ÖNSÖZ (M. Fazli Akkaya)
Millet olarak 15. asırda katliamdan kurtardığımız, sinemizde kendilerine barınma hakkı tanıdığımız bir milletin nasıl bir engerek yılanı olarak zamanı gelince bizi sokup mahvetmek istediğinin en açık izahını bu eserde bulabileceğiz. Bu eser Siyonizmin Filistinde yahudi devleti kurması için giriştiği türlü nimetleri ile beslendiği bir memlekette o millete karsı alçakça irtikap ettiği korkunç cinayet, hıyanetleri izah eden bir kaç sahifeden ibarettir. Hakiki Suzy Liberman vak'asını okuyup öğrenmek tarihteki lâyık olduğu yerini belirtip milletin istifadesine sunup en büyük hizmeti yapmak isteyen münevver ve vatanperverlerin, Arşiv dairesinde mevcut Suzy Liberman dosyasını dikkatle okumaları lâzımdır. Bu eser o dosya yanında çok küçük fakat hizmet bakımından kıymeti çok büyüktür.
Uzun yıllar milletimize, gençlerimize, Filistin Cephesinde Arapların müslüman kardeş dediğimiz: kimselerin bize hiyanet ettiklerini, geriden hançerlediklerini Propoganda etmişlerdir. Bu Propogandayı dünya çapında idare eden Siyonistler, aksine İslâm-Arap memleketlerinde de aynı şekilde arap memleketlerinde Türk idaresinin zulüm vesairesinden dem vurup onlarıda bize düşman etmişlerdir. Niçin? Çünkü Siyonizmin gizli kararlan, Osmanlı devletini yıkıp Filistin'de Yahudi devletini kurma Plan ve gayelerini, Filistin'de Ordumuza ve milletimize karşı giriştikleri korkunç cinayetleri, hiyanetleri gizlimek içindir.
Basel'de toplanan dünya yahudileri Siyonizm denilen teşkilatı kurmuşlardır. Bu Kongrede alınan karara göre Siyonizm kabaca manâsıyle yahudilerin bir millet olarak Filistin'de tekrar yerleşmek için yaptıkları teşkilatlı gayretten doğan hareketin adıdır. Yine bu Kongrede alınan karara göre, Filistinde yahudi devletinin kurulmasına en büyük engel Osmanlı devletidir. Bu devletin behamahâl yıkılması lâzımdır.
Türlü bahanelerle Filistinde muhaceret ve orada arazi satın almalarına müsaade için merhum Sultan Abdülhamid Han'a müteaddit müracaatlar müsbet bir netice vermemiştir, merhuma 20 Milyon Altın, 12'si şahsına, 8'i hazineye ait olmak üzere rüşvet teklif edilmiştir. Aldıkları cevap huzurdan kavulmak ve vatan toprakları satılamaz alındığı fiyata verilir, olmuştur, keza tapu dairelerine de yahudilere Arazi satılmasını yasaklamıştır, Merhum Abdülhamid han'ın sert hareketleri, Siyonistlerin yıkıcı faaliyetlerini artırmış, Padişah ve Devleti yıkmağa kafi karar almışlardır. Bütün yasaklara rağmen 1882 de Filistin'e 3000 kadar yahudi girmiştir. Bu suretle Filistine gelen Yahudi muhacirleri artık hacılık ibadet İçin değil, düpedüz memlekete iskân Coloniser etmek için geliyorlardı. Bu hal yahudi alemi için İsrail Yurdunun ele geçirilmesine başlangıç sayılabilecek muslihane bir hululdü... Böylece 1882 de yafa civarında mevcut Mikve İsraelden sonra Rişan. le Zion, daha sonra Zihrav Yakov, Raş-Pina ve Pitah-Tikva gibi küçük koloniler kurulmuştur. Celal Tevfik Karasapan: Filistin ve Şark Ül-Ürdün Cilt 2 sahife 38-1890 Pariste Merkez Komitesi teşkil olunmuştur. Bu komite yukarda saydığımız kalemleri himayesi altına almış ve bu harekete Baran Edmandde Ratchild arka vermiş oluyordu. 1914 de Filistin'deki köylü yahudilerin yansı "Ratchild Grubu" namı altında bu zengin yahudinin himaye ettiği kolonilerde yaşamakta idi. Rachild bu kolonilerin idaresini J.C.A. remizleri altında tanınan Jevish Calanisatian Assriatian'a devretmiştir. Bu kuruma 1891 de Baran Hissch 2 milyon ingiliz lirası hibe etmiştir. Osmanlı Hükümetinin 1888-1900 yılları arasında Filistin'e yahudi iskânına daha uzun müddet müsamaha olunamıyacağını ilân etmesi üzerine (Düveli Muazzama) denilen devletler tarafından Protesto edilmiştir. 1912 Meşrutiyet meclisinde bu mesele ortaya konmuş ve o sene Filistin'deki Osmanlı Makamlarına ecnebilerin Osmanlı Topraklarında yer sahibi olmalarının memnu olduğu yolundaki talimat verilmiş ve bu memnuşiyetin sıkıca tetkiki istenmiştir.
Bütün bunlara rağmen Filistinde 12.000 nüfusu olan 42 yahudi kolonisi meydana gelmiş ve bunların senelik geliri 200 bin İngiliz lirası ve sahip oldukları arazi ise 100.000 m2 idi. 1881 de Kudüs'te 14.000 Yahudi varken 1914 de bu miktar 45.000'i bulmuştur. Böylece 1909 da Bahar tepesi manasına gelen TelAviv şehri, yahudi şehircilik şirketi tarafından kurulmuştur. Böylece 1914 yılında Filistindeki yahudilerin miktarı 80.000'i bulmuştur ki, kendilerini Osmanlı camiasından büsbütün ayrı tutup kendilerine mahsus numune çiftlikler mektepler ve hayır kurumları tesis etmşilerdir.
Merhum Filistin cephesinde vatani vazifesini yaparken ordumuzu geriden hançerleyen vatan hainleri ile de uğraşmış, onların hıyanetlerini tesbit ve mesullerini derhal divanı harbe verip idam ettirmiştir. Bunların içinde dünya çapında şöhreti haiz yahudi casuslan mevcuttu, Simi Simon, Suzy Liberman vesaire ki yahudiler bunların her biri için binlerce, on binlerce altın rüşvet teklif etmişlerdir. Taki idam olunmasınlar diye. Fakat Cevat Rıfat, pek az kimseye nasip olan büyük bir vatanperverlikle önüne serilen, kendisini ve aile efradını uzun yıllar refah içinde yaşatacak serveti reddetmiş, hainler layık oldukları akibete kavuşmuşlardır.
Ne hazindir ki askerlik hayatından çekilip sivil hayatta da kalemi ile bu vatan hainleri ile mücadeleyi kendisine şiar edinen Cevat Bey, hayatın çok kahrını çekmiş, ne işe atılmışsa yahudi ve onların maşası olan masonlarca türlü felâketlere duçar edilmişdir.
Avrupanın zamanın en kudretli devleti olan Hitler Almanyası, Merhmun yahudiler hakkındaki düşüncelerini bildiklerinden Almanya'ya davet edilmiş, büyük bir itibar gösterilmiş, Hitler ile tanıştırılmış ve emrine açık ve istediği kadar para çekebileceği çek verildiği halde bunların hiç birisini kabul etmemiştir. O bildiği yolda memleket ve millete sırf Cenabı Allah'ın rızasını istihsa için çalışmıştır.
Fakat merhum ne kadar dürüst ve temiz haraket etse düşmanları onu adım adım takip etmekte olduklarından, bu defa 2. Cihan harbi içinde Cevat Rıfat Almanlardan milyonlarca lira para aldı diye iftiradan da çekinmemişlerdir. Zamanın idaresi bu ihbarı nazara alıp derhal merhumu tevkif ile, askeri mahkemeye sevketmiş, aylarca mevkuf kaldığı gibi aile efradı da perişan olmuştur. Vaktaki merhum Maraşal Çakmak işe müdahele ile, o zaman genelkurmayda askeri hakim olan Şevki Mutlugil Paşa'yı tahkikata memur etmiş ve bu faziletli hakimde derhal İstanbul'a gelip tahkikata el koymuştur. Çok hürmet ettiğim Şevki Mutlugil Paşa'nm kendi ifadesine göre, (etraftan malumat topladım. Subaylar ile konuştum. Dediler ki milyonlar aldığını bilmeyiz. Ancak burda kendisine verilen taynın bir kısmını kesip dilim yapıyor, kurutup ziyaretine gelen zevcisine veriyor. Evine gittim. Çoluk çocuğunun durumu çok perişan. Hemen tahkikatı bitirip beraat kararı verdim. Karardan bir nüshayı merhum maraşala götürdüm. Okurken gözyaşlarını tutamadı, dosyadaki kararın aslı göz yaşı ile ıslaktır. Biz kimlerle uğraşıyoruz dedi ve 2000 lira hediye gönderdi...) İşte merhum böyle idi. Fakat düşmanları onu nelerle nelere benzetmediler. Çünkü kalem ve fırça düşmanlarının elinde idi.
O bunlardan zerre kadar yılmadı. Hayatının sonuna kadar mücadelesine devam etti. Simi Simon, Suzy Liberman'ların Filistin cephesinde, genç zabit Adnan ve arkadaşlarını yoketmelerinin, kahraman bir ordunun arkadan hançerlenmesinin intakımını almağa uğraştı.
Devlet arşivlerinde, şüphesiz büyük tomarlar teşkil eden bu casusluk hâdiselerini bu kitapla milletinin, zabit kardeşlerimizin önüne sermek istedi. Bunda da muvaffak olmuştur.
Ne mutlu onaki harp meydanlarında kılıcı ile, Sulhde kalemi ile milletine memleketine ve dinine şerefle, fedakar ve feragatle hizmet etmiştir. Ruhu şad ve makamının Cennet olmasını Cenab-ı Allah'dan temenni ve niyaz eylerim.
8.11.1968 Cuma
Avukat M. Fazlı Akkaya
SÖZ BASI (Cevat Rifat Atilhan)
1935'te bastırdığım "Suzy Liberman" adlı eser Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye riyâsetince tekik edilmiş ve yararlı görülerek 26 mayıs 1935 tarih ve 43782 sayılı remizle subaylara tavsiye edilmiş ve bütün birliklere tevzi edilmiştir.
Bu defa meşhur casusun hatıra defteri de ilâve edilerek tekrar milletin nazarı ibretine arz edilmiştir. Bu kitap bir müddet evvel siyonizmin propagandası mâhiyetinde olmak üzere Dünyanın her yerinde bir ânda milyonlarca nüsha olarak bastırdığı "Anna Frank'ın Hâtıra Defteri" kitabına benzemez. O yalan bu ise, gözümüzün önünde geçmiş hakikî bir facianın tâ kendisidir.
Bu eserimizin hakikî olduğu, Erkân-ı Harbiyemizin tetkiki ve hâdiseyi gözleriyle gören silâh arkadaşlarımızın şâhadetleriyle sabit olduğu halde, ötekisinin Yahudilerin hayali mahsûlü olduğu aşağıdaki izahla sabittir:
Birleşik Amerika'da çıkmakta olan "The Gross and the Flag" gazetesinin 18. yıl 9. sayı 18. sahifesinde ve yine Amerikada National Economic Concil Bulletin'in 15 Nisan 1960 tarihli sayısında ve İsveçte Stokholm'de çıkan Pria Ord gazetelerinde Anna Frank hakkında aynen şu yazılar okunmuştur:
"Tarihte bir çok efsâne bulunur, fakat An Frank rezaleti gibi olanı görülmemiştir. Bu efsâne tamamiyle Yahudi kafasından çıkmıştır. Bu eseri yazan Mayer Levin, bizzat An Frank ismini de bir kızın kendi yazdığı şaheserle hiç bir alâkası olmadığını bildirmiştir. Bu sebeple New-York âli mahkemesine müracaat etmiş; An Frank adlı bir kızın bu eserle alâkası olmadığım isbat etmiş ve An Frank'ın babası geçinip bu sayede film, radyo, televizyon şirketleri ve neşriyat evlerinden muazzam para sızdıran Mösyö Frank, âli mahkeme karatiyle eseri yazan Mayer Levin'e 50.000 dolar tazminat vermiştir.
Resmî şekilde yalanlanan uydurma ve tamamen hayalî bir propaganda eserine mukabil, yüzde yüz hakikat olan ve koca bir Türk ordusunun gözü Önünde cereyan etmiş; âdil ve âlicenap asker hâkimlerin kararlariyle kesinleşmiş hakiki bir faciayı olduğu gibi ve bütün çıplakığıyle halk efkârına, medenî milletlere, tarihe ve hak seven bütün insanlığa hediye etmeği şerefli bir insanlık vazifesi bildim.
Kitaba koyduğumuz imza, bu eserin ciddiyetine ve doğruluğuna başlıca teminattır.
Cevat Rıfat Atilhan
Çöller ve Filistin topraklari
1333(1917) senesi büyük boğuşma (cihan harbi) son bulmamış ve 334(1918) senesi henüz başlamıştı.
Çöllerde ve Filistin topraklarında tatlı ve ılık bir rüzgâr esiyordu. O sırada bütün Dünyada hüküm süren karakıştan bu iklimde eser yoktu.
Bilâkis buradaki insanlar bütün yaz sıcaktan çektikleri azabın kefareti gibi munis ve serin bir hava içinde dinleniyorlardı.
Cephelerde de aynı ılık rüzgâr esiyor ve aynı tatlı sükûnet vardı.
Askerler yorgunluklarını dinlendiriyor, noksanlarını tamamlıyor ve yaralarını tedavi ediyorlardı.
Cephenin bu manidar sessizliği havanın bu lâtif hali aylarca müşkül muharebeler geçirerek ölümü kanıksamış ruhlara ümitler ve yeni neşeler dağıtıyor. Bu anda her şey unutulmuş, her yara sarılmış ve her hastalık tedavi edilmişe benziyordu.
Bütün bu nikbinlikler, hoş bir koku ile esen sonbahar havasının eseriydi.
Sanki füsûnlu bir el Arz-ı Mev'udun kana bulanmış toprakları üzerinde dolaşmış kederleri dindirmiş, kırık gönülleri avutmuştu.
Güneş yaz aylarında olduğu gibi vahşi ve hırçın değil, munis ve müşfikti.
Bu vaziyette İnsan, yarın kopacak kıyameti, dökülecek kanları düşünmüyordu bile.
Hayat bazan rüyaya ne kadar benzer!..
* * *
Ateş ve güneş diyarının zümrüt gibi yeşil bir sırtına dayanan HUDEYRA adındaki yahudi köyü çok lâtif meyiller ve güzel manzaralarla önünde uzanan araziyi ayakları altına sermişti.
Her biri, bir kaç saat ilerde kuru toprak üstünde yatan askerlerin çektiği müşkülâtla alay eder gibi duran zarif ve bahçelikli evler Lehistan'dan Türk Milletinin müşfik ve asil sinesine sığınmış olan Polonya yahudilerinin meskenlerini teşkil ediyor.
Sekizinci Cevat Paşa ordusunun sağ cenah gerisine isabet eden bu koy bu mevsiminde hazin bir şîriyet erzediyor.
Muntazam açılmış sokakları süsleyen küçük villaların önündeki bahçeler bu iklimin hayatbahş sıcaklığile renklerine koyulaştırmış ve güzelleştirmiş. Hafif bir rüzgâr bu tatlı çiçek kokularını etrafa yayıyor. Köyün biraz ilerisinde çadır kurmuş olan binbaşı Hakkı Bey kumandasındaki Sekizinci Ordu tâlim alayı da tabiatın lûtfundan bu kadarcık olsun istifade ediyordu.
Alay yaveri Adnan Bey
Alay yaveri Adnan Bey ceylân gibi bir arap atı üzerinde köyden geçerek karargâha gidiyordu. Duvarları sarmaşıklar ve balkoniyle bahçesi envai çiçeklerle süslü bir evin önünden geçerken iki koyu lâcivert göz bütün benliğini bir anda manyetize eden sihirli bir elektrik cereyanı gibi mevcudiyetinidolaşmış, genç ve yakışıklı zabit sanki olduğu yere mıhlanmıştı...
Çevik arap atı sar'aya tutulmuş bîçareler gibi yerinden kıpırdayamıyordu.
Adnan'ın çiçekli balkonun pencereleri arkasından gördüğü bu bir çift lâcivert göz uzun boyu, mevzun endamı, ince beli, parlak kumral saçları ve mahir bir ressamın fırçasından çıkmış gibi yakıcı bir kavis ile uzanan kaşları, beyaz teni, mütenâsip burnu, uzun parmaklı güzel elleri ve bütün bu güzelliklere taş çıkaran çifte gamzesiyle SÛZY LİBERMAN adında on dokuz yaşında bir yahudi kızının eşkâlini tasvir ediyordu.
Suzy hiç farkında olmamış gibi Adnan'a tatlı bir tebessümle yüz gösterdi ve çifte gamzesini çukurlatarak süzüle süzüle ve kırıta kırıta balkondan içeri girdi. Bu iki sehhar gözün cazibesi Adnan'ı yıldırımla vurmuş gibi idi. Genç subay iradesini güçlükle elde eden insanlar gibi hayvanını mahmuzladı ve karargâha doğru uzaklaşmaya başladı.
Vazifesine döndüğü zaman alay yaveri kendisini tamamiyle hurdehaş buldu. Bu bir tek bakışın sersemliği günlerce üstünden gitmedi.
* * *
? "Siz burada... Böyle... Yalnız..."
Adnan sözünü tamamlıyamadı ve cümleyi muntazam söyleyemedi. Bu beklenmeyen tesadüf onu derin hayretlere ve heyecanlara düşürmüştü. Tâlim yerine giderken hayalinden bir dakika eksik etmediği bu güzel mahlûku yolun üzerinde hafif meyilli bir çimenlik üzerinde dolaşırken görmüştü. Orası pek tenha idi. Suzy kır çiçekleri toplamakla meşguldü. Fakat öyle munis ve yakıcı bir bakışla genç zabiti süzmüştü ki; Adnan bundan cür'et alarak, âdeta kekeler gibi sormuştu:
? "Siz... Burada... Böyle... Yalınız..."
Yahudi kızı bu ilk suale yüzünde tatlı pembelikler ve vücûdunda tahrik edici eğilmeler yaparak lisan-ı haliyle cevap verdi.
Bu lisanı halde en kuvvetli bir hatibin nutkunu gölgede bırakan bir talâkat vardı. İkisinin de tavırlarında birbirini çok sevmiş insanların samimiyeti okunurdu.
Adnan, uzun boyu ve mütenâsip vücudu, iri ve parlak gözleri ve muntazam eşkaliyle tam mânasiyle bir erkek güzeli, bülent ve levent bir Türk zabiti idi...
