları müthiş bir şekilde takip ediyordu. Kendilerine yetiştik­leri yerlerde kaçanları oklarla yere düşürüyorlardı. Bu korkunç ve tehlikeli anda Peygamber ordusuna en gür sesiyle hitap ediyor, fakat bu sesi duyuramıyordu. Henüz yeni müslüman olmuş olan insanlar bu vaziyet karşısında birdenbire dönmüş­ler, âdeta düşmanlar gibi sevinmeğe başlamışlardır. Bunların içinde Hanbel oğlu Külde: Bugün afsun bozuldu; Talha oğlu Osman oğlu Şeybe ise bugün Muhammedden intikam alıyorum; Ebu Süfyan ise bütün bütün coşarak, müslümanların bu hezi­meti ancak onların denize dökülmesiyle sona erer diyordu. Bunlar ve bunlar gibiler Mekkede yeni müslüman olmuş kimse­lerdi. Bunlar Peygamberin ordusiyle birlikte savaş meydanına gelmişlerdi. Fakat bozgun içlerindeki kuruntu ve tereddütleri açığa vurmuştu. Artık en nazik zaman gelip çattı. Her şeye rağ­men Peygamber yerinden kıpırdamadı ve harp meydanında kalmayı tercih etti ve meydanda ilerledi. Düşmana karsı be­yaz kısrağı üzerinde saldırdı. Yanında, yukarıda da yazıldığı gibi Amcası Abbas ile Abdülmuttalib oğlu Elhâris oğlu Ebu Süfyan vardılar. Elhâris oğlu Peygamberin bindiği kısrağın yularını tutarak ilerilemesine mani oldu. Amcası Abbas ise gür sesiyle bağırmakta idi: Ey ensâr ve muhacirler, ey ağaç altında biat ahdi yapan muhacirler, Muhammed sağdır, geliniz diye bağırmış ve bu feryadı tekrarlamıştır ki bu sesin akisleri her tarafı çınlatmıştır. Bozguna uğrayan müslümanlar bu sesi işitenler, Peygamberi hatırlamışlar ve uğurunda o güne kadar yaptıkları gavzeleri de akıllarına getirmişlerdir. Bu ricatın put­perestleri üstün kılacağını ve islâm dininin yok olacağını düşünmüşlerdir. Bundan sonra herkes, heryandan, Resul Ekrem'­in Arncasının sözüne ve dâvetine uyarak harb meydanına sal­dırmışlar ve fevkalâde bir kahramanlık ve eşsiz bir fedakârlık­la ateşlere atılmağı ve icap ederse o ateşte yanmağı göze almış­lardır. Peygamberin etrafında toplanmağa başlayan müslümanların sayılan artmağa başladı. Bunlar harb meydanına atıl­mışlar, göğüs göğüse döğüşerek harbi kızıştırmışlardır. Pey­gamberimiz bu sırada iki avucuna çakıllar alarak düşman üze rine f ırlatmış ve: Yüzler bozulsun buyurmuştur. Müslümanlar Allah yolunda Ölümü hiçe saydılar, harb şiddet kesbedince Hevazen ve Sakif kabileleri büsbütün mahvolacaklarını anladık­larından bozgun halinde, hiç bir tarafa bakmadan,arkalarında mallarını müslümanlara ganimet bırakarak kaçtılar. Müslüman­lar bunların peşlerini bırakmayarak takibe koyuldular, ellerine geçenleri katlettiler ve düşmanı müthiş bir hezimete, kahkaharî bir mağlubiyete uğrattılar. Düşman kumandanı Avf oğlu Mâlik Taife kaçarak öylece canını kurtardı. Cenabı Hak müslüman büyük bir zafer ihsan buyurmuştu. Bunun üzerine şu âyeti kerime nazil olmuştur:

«Alah size bir çok yerlerde çokluğunuzu beyendiğinîz hal­de bu çokluğun üzerinizden her hangi bir sıkıntının defi olma­sına yaramadığını, genişlikleriyle beraber yerlerin size dar gel­diği ve arkalarınızı çevirip döndüğünüz Huneyn günü galibiyet yard ımını yaptı: Sonra Resulüne ve müminlere gönül rahatlığı verdiği gibi görmediğiniz yardımcılar da indirmiş ve imansız­ları azap içinde bırakmıştır ki bu, imansızların cezasıdır. Allah günahlarına tövbe edenlerden dilediğini affeder. Alİah günah­ları bağışlayıcı ve kullarını esirgeyicidir.»