Erkeklik cesaretini bir araya toplayan Adnan kıza tekrar sordu:
"? Bu hüsn-i tesadüfe çok sevindim matmazel! Böyle tenha kırlarda ne arıyorsunuz?"
"? Kır çiçekleri topluyorum."
"? Demek kendiniz gibi güzel ve kendiniz gibi saf çiçekleri seviyorsunuz..."
Yahudi kızı güzel ağzının içine sıralanmış inci gibi dişlerini göstererek büyüleyen bir tebessümle mukabelede bulundu. Gamzeleri bir defa daha gencin içini tutuşturdu.
"? Size böyle her vakit kırlarda rastlamak hoş bir saadet olacak...
"?- Benim için de öyle..."
Anlaşılan duyguları karşılıklı idi. Demek ki; bu kız da Adnan'ı seviyordu. Ve ihtimal ki; kendisini görmek için böyle tenha kırlara çıkmak cesaretini göstermişti.
Genç Türk atından yere atladı ve hayvanının dizginini kolunun arasından geçirerek kıza biraz daha sokuldu.
"? İsminiz nedir matmazel? "
"? Suzy."
"? Ne tatlı isminiz var...'
"? ...................................."
"? Ne zamandan beri bu köyde bulunuyorsunuz?"
"? Beş seneden beri."
"? Aslınız nerelidir matmazel?"
?? Varşovalıyız efendim."
"? Otuz dokuz numaralı evde oturuyorsunuz değil mi?"
"? Evet otuz dokuz numara..."
Bu muhavere genç zabiti genç kıza biraz daha yaklaştırdı. Karşı karşıya, burun buruna idiler. Adnan tereddüt ve ihtiyatla yavaş yavaş kızın eline uzandı, güzel eli avuçları içine aldı, okşadı, okşadı. Hiç bir mümanaat (karşı koyma) görmedi. Bil'akis tatlı bir penbelik yeni baştan kızın yüzünü dolaştı, Adnan'ın sinirlerini kamçıladı. Bu sıcak iklimin harareti altında oldukça kavrulmuş olan sinirler bu kritik vaziyette daha fazla gerilmişti. Alay yaveri kızın iki elini de avuçları içine almış yahudi dilberini biraz daha kendine çekmişti.
Bunaltıcı bir buğu zabitin kafasını büyüledi ve iradesi elinden giderek dudaklarını kızın yanaklarına yapıştırmak istedi.
"? Rica ederim yapmayınız."
Umulmayan bu mümanaat delikanlıyı biraz şaşalattı.
"?Sizi rahatsız ettiysem, affediniz!"
"? Hayır bilakis."
"? Peki niçin aşkıma gem vuruyorsunuz?"
?? Henüz sırası değil de onun için..."
Demek ki iş sade sırasını bulmak meselesine gelmişti. Öyle ise artık muvaffakiyet kafidir.
Duygulan ve düşünceleri pek saf olan genç zabit yarı mütereddit yarı memnun bir neş'e içinde sustu ve önüne baktı. Bir çok dakikalar yahudi kızının eli avuçlarında sessiz kaldılar. Suzy başını biraz kaldırdı, uzun kirpikli ve hareli lâcivert gözlerini manalı bir tarzda Adnan'ın yüzüne çevirdi ve:
"? Müsaadenizle" diye kekeledi.
"? Bir daha ne zaman görüşeceğiz Suzy?"
??İlk fırsatta."
?? Bu fırsat çok uzamaz değil mi?"
?? Hayır uzatmayız."
"? Öyle ise Allaha ısmarladık..."
Ve ayrıldılar... Genç Türk çevik bir hareketle atına atladı mağrur ve mütebessim, memnun ve müsterih atını kırlara doğru sürdü.
Türk zabiti bir casus kızın iğfalkâr tuzağına düşmüştü...
Suzy ve Adnan
Günler geçti. Adnan'ın gözleri her gün kırlarda Suzy'yi aradı. Fakat heyhat. Belki on gün ne yolu üzerinde ne de kızın evinin önünden geçerken ona raslamak mümkün olmadı. Bu sükût genç zabitin kalbine saçılan kıvılcımları tutuşturmakta idî. Meşhur bir psikoloji nazariyesine göre "ayrılık, tıpkı rüzgâr gibi hafif ateşleri söndürür ve fakat büyük ateşleri alevler" dedikleri gibi bu "bir kaç günlük ayrılık Adnan'ın kalbindei ateşi cidden tutuşturmuştu. Demek ki; bu çocuk bu casus kızı çok sevmişti. Bu sevgisinde de haklı idi. Gençti, yakışıklı idi, aşka ve sevgiye muhtaçtı. Gördüğü kız da cidden güzeldi.
Didişmeler, silâh sesleri ve türlü zahmetler sinirlerini gevşetmişti. Bütün bunlara beraber genç bir kızın onu aldatacağını, cephe aleyhine istifâde etmek istediğini tahmin edememişti.
Hem de bu insanlardan böyle bir hareket nasıl beklenebilirdi? Mensup olduğu devlet onlara bol toprak vermiş, zengin ve müreffeh olmalarına yardım etmişti.
Asil bir Türk çocuğu bu kadar âlicenap bir himaye ve nimete kahpece küfran edileceğini elbette havsalasına sığdıramazdı. Bilhassa kendilerine bunlar hakkında bîr ihtarda bulunan da olmamıştı.
Suzy'ye gelince, O'nun tavırlarındaki masumiyetle tabiatın kendisine bahşettiği müstesna güzelliği görenler bu mahlûkun âdi ve hâin bir casus olduğunu asla akıllarına getiremezlerdi.
Fakat bu evvelden yetiştirilmiş müthiş bir yahudi casusu idi...
* * *
Tâlim alayı yetiştirdiği askeri cepheye göndermekte ve yerine yeni acemiler almakta idi. Adnan böyle bir kafileyi ordu karargâhına götürmüştü, gece geç vakit alay kararghahına götürmüştü. Gece geç vakit alay karargâhına döndüğü zaman köyde ışıklar sönmüş, kırlar ve evler hazin bir loşluk içine gömülmüşlerdi. Adnan köyden geçerken ortalığın derin sessizliğini kendi hayvanının nal seslerile ihlâl ediyordu.
Otuz dokuz numaralı evin önünden geçerken atını, gayrî ihiyari yavaşlattı ve kalbinin heyecanla çarptığını hissetti.
Evin sokak üstündeki balkonlu odasında bir petrol lâmbasının hafif ışığı fark ediliyordu. Bir hiss-i kablelvuku (ön sezi) genç zabitin içini sardığı şu dakikada odada kısık bir halde yanan lâmbanın ışığı büyüdü ve yahudi dilberi peri kızları gibi beyaz bir gecelikle pencerenin önünde belirdi. Bu manzara genci büsbütün baştan çıkardı.
Gördüğü şey bir kadından ziyade müthiş, güzelliklere bürünmüş, uhrevi bir hayalete benziyordu. Atını durdurdu ve yüzünü kıza doğru çevirdi.
?? Adnan bey, Adnan Bey", diye bir fısıltının kulaklarına ulaştığını hissetti. Kalb çarpıntısını artırdı.
Suzy balkonun parmaklığından yere atlamış ve bahçenin parmaklığına yaklaşmıştı.
Yavaş yavaş konuşmaya başladılar.
?? Günlerden beri hiç gözükmedin Suzy.?
?? Babamdan müsaîd bir vakit bulamadım.?
?? Peki benim bu saatte buradan geçeceğimi nasıl tahmin ettin, henüz uyumadın mı?"
"? Yalnız bu gece değil, bütün gecelerim hep böyle uykusuz, hep böyle bekleme içinde geçiyor."
"? Kırlara niçin çıkmadın?"
"? Annemle babam peşimi bırakmadılar..."
Bu görüşme çocuğu bütün bütün kavurdu. Ve casus kızın cazibesine biraz daha esir etti.
"? Ya şimdi baban ve annen seni burada görürlerse?"
"? Onlar derin uykuda şimdi..."
Hakikat hiç de öyle değildi. Casus dilberlerinin ebeveyni ve şeriki cürümleri (suç ortakları) değil, biz uykuda idik. Fettan kızın böyle zabitin geçmesini beklemesi ve böyle konuşması hep evvelden tertip edilen bir plânın icabı idi. Bunu temiz ve saf zabit birden farkedemezdi. Hattâ yahudi kızı işi sezdirmemek ve Adnan'a daha ziyade emniyet telkin etmek için.
"? Ben odama gideyim, belki görürler? diye titizlenmeye, telaşlanmaya başladı.
"? Peki bir daha nerede görüşeceğiz?"
"? Yarın ben kırlara çıkacağım. Tâlim meydanına giden yolun vadiye saptığı noktada ve tâlim paydosundan bir saat sonra buluşuruz olmaz mı?"
"? Olur güzelim."
Adnan kızın güzel ellerini bir çok defa öptükten sonra çadırına doğru yollandı. Gece sessizliğini ve karanlık koyuluğunu arttırmıştı. Yalnız nöbetçilerin sesleri duyuluyordu.
"? Kimdir o! Kimdir o!"
* * *
Gece ne kadar da uzamıştı? Kış gecelerinin tabiî uzunluğu bu gün sanki iki misli olmuştu. Sabah olmıyacak zannolunurdu.
Alay yaveri çadırındaki portatif karyolada sabahı edemiyeceğini anlayınca çadırlara dolaşmıya ve serin havada avunmıya başladı.
Bir kaç yerde nöbetçiler kendisine seslendiler:
"? Dur! Kimdir o!"
"? Yabancı yok, alay yaveri."
Bu sözler genç Türke cephe gerisinde bulunduğunu hatırlatan birer ihtar odu.
Çadırına döndü, karyolasına girdi ve sabahı etti.
* * *
.
Köyün Kahvehanesi
Ertesi akşam bir aksilik çıkmadan gelip geçti. Genç âşık çadırından çıktı, ağır ağır köye doğru yollandı. Akşamın loşluğu yavaş yavaş ortalığa yayılmıya başlamış evlerde tek tuk lâmbalar yanmıştı. Adnan köy otelinin kahvesini pek yanlız buldu. Bu saatte herkes yemekte veyahud istirahatta idi. Kahve ocağındaki şişman Yahudi karısı Adnan'ı eski bir âşinâ ve dost gibi karşıladı.
Bu çocuk köyün biricik oturacak yeri olan bu kahveye belki yirmi defa gelmiş bir kenara oturmuş ya bir fincan kahve içmiş, arkadaşlariyle biraz vakit geçirdikten sonra vazifesine dönmüştü.
Bu defa daha evvelinden beklenen bir dost gibi aşinalık görmesi nazarı dikkatini celbetti. Hüsn-i zan asaletin kardeşidir. Onun için asıl Türk zabiti bu iltifatı Suzy tarafından yapılmış bir tenbihe hamletti ve gözlerinden şeytanlık akan yahudi karısının getirdiği konyak kadehini içmeğe başladı.
Yarım saat hep böyle geçti.
Yüzbaşı Hüsnü Bey, bu sessizliği bozan ikinci müşteri oldu, Alay yaverini selâmlıyarak Onun masasında bir sandalyaye oturdu. Bu tesadüf Adnan'ın yalnızlığına karşı ne kadar hoş olduysa biraz sonra geçecek aşk macerasına engel olacağı ve Suzy ile Adnan'ın buluşacakları vakit baş başa kalmalarına mâni olacağından da canını sıkmıştı. Hüsnü Bey bu endişeyi giderdi.
"?Adnan Bey, seninle bir domino oynayalım da ben erken bölüğe gideceğim!"
"?Pekâlâ..."
Yahudi karısı domino taşlarım getirdi ve iki zabit karşılıklı vakit geçirmeğe başladılar. Yarım saat daha geçti -ve tam oyunun tatlı bir deminde- kısa boylu, şişman vücudlu, kırmızı suratlı, kıranto saçlı, burun ve dudaklarından milliyeti anlaşılan yaşlıca bir adam ve onun yanında Suzy gazinoya girdi.
Sevgilisinin yanındaki adam babası Liberman adındaki Polonyalı bir yahudi idi.
Bu yeni gelenlerde zabitlerin oturdukları masanın yanına çöktüler. Hüsnü Bey, Adnan Bey'in yüzünde hasıl olan heyecanı sezdi.
"? Galiba bu kız çok hoşuna gitti, rengin attı Adnan.!" dedi.
"? Bekârlıktan başka bir şey değil..."
"?Hepimiz bekârız amma bu kadar heyecanlı değil, yoksa bu kızla bir maceran mı var?"
- Ne münâsebet daha ilk defa görüyorum."
- Gençlik, mazursun oyunumuza devam edelim, ben bölüğe gideceğim!" dedi.
Bu söz Adnan'ı tatmin etti. Arkadaşı gittikten sonra nasıl olsa bir kolayını bulup dildadesiyle görüşecekti. Adnan bu görüşmeyi istikbal içinde lüzumlu ve hayırlı buluyordu.
Renk vermemek kaygusu içinde oyunu güçlükle nihayete ulaştırdı. İki zabit karşılıklı oynarken Liberman da domino amatörü gibi meraklı meraklı oyunu seyrediyordu. Hüsnü Bey karargâha gitmek üzere arkadaşından ayrıldı ve Adnan kahvede yalnız kaldı. Bu fırsattan nasıl istifade edeceğini düşünmeğe mahal kalmadan sokulgan herif, sırnaşık ve yılışık bir suratla:
"? Ne kadar ustalıkla oynuyorsunuz!.." diye bir girişgâh bularak Adnan'a yaklaştı.
"? Bu oyunda ne ustahk olabilir ki, basit birşey."
"? Öyle demeyiniz domino deyip geçmeyiniz onun da İnceliklerive kendisine mahsus maharetleri vardır."
"? İhtimal..."
"? Siz aznif bilir misiniz mülâzım efendi?"
"? Bilirim."
"? Ben pek meraklıyım. İsterseniz bir parti oynıyalım."
"? Peki..."
Yahudi o zaman kendisini genç zabite takdim etti.
"? Liberman... kızım Suzy..!"
İki genç sanki iki üç defa buluşmamışlar ve birbirlerini hiç görmemişler gibi yeniden tanıştılar ve birbirlerinn ellerini sıktılar. Adnan, kızın babasına karşı takındığı masum tavrı ve bu tavrı temsildeki mahareti gözünden kaçırmadı. İçinden, ne yaman kız, demeyi de unutmadı.
Öyle ya sanki kırlarda buluşup seviştiği ve pembe yanaklarından buseler aldığı, kendisini oraya davet edip bu plânı tanzim eden bu kız değilmiş gibi delikanlıyı ilk defa görmüş tavrını takınarak mahcup ve edalı, mütereddid ve lâkayd Adnan'a elini uzattı. Resmen tanışmışlardı.
Adnan'la Liberman epey süren bir domino partisi yaptılar. Yahudi oyunu kaybetmişti. Genç zabiti lüzumsuz ve mânâsız takdirlere boğuyor ve cam sıkılıp boş kaldıkça evlerine de gelerek hoş vakit geçirmesini temenni ediyordu.
Aile ocağından senelerce uzak kalmış olan genç zabit bir sığıntının harim-i şeytanetinde teselli uman bir bedbaht gibi bu davete memnuniyet gösterdi. Bunda kendisine hak vermek lazımdı.
Liberman'm anlattıklarına göre memleketlerinde zulüm ve cefa çeken hemşerileri Türk Milleti'nin asil sinesinde büyük misafirpervelik ve geniş bir refah bulmuşlardı. Liberman böyle söylüyor ve böyle ikrar ediyordu. Öyle ya, burada Erenköy ve Yeşilköy gibi güzel yerler, şirin villâlar ve hayat fışkıran bir arazi üzerinde saadet ve refah içinde ömür sürüyorlardı. Bizler ise birkaç saat ileride İngiltere Devle-ti'nin bütün servet ve kudretini temsil eden bir ordu ile hayat memat mücadelesi yapıyorduk. Bu mantık silsilesi Türk zabitinin kafasından geçtikçe:
"?Elbette bize karşı minnettardırlar, bunlardan fenalık gelmez!.." diye hükümler veriyordu. Heyhat, bin kere heyhat... Saf Türk düşünemiyordu ki, karşısındaki insan onun en korkunç düşmanıydı?
Kahveden ayrılmak zamanı geldi. Tâlim Alayı çadırlarından karanlıkları delip hazin hazin yayılan yat borusu sesleri, vaktin geldiğini hatırlatıyordu. Adnan gitmeğe hazırlanırken Liberman genç zabitten rica etmeği unutmadı:
"?Yarın akşam fakirhanemizi şereflendirirseniz bizi minnettar etmiş olursunuz!"
"? Rahatsız etmiş olmaz mıyım?"
"?Estağfurullah!.. Asil bir Türk zabitinin evimizi şereflendirerek bir fincan kahvemizi içmesi bizim için ne bahtiyarlık..."
"? Mümkün olursa yarın akşam ziyaretinize gelirim. Hangi evde oturuyorsunuz?"
"? Otuz dokuz numaralı evde..."
Bunu Adnan da biliyordu, Adnan'ın bildiğini şişko yahudi de biliyordu. Fakat bu numaralar zemin ve zaman icabı idi. Yalnız bir şey varsa alay yaveri kendisine kurulan tuzaktan tamamen bihaber bulunuyordu. Bilâkis sevgilisi yahudi dilberini kendi yuvasında sık sık görmek fırsatını bulacağından sevinç içinde idi. Ayağa kalktı ve yeni ahbaplardan müsaade istedi:
"? Tekrar görüşmek üzere!"
"? Tekrar görüşmek üzere mülazım efendi!.."
Her şey yolunda idi. Sabah akşam tâlim. Karargâhta biraz yazı ve gün kararınca aşk. Bu gurbet elinde bu, ana baba yuvasından uzak harp ve ölüm diyarlarında böyle bir mazhariyet ne büyük bir saadetti...
Bu defa da günler uzamağa başladı. Yazı yazmak, vazife ile uğraşmak, kırlarda dolaşmak bütün bunlar güçlükle zamanı öldürüyordu.
Zaman.. Duygusu ve sinirleri olmıyan bir varlık... Allah'dan sonra Kâinatın en amansız kuvveti. Yolundan bir an şaşmıyan ve geri kamıyan, ah ve aman dilenmiyen bir kuvvet...
Dünya üzerinde en kuvvetli görünen varlıkları bile ihtiyarlatıp çürüten, çürütüp kokutan ve sonunda toprak yapan bu mefhum tabiî daha bir çok akşamlar idrak edecek ve hattâ Adnan'ın kara talihinde yazılı felâkete de tam vaktinde ulaşacaktı.
İşte şimdi bir akşam daha oldu. Cephede patlıyan top seslerinin hazin tarrakaları uzaktan uzağa yayılıyordu. Ortalık yeni bir hüzn ve melale bürünmüştü.
Genç zabitin ruhuna karanlık bir gurbet çöktü. Mikadına gitmek için bir hiss-i kablelvuku kendisine isteksizlik veriyordu. Bir Türk zabiti bir yahudiye karsı sözünde durmamazlık edemezdi. Onun için Adnan aheste aheste düşünceli bir surette çadırını terk etti. Köyün yolunu tuttu. Orta caddeye gelince, evlerin iri İri yazılmış numaralarını okuyordu.
33 - 35 - 37 ve işte 39.. Maşukasının evi...
Burada durakladı. Bahçenin parmaklıklı kapısını yavaş yavaş itti. Bu kapının açılmasiyle iç kapının da kanatları açılmış bulunuyordu.
Orta yaşlı, henüz güzelliğinin sihrini muhafaza eden bir kadın iç kapıda misafirini beklemekte idi. Şimal iklimlerinin soğuk beyazlığına Filistin'in hararet ve servetinden pembe renkler katmış olan bu yahudi köylüsü Suzy'yi doğuran ana idi.
Adnan'ı ilk, defa gördüğü halde onu eski bir âşinâ gibi selâmladı ve henüz bir tek eksik olmıyan muntazam ağzının otuz iki dişini gösteren bir yılışıklıkla.
"? Buyurun Adnan Bey!.." diye misafirini karşıladı. Demek ki çocuğun ismini bile öğrenmişti. Alay yaveri kendisini tanıtmaya lüzum görmeden sordu.
"? O halde siz de Madam Liberman olacaksınız!" dedi. Gülüştüler.
Antrede Liberman'a rastladılar. Bu da alaturka bir selâmla Adnan'ı istikbal etti.
Beraberce eve girdiler. Suzy henüz ortada yoktu. Oldukça muntazam döşenmiş bir salona girdiler.
Burası bir köy evinin odasından ziyade İstanbul'un oldukça hali, vakti yerinde ailelerinin kabul salonlarından aşağı kalmayan asri bir salondu. Neden olmasın?
Bu, her karışından servet fışkıran toprak üzerinde bu arazinin hakiki sahipleri fakr zaruret, hatta ve hatta bir çokları açlıktan muztarip iken, memleketlerinde bir karış toprağa can veren sefil ve fakir sığıntılar bu memleketin servetinden öyle istifade etmişlerdiki. Göz alabildiğine uzanan geniş üzüm bağlarının mahsulâtı Rişon le Zion Fabrikası'nın nefis şarabına inkılâb etmekte ve zengin keselerden bol paralar bu yaban muhacirlerin ceplerini doldurmakta idi. Badem ve diğer mahsûllerden yılda iki sefer mahsul aldıklarından tıka basa midelerine indirdikleri miktardan arta kalan mühim bir kısım her sene zenginliklerine yeni servetler katmaktaydı.
Biz bu vaziyeti bir Türk necâbetiyle bir Türk kafasıyla düşündüğümüz zaman bu adamların bize karşı ebedi bir minnet ve şükran altında bulunduklarını zann ederiz. İşte bu zan ve lâkaydi bize koca bir kıtanın elimizden çıkmasına âmil olan sebeplerdendir. Şimdi orada emellerinin tahakkukunu görerek gurur ve nihvetini arttırmış olan dünkü sefil ve nankör sığıntılar hükümrandır. Bizler unutmamalıyız kî; Türk mehmetçiği Çanakkale'de olduğu gibi Sina Cephesinde de aynı fevkalbeşer (insan üstü) kudret ve cesareti göstermişti. Fakat cephe gerisinde alçakça casusluklar ve çöllerde isyanlar gibi arkadan saplanmış kahpe hançerler ordumuzun hızını kesmiş ve bizi beyhude zararlara sokmuştur.
Umuyoruz ve istiyoruz ki; bundan sonra artık yabancı ırk ve dinden insanların bizi gafil avlamasına ve ekmeğimizi yiyip kuyumuzu kazmasına müsaade etmeyecek, boş bulunmayacağız. Bundan sonra ne milletten olursa olsun bir kadının aşkına aldanmayacak ve tuzağına düşmeyeceğiz. Vatan aşkı her şeyden üstün olacak ve hayvanı şehvetler o aşka bir leke gelmesine sebep olamayacaktır...
Adnan bu güzel döşenmiş misafir odasında Lui Kenz stili geniş bir koltuğa yaslandı.
Henüz Suzy ortada yoktu. Bu yeni numara çocuğa hir şey sezdirmemek kaygusundan doğuyordu.
Liberman Şark âdeti üzere misafirini yeni baştan selâmladı ve ona bir defa daha;
"?Hoş geldiniz!.." dedi. Bir sandalyeye ilişti ve bir madun tavrı takınarak konuşmağa başladı:
"? Alayınızın köyümüze komşu olması bize ne kadar şeref veriyor. Ortalık şenlendi, sizler buraya gelmeden köy ne kadar ıssızdı... Askerler hayat getirdiler. Canlandık."
"? Kalabalıktan hoşlanıyorsunuz demek mösyö Liberrnan?.."
Alay yaveri bu sözleri belki de samimi sanıyordu. Bilmiyordu ki; böyle riyâkârane samimiyetler ve yalancı tavırlarla bizi ne kadar çok avlamışlar, bizi ne kadar çok aldatarak ağzımızdan sözler kapmışlardı...
"? Güm, güm, güm!.."
Cephedeki top sesleri, fasılalı fasılalı karanlıkları deliyor ve gecenin karanlığına yeni hüzünler katıyordu.
"?Alayınız burada yanıbaşımızda olmasa bu top seslerinden doğrusu rahat uyku uyumak kabil olmıyacak."
"?Böyle uzaktan gelen top seslerinden de korkar mısınız mösyö Liberman?"
"?Sesten değil, fakat maazzAllah bir gün bir güllenin tepemizde patlamasından korkarız doğrusu..."
"?Düşman buralara kolay kolay ulaşamaz, merak etmeyin..."
''? Ona şüphemiz yok mülâzim Bey!.. Siz çok muharebelere girdiniz değil mi?"
?? Tabiî."
"?Harp güç şey."
"?Okadar değil..."
"? Yeniden harbe gitmeniz ihtimali var mı?"
"? Askerlik bu belli olmaz."
"? Orası Öyle.. Alay giderse siz de beraber gideceksiniz değil mi?"
"? Ona ne şüphe, alayım nereye ben de oraya!.."
"? Bu günlerde alayın cepheye gideceği söyleniyor. Doğru mu dersiniz?"
"? Henüz bir emir yok, fakat hazırlık emrini çoktan almıştık."
?? Siz giderseniz biz bir dost kaybederiz de..."
Bir dost kaybetmek endişesinin arkasına gizlenerek şu küçük mükâlemeden bir hakikat bilinmeyerek ifşa edilmiş oldu:
Tâlim Alayı da harekete hazırdır ve hazırlık emri almıştır. Bugünkü bu kadar malûmatı İngilizler'e yetiştirirlerse elbette ceplerine birkaç kuruş girerdi- Kısa günün kârı az olur.
"? Sizinle bir parti aznif oynamayı isterdim mülâzim bey?"
"? Oynayalım mösyö Liberman"
Liberman çatlak ve genizden konuşan sesi odada çınladı: .
"? Suzy!,. Suzy!.. Suzy!.."
Bu ses Adnan'ın ruhunda derin akisler uyandırdı demek ki; güzel kız evde idi.ve şimdi gelecekti. İşte tatlı bir kız sesi cevap veriyor:
"? Geliyorum baba, geliyorum!.."
Ve elinde küçük bir tepsi için konulmuş kahve fincanlariyle Suzy odaya girdi.
Bugün her günkünden daha güzeldi. Parlak ve ince saçlarını arkaya doğru taramış, altın yumaklar halinde uzanan İpek bukleleri çifte örgü ile arkadan dolaştırarak kulaklarının üzerine indirmişti. Üzerinde sade fakat çok cazip bir elbise vardı.
"? Size bir fincan kahve hazırlıyordum da onun için geciktim affedersiniz. Adnan Bey!.." diye gencin elini sıktı. Bu beyaz ve yumuk eller Adnan'ın eline sarılınca müsbet menfi elektrik cereyanlarının kontakları gibi alay yaverinde bir derûnî bir ihtizaz meydana getirdi. Onun için:
"? Teşekkür ederim matmazel."
Derken, sesinde tabiîlikten bir az kaçmış bir titreklik vardı.
Kahveleri yudumlarken oyuna da başladılar. Suzy Adnan'ın oturduğu yere bir sandalye çekti ve gencin yanı başında oyunu seyretmeğe koyuldu. Alay yaverinin aklı oyundan ziyade yanı başında duran genç kızda idi. Bu yosmanın vücûdundan çıkan bekâret kokusu Adnan'ın ruhunu tütsülüyordu.
Sayıları gelişi güzel koyuyor ve lalettayin oynuyordu. Yarım saat süren partide Adnan kaybetti. Bol bol gülüştüler. Suzy bu fırsatı kaçırmadı:
"? Kumarda kaybeden aşkta kazanır, Adnan Bey!.." dedi.
Bu tatlı ses, neş'eli kahkahaların artmasına vesile oldu. Suzy'nin annesi likör hazırlamakla meşguldü. Liberman da oyundan sonra.
"? Bana beş dakika müsaade ediniz. Suzy misafirimizi yalnız bırakma" diyerek odadan ayrıldı.
Şimdi iki genç bu odada yapa yalnız diz dize ve başbaşa kalmışlardı. Adnan böyle fırsatların her defa kaçırılması bir erkek için ayıp olduğunu düşünerek canlı bulunmıya karar verdi.
"? Kumarda kaybeden aşkta kazanır mı dersin Suzy?"
"? Bu bir darb-ı meseldir Adnan Bey!"
"? Fakat çok güzel bir darb-ı mesel."
Bir elini kızın beyaz eli üzerine koydu, diğer eliyle Suzy'nin beline sarılarak gençliğinin bütün hararetiyle dudaklarından öptü. Bir karşılık görmedi. Böylece belki bir dakika durdular.
"? Çok güzelsin Suzy."
"? Ona şüphe mi var?"
"? Mesele yok. Demek ki; birbirimizi seviyoruz. Harp bittikten sonra benimle Türkiye'ye gelir misin Suzy?"
"? Gelirim Adnan! Senin ebeveynin nerede oturuyor?"
"-?İstanbul'da."
"? İstanbul!.. Güzel İstanbul! Ben onu küçükken, buraya gelirken gördüm. Bosfor'un güzelliği!.. İstanbul'un güzelliği!.. Orası, dünyanın incisidir. Adnan Bey!.."
Alay yaveri derin bir göğüs geçirdi. İstanbul, onun memleketi, olanca azamet ve güzelliğile hayalinde tecessüm etti. Bu güzel şehrin göklere yükselen zarif minarlerini, babalarımızın medenî, kudretlerini gösteren büyük mabetlerini ve Marmara'nın yeşil kucağında heybetle uyuyan büyük İstanbul'u düşündü. Orada doğmuş orada okumuş, orada büyümüştü. Anası, kardeşleri ve babası orada şimdi kendisinin hasretini çekmekte idiler.
"? Evet Suzy mukadderse harbden sonra güzel İstanbul'a gider orada mesut bir hayat süreriz!.. Ne dersin Suzy?"
"? Büyük saadet olur derim, Adnan!.."
Bedbaht genç Türk!.. Şimdiye kadar yabancı kandan bir kızın hangi erkeği bahtiyar ettiğini bilmiyordu bile!.. Bu gurbet ellerinde yalnızlığın yabancılığın ve harbin ruhunda yarattığı galat hisler, O'na bu yahudi kızının harpten sonra ebedî bir hayat arkadaşı olacağını zan ettirmişti. Heyhat!.. Bu mahlûklar ne kadar güzel ve cazip olsalar nihayet kendi ırklarından sümüklü birisinin hayat arkadaşı olabilirlerdi, Türk kızlarının altın oluklardan boşanan berrak sesleri ve Türk kızlarının asil ve lâhuti güzellikleri yanında bir yahudi kızının hilekâr ruhu mukayesesine bile tahammül edilmeyen bîr şeydir. Fakat toy bir zabitin bir casusa gönül vermesi hep gafletten bu yolda ve ikaz edilmemesinden ileri geliyordu.
Adnan kızla yaptığı bu kısa konuşmalar esnasında Suzy'nin dudaklarından ve pembe yanaklarından bir çok defa öptü. Kızın güzel elleri gencin parlak ve dalgalı saçları üzerinde dolaşıyordu. Hislerinin bu en coşkun deminde Liberman'ın kalın öksürüğü duyuldu. Bu, ben geliyorum haberiniz olsun, mânasına idi. Gençler birbirinden uzaklaştılar. Aralıklı koltuklarına çekildiler.
Liberman odaya girdiği zaman gençlerin hal ve tavırlarındaki şaşkınlığı görmemezlikten geldi. Suzy'nin annesi bir şişe şarab ile kocasının arkasından yetişti.
"? Adnan Bey, bir bardak şarabımıza tenezzül buyurur musunuz?"
"? Teşekkür ederim madam."
"? Bu şarabı çok seveceksiniz. Buraların taze üzümünden yapılmıştır. Nefasetine emin olunuz!"
Evvelâ iki genç karşılıklı ve sonra dört kişi kadeh tokuşturarak birer yudum şarap yuvarladılar. Hakikaten enfes bir şaraptı. Arz-ı Mev'ud bağlarının üzümlerinden yapılmış olan bu İçki gamlı gönüllere teselli, yorgun dimağlara güya kuvvet vermekte idi. Adnan bardağı yarıya indirdikten sonra kafasında tatlı bir inşirah ve benliğinde hoş bir inkişaf hissetti.
Suzy ile bir daha kadeh tokuştururken fettan yahudi kızı sağ gözünü hafif kırparak ve vücudunun üst kısmına şehvetengiz inhinalar vererek:
?? Afiyetinize Adnan Bey!.." dedi.
"? Afiyetinize Suzy!"
Böylece yudum yudum, kadeh kadeh içtiler. Şarap buharları kafalarda türlü hayaller yaratmakta idi. Adnan senelerce ana kucağından uzaklarda. Bu gurbet ve doğuş sahasında duyduğu yalnızlığı bir an için unutur gibi oldu. Neş'elenmişti güzel kız ve güzel kızın annesile babası da misafirlerini teşvik etmek için içmekte idiler. Keyfi yerine gelen genç zabit yahudi dilberine yavaşça sordu:
"? Müzik sever misin Suzy?"
"?Pek çok..."
"? Hangi parçayı çalarsın?"
"? Yazık ki ben birşey çalamam. Fakat eğer isterseniz size şu eski gramafonomuzla bir kaç plâk dinletebilirim..."
"?İyi edersin."
Köy evinin odasında borulu ve eski bir gramafon oldukça iyi parçalar çaldı.
"? Plâklarınız hep Almanca Suzy..." Ana dilimiz Almanca'dır. Harp bittikten sonra yenilerini alacağız.
Adnan derin derin, mahzun mahzun içini çekti.
"? İnşAllah!.." dedi... Sesinde tuhaf bir ümitsizlik seziliyordu. Bu defa Lîberman sordu:
"? Harbin yakında biteceğini umar mısınız?"
"? O kadarını bilmem. Bildiğim birşey varsa, harp biteceği güne kadar devam edecektir."
"? Kazanacağız değil mi Adnan Bey?"
Bunu söylerken koca casusun necabetsiz suratında gencin ruhuna nüfuz etmek İsteyen şeytanî bir tecessüs belirdi. Bir ordu zabitinin haleti ruhiyesini ve harp hakkındaki fikrini öğrenmek ve bu malûmatı düşmana yetiştirmek kâfî derecede ehemmiyetli bir vazife idi. Bir casusluk vazifesi...
Kahraman genç ırkının vârisi olduğu asalet ve necabete uygun bir cevap verdi.
"? Elbette kazanacağız... Onun için kan döküyoruz..."
Vakit ilerlemişti. Köyde ses-seda kalmadı yine cephede kesik kesik, uzaktan uzağa top sesleri ve yine karargâhta hazin hazin yat borusu..
.
"? Vakit geldi müsaadenizle."
"? Biraz yemek yiyip öyle gitmez misiniz?"
"? Teşekkür ederim geç gitmeliyim."
"? Her zaman bekleriz."
Mutad merasimden sonra Adnan bahçeye çıktığı vakit kendisini epey sersemlemiş buldu. Berrak Filistin semasının parlak yıldızları yere düşecek zannediyordu.
Bahçe kapısına geldikleri vakit iki genç yalnız kalmışlardı.
"? Yine gel Adnan her gün gel olmaz mı?"
"? Üç gün sonra yine gelirim Suzy."
"? Uzatma, yalvarırım..."
Yine çıldırtıcı bir cilve ile genç zabitin elini sıktı. Kıvrıldı, kıvrandı, büküldü ve ayrıldılar. Türk çocuğu çadırlara hafif tertip sallanarak geldi.
Aynı sesler kendisini karşıladı.
"?Dur! Kimdir o!"
"? Yabancı yok, alay yaveri!"
Bu suretle aynı ihtar kendisine tekrar edilmiş oldu:
Harp sahasındadır, vazife başındadır...
Casuslar Is Basinda
Adnan yorgun bir uykudan gözünü açtığı zaman saat dördü geçiyordu. Suzy uyku mahmurluğunun bütün güzeliği ve beyaz geceliğinin lâhuti letafetiyle başı ucunda yüzünü ve saçlarını okşamakta idi.
"? Sabah oluyor Adnan, çadırlara gitmelisin."
Delikanlı çevik bir hareketle karyoladan fırladı. Sevgilisinin yüzünü gözünü aksadı ve giyinmeye başladı. Çabucak hazırlandı acele vedalaştı.
"? Suzy Allaha ısmarladık. Yine görüşelim."
"? Güle güle Adnan. Yarın yine beklerim."
"?Yarın akşam gelemem. Fakat akşam talimi bittikten sonra, seni kırda vadi içindeki top ağacın altında beklerim."
"? Güle güle sevgilim..."
Alay yaveri çadırına döndüğü zaman alay karargâhında faaliyet yeni başlamıştı. Sabahın alaca aydınlığı çadırlara aksetmiş, nöbetçiler değişmekte, uykudan kalkmış olan asker sabah temizliğini yapmakta idi. Genç zabit geceyi vazife başında geçirmiş gibi soyundu ve yeni baştan karyolasına uzandı. Biraz daha dinlendi. Yüzünü yıkayıp kendisine çekidüzen verdiği zaman para çantasiyle evrak cüzdanının yerlerini değiştirmiş olduğunu fark etti.
Ceketinin sağ cebindeki küçük portföyde bulunan annesinin ve kardeşlerinin resimleri yerlerini değiştirmiş her zaman muntazam ve sıra ile yerleştirdiği bazı evrakın intizamını kaybetmiş olduğunu gördü, hayret etti. Para çantasındaki paralarını saydı tamamdı ve yerli yerinde idi. O halde, bu karışıklığı neye yükletmeli idi. Genç zabit bu şayanı dikkat nokta üzerinde fazla durmadı, kimbilir sarhoşluk, dedi ve dudak büküp geçti.