Bu harbde m üslümanlar büyük ganimet elde etmişlerdir. Ogün sayıldığına göre yirmi iki bin deve, kırk bin koyun, dört yüz okka gümüş ve saire... Putperestlerden bir çok da maktul v e alt ı bin esir...

M üslümanların zayiatları çoktu, fakat tadat edilmemiştir, iki müslüman kabilesinin yok olduğu tarih kitaplarında yazılı­dır. Bunların cümlesinin namazları Peygamberimiz tarafından kıldınlmıştır. Resul Ekrem bu ganimetleri ve esirleri bırakarak Avf oğlu Mâlik'in kaçıp iltica ettiği Taif'i muhasara etmişler­dir. Taif Sakif kabilesine ait olup mukavemetli bir şehirdi. Taifliler de kale harbi usullerine aşina ve çok zengin insanlardı. Ok atmakta da mahir idiler, M üslümanlara ok atmışlar ve bir çoklar ını şehid etmişlerdir. Bu kalenin aşılması kolay değildi. Bunun için islâm ordusu kaleden uzak duruyor ve Cenabı Hak­kın kendileri ve düşmanları için ne yapacağını bekleyip duru yorlard ı. Cenabı Peygamber Taif'i taş gülle atan toplarla döğmek için yardımcılar tedarik etmiş ve muhasaranın dördüncü günü Taife hücum edilmiş taş atan toplarla kale bedenleri do­ğulmuş ve hisarlara doğru taarruza geçilmiştir. Fakat üzerleri­ne, ateşte eritilmiş demir parçaları atıldığından hücum mu­vaffak olmamıştır. Bunun üzerine müslümanlar Taif'liler tes­lim olsunlar diye bağlarını tahrip etmişlerse de bu hareket ne­ticesiz kalmıştır. Zilkade ayı girmiş olduğundan haram aylar başlamıştı. Resul Ekrem Taifden Mekkeye dönerken, esirlerin ve ganimetlerin bulunduğu yerde konakladılar. Peygamberimiz Avf oğlu Melik gelip teslim olacak olursa malını ve çoluk ço­cuğunu bağışlayacağını kendisine ayrıca yüz deve vereceğini vaddettiğinden Mâlik gelmiş, müslümanlığı kabul etmiş ve bun­ları almıştır. Diğer ganimetler muhacirlere taksim edilmiş ve Resul Ekrem kendi hissesine bir şey istememiştir.

* * *

İmamülrnucâhidin, Peygamberimiz efendimizin gerek Uhud gerekse Huneyn gazaları esnasında tek başına kaldığı zaman gösterdiği sebat ve metanet ve tevekkül cidden şayanı hayret­tir. Bu; Peygamberimizin Allaha olan iman ve tevekkülünün bir tezahürüdür. Peygamberimizin Allaha bağlılığına ve inan­cına dair bol misaller mevcuddur. Bunlardan bazıları şöyledir:

Resul Ekrem Necit muharebesinden d önerken eshabiyle birlikte bir ağacın gölgesinde istirahat etmiş, cümlesi yorgun­luktan bitap düşerek uyuya kalmışlardı. Peygamberin kılıncı ağacın üzerinde asılı idi. Bu sırada oradan geçen bir bedevi bu vaziyetten istifade ederek Peygamberin kılıncını almış, kının­dan çıkarmış ve Cenabı Peygambere hücum etmişti. Resul Ek­rem uyanmış, bedevinin üzerine yürüdüğünü görmüştü. Bedevi şöyle bağırmıştı:

?? Seni kim kurtarır şimdi elimden?.! Resulullah cevap verdi: Allah!...?

Bedevinin elindeki k ılınc yere düştü. Allahın kudreti bir anda tecelli etti.

Yine ba şka bir gün Peybamberi öldürmek kasdiyle fırsat kollayan bir adam yakalanarak huzura getirilmiş, Resul Ek­rem bu adamın serbest bırakılmasını emrederek: «Bırakınız onu, beni öldürmek istese de öldüremez» buyurmuştu. Peygam­ber bu sözlerle Cenabı Hakkın kendisini himaye ve siyanet bu­yurduğunu anlatmak istemiştir. Peygamberimizi zehirlemek isteyen Yahudiye, maksadının ne olduğunu sorduğu zaman:

? Seni üldürmek istiyordum, demesi üzerine

? Yapamazsın! Cenabı Hak sana o kuvveti vermedi, bu­yurmuştu.

B ütün bu misaller islâmın büyük Peygamberinin irnanındaki ihtişamı göstermek itibariyle son derece mühimdir.
Sayfa: 1 [2] 3 4 ... 10