Halbuki casus kız, dalgın bir uykuya varan alay yaverinin bütün üstündeki kâğıtları karıştırmış, gözden geçirmişti.
Ertesi akşam, asker tâlimden dönmüş çadırlarda karavana faaliyeti başlamıştı. Adnan günlük vazifesini bitirmiş atına binmiş kırlarda koşuyordu. Top ağacı uzaktan görünce fettan hayaleti de seçti. Bu uzaktan görünüşte çok derin bir güzellik vardı. Atı dört nala sürdü. Kuvvetli bir cazibenin manyetizmasına kapılmış gibi idi. Gittikçe bu beyaz gölgeye yaklaştı. Ve nihayet cennetten kaçmış bir peri kızı gözünün önünde canlandı. Onunla karşı karşıya geldi. Birden atından atladı. Beyaz ellere sarıldı ve dudaklardan Öptü, öptü, öptü. Artık hiç bir mümanaat görmüyordu. Birbirlerinin olmuş gibi idiler.
"? Nasılsın Suzy?.."
"? İyiyim. Teşekkür ederim. Sen nasılsın Adnan!.."
"? Seni gördüğüm vakitler çok iyiyim Suzy..."
"?Bende öyle."
Konuşmalarını kısa kestiler. Sevişmelerini uzattılar. Ağızlarından ziyade kalbleri ve heyecanlariyle konuşuyorlardı.
İki gencin bu şirin füsun diyarında bu lekesiz berrak sema altında bu güzel bahar kokulu tenhalıklarda âşıkdaşlık etmelerinde görünüşte büyük bir kudsiyet vardı.
Hiç kimse hassaten bütün duyguları kamçılanmış coşkun bir genç, güzel ve körpe bir kızdan ve bu aşk perdesinin arkasından bir cinayet ve bir tuzak gizlenmiş olduğunu aklına getiremez, havsalasına sığdıramazdı.
Adnan'ın yüzü kıpkırmızı olmuş, gözleri ateş saçan bir cevvaliyyet içinde yan süzülmüştü. Suzy bu ani fırsatı ganimet bildi: "? Sevgini artık benden esirgemiyeceksin değil mi Adnan? Seni her gün görmek istiyorum."
Bu akşam eve gelir misin?
"? Bugün gelemem Suzy. Karargâhta vazifem var. Fakat yarın kolordu karargâhına gidip bazı emirler alacağım, akşam dönüşte sana uğrar bir kahveni içerim."
"? O kadar kısa mı Adnan..."
"? Vazifem var Suzy, onu ihmal edemem."
- Tabî... Demek vazifen mühim?.."
"?Elbet..."
"? Cephede bazı hazırlıklardan bahsediliyor, alayınızın bir tarafa gitmesinden ve seni kaybetmekten korkuyorum Adnan."
"? Muharebe hali belli olmaz, hazırlıklar tabiidir."
"? Hangi taraftan bir taarruz ümit edersin?"
"? Onu büyük kumandanlar bilir, alay yaverleri işin bu kadarım bilemez."
"? Orası doğru askerin işi bizi alâkadar etmez, anlamayız da, biz yalnız ordumuzun kazanmasına dua ederiz. Beni ise yalnız sen alâkadar edersin."
Bu sözleri söyliyen casus kızının takındığı masum ve samimî tavrın arkasında gizlenen riya ve hıyanet asla sezilmiyordu. Oynadığı rolde birinci sınıf sinema aktristleri kadar mahir ve muvaffaktı. Tekrarladı:
"? Demek yarım akşam dönüşte bir kahvemizi içecek kadar olsun bizi sevindireceksin..."
"? Geleceğim Suzy..."
Öpüştüler, seviştiler, vedalaştılar ve ayrıldılar...
Bulutlu ve kasvetli bir havada alay yaveri, bütün birliklerin emir zabitleri gibi kolordu karargâhından emir almıya gidiyordu, ingilizlerin büyük cephe üzerinde geniş bir taarruza hazırlandıkları görülmüş, Türk kıtalarına lâzım gelen tertibat aldırılmış, takviye kıtaatı celbedilmiş, siperler tahkim edilmişti. Ortalıkta fevkalâdelik görülüyordu. Her İki taraftan birinin yapacağı bir taarruz hareketi kat'î neticeler için olacaktı.
İngiliz Ordusu'nun Gazze Cephesi'nde bir mağlûbiyeti Kanala kadar ric'atini icap ettirdiği gibi Türk Ordusu'nun muvaffak olmaması da Gazze-Şeria hattını terk etmesini icap edecekti. Ordular hazırlanmakta, süngüler bilenmekte idî...
Adnan alayına âid mahrem zarfı almış dört nala karargâha dönüyordu. Bu zarf içinde tâlim alayının hangi kıtaata ne kadar yetişmiş asker vereceği ve büyük taarruzda elinde kalacak usta efratla ne gibi vazifeler göreceği tafsüâtiyle yazılmıştı. Her ordu emrinde olduğu gibi dost ve düşman kıtaata dâir de bir nebze malûmat vardı.
İste bu mühim emirler ve talimatlar alay yaverinin koynunda bulunuyordu ve genç zabit atını dörtnala karargâha sürüyordu.
Köyden geçerken sadece 39 numaralı evin önünde durdu. İçeri girmek istemedi. Sözünü yerine getirmek için at üstünde selâmı kâfi gördü. Fakat bu mümkün mü idi?
Sinirleri gevşeten ve insan azmini zaafa uğratan kadın şeytanlığı ve yahudi fettanlığı bir genci vazifesinden alıkoyacak kadar müessir oldu. İnsan bir defa kendisini bu akıntıya kaptırmamak idi. O girdaba kapıldıktan sonra kurtulmak mucize kadar zordu.
"? Bir fincan!.. Tek fincan kahvemizi içecek kadar içeri giremez misin Adnan!"
"? Giremem Suzy! Bak sözümde durdum, geldim, şimdi isim var. Karargâha yetişmeliyim. Vakit bulursam yine gelirim."
"? Yalvarırım sana, atını biraz daha terletirsin kaybettiğin vakti telâfi edersin, gel, bir kahvemizi iç!... Sade o kadar."
"? Fakat ancak beş dakika Suzy..."
"? Peki öyle olsun..."
Suzy'nin küçük odasına girdiler. İkisi de geçen defa olduğu gibi karyolanın üstüne yan yana oturdular.
"? Haydi Suzy, kahve pişireceksen çabuk getir de geç kalmayayım. Gitmeliyim."
Sahte âşık bu suale cevap vermedi. Adnan'ın omuzundan yakaladı, dudaklarına yapıştı, derin derin, içli içli, doya doya öptü.
"?Biraz daha Adnan; bir parça daha!., sevgime hürmet et!.. Ve yine uzun uzun öpmeler!.. Genç az sonra iki kadeh şarapla odaya döndü.
"? Kahve içecektik ya..."
"? Kahve de içeriz sevgilim, peşin bir kadeh şarap, yorgunluğunu alır..."
"?Peki Suzy."
Adnan Rişon le Ziyon şarabının lezzetini tatmış ve çok beğenmişti. Bir kadeh içerse belki de dinlenir, ferahlanırdı.
"? Şerefine Suzy!.."
"? Şerefinize sevgilim!.."
"? Fakat benim başım çok dönüyor Suzy!.."
"? Biraz oda sıcak, biraz da sen yorgunsun Adnan..."
"? Hayır bildiğin gibi değil... Gayrı tabiî bir şey. Şarap fena halde dokundu."
"? Her zaman içtiğimiz şarap!.. Ben de beraber içtim. Bak bende hiçbir şey yok..."
"? Hiç anlamıyorum, hiç!.. Başım çok dönüyor, midem bulamyor, bir ağırlık duyuyorum..."
"? Azıcık karyolaya uzan!.. Başını soğuk su ile yıkayayım birşeyin kalmaz."
Çocuk istemiye istemiye boylu boyunca karyolaya uzandı. Casus kız ıslak tülbentlerle gencin başım uğuyor onu uyutmıya çalışıyordu. Adnan sızmıştı. Ona birkaç defa seslendi.
"? Adnan!.. Adnan yavrum!.. Adnan!.."
Ses yok. Ceketinin düğmelerini çözdü. Ses yok. Çıkardı, yine ses yok. Adnan efsunlu bir uykuda idi.
İki beyaz ve yumuk el, Türk zabitinin ceketine uzandı ve sarı zarftaki evrakı tomariyle aldı...
Suzy odadan ayrıldı. Birkaç dakika sonra aynı zarfı getirip yerine koydu ve Adnan'ın başı ucuna gelerek elindeki şişeyi birkaç defa burnuna götürdü.
"? Adnan, Adnan!.. Kalk yavrum geç kalma işine gitmelisin..."
Başının sersemliği ve hissedilir derecede ağırlıkla Adnan gözlerini açtı.
"? Çok mu uyudum ben."
"? Hayır yarım saat kadar."
Hemen gitmeliyim, hemen!.. Giyindi. İtiyat şevkiyle göğsünü yokladı. Herşey yerli yerinde idi. Başı çok ağrıyordu, fakat münakaşa edecek sıra ve zaman değildi. Bir Allaha ısmarladıkla kendini bahçeye attı. Kızın babası Liberman O'nun atını tutmakta idi. Adnan hayvanına atladı. Karargâha doğru dört nala sürdü...
Pusu ve Gercekler
Güneş ufuklardan sıyrılmış, aydınlık azalmıştı. Alacakaranlıkta vadiye saptı ve atını yavaşlattı. Çimenli bir yoldan ağır ağır karargâha vardı. Cebinden zarfı çıkardı. Kumandanın çadırına doğru ilerliyordu. İçine bir kurt, şüphe düşmüştü. Zarfa dikkatle baktı ve bir değişiklik gözüne çarptı. Bu zarf açılmış ve sonradan kapanmışa benziyordu. Gerçi bunu yeknazarda anlamak mümkün değildi, fakat öyleye benziyordu. O anda Adnan beyninden vurulmuşa döndü. Herşey gözünün önünde canlanır gibi oldu... Demek son içtiği şarabın verdiği sersemlik beyhude değilmiş. Şimdi bu şaraptan sonra daldığı ölüm uykusunu, etrafında dönen sahte aşk komedisini biraz anlar gibi oldu... Kendi kendine yavaş bir sesle ve dişlerini gıcırdatarak mırıldandı:
"? Vay kahpe vay!,. Alacağın olsun!"
Alay kumandanı yaverinin getirdiği zarfı tetkik etmeden açtı. Esasen böyle bir şeye şimdiye kadar ihtiyaç olmamıştı. Kolordular gelen emirlere, talimatlara göz gezdirdi, ve asker yattıktan sonra birlik kumandanlarının çadırına çağırılmasını emretti. Adnan bilmeyerek ve istemeyerek vazifesini sûistimal ettiğinin farkına varılmadığına sevindi intikamını sabaha sakladı ve bölük kumandanlarını alay kumandanının çadırına davet etti.
* * *
Cephelerde büyük hazırlıklar vardı..İngilizler Gazze-Telli-şeria hattında büyük ve kati bir taarruza geçmek üzereydiler. Türk ordusu da bu vaziyete göre hazırlanmış, yeni vazifeler almıştı. Cephe baştan başa harekete gelmiş, canlanmıştı...
Ordular yeni bir savaşa hazırlanmış, süngüler bilenmiş, askerler kavgaya hazırlanmıştı.
* * *
Artık geceler gebe idi. Her sabah, büyük bir vak'a beklenmekteydi. Adnan o sabah gözünü açtığı zaman, henüz bir şey olmamıştı.
İkindiye doğru müsaid bulduğu bir zamanda bir sabit fikrin tesiri altında ağır ağır köye yollandı. Hem bazı noksanlarını satın alacak hem de yahudi kızından hesap soracaktı.
Köye doğru giden derenin başına geldiği zaman elinde boş kum torbasile bir askerin kendisine doğru gelmekte olduğunu gördü. Bu, ilk defa Suzy'den ona mektup getiren arap idi.
"? Efendim size bir mektup daha var."
"?Kimden?"
"? O kızdan."
Sert bir tavırla mektubu neferin elinden aldı ve okumağa başladı:
Sevgili Adnan!..
Seni bu akşam behemmehal bekliyorum. Hiç olmazsa on dakika için gel, fazla bekletmem. Sevgiler...
Genç Zabitin dişleri öfkeden birbirine geçmişti. Dik dik karşısındaki askere baktı ve tekrarladı:
"? Hep sen mi görüyorsun bu kahpeyi?"
Sözünü bitirememişti. Dört nasırlı el, genç zabitin boğazına sarılmış, üç yahudi bir arap bedbaht çocuğu yere yatırmıştı.
"?Alçaklar!.. Alçaklar!.."
Bu iki kelime gencin son sözleri oldu.
Hain casus kızının şehvet ateşinden kuvvet alan bu namertİer asil, genç, kahraman Türk zabitine pusu kurarak onu namussuzca şehid etmişlerdi. Bu mübarek şehidin mübarek cesedi Tayyibe İsminde başka bir yahudi köyünün çalılıklarına gömülmüştü.
Sekizinci Ordu Divan Harbi hemen faaliyete geçti. Divan azaları ve alay zabitleri geceli gündüzlü çalıştılar. En küçük izler üzerinde yürüdüler. Köye sık sık giden neferleri sorguya çektiler. Alay zabitlerinden, alay yaverinin Suzy ile münasebetlerini öğrendiler ve bedbaht gencin cesedini Tayyibe Köyü'nün çalılıklarında bulup çıkardılar.
Suzy yakalandı, onunla beraber her iki Yahudi köyünden yirmiye yakın mücrim adaletin pençesine düştü. Casus kızın anası, babası da tevkif edildi. Katiller ve kaatil arap bu işi Suzy'nin aşkına âlet olarak ve rekabet hırsile yaptıklarım itiraf ettiler. Divanı Harb tahkikatının en şayanı dikkat noktasını bu esrarengiz cinayete yakayı ele veren iki Yahudi teşkil ediyordu. Mozes ve Hermut adında bulunan bu iki adam Hudeyra Köyü'nde bir dükkânda kırtasiye ve öteberi satmakta idiler. Bunlar görünüşte ne iyi kalpli, ne sevimli adamlardı. Zabitlerin hepsi bu iki adamı sever ve sayardı, bu adamlar çok zarif, tok gözlü, güler yüziü, tatlı sözlü ve son derece cana yakın birer insan gibi gözüküyorlardı. Divanı Harp tahkikatı ve evlerinde yapılan araştırmalar bu heriflerin ingiliz istihbaratında memur ihtiyat zabitleri olduklarını meydana çıkardı. Bunlar, (Suzy Liberman'ın üç seneden beri bilhassa casusluk için yetiştirildiği ve kızın müstesna güzelliğiyle kabiliyetinin kendilerine çok yaradığını naçar itiraf ettiler.)
Diğer cususlar süt, yoğurt ve portakal satmak bahanesile seyyar hastaneler civarında ve cephe gerilerinde dolaşarak topladıkları malûmatı Mozes'le Hermut'a getirmekte idiler.
Suzy alay zabitanîyle münâsebet tesisin memur edilmiş ise de ancak Adnan'ı gözüne kestirdiği ve belki onu biraz da sevmiş olduğu anlaşılıyordu.
Hermut'ın bir iki defa kayıkla İngilizler tarafına gittiği ve birkaç defa da "Zimmarin" deki casusluk merkezine gönderildiği meydana çıktı. Caniler hapse tıkıldılar.
Suzy Divanı Harpteki ifadesinde hiçbir şey gizlemedi, inkâr etmedi. O sadece Adnan'ın Öldürülmesinden habersiz görünüyordu.
"? Nasıl olur, sevdiğim genç ve güzel bir zabiti Öldürürüm. Hem onun ne günahı var ki..."
Suzy:
"? Ben yanıldım, aldatıldım. Bu işe belki fena bir niyetle girmiştim fakat sonra o genci sevdim. O'na ben kıyamaın, bu yalandır, iftiradır!.." diye tepirliyordu. Suzy bu ifadede ölünceye kadar ısrar etti.
* * *
Casuslarin Son Dakikari
Suzy mahakeme edildiği Kalkilya Köyü'nün bir odasında hapis günlerini derin ıstıraplar ve müthiş kâbuslar içinde geçiriyordu.
Burada ölümün soğuk çehresi ve Azrail'in korkunç hayalinden başka kendisine arkadaş yoktu. Renginin pembeliği kayboldu. Güzelliğinin sihri azaldı ve işlediği büyük cinayetin, oynadığı nankör ve cani rolün bütün siyahlığı ruhuna aksetmiş oldu. Gençliği ve güzelliğine veda edecek, cibilliyetsizliğin ve küfranın cezasın çekecekti. Şehvet, korku ve endişe ile karışık garip bir haleti ruhiye İçinde kıvranmakta ve mukadder saati beklemekte idî.
Öldürttüğü genç delikanlının bedbaht hayali gece uykularında onu vicdan azabının ölümden beter mengenesinde eziyor, kırıyordu. Geceler uzamış, uykusu kısalmıştı. Kış gecelerinin tabiî uzunluğuna uğradığı felâketin azabı da yüklenince rahat uyku kendisine büsbütün haranı olmuştu.
Ve o gün, saatlerce yatağında kıvranmış, korkulu rüyalar görmekten müthiş kâbuslar geçirmekten çekiniyor gibi sabaha kadar gözünü yummamıştı.
Serin sabah rüzgârı sinirleri yatıştırdığı anda yorgunluğu galebe çalıp ta biraz dalmış korkulu rüyalar âlemine dahil olmuştu. Bunlar rüya değil yakında aynen vaki olacak kara mukadderattı.
Kapının önünde toplu ayak seslerinin gürültüsü onu henüz daldığı uykudan uyandırdı. Bunlar onu kısas meydanına götürecek olan askerlerdi.
Kalbi yerinden kopacak gibi idi. Rengi bir anda simsiyah olmuştu. Bütün vücudu köpek gibi titriyodu. Ne var demeğe vakit kalmadan tunç yüzlü bir nefer heykel gibi karşısında belirdi. Ölümle karşı karşıya idi. Büyük günahının sıkleti onun mecalsiz sırtına abanmıştı. Düşmana yetiştirdikleri malûmat yüzünden kanına girdikleri masum askerelerin hayalleri kendisini boğacak gibi idi.
Şu karşısında dikilen asker ona sanki:
"? Arkadaşlarımın intikamını alacağız!.." diye haykırıyordu:
"? Kalk orospu kalk; ölüm seni bekliyor!.." diyordu.
Bu yağız askerin merhametten ziyade nefret ve istikrahı ifade eden sesi işitildi:
"? Haydi giyin, hazır ol!..." dedi.
Casus kız bunun sebebini soracak, tafsilât isteyecek halde değildi. Ne cesareti ne de canı kalmıştı. Dünya kapkara bir zindan olmuş başına göçmüştü.
Pek az sonra bu güzel vücudun yok olması muhakkaktı. Yahudi kızı kendini kaybetti, olduğu yere yıkıldı.
Karabulutlu ve kasvetli bir sabah. Hafif yağmur çiseliyor. Cephede top gürültüleri erken başlamıştı.
Tayyibe Köyü'nün Önünde, kaatillerin Adnan'ı gömdükeri çalılığın üzerine sıra ile birçok kazıklar çakılmış. Bir takım asker intizar vaziyetinde bekliyorlar... Mücrimler perişan bir kafile halinde ve süngü takmış askerlerin muhafazası altında cinayet mahalline getirildiler.
Suzy'nin ipek saçları ıslanmış ve bedbaht bir intizamsızlıkla dağılmıştı.
Yüzünün pembeliği gitmiş sapsarı, simsiyah bir renk bu casus kızın bütün güzelliğini silmiş, simasına ruhunun bütün çirkinliği ve hıyanetini aksettirmişti.
Ana, baba, kız yan yana birer kazığa bağladılar. Diğer katiller ve casuslar onların sırasındaki kazıklara bağlandılar.
Divan-ı Harb'ın kararı okundu. Canilere bir dilekleri olup olmadığı soruldu. Bir haham son duasını yaptı, canilerin gözleri bağlandı.
Ve yüzbaşı Hüsnü Bey'in gür sesi ıslak ve tenha vadide çınladı:
"?Ateşşşş!"
Mücrimler birer birer kıvrandılar. Suzy'nin ağzından tek söz çıktı: "Adnan!.."
Bu onun son sözü oidu.
Dokuz kurşun casus kızın dolgun ve sert memeleri üzerinden geçmiş bu alçak facia perdesini kapamıştı.....Polonya'da Liseli Yahudi Kizi
Karakovi, 15 Ağustos 1911.
Bugün nasıl oldu, Viladimir, kapımızın önünden mağrur geçiyor. Kendisini çok beğenmiş bu asilzade, yahudi evlerinin önünden geçmeği bile kendisine günah sayardı. Tabiat, beni nasıl bu gencin cazibesine kaptırmış ise onu da pervane gibi benim etrafımda dolaştırıyor. Önce, yahudilik bir ateşmis gibi kendisini yakacağından korkuyor. Hiç unutmuyorum, geçen sene karşımızdaki parkta gezinirken yanıma sokulmuştu. Mektepte ırkımız aleyhinde söylediği sözleri düşünerek yüzümü biraz yan tarafa çevirmiştim. Bundan alındı:
"? Pis yahudi!.." diyerek yanımdan hızla uzaklaştı.
Yarabbi bu insanlar neden bu kadar taş yürekli ve bize karşı merhametsiz!.. Babalarımızdan işittiğimiz hikâyeler kanımı donduruyor. Geçen sene, Varşova'da bir kaç yahudinin kanına giren hâdiseyi düşünüyorum da aklım başımdan gidiyor. Bir şüphe içimi kemiriyor. Acaba, bize yılanlar gibi, akrepler gibi tehlikeli ve pis mahluklar gibi bakan bu insanların bu kadar devamlı ve inadlı düşmanlıklarında kendilerini haklı gösterecek bir tarafı var mı? Hep iğneli fıçı hikâyeleri, hile ve ihtikâr ve karaborsanın günahını bize yüklüyorlar. Kimbilir!.. Geçen gün babama sordum, bu iğneli fıçı masalları doğrumu diye... Tuhaf şey; yalandır, inanma, iftiradır bunlar demedi. Sadece:
"? Senin aklın henüz böyle şeylere ermez. Bana bir kahve pişir!.." dedi ve beni başından savdı.
Neden aklım ermesin. Onsekiz yaşına geldim. Bu sene cimnazyomu[2] bitiriyorum. Evet bu da bir mesele. Fizik hocamız Jakovski bana o kadar düşman gözüyle bakıyorki, hayret. Halbuki ben onu yahudi zannediyorum. Değilmiş. .Aksine koyu bir yahudi düşmanı. Mektepteki bütün yahudi talebe onun dersinden top atıyor. Ben ise, fiziğe o kadar iyi çalıştım ki, adeta bütün mektepte kolumu tutacak bana yetişecek yok.
Gece ilerledi. Öyle yorgun ve uykusuzum ki, bugünün hislerini tamamiyle defterime dökemîyeceğim. Sabaha kalsın.
21 Ağustos 1911
Tarih hocamız Viladislas bugün derste bir pot kırdı. Bana 1905 Rus-Japon harbinde, Rus İmparatorluğunun mağlup olmasında yahudilerin büyük rolü varmış. Bir Japon miralayının, meyhane açıp, mujiklerin her türlü taşkınlıklarına aldırmadan kurduğu casusluk merkezine bütün yahudiler haber getiriyorlarmış. Herkesin meyhaneci zannettiği bu adamın, Port-Artur Muharebesinde bir erkân-ı harb miralayı olduğu meydana çıkmış... Fakat hocamız ne bu miralayın ismini söyledi, ne de meyhanenin nerede olduğunu bildirdi. Ders esnasında goyimler[3] bana beni yiyecekmiş gibi bakıyorlardı.
Ders biter bitmez sınıfta patırdı koptu. Şımarık zengin çocuklar Yahudilere çatmağa başladılar. Pis yahudi, hain casuslar, partizanlar gibi sözlere kulaklarımız çok alışık. Korkudan bahçeye çıkmadım. Mektebin idare âmirleri meydanda yok. Goyimlerin çocukları ne rahat, ne serbest kavga ediyorlar. Ellerini tutan yok!.. Bir gürültü koptu, çığlıklar yükseldi. Alber'in kafasına bir taş indi, yüzü gözü kanlar içinde. Yahudi çocukları birer kenara büzülmüş, ötekiler aldırış bile etmiyorlar. Çocuk kendiliğinden mektep doktorunun odasının yolunu tuttu. Şu çirkin şu merhametsiz sözler kulakları tırmalıyor:
"? Oh olsun pis yahudi... İnsan kanı içer misiniz, çocuklarımızı diri diri öldürür müsünüz? Gibi sözler işitiyoruz. İçimde garip istifhamlar düğümleniyor, acaba şu olup bitenler, söylenenler, İthamlar doğru mu? Doğru ise çok feci! Yılanlar ve akrepler gibi insanların bizden iğrenip, bizi ayakları altında çiğnemek istemeleri ne acı şey yarabbi!
Yok eğer bunlar haksız iseler, bize yapılan ithamlar bir kıskançlık, bir taassubdan doğuyor ise, insanlar ne kadar merhametsiz ve alçak...
Zihnimi bir nokta kurcalıyor ve huzurumu alt üst ediyor. Geçen gece babam bize şöyle nasihat ediyordu:
"? İyilik ve şefkat yalnız bizlere, yani İsrail oğullarına karşı yapılır. Goyim köpeklerine karşı hiç bir insanlık ve ahlak ile mukayyed değilsiniz. Onların mallan, canlan, ırzları helâldir. Talmutumuzda büyük haham Jakop Maymunides diyor ki:
"? Yahudi olmayan bir insan hayvandır"...
Ama neden? Acaba goyimler bunu biliyorlar mı? Eğer biliyorlarsa bize karşı reva gördükleri muamelede haklı olamazlar mı?
Sonra babam ilâve etti:
"? Komşun eğer yahudi değilse ona yapacağın zarar ve ziyanla dinimize büyük bir hizmet etmiş olursun..."
"?Niçin baba!." diyecek oldum, kıyamet koptu. Annem ve babam üzerime yürüdüler...
"? Sen böyle şeylerden ne anlarsın, sen yahudi değil misin? Bizim hahamlarımız ne emrediyorsa, onları aynen ve hakikat olarak kabule mecbursun. Biz "goy" değiliz. Biz Talmut'un emrinden çıkamayız. Çıkacak olursak bu canavarlar bizi bir lokmada yutarlar!
Anamın ve babamın gözleri yuvalarından fırlamıştı, içimde müthiş bir korku, bin zorlukla ve asabım bütün kudret ve kuvvetini kaybetmiş bir halde, kâbuslu bir uykuya terk ettim kendimi...
Sabah yaklaşmakta idi. Belkide ben yeni uykuya dalmışım. Bir ara Viladimir, o mahud mağrur bakışiyle, fakat bu defa bir parça mutebessim yatağının yanına sokulmuştu. Kâhkülleri alnına düşmüş, yüzü penbeleşmiş, gözlerinin parlaklığı çok artmıştı. Sanki:
"? O safsataları bırak, o yahudi martavallarından uzaklaş. Aşkın sıcak ve mukaddes ağuşuna sığın!.." diyordu.
Birgün içinde insan bu kadar fazla güzelleşir, bu kadar değişir mi idi? Bana pis yahudi diyen bu güzel asilzade şimdi ne kadar yakıcı, ne kadar insan ruhunu değiştirici idi. Uzun parmaklı, yumuşak ve kibar ellerini saçlarımda gezdirdi. Kendimi, dünyâdan uzaklaşmış, bam başka bir âlemde farzediyordum. Birbirine zıt hisler, karma karışık ruh haleti içinde eziliyordum, belki de bu, bir ölüm hali İdi.
Viladimir'in elleri vücudumda dolaşıyordu. Bir ara o eller o kadar kabalaştı hoyratlaştı ve sertleşti ki... Hududları aşmış en mahrem yerlerimi dolaşıyordu. Onun şiddetinden bir denbire uyandım...
Aman yarabbi, bu bir rüya değil, bu korkunç ve iğrenç bir hakikat: Eğer şu dakikada, halâ kulaklarımda çınlayan onun sesini, "pis yahudi" diyen sesini bir daha işitsem ve hakikaten Viladimir'i görmüş olsa idim belki de onu kucaklar, bağrıma basar, lâhuti bir âlemin boşluğuna kendimi terk eder, ona teslim olurdum. Din ve ırk ayrılığı ne olursa olsun.
Hayır, hayır! Bu Viladîmir değil, benim öz babamdı. Rampa çıkan bir şimendifer lokomotifi gibi soluyordu. Yüzünün rengi kaçmış, gözleri dönmüştü:
"? Baba ne yapıyorsun, çıldırdın mı, ben senin kızın değil miyim?"
"? Sus köpek!.. Senin böyle şeylere aklın ermez! Sesini çıkarırsan gebertirim seni. Goyimlerin mağrur delikanlılarına gönül vereceğine, kendi zevklerimizi aramızda paylaşalım. Talmut oku, hahamların tefsirlerini oku da adam ol!"
Yavaş yavaş, kudurmuş bir köpek gibi başı önünde, salyalı ağzını sile sile yatak odasına çekildi gitti.
Bu ne müthiş kâbustu yarabbi!
Artık mektepte goyimlere eskisi gibi nefretle bakmıyorum. Aksine onların bizden nefret etmeğe bakmıyorum. Aksine onların bizden nefret etmeğe haklı olduklarını zannediyorum. Bütün insanlığın bizden iğrenmesi, bizden kaçması, bize düşman olması her halde bütün bütün boş olmasa gerek?
Hareketlilik Izleri
12 Eylül 1911
Mektebin bahçesinde Viladimir'le yanyanayız. Gözlerimiz birbiriyle konuşuyor. Onun parlak ve yakıcı gözlerinin ateşi içimi kavuruyor. Gururumu kırdım ve Dünya'ya geldiğim günden beri beni tesiri altına alan hislerden sıyrılmak için nefsimi zorladım ve gülümseyerek Viladimir'e sokuldum:
"? Bu nefretle bakış, bu bizden uzaklaşsın, bu yabancılık neden Viladimir?"
"? Yalnız sana değil, senin ırkına karşı biz böyleyiz. Az şeyler mi işittik hakkınızda?.. Bunlarda ne kadar mübalâğa olsa, yine de bir hakikat vardır içinde.. Polonya'nın felâketi ne sebep sissiniz, insanlığın tümü sizden şikayetçi..."
"? Acaba? Fakat benim şahsen bu olup bitenlerde ne hissem olabilir ki?.."
"? Suzy! Senin yüzünde hiç de fena insana delâlet eden çizgiler yok. Yok ama ne olsa terbiye aldığın muhitin telâkkileri altındasın. Yüzünde bir masumiyet, bir cazibe ve müthiş sevimlilik var... İnsan zıt tesirler altında kalıyor. Gözlerimiz başka bir lisan, hislerimiz başka bir lisan, mantıklarımız başka bir dil konuşuyor...
Teneffüs bitmiş, arkadaşlarımız dershanelere girmişti. Biz ikimiz sanki başka bir âlemden dönüyor gibi şaşkın şaşkın sınıfa girdiğimiz zaman arkadaşlarımız hayretler içinde bize bakıyorlardı. İkimizin de yüzü kızarmış, ikimizin de halinde bir gayri tabiilik göze çarpıyordu.
16 Eylül 1911
Mektepten eve döndüğüm zaman, şimdiye kadar hiç yüzünü görmediğim bir hahamı baş köşeye kurulmuş olarak buldum. Anam babam bu adamın karşısında iki büklüm bir tazim ve ihtiram heykeli gibi büzülmüşlerdi. Ben de kemal-i hürmetle bir yere iliştim. Uç İnsanın gözü üzerime dikilmişti.
Bu gözlerde öyle korkunç mânalar okunuyordu ki... Hele Hahamın bakışları... Sanki, uğursuzluk canlanmış, bu adamın gözlerinde teşahhus etmişti. Bana neler anlattı neler...
?? Şunu bil ki, yahudi olmayan her şahıs bizim düşmanımızdır. Onlarla samimi münasebet kurulmaz. Onlarla alış veriş edilmez. Onlar insan yerine konmaz! Onlar asırlarca milletimize zulüm etmişlerdir. Onlar birer hayvandır. Onların eti, kemiği, ırzı, namusu, malı canı bize mubahtır. Bir yahudinin bir goyim ile dostluğu dinimizin asla afvetmeyeceği büyük günahlardandır.
Ve bunları öyle bir eda, öyle meş'um çatal bir sesle söylüyordu ki; kendimi âdeta "Moloh" ilâhın huzurunda zannettim. Korktum, tüylerim ürperdi. Her şeyi, her şeyi hatta kendimi unuttum. O, mektep ve şu koca şehir bana dar gelmeğe başladı. Acaba bu adam, daha doğrusu anam, babam benim Viladîmir'le olan münasebetimi biliyorlar mı? Nereden bilecekler... Düne kadar bu oğlan beni ve milletimi tahkir ediyordu. İlk defa, iki insan gibi birbirimizle konuştuk. Bu da garip bir şey... O gün bende hasıl olan ruh haletini anlamışa benziyordu. Şuna inanıyorum ki, ruhlar âlemi birbiriyle alâkalı bir tasnife tabidir. İnsanlar bu sayede birbirini seviyor, bu sayede birbirini anlıyor, ve yahud aksine.
Bütün bu işittiklerim, bu tanımadığım hahamın hakîmâne ve âmîrane sözleri. Peki ama bunlar ne kadar ibtidâî, ne kadar vahşi şeyler!.. Biz bu düşüncelerle mi insanlara kendimizi sevdireceğiz, ortadan kaldıracağız. Başka bir şey daha var: Acaba onlar çocuklarına milletlerine bizim hakkımızda neler söylüyorlar. Mektepte çocukların bize kaatil yahudi, pis çıfıt demelerinin ilham kaynağı ne olabilir ki?..
Sonra babamın halini düşünüyorum, yatağımın ucunda, insanlıktan çıkmış korkunç haline ne mâna vereyim? Bu da mı Talmut'un emri? Sen bunlardan anlamazsın, sen dinimizin inceliklerine ve sırlarına vakıf değilsin diye birde kendisini haklı görmesi... Benim aklım bu muammaları bir türlü kavrayamıyor. Bir şey anlamıyorum, anladığım tek şey ruhumun kökünden sarsılmış, maneviyatımın bozulmuş olmasıdır, uykuda gezen insanlar gibi, canlı bir cenaze gibi dolaşıyorum. Bakışlarım,görüşlerim, idrakim değişti. Bambaşka bir insan oldum. Şimdi iki ruhlu bir insan gibiyim. Yoksa; çocukluğum, masumiyetim safiyetim ve hattâ aşkım yerini başka bir halet-i ruhiyeye mi devretti. Şimdi ben eskisinden bambaşka bir insan, bir şahsiyet oldum.
Artık Viladimir'i de gözüm görmüyor. Sanki aşkımı, sevgimi bir daha dirilmemek üzere görünmez bir el katletmiş, öldürmüş.
Bir kaç gün evvel, teneffüsde, bahçede benimle konuşan Viladimir de birdenbire değişti. Yüzünü dönüp bana bakmıyor bile... Şimdi ben şuna inanıyorum: İnsanlar çok defa iki ruh taşırlar. Bende mevcut bu iki ruhdan iyisi öldü, vücudum ve benliğim ağır ağır kötülüğe kaçıyor. Bu ikincisi yani kötü ruh bende karar kılacak... Nereye kadar ve ne kadar? Bir şey bilmiyorum, birşey!..
Evimizde de bir tatsızlık hüküm sürüyor. Babamın mânâsız bakışları, mücrimlere mahsus çekingen tavrı ve hele hele iki günde bir evimize gelen o menhus suratlı haham. Arada bir, aktörler gibi pozlar alarak ve kendisine çeki düzen vererek, o iğrenç suratına bir ciddiyet takarak bana hitab etmesine tahammül edemeyeceğim.
?? Goyimlere karşı vazifeni iyi bilmelisin, Talmutu iyi anlamalısın kızım. Biz bu sayede canavar gayrı yahudilerin zulmünden ve esaretinden kurtulacağız. Sadece bu kadar değil... Biz, onları kendimize köle yapacağız. Malları, mülkleri bizim olacak!.. Dünyânın tek hâkimi olacağız. Binlerce senelik zulüm işkence ve esaretin acısını onlardan çıkaracak, intikamımızı alacağız. İçimizde yahudi olmayanların cümlesine karşı sönmez bir kin var. Sen bu kini zaman zaman körüklemelisin, onun alevi içini ısıtmalı, sana bu mukaddes yolda yürümek İçin kuvvet vermelidir. İleride ana olduğun zaman bu hissi çocuklarına aşıla!.."
Kendisine yeniden çeki düzen vererek, daha tok ve daha âmirâne bir sesle şunları ilâve etti:
?? Yahudi olmayan her insan bir hayvandır, bir köpektir, onun malı, canı, ırzı bize helâldir!"
Bu ne müthiş bir telkindi yarabbi Tevekkeli değil, insanlar bizden vebadan kaçar gibi kaçıyor, bizden tiksiniyor, bizden nefret ediyorlar. Anne ve babanın bu budala hahamın karşısındaki vaziyetlerini düşündükçe nefretim kat kat artıyor. O ne tazim, o ne ihtiram. Bu çatal sakallı herifin içimi sızlatan, vicdanımı tazyik eden câniyâne sözlerini birer hikmet gibi dinliyorlar. Ne yalan söyleyeyim bu böyle giderse, bütün benliğime rağmen bende kendimi bu tesirlere kaptıracağımdan korkuyorum. Yarabbi Sen niçin bizi böyle zelil, böyle hakir, böyle vicdansız, böyle canavar ruhlu yarattın. Bizden olmıyanların samimiyetine, saflığına, ruhlarının asaletine bakıyorum da kendimden iğreniyorum.
Bizim hahamın yumurtladığı herzelere bir bakın:
"Mektebinizdeki yahudî olmayan çocuklara fikirlerinizi aşılayınız. Onların inandıkları dinlerin sahteliğini onlara telkin ediniz ve büîün bu dinlerin sahteliğini onlara telkin ediniz ve bütün bu dinlerin bizden çalınmış ve şekilleri değiştirilmiş sahte şeyler olduğunu söyleyin. Onların Peygamberlerini, hele İsa'yı gülünç bir şekle sokarak onu alay mevzuu yapınız. Size birkaç hücum ederler, isyan ederler, küfür ederler, belki de döğerler. Mukavemet ediniz sonunda yavaş yavaş ruhlarında bir aşağılık duygusu doğar, mukavemetleri kesilir ve derin bir tereddüt ve şaşkınlık çukuruna düşerler, ondan sonrası kolaydır. Güzelliğinizle, gururunuzla onları elde ediniz. Onlan hissinizin esiri kılınız ve sonra bu hamuru istediğiniz gibi yuğurunuz.
Bizden olmayan bütün arkadaşlarınızın ahlâklarını ifsad ediniz, onlar bir parça güzelliğinizden istifade etsinler. Tatlı bir gülüş, hafif bir müsamaha ile öylelerini tuzağınıza düşürüp bizim mukaddes fikirlerimizi onlara telkin ediniz."
"Mekrebinizdeki zengin ve asilzadelere karşı fakir talebeyi kışkırtınız. Allah insanları müsavi bir şekilde yaratmıştır. Aradaki farkları elinizde silâh olarak kullanınız. İleride büyüdüğün vakit, ilahe kadar güzel bir kız olarak zenginlere, devlet adamlarına, politikacılara sokularak onlara kendi fikirlerimizi telkin, üstünlüğümüzü kendilerinin aşağılıklarını aşılayınız. Bütün bunları yapmak için her türlü hile, desise yalan ve hattâ iftirayı dinimiz bize mubah kılıyor, hatta emrediyor. Biz; ancak kendi aramızda birbirimize karşı son derece dürüst, faziletli ve ahlâklı olmak mecburiyetindeyiz. Bunun haricinde bizden olmayanları daima bir hayvan yerine koyarak her türlü hareketler bize mubah ve hattâ farzdır."
Aman yarabbi! Hergün bu telkinler, bu aklımın almadığı, vicdanımın kabul etmediği âdi hisler... Biz bunlarla mı, bu günah, bu gayrımeşru bu ahlâksız telkinlerle mi dünyaya hakim olacağız. Bunlara ne hacet!.. Tevekkel değil, herkes bizden nefret ediyor. Onlara bakıyorum, yani bizden olmayan, yahudi olmayanlara bakıyorum, ne vakur, ne sakin, ne asil insanlar... Benim bunlar hakkında işittiklerimle hakikat arasında ne büyük, ne müthiş mesafe var. Günahda bu kadar ısrar, kötülük de, cinayette, ahlâksızlıkta bu kadar inat. Haddin varsa bu fikrini anneme, babama ve o uğursuz suratlı hahama aç!.. İnsanı parçalarlar vAllahi!.. Bir hakikate daha vakıf oldum: İnsan, ne kadar gayri tabii, ne kadar kötü ne kadar vicdansız olursa olsun bir fikrin devamı bir surette kini karşısında bir vakte kadar mukavemet ediyor, sonra yavaş, yavaş kendinden geçerek benliğini o fikirlerin tesirine terkediyor, morfinlenmiş büyülenmiş bir halde akıp gidiyor. Artık bundan kendini sıyırmak mümkün değil!.. O kadar ki; babamı, kudurmuş bir köpek gibi, şehvet sar'ası içinde yatağımın ucunda görmek bile bana artık tabiî gelmeğe başladı. Onun çatlak sesi halâ kulaklarımda çınlıyor:
"? Senin buna aklın ermez. Talmutu oku!"
Evet babam evde bizi etrafına toplar ve nur şualarını dinleyiniz diye bize Talmut okurdu. Bunlar nasıl nur şuaları, bunlar nasıl akıl almaz şeyler!.. Sınıf arkadaşlarım bana kendi dinlerinden bâzı parçalar okudukları vakit, iliklerime kadar titrediğimi hissediyorum. İsa ne büyük adam! Bize şeytanın oğulları demiş. Hiç te yalan değil!.. Diyor ki: Birisi bir yanağına bir tokat vursa, ona öteki yanağını uzat. Mütecaviz olma. Sulh sever ol!.. İnsanlar birbirinin kardeşi ve dünya fanidir.
Bu kadar ulvî ve asil ahlâk prensipleri yanında bizimkisi ne adar adî, ne kadar çirkin, ne kadar kaba kalıyor. Fakat gel de bunu, bizim eve gelen çatal sakallı, çirkin yüzlü hahama anlat. Haddin varsa tek itiraz et. İnsanı parçalarlar.Göç Planlari
21 Teşrinevvel 1911
Aman yarabbi ne soğuk bir gün. Yağmur insanın iliklerine işleyor. Öğleden sonra sulu ve cıvık bir kar yağıyor. Kasvetli bir gün!.. Esasen aylardan beri ruhum karanlıklara gömülü. Kararsız, ümitsiz ve şaşkın bir haldeyim. Yoksa Viladimir'i, bu bizden olmayan, bizden tiksinen hristiyan çocuğunu seviyor muyum, o da beni seviyor mu? insanlardan niçin böyle türlü düşünceler ve saçma fikirlerle birbirine düşman kesiliyor, birbirinin inancı ve görüşü onları yekdiğerine düşman ediyor, yoksa tabiatta mı var bu? O kadar kararsızım ki... İnsan denilen mahlûk, telkin denilen canavarın tesiri altında, bu muhakkak. Eğer ben, bir yahudi ana, babadan Dünya'ya gelmeyip te meselâ budist bir anadan doğmuş olsa idim, şimdi Dünya'yı bambaşka görecek ve insanları sevecektim, insanlar da bizi sevecekti.
Canımın sıkıntısını gidermek için sinemaya gitmeye karar verdim.Viladimir hiç bir filmi kaçırmaz. Fransiska Bertini'nin bir filmi var onu görmeğe gidiyorum...
...............
Ben talihe ve tesadüfe çok inanırım. Bu inancım bugün bir kat daha arttı. Sinemaya bilet alıp hole girdiğim zaman Viladimir'i dolaşır gördüm. Bir masaya oturdum. Çocuk epey tereddüt ve şaşkınlık geçirdi. Kalbden kalbe yol vardır derler. Fakat bu yollar bazen saçma telkinler ve yanlış telakkiler yüzünden kapanıyor. Viladimir önümden geçerken gayri ihtiyari durakladı, yüzü kızarmış ve hali değişmişti. Benimle alakadar olmasa bu sekte girmezdi. Cesaretimi topladım, ona seslendim.
"? Viladimir, asilzadem!.. Tenezzül buyurup masaya oturmaz mısın?.."
İcabet etti ve sevindi bile. Bir müddet, hem de epey bir müddet sessiz kaldık. Söze kim başlayacak ve ne konuşacaktı. Filmin başlamasına yirmi dakika var. Ben bunun yirmi saat olmasını ne kadar İsterdim. Bu sessizliği Viladimir bozdu ve düşüncelerimi allak bullak etti.
"? Filmden hoşlanırsın tabii!.. Suzy; Sen yaradılışta iyi kalbli bir kızsın. Tabiatın eli, seni itina ile süslemiş. Müstesna bir güzelliğin var. Fakat sizin şu insanlara olan düşmanlığınız, tarih boyunca insanlara reva gördüğünüz kötülük, berbat ve sakin inançlarınız yok mu, bütün bunlar aramızda birer buz deryası gibi bizi birbirimizden ayırıyor. Hakkınızda işittiğimiz korkunç hikayeler, senin bütün güzelliğini siliyor, perdeliyor.? Ve sonra birdenbire sustu. Garsona iki portakal şurubu ısmarladı. Aradan dakikalar geçti. Söz altında kalmak istemiyordum. Cesaretimi kıran şey, bizden olmayan insanların hakkımızdaki kötü nazarları ve kötü düşünceleri idi. Buna rağmen sükunetle kendisine cevap verdim:
"? Haksızlık ediyorsun Viladimir. Biz insanlara değil, insanlar bize asırlar boyunca zulüm ettiler. Sürgünler, katliamlar ve hele bugün yapılan poğrumlar nedir, yazık değil mi âciz bir ekalliyete zulüm??
"? Bir noktayı düşün Suzy! Yeryüzünde milyonlarca insan yaşıyor. Bu beşer topluluğun her şeyi bırakıp husûmet ve nefretini yalnız sizin üzerinizde toplamış olması boş bir şey mi??
Zil çaldı, kapular açıldı. İkimizin yeri ayrı ayrı idi, sözü yarıda keserek birbirimizden ayrıldık. Bu ayrılışın son olduğuna dair içimde bazı hisler belirdi. Kimbilir?
19 Teşrinisani 1911
Babam eve çok telâşlı ve heyecanlı geldi. Annem sebebini sordu, öğrenemedi. Nihayet yatma zamanı geldiği vakit bunu bize söyledi. Bâzı mojikler Senpetersburg'un kenar mahallelerine taarruz ederek bir çok bîçâre yahudiyi öldürmüşler. Küçük çapta bir pogrum. 'Babamın bize nasihati ve kat'î talimatı: Bu hafta hiç sokağa çıkmayacak, alış verişi evin karşısındaki bakkaldan yapacağız. Bu bir nevi mahbusiyet hali. Ama ne yapacaksın. Muhammed'i, Titos'ü, Buhtunnâsır, Babil'i düşündükçe teselli buluyorum.
17 Kânunuevvel 1911
Bu gece yeni bir haberle, yahud müjde ile, daha doğrusu neticesi nereye varacağı meçhul bir macera haberiyle sarsıldık. Sevindik, ürktük, oynayıp zıpladık ve sonunda başımızı önümüze eğip düşünmeğe başladık. Yarı sevinç, yarı keder ve bir sürü tereddüt içinde kendimizi yatağa attık.
Gece rüyalarımızda yeni ufuklar, yeni beldeler, ümitlerle dolu tatlı hayaller bize gözüktü. Yoksa İsrail oğullarının rüyaları gerçekleşiyor mu? Adonay sen bilirsin bunları!
Babam, anneme kat'î talimat verdi. Fazla eşyaları satın almak için yarın evimize Rabinoviç gelecek. Yolda götüremiyeceğimiz bütün eşyayı ona vereceğiz. Kıymetini kendisi takdir edecek.
Nereye gideceğiz? Adanmış topraklara! Roçild yol paramızı ve oradaki iaşe ve evlerimizin parasını üdüyormuş. İnanılır şey değiî!:. Yeruşalim (Kudüs), ey mukaddes belde! En nihayet sana kavuşuyoruz ha! Bu ne bahtiyarlık.
Babam diyor ki:
"?Orada Muhammed'in en sâdık ümmeti Araplar vardır, vahşi, hunhar ve merhametsiz Araplar!.." Ve sonra ilâve ediyor, "bereket versin, şimdi Kudüs'ün sahibi olan Türk İmparatorluğunun başında o müstebit padişah Abdülhamîd yok. Bundan senelerce evvel bu mübarek topraklara göç eden ırkdaşlarımızı yurduna kabul etmeyen, onların hakkını tanımayan, onları vapurlarda açlıktan öldüren Türk hükümdarı. Babam ağzını köpürterek, gözleri yuvasından fırlamış bir halde anneme adeta haykırıyor:
"? Irkımıza yapılan bu zulmün altında kalmadık. Bizim kardeşlerimiz, bizim tükenmez hazinelerimiz bu padişahı devirdi. Yakın bir gelecekte Rus Çarı'nı da devireceğiz, hanedanını yok edeceğiz. Mujiklerden, goyimlerden öcümüzü alacağız. Ve hemen Tevrat'ın şu parçasını okudu:
"Ve İsrail kendisine âid olan her şeyle beraber göç etti, ve Bi'rissebâ'ya geldi ve babası İshak'in Allah'ına kurbanlar kesti. Ve Allah'ın İsraile gece rüyalarında şunları söyledi: Jakop, Jakop! Ve o dedi: İşte ben. Ve dedi: Ben Allah, babanın Allahıyım, Mısır'a inmekten korkma! Çünkü orada seni büyük bir millet edeceğim."
Bir heyecan dalgası evimizi kapladı. Gece sabaha kadar uyumadık. Evde hummalı bir hazırlık başladı. Arzı Mev'uda doğru hicret edeceğiz. Bizimle beraber yedi yüze yakın ailenin de göçe iştirak edeceğini babam söyledi. Demek ki; asırlardan beri hayal zannolunan devletimiz hakikat olacak!..
Bir hafta bu heyecan, bu neşe ve buna karışan endişe içinde yaşadık. Babamın büyük bir parası yok. Orada sakın bizi yokluk ve sefalet beklemesin. Üstelik bilmediğimiz yerler, sıcak iklim. Fakat bu düşünceden kaçıyor, onu kendimize saklıyoruz. Böyle bir tereddüd ve yahud kötümserliği babam hissetse bize yapmayacağı yoktur. Onlar kendi safsatalarına o kadar inanmışlar ki... Acaba biraz olsun hakları var mı dersiniz? Belki, fakat benim kafam almıyor!...
Israil'e Dogru Yolculuk
1 Kânunsâni 1912
Bugün goyimlerin yıl başı. Dün gece ne çılgınca eğlendiler. Sokaklar onların naralariyle çınladı. Sanki Senpetersburg'da hiç bir şeyler olmamış gibi!.. Bunu düşündükçe bu kâbustan ebediyen kurtulamıyacağımızdan dolayı sonsuz bir sevinç duyuyor, ümitlere kapılıyor, istikbale emniyetle bakıyoruz. Onbeş gün sokağa çıkmadık. Babam diyor ki:
"? Artık önünüze kesin ufuklar açılıyor, hür ve serazat yaşayacağız! Böyle havası bozulmuş, kalabalık bir goyim şehrinde değil, ufukları geniş, kalabalık bir goyim şehrinde değil, ufukları geniş, havası bol, hayatı sakin ve yalnız ırkdaşlarımızdan ibaret köyler, kasabacıklarda yaşayacağız.
Bizden evvel, bin zorlukla oralara göç edenlerin şimdi mes'ud bir hayat sürdüklerini ve zengin olduklarım söylüyorlar... Adanmış topraklar hâlâ barbar Türklerin bayrağı altında... Fakat Türkiye'de bir tek yahudinin burnunun kanadığı, şimdiye kadar bir kimsenin hayatiyle oynandığı işidilmemiş. Üstelik Türkler'in son derece müsamehakâr ve iyi insanlar olduğunu söylüyorlar!"
O halde niçin barbar diyoruz ki bunlara? Pogromun ismi işidilmemiş o diyarda. Öyle olsaydı biz bu yeni maceraya atılır mı idik? Babam; sizin bu işlere aklınız ermez diyor. Hakikaten de ermiyor.
20 Kânunsani 1912
Ne müthiş bîr soğuk var. Hazırlıklarımız bitti. Muhacir aileler Romanya'nın Köstence şehrinde toplanacaklarmış. Yarın bize tahsis edilen trenle. Karakov'dan hareket edeceğiz. Bu yarın ne kadar uzun geldi bize!.. Gece gözümüzü kırpmadık. Sabahın erken saatlerinde, bir araba tutan eşyalarımızla istasyona geldik. Üçüncü mevki vagonlara yerleştik ve bu vagonlar içinde gece yarısına kadar oturduk. Cemaat ve avrupalı teşekküller bizi mükemmelen iaşe ettiler. Yahudi bir doktor ve iki de hemşire bizimle geliyor. Gecenin zifiri karanlığı ve vagonların dondurucu soğuğu içinde yol alıyoruz. Polonya topraklarındayız. Fakat şimdiden kendimize İsrail'in ülkesinde farz ediyoruz.
22 Kânunsanî 1912
Köstence'deyiz. Irkdaşlarımız bizi çok mükemmel karşıladılar. Herbirimize çeşitli hediyeler getirdiler. Karadeniz'de müthiş bir fırtına hüküm sürüyormuş. Şubat ortasına kadar bu şehirdeyiz. Yerleştiğimiz misafirhaneye demir karyolalar koymuşlar, yataklarımızı açtık. Yemekler hazır olarak geliyor, cümlemiz sonsuz neşe içinde yiyoruz. Annem durgun ve düşünceli, babam çılgınca mes'ud!.. Vakitlerimiz muhtelif aile reislerinin nutukları ve parlak vaadleriyle geçiyor. Komşumuz Antikacı Mojej Şalaman umûma bir nutuk çekti:
"?İsrail'in Güneşi doğuyor. Asırlarca karabulutlar arkasında kalmış ve ziyasından bizi mahrum etmiş olan Güneş, ufuklardan sıyrıldı şimdi kalblerimizi yakıyor ve ziyasını İsrael Devletinin istikbali üzerine döküyor. Asırlar boyu zulüm ve işkence çekmiş olan İsrail oğulları, cihan hükümdarlığının tahtıgâhına doğru yol alıyor. Bu yol şimdiye kadar dikenler ve manialarla dolu idi. Fakat bütün bunlar ümitlerimizi ve cesaretimizi kırmadı. İşte bugün geniş ve mes'ud bir yolun dönemindeyiz- Sevinelim, oynayalım ve gülelim.?
Romanya'nın her tarafından heyetler halinde ırkdaşlarımız akın akın bizi ziyarete geliyor ve bize müstakbel İsrael Devleti'nin Öncüleri, Sayhun Dağı'nın fâtihlerisiniz, diyorlar. Gururumuz kabarıyor.
Zaman zaman arkama, maziye bakıyorum. Viladîmir'in parlak kumral saçları, hâfeli yeşil gözleri ve polenez asilzadelerine mahsus vakur tavrı, sesindeki halâveti hatırlamaktan kendimi alamıyorum. Acaba gideceğimiz yerde bundan alâsını bulacakmıyız. Yoksa hakikaten bu yeni ufuk bize herşeyi unutturacak mı? Birbirine zıt hisler, birbirini nakzeden mütalâalar ve çeşitli sinir buhranları içindeyim. Benden başkaları böyle değil. Onlar yeni bir ülkenin fâtihi gibi gurur, neşe ve şevk içindeler.
1 Şubat 1912
Misafirhanede mühim bir hareket göze çarpıyor. Ayın on yedisinde bizi alacak bir vapur Köstence'den Yafa'ya doğru yol alacakmış. Onyedi gün daha burdayız. Babam, annem Bükreş'i gezmeye gittiler. Biz misafirhanede kaldık. Çarşı, pazarda gezmek, sinemaya gitmek için bize Romen parası verdiler. Romanya çok zengin bir memleket. Babam diyor ki;
Burada yarım milyonun üstünde bir ırkdaş topluluğu varmış. Ormancılık ve ziraat Romanyalılar'ın servetlerinin kaynakları imiş. Ne iyi, ne iyi... Bu çam yarması herifler çalışsın biz yiyelim. Biz diyorum ama, bizden kimler, onu bilmiyorum. Babamın fukaralık ve zaruretinin ıstırabı içime çöktü. Her halde bunda da aklımızın ermediği bir şey var.
16 Şubat 1912
Yolculuğa hazır ol emri verildi. Bir heyecan dalgası ruhlarımızı kapladı. Bu gece hiç kimse uyku uyumadı dersem mübalağa etmiş olmam. Sabah o kadar uzadı; Güneş o kadar nazlı ki!.. Bir türlü doğmak bilmiyor. Ama muhakkak doğacak, her gecenin bir sabahı olacak. Hem de şimdi İsrail'in Güneşi doğuyor. İsrail'de sabah oluyor. Goyimler kahrolsun! Viladimir sen de kahrol!
17 Şubat 1912
Şafak henüz sökmemişti. Herkes sefere hazır bir vaziyette idi. Eşyalarımız toplanmıştı. Sabah kahvaltısını yaptıktan sonra saat onda da misafirhaneye gelen arabalarla Köstence rıhtımına yanaşmış olan "Nor Doyçer Bremen" vapuruna eşyalarımızı göndermeye başladık. Öğle yemeğini vapurda yedik. Alyans İsrailite Üniversel ve Roçildler tarafından vapur biletlerimiz alınmış, iaşemiz temin edilmiş. Hepimiz heyecan içinde idik. Saat üçte Bükreş baş hahamı gemiye geldi ve gemide dinî merasim yapıldı. Cümlemiz vecd ve huşu içinde idik. Yeni uruklara, yeni istikbale doğru yola çıkıyorduk. Yarın tarih, doğacak büyük İsrail Devleti'nin, bizi öncüleri diye anacaktır:
Baş haham da bize bir nutuk çekti. Vapuru dolduran insanlar, sanki bir anda taş kesilmişti. Aklımda kalan parçalar şu:
"İsrail çocukları!.. Asırlar boyu azab ve ıstırab İçinde yaşadınız. O kara günler şimdi yerini mes'ud günlere terkediyor. Güneş doğuyor, ufuklar parlıyor Tevrat'ın bize vaadettiği günler geliyor. Kavmimize adanmış olan topraklara gidiyorsunuz orada müstakbel devletimizin kökünü teşkil edeceksiniz. Bu temeller üzerinde devletimiz kurulacaktır. Önünüzde daha aşılacak maniler vardır. Onları da cesaretle ve gayretle aşacaksınız. Yolunuz açık ve istikbaliniz mes'ut olsun."
Rıhtımı Romanya'nın ve hatta Avusturya ve Macaristan'ın her tarafından gelmiş binlerce ırkdaşımız doldurmuştu. Onlar da vecd ve heyecan İçinde idiler.
Saat beşte, geminin acı acı düdüğü öttü ve yavaş yavaş limandan süzülmeye başladık. İçlerimizden bir çoğu dualar okuyor, bir çoğu da rıhtımdaki insanları selamlıyordu. Gece gemimiz, Karadeniz'in karanlık sularında sanki gâib olmuş gibi idi. Çok sallanıyoruz. İçimizde deniz görmüş çok az insan var. Hepimiz perişan bir halde kendimizi yataklarımıza attık.
18 Şubat 1912
Bugünün şafağı söküyor. Tarihî İstanbul Boğazı'na yaklaşıyoruz. Karadeniz'den, Akdeniz'e geçmek üzereyiz. Saat dokuza doğru karalar gözükmeğe başladı ve saat onda Boğaz'a girmek üzereyiz.
Karantina memurları bizi Boğaz'ın medhalinde karşıladı.
Gemi sarı bir bayrak çekmişti. Şimdi Ruslar'ın Çarıgrat dedikleri meşhur Konstantînipolos'un tarihi sularındayız. Durmadan geçeceğiz. Gemi şehre yaklaşırken herkes sağ tarafa üşüştü. Rabinoviç diyor ki:
"? Şu tepeyi görüyorsunuz. Orası aşılmaz, geçilmez bir kartal yuvası idi. Orası Türk Padişahı Abdülhamîd'in oturduğu yerdi. Arz Mev'ud'da bize yer ve hak tanımayan, ırkdaşlarımız bu sulardan geçerken onları memleketine kabul etmeyen, mukaddes topraklara gitmemize izin vermeyen müstebid hükümdar. Onu kavmimiz tahtından indirdi, intikamımızı aldı.
Tarihî şehri geride bıraktık, Marmara Denizi'nde sefer ediyoruz. Gemimiz erzak ve su almak için ancak iki saat limanda durdu.
Geceyi Marmara Denizi'nde geçiriyoruz. Hava sâkinleşti. Geç vakit uykuya daldık. Sabah olduğu zaman kendimizi sıcak denizde bulduk. Gemide yeknasak bir hayat var. İştihamız fevkâlade, yiyip, içip neşe içinde vakit geçiriyoruz.
20 Şubat 1912
Beyrut limamndayız. Arkasını Lübnan dağlarına yaslamış olan bu şehrin uzaktan manzarası çok güzel. Kimseyi şehre çıkarmadılar. Üç saat kadar limanda kaldık ve akşam saat beşte hareketle cenuba doğru yol alıyoruz. Geçtiğimiz sahiller çok tatlı. Karanlık basıncaya kadar etrafı seyrettik, yemek yedik ve yattık.
Rüyalarımızda hep büyük devletimizin hayalini, David saltanatım ve Salamon ihtişamının yaldızlı günlerini düşündük.
Sanki koskoca bir denizde kaybolmuş gibiyiz. Gökyüzü ile denizden başka bir şey göremiyoruz. İçimizden taşan heyecan dalgalan, sabırsızlık duvarlarına çarpa, çarpa varlığımızı hırpaladı, geceyi zor geçidik ve sabahı dar ettik. Uykularımız intizamını kaybetti..
Israil'in fedakâr kizlari!
22 Şubat 1912
Şu, hayaliyle gençliğimizi doldurduğumuz, ruhlarımızla yaşattığımız Karmel Bağları, ta uzaklardan bize kucak açmış, bizi bağrına basacak gibi olanca azamet ve heybetiyle karşımıza dikildi. Bir çok hikâyelerini ve efsanelerini dinlediğimiz Karmel... Yeruşalemî, Akdeniz'in mavi sularından kıskanıyor ve goyimlerin nazarlarından saklıyor gibi deryalara perde çekmiş yüce dağlar!.. Gemi süratie Hayfa limanına yaklaşıyor. Saat tam on iki... Hayfa limanındayız.
Gemi uzakta demir attı. Bize daha evvel Hayfa'ya çıkacağımızı söylemişlerdi. Gemi içinde bir hareket yok. Karantina memuru geldi, gitti. Vapurda hafif dedikodular başladı. Türkler bizi karaya çıkarmayacaklar. Yaşlılar ve aklı erenler diyor ki:
"? Ne münasebet; şimdi artık yahudi düşmanı Sultan Abdülhamid idare başında değil... Uniyyon'e Progre (İttihat ve Terakki demek) partisi iş başında. Onlar bize söz vermişler. Böyle kara düşüncelere kapılmağa lüzum yok."
Saat üçte, Vapura Hayfa hahamı riyasetinde bir heyet geldi, bizi selâmladılar ve hepimize hediyeler getirdiler. Bol yiyecek de verdiler. Hayfa hahamı, gizlemeğe muktedir olmadığı bir heyecanla ve yüksek bir sesle şunları söyledi:
Arz-ı Mev'ud'a hoş geldiniz! Atalar diyarındasınız. Birgün buraları yine Davidin ve Salamonun göz kamaştırıcı ihtişamına kavuşacaktır. Sizler bu büyük idealimizin müjdecileri ve öncülerisiniz. Yahova yardımcınız olsun!"
Sevinçten ağlayanlar, bayılanlar, vecd ve heyecan içinde kendinden geçenler!.. Ve derin bir ölüm sükûtu!.. Akşam nasıl oldu bilmiyoruz. Sahiller dindaş ve ırkdaşlarımızla dolu!.. Akşam sekizde gemi demir aldı, ağır ağır cenuba doğru süzülmeğe başladı. Kıyılardan çılgın sesler geliyor. Bir müddet sonra yine karanlıklara gömüldük. Herkes güvertede. Gece geç vakitlere kadar vapurun muttarid sesi ve denizin hafif dalgalı hışırtıları.
Şafak sökerken Yafa uzaktan, sislere bürünmüş, duvağını açmak istemeyen nazlı bir gelin gibi yarı süzgün didarını göstermeğe başladı. Tam saat ikide liman önündeyiz. Yafa oldukça büyük bir şehir!.. Kayıkçıları insanı hayrete düşürecek kadar mesleklerinde maharet sahibi. Evvelâ ihtiyarlar ve çocuklar kayıklara bindirildi ve sonra biz karaya çıktık. Yafa hahamı, yahudî cemaati ve Türk hükümetinin bir mümessili, bizi karşılıyorlar. Yafa sanki bir mahşer yerine dönmüştü. Programlardan, goyimlerden uzakta İsraii'n topraklarında, Arz-ı Mev'ud'dayız. Yerlere kapanıp toprağı öpenler, birbirlerinin boyunlarına sarılıp öpüşenler, ağlaşanlar, sevinçten çılgına dönmüş insanlar.
Acaba biz, hakikaten büyük İsrail Devleti'nin öncülerimiyiz? Bunu düşünmek bile insanın aklını başından almağa kâfi!.. Kendimizi kaybetmiş, âdeta uyur gezer insanlar gibiyiz. Kaba ve mutaassıb kendini beğenmiş Polonyalılarda, kaatil Ruslar'dan şimdi artık uzaklardayız. Kendi topraklarımızdayız. David'in yaşadığı, Salamon'un saltanat sürdüğü diyardayız. Demek ki; rüyalarımız hakikat oluyor. Hepimiz karaya çıktığımız vakit, bizi Rocildler'imizin vekili Vavzman karşıladı. Cümlemize:
"? Hoş geldiniz!.." dedi ve Almanca olarak şunları ilâve etti:
"? Artık kendi evinizdesiniz. Irkımıza mahsus bir çalışkanlıkla buraları imar edip cennete çevireceksiniz. Size her türlü yardım yapılacaktır. Buraları ecdadımıza lâyık bir ümran ve medeniyete kavuşacaktır!"
* * *
Sıra sıra dizilmiş arabalar. Bizden evvel yerleşmiş yahudi köylülülerinin tekmil vasıtaları şehrin kenarında bizleri bekliyordu. Daha evvelden hazırlanmış bir listeye göre arabalara yerleştirildik. Bir ilkçağ kervanı gibi yola düzüldük. Led'den geçerek geceyi yirmi kilometre kadar Yafa'dan uzakta. Ramla Kasabası'nda geçirdik. Burada o gece için kiralanmış odalar ve çadırlarda sabahı ettik. Gece güzel yemekler ve erken saatlerde yollara çıktık. Bize tahsis edilen Hudeyra Mevkiine gidiyoruz.[4] Burası gayet tatlı manzarası olan yeşilliklerle çevrilir bir yer...
Bu araziyi Roçild Araplar'dan satın almış. Bir ilkçağ kervanı gibi, neş ve saadet içinde köye geldiğimiz vakit, bir zamanlar bu mukaddes topraklardan Bâbil'e sürülmüş masum İsrail oğulları sanki bir ba'sü badelmevt'e mazhar olarak kafile halinde geri dönmüş gibi idik.
Roçild'in vekili Kudüs baş hahamı ve etraftan gelmiş bir çok ırkdaşlarımızın hazır bulunduğu bir törenle köyümüzün temellerini attık, dualar ettik, sevinç göz yaşları döktük. Bu göz yaşları, sanki Yeruşalem'deki ağlama duvarlarında asırlarca gözlerden boşanan matem nehirlerinin makûs ve mes'ud bir tecellisi idi. Çoluk, çocuk, genç, ihtiyar hepimiz göz yaşları döküyor ve saadetten çılgına dönmüş bulunuyorduk. Roçild'in vekili Almanca olarak bize şu nutku çekti:
"İsrail oğullarının kahraman öncüleri!.. Aziz dindaşlarım ve ırkdaşlarım!.."
Asırlar boyu, Yahudi olmayan milletlerin zulüm ve işkenceleri altında ezilmiş ve çok ıstırab çekmiş olan milletimiz, gayesine ağır fakat kat'î adımlarla ilerliyor ve yaklaşıyor. Uğrunda üç bin seneden beri inatla savaştığımız mukaddes gayeye varmak üzere olduğumuza inanınız. Sizler, buraya Salamon ve David saltanatının yeniden ihyası için geldiniz. Dünya'nın dört bucağında bulunan ırkdaşlarımız da yakında hep burada toplanacak, hayallerimiz hakikat olacak ve David'in şanlı bayrağı, bu bize adanmış topraklarda tekrar dalgalanacaktır.
Sîze kat'îyet ve emniyetle temin ederim kî ırkımız ve milletimiz en geç bîr çeyrek asır içinde bu toprakların, bu ülkenin, hatta hatta Nil'den Fırat'a kadar uzanan büyük İsrail Devletinin şanlı, şerefli sahibi olacaktır.
Irkımız; Allah'ın mümtaz millet olarak yarattığı kavmimizi, hâiz olduğu üstün zekâ ve kıymetli vasıflar sayesinde gayesine çabuk ulaşacaktır.
Siz, burada, bu köyde büyük ve müstakbel İsrail Devleti'nin temellerini atıyorsunuz. Bu temellerin çok kuvvetli olması ve bu temeller üzerinde güçlü ve azametli İsrail Devleti'nin, çabuk kurulması için elinizden gelen gayreti esirgemeyeceğinize eminim. Sizler burada birleşip kök tutuncaya kadar, bizler ve yeryüzündeki ittihadımız ve teşkilâtımız elinden gelen her türlü yardımı yapacaktır.
Gece, gündüz çalışınız, ekiniz, biçiniz, iktisat ediniz, zengin olunuz, vazifesinizi yapınız. Gün yaklaşıyor, ufuklar ışıldıyor ortalık aydınlanıyor. Yarın kopacak büyük bir fırtına[5] goyimleri yere serecek, bitap düşürecek ve o zaman hiç kimse, hiç bir kuvvet bizi yolumuzdan alıkoyamayacaktır. Buna inanınız, azminize güveniniz ve bu hedefe sağlam ve cesur adımlarla ilerleyiniz. Muhakkak muzaffer olacaksınız, mutlaka muzaffer olacağız!"
Göz yaşları ve ihtiyarların feryatları arasında dinlediğimiz bu hitabe bize, sanki Salamon'un muhteşem mabedinde akisler yaratıyor, hissini vermekte idi. Varşova ve Karakovi'den, bu mukaddes topraklara gelmek ve burada asırlarca milletimizin gönlünde yaşattığı bir mefkureyi gerçekleştirmek ve Dünya tarihinde bu muhteşem davanın öncüleri olmak ne büyük şerefti bize!.
Artık Viladimir'in mağrur aşkı, goyim asilzadelerinin alçak tahakkümü yerine, İsrail'in hükmü yürüyecek, İsrail'in sesi duyulacak! Bütün mîlletler yere serilecek, onların dört ele sarıldıkları ahlâk kanunları paçavralaşacak, kitapları yırtılıp çöp sepetine atılacak. Bize "Pis Yahudi" diyenleri, biz öyle kirleteceğiz ki; öyle pisleteceğiz ki, onlar kendilerinden tiksinecek, kendilerinden iğrenecekler... Polonyalı mağrur asilzadeleri, Rus zadeganı uşak gibi, köpekler gibi, esir gibi karşımızda el pençe görmek ne büyük zevk, ne tatlı bîr hayal...
Pogromlar diyarı Rusya yıkılacak, onun imparatorundan, prenslerine, beyzadelerine kadar bütün asillerin dilendiğini göreceğiz. Evet bizi bu mefkure ile yetiştirdiler ve bu gaye için buralara getirdiler. Getirdiklerine pişman olmayacaklar, onların, büyüklerimizin yüzlerini kara etmeyeceğiz.
Bütün Mart ayı gece gündüz faaliyette geçti. Çadırlardan yeni evlerimize taşınıyoruz. Hemşehrimiz olan mimar Sar, Câuna'dan ve Yeruşâlemden gelen mühendisler ve kadınlı erkekli, geceli gündüzlü çalışmamız sayesinde şimdi şirin, zarif, lâtif bir köy ve mes'ud bir yuvanın sahibiyiz. Varşova ve rutubetli evleri yerine şimdi aydınlık, güneşli ve müstakil bir evimiz var. Polonya'da, mağrur goyimlere on paralık mal sarmak için loş ve tozlu dükkânlar yerine şimdi kır çeçekleriyle bezenmiş, kuş sesleriyle tatlılaşmış, hür ve serazâd bağlarımız, bahçelerimiz, tarlalarımız var.
Bağ yetiştirmek İçin asma fidanları ve ziraat memurları göndermişler. Ayrıca bize badem ağacı fidanları da verdiler. Roçild'in Bankası, gelecek senelerin üzüm ve badem mahsullerine mahsuben bize faizsiz para ve avans verdi. Elimiz para, gözümüz saadet gördü, şevkimiz, gayretimiz cesaretimiz arttı. Mazi ne çabuk unutuluyor. Şimdi artık biz; dünün karanlık ve acı günlerini değil, yarının vaadler dolu, saadet dolu günlerini düşünüyoruz. Kalbimiz, ruhumuz, benliğimiz bu heyecanın ateşiyle sarılı. Kimbilİr, belki birgün, belki pek yakında burada barbar Türk'ün bayrağı inecek, yerine bizim; David'in bayrağı dalgalanacak. Asırlarca bu mukaddes yerlerde, Arz-ı Mev'ud'da haksız yere hüküm süren vahşi Türk saltanatı yıkılacak ve kızıl sultanların evlâtları buralardan kovulacaktır!
Yerusâlem Mâbedi'nin göz yaşlarımızdan silinmiş duvarları, Dünya milletlerinin tek kıblesi olacak, büyük Salamon mâ'bedine temel olacak.
Şimdi herbirimizin ruhunda bu hayal yaşıyor. Hepimizin kalbi ve gönlü ümit ve emniyetle dolu... biz bugüne ulaşmak için az mı fedakârlık ettik. En geç on sene içinde tarumar olacağını göreceğimiz Çar Rusyası'nda az mı ırkdaşlarımız Pog-romların, katliamların pençesinde can verdi. Yığın, yığın Yahudi cesetleri, yarının büyük İsrail Devleti'nin, yerinden kalkmaz, kımıldanmaz birer temel taşı oluyor. Bir zamanlar Türk Sultanı, kızıl padişahın soydaşlarımızı bu topraklara ayak basmaktan meneden fermanlarım biz şimdi paçavra gibi yırtıp kâğıt sepetlerine atmadık mı?! O'nun tahtını, tacını başına geçirmedik mi? Bizim kinimiz, bizim imanımız önünde Yeryüzünde hangi kuvvet karşı durabilir? Şimdi, Polonyada'ki şu tarih hocamızı bir düşünüyorum. O bizi ne kadar hakir, ne kadar âciz, ne kadar zayıf görüyordu. Kimbilir belki bütün bu haller bizi gayemize yaklaştıran, irade bütün bu haller bizi gayemize yaklaştıran, irade ve azmimizi kamçılayan birer âmil olmuştur da...
* * *
Şimdi aradan bir sene geçmiş bulunuyor. Başardığımız esere bakarak kendimizi David zamanından beri burada yaşıyoruz zannediyorum. Bu kısa zaman içinde ne büyük işler başardık. Tenbel ve miskin Araplar'ın çöl halinde, yaradıldığı gibi vahşi ve iptidaî bıraktığı bu yerler şimdi İsrail oğullarının azimlerini ve gayretleri sayesnide cennete dönmüş gibi mâmur bir hale geldi. Köyün bütün genç kızları bu yabani dağları bağ haline getirdik. Bağlarımızı çapalamaktan, zamanında filiz almaktan; ne büyük zevk duyuyoruz. Badem bahçelerimiz gelişiyor. Geçen gün koy kahvesinde Viyanalı bir ziraat mühendisi bağları ve badem bahçelerini gezerek İslahı için lâzım gelen bilgileri öğretti bize...
Babam Varşova'da ve Karakoy'de alıştığı rahat işe zaman zaman hasret çekiyor. O; budala goyları aldatarak, onların kıymetli eşyalarını yok bahasına satın alıp hakiki değerine satmak ona kolay ve tatlı geliyordu. Şimdi tarlada çalışmak O'na zor geliyor. Fakat, gözümü kapayıp kafamda maziyi canlandırmak istediğim günler, âdeta kâbus altında ezilmiş gibi oluyorum. O karanlık, rutubetli, tozlu, küflü dükkân!..
En devamlı müşterilerimizin bile bize tiksinerek, nefretle bakışları, mektepte, en ufak bahanelerle:
?? Pis yahudi!. Çıfıt!., iğneli fıçı kaatilleri... Gibi bitmez tükenmez hakaretler... Bunların neresine ve hangisine hasret çekilir... Bunlar aranılır şeyler mi?..
Bu satırları yazarken babam başımın ucunda dikildi. Onun bana her yaklaşımı ruhumda menfi ihtizazlar meydana getiriyor, neden acaba?.. Evet; bu da mazide geçen bir kâbus idi. Şimdi bana, keskin bir ifade ile ihtar ediyor:
?? Bırak şu pis hâtıraları. Onlar çok geride kaldı. Korkunç bir rüya idi o günler!.. Uzun ve kasvetli gecelerdi. Sabah oldu, Güneş doğdu, ruhlarımız aydınlandı, vücutlarımız ısındı, ufuklar genişledi. Şimdi o karanlıklara değil, ışıklara güneşe ve önümüzde hududsuz acıtan istikbale bak Suzi! Bugün köyün bütün genç kızları Yafa'ya gideceksiniz."
?? Orada ne işimiz var baba?"
"? Orada size yarını ve yarınki vazifelerinizi anlatacaklar. Annen de beraber gelecek. Ben de iki gün için Jerusalem'e gideceğim."
?? Orada ne yapacaksın baba?"
?? ................................"
Ve odadan çıkıp gitti.
Dilijans köyümüzün genç kızlarını doldurdu. Yafaya doğru gidiyoruz. Ne güzel kırlar, ne güzel manzaralar, ne tatlı arazi. Neşe içinde, şarkılar söyleyerek yol alıyoruz. Zaman akıp gidiyor. Bizim gibi yeni kurulmuş bir Yahudi köyünden geçtik, biraz evvel başka bir dilijans oranın genç kız ve kadınlarını alıp Yafa istikametinde ayrılmış. Öyle vaktini epey geçmişti büyük bîr çiftliğe geldik bu; Roçild'in ve Alyans İsraelit Üniversel'in parasiyle kurulmuş cidden asri bir çiftlîkti. Muntazam ve geniş bir binası var. Bizi karşıladılar ve sanki birbirimizi çok evvelden tanıyormuşuz gibi kucaklaştık, konuştuk ve seviştik. İşte bu, bir yahudi tesânüdüdür: Solidarite Juİf... Bahçede kurulmuş sıra sıra masalarda bize çok lezzetli yemekler ikram edildi. Bunların hepsi çiftlik mahsûlü, Tavuk, sebze ve meyve, hattâ ekmek bile çiftlikte yapılıyormuş. Hepimize bol Rişon le Zion şarabı ikram ettiler. Biz yemeğe oturduğumuz zaman, bizden evvel gelen Yahudi köylüleri Yafa istikametinde yola çıkmışlardı. Yemekten sonra biraz istirahat ettik ve yola düzüldük. Ayrılırken bu çiftliğin müdürü Zebulun bizi selâmetlerken şunları söyledi:
?? David saltanatının kurulacağı yere gidiyorsunuz. Sizler müjde melekleri gibi orada lâzımgelen dersi alacak ve size gösterilen yolda yürüyeceksiniz. Bu yol bazen dikenli de olabilir. Onları çiğneyip geçeceksiniz, yolun nihayetinde, binlerce senedir hasretini çektiğimiz mes'ud bir hayat var, sizi bekliyor, bizleri bekliyor, İsrail oğullarını bekliyor."[6]
Bu ateşin hitabenin tesiriyle hızla ilerliyoruz ve kısa zamanda kendimizi Yafa'da bulduk. Zengin bir ırkdaşımızın evinde toplandık. Orada bulunan insanlar içinde Varşova'dan, Karakoy'dan tanıdığım âşinâlar çıktı. Fakat artık bu, bir fevkalâdelik teşkil etmiyor. Biz, hepimiz uzun ve mesud bir seyahate çıkmış, muhteşem bir transtlantik yolcularına benziyoruz. Cümlemiz aynı gemi içinde, cümlemiz aynı yolun yokuşuyuz. Akla gelebilecek bir tek şey, geminin bir kazaya uğraması ihtimalidir. Hayır, hayır bu olmayacak, asla! Yehova bizim koruyucumuz, bizim rehberimizdir. Odadan muhterem bir ihtiyar içeri girdi. Şimdi hep bir ağızdan ve ayakta hem onu karşılıyor, hem de şunu okuyoruz.
Rabba terennüm edeceğim, çünkü gayetle yükseldi
Atı ve atlısını denize attı.
Rab kuvvetim ve mezmurumdur;
O bana kurtuluş oldu;
O benim Allahımdır, ve ona hamdedeceğim
Babamın Allah'ı, ve onu yükselteceğim.
Rab cenk eridir,
İsmi Yehova'dır.
Firavıın'un cenk arabaları ve ordusunu denize attı.
Ve seçme araba cenkçileri kızıl denizde battılar.
Enginler onları örtüyor;
Taş gibi derinliklere indiler.
Senin sağ elin, Yarab, kudrette celildir.
Senin sağ elin, Yarab, düşmanı ezer.
Ve sana karşı ayaklananları, azametinin çokluğunda yıkarsın;
Gazabını gönderirsin, onlun muz gibi yer.
Ve öfkenin soluğu ile sular yığıldılar,
Akıntılar yığın gibi durdular.
Düşman dedi:
Kovalayıp yetişeceğim, çapulu bölüşeceğim;
Onlardan canım doyacak;
Kılıncımı çekeceğim, elim onları helak edecek.
Yelinle üfürdün, deniz onlun örttü;
Büyük sularda kurşun gibi battılar...
ilâhlar arasında senin gibi kim vardır, Yarab?
Kudsiyette celil, senalarda heybetli,
Harikalar yapan, senin gibi kim vardır?
Sağ elini uzattın,
Yer onları yuttu.
Kurtardığım kavme inayetinle rehber oldun;
Mukaddes meskenine kudretinle onlara yolu gösterdin.
Kavimler işittiler, titrediler;
Filistin'de oturanları ağrı tut.
O zaman Edomun emirleri korktular;
Moabın yiğitleri titreme aldı;
Kenan'da oturanların hepsi titrediler
Onların üzerine korku ve dehşet düştü;
Senin kavmin geçinceye kadar, Yarab.
Edindiğin bu kavm geçinceye kadar,
Senin buzunun büyüklüğü ile taş gibi hareketsiz oldular.
Onları içeri getireceksin, ve mirasın dağında,
Yarab kendi oturmam için yaptığım yerde
Yarab, ellerinin sabit kıldığı
Makdiste onları dikeceksin!..
Hepimiz ayakta, büyük bir vecd ve heyecan içinde, titrek sesler, nemli gözlerle okuduğumuz bu ilâhiden sonra Aşer Levi ismindeki muhterem ihtiyar gür ve manâlı sesiyle bize hitap etti:
"İsrail'in fedakâr kızları!
Ecdadımızın yıllarca sefalet ve ızdırap içinde kıvrandıkları Sina Çölü'nün eşiğinde Ba's-übâ'del mevt sırrına ulaşmanın arefesinde sizleri, herbirinizi birer kurtarıcı melek gibi karşımda görüyorum. Dikkatle bakınız, farkedeceksiniz; koyu ve zifiri karanlıklar dağılıyor. Güneş Sahyun Dağları'nın arkasından bizlere didarını göstermek için hazırlanıyor. O, gün yakındır. Hürriyet ve İstiklâl günü!.. Alah'ın mümtaz milleti olarak yarattığı ve sonra bizleri imtihan etmek için asırlar boyu işkenceden işkenceye, sefaletten sefalete sürüklediği kavmimiz çilesini doldurmuş, imtihanını vermiş ve bütün miletlerin efendisi olmak hakkını kazanmıştır. İktidar ve kudret elimize geçecektir. O zaman bütün bâtıl dinler lağvedilecek, bütün mâbedler yıkılacaktır, yeryüzünde yaşayan bütün insan sürüleri, tekmil milletlerin mabedi olacak olan İsrail Kâbesi'ne yüzlerini dönerek hürmet ve tazimle yerlere kadar eğileceklerdir. O gün geliyor. Siz o günün, o mukaddes günün habercileri, müjdecilerisiniz. Kendinizi küçümsemeyini z, varlığınızı asla küçük görmeyiniz. Göklerin manevî gürültüsüne kulak verin; Yehova sizlere sesleniyor: Yarın buralarda, bu mukadds topraklarda, bu Arz-ı Mev'ııd'da kıyametler kopacak, Türk ve Arap asırlar boyu bu temiz topraklar kirletmiş olan gasplar, müstevliler hâk ile yeksan olacaklar, onların tahtları, taçları sernügûn olacaktır.
Yakında bütün milletlerin birbirlerinin boğazlarına sarıldıkları günleri yaşayacak ve göreceksiniz.[7] O zaman herbirinize vazifeler düşecektir.
İsrailin fedakar ve cesur kızları!
O güne hazırlanınız. Gecelerinizi gündüzlere katınız, David saltanatınn temelleri olacak olan bu güzel yerleri imar edip cennete çeviriniz. Yarın ırkdaşlanmz, yeryüzünün her bucağından buralara fevc fevc göç ettikleri zaman hazır ve mamur bir vatan bulsunlar.
Yarın buralarda kopacak fırtınalar Önünüze bir çok fırsatlar serecektir. O fırsatlardan istifade etmeğe, sizlere verilecek vazifelere can ve yürekten cesaret ve fedakârlıkla lâyık olmağa çalışınız. Sizlerden büyük fedakârlıkla lâyık olmağa çalışınız. Sizlerden büyük fedakârlıklar istenecektir. Bunları seve seve yapacağınıza eminim. Irkdaşlarınıız yıllar yılı, asırlar boyu bu fedakârlığı isbat ettiler. Muhamnıedin dinini yıkacak, ümmetini mahvedecek ve barbar Türklerle, bedevi Araplar, bu ülkeden kovacağız.
Görüyorsunuz ne büyük bir vazifenin, bir kıyametin arefesindeyiz. O gün geldiği vakit bu sözlerimi hatırlayarak cesaretinizi bileyiniz. Bugün yine, biraz evvel terennüm ettiğiniz ilâhileri okuya okuya, neş'e ve ümit içinde yuvalarınıza dönünüz. Yehova sizinle beraber olsun!"
Bu defa bizi getiren dilijanslara bir kaç araba daha ilâve ederek hepimiz birlikte yollara düzüldük, bütün arabalardan yek avaz ve yek ahenk aynı ilâhiler duyuluyor, seslerimiz semalar yükseliyordu.
?Yehova sen bizimle berabersin! Yehova sana güveniyoruz. Yehova goyimlerin efendisi olacağımız günler gelsin artık!"
Yollar kısaldı, sanki uçuyoruz. Vücudlarımız arabalar içinde, ruhlarımız o kadar yükseklerde, hayallerimiz o kadar enginlerde ve uzak ufuklardakî, köyümüze ne kadar zamanda ve nasıl geldiğimizi fark edemedik bile...
Fakat bu gece o kadar uzadı ki; sabah gelmeyecekgibi zannolunur. Uyku gözlerime girmedi. Yarın bize verilecek vazife ne olacaktır acaba! Bütün gece bu istifhamı, bu düğümü çözmeğe çalıştım. Elbetteki bizi Gettolardan bu ser'âzâd yerlere kavuşturanların daha büyük gayeleri vardır. Bu yolda bize de, bana da bîr vazife düşecek olursa hiç şüphesiz onu tekmil kalbimle, aşk ile, seve seve yapacağım. Yaşasın İsrail İmparatorluğu!
* * *
Günler geçiyor. Köyümüzde faaliyet arttı, herkes arı gibi çalışıyor. Böylece hummalı faaliyetler içinde 1914 senesi Nisanım bulduk. Biz Polonya'da iken bu mevsim buz gibi soğuk olur. Burada ise ortalık yemyeşil, buğdaylar yükselmiş, asma kütükleri canlanmış... Ortalık sıcak, adam akıllı bir yaz mevsimi yaşıyoruz. Badem bahçelerim o şekilde düzenledik ki; manzarası bile insana zevk ve ümit veriyor. Babam geçen akşam inceden inceye hesap ediyordu; şu kadar ağaç, şu kadar badem ve şu kadar altun!..
Bugün köyün bütün delikanlıları ve kızları kırlarda çalıştık. Babam ayrıca civar köylerden iki de işçi tutmuştu.
"? Buna ne lüzum var baba dedik," biz yetmiyormuyuz, kendi topraklarımızda kendimiz çalışır, zevkini biz sürer, hasılatını biz toplarız. Amele parası vermekte mana ne?"
"? Şu köpek gayri yahudileri, beş on para karşılığı eşek gibi çalıştırmanın zevkini bir bilseniz!.."
Mısır ehramlarında on binlerce ırkdaşlarımızın döktüğü alın teri ve harcadığı emekleri bir düşününüz... Bir fellâhın yok bahasına, Güneş altında ve hükmümüz altında çalışmasını seyretmekteki zevki bir düşününüz. Gün gelecek, mısır ehramlarında döktüğümüz alın terleri seller olup goyimleri boğacak ve bütün beşeriyet bizim pençikli kölemiz gibi çalışacaktır. Yüz milyonların emek ve gayretlerimizden hasıl olacak bütün servetler bizim kasalarımıza akacak ve İsrail oğulları bu esirler sürüsünün sırtından ebedî ve hudutsuz bir refah içnide yaşayacaktır. Goyimlerin bütün kazançları, sa'y ve gayretleri, emek ve alın terleri san san altınlar şeklinde bizim hazinelerimize akacaktır."
Babam sesini birdenbire yükselterek, yüzüne keskin bir ciddiyet vererek sözünü şu cümle ile bitirdi:
"? Kendinizi o günler için yetiştiriniz ve o günlere hazırlanınız!"
Casusluk Teskilatina Giris
1 Mayıs 1914
Güneşli bir sabah. Bahardan ziyade koyu bir yaz sabahı. Sıcak ortalığı kavuruyor. Güneş; aynı bu mevsimde Varşova'da ve Karakoy'da geçirdiğimiz puslu ve serin günlerin bizden hıncını çıkarıyor gibi hırçın!.. Fakat öyle bir hırçınlık ki; meyveler ve ekinler üzerinde çok müsbet tesiri olduğu göze çarpıyor. Herşey kemale ermiş bulunuyor. Meyveler, sebzeler, bağlar, bostanlar. Çiçekler ve kuşlar, herşey,herşey. Canlı ve hareketli... Bu yaz gününün öğle vakti köyümüze esrarengiz iki misafir geldi. Biri kadın, ötekisi erkek!.. Köyün bütün halkı bu iki insanın etrafında çevrelendi. Babam herkesten fazla bu yabancı misafirlere sokuldu, iltifat gördü ve onlara saygı gösterdi. Kadının ismi Sarah erkeğin ismi Aron'du.
Bunlar bütün gün babamla başbaşa verip birşeyler konuştular. Bize bir şey söylemediler. Gece şereflerine köyümüzün misafir salonunda ziyafet verdik. Köy kızlarının kırlardan topladıkları mavi, beyaz çiçeklerle sofrayı donattık. Fabrika bol şarab göndermişti, hepimiz birlikte içtik. Fakat bu misafirler kim, fabrika onları nereden öğrenmiş ve bu şarapların manası ne? Onu da öğreniriz elbette...
Gece biz yataklarımıza çekildiğimiz zaman, kadın erkek, kardeş olduklarını sanıyorum, babamla başbaşa kalmışlardı. Ne vakte kadar konuştuklarını bilemiyorum. Uyuya kalmışım...
Ne sıcak, ne büyüleyici, ne tatlı bir sabah. Kahvaltılarımızı bahçede yaptık. Yediklerimizi hepsi kendi emeğimizin mahsûlü. Ekmek, tereyağ, reçel!.. Bütün bunları biz kendi ellerimizle yaptık. Çarşıdan pazardan alınan bir şey yok. Bunlara pis goyimlerın eli değmemiş.
Kahvaltıdan sonra babam, bu misafirlerle birlikte Yeruşalem'e gideceğimizi müjdeledi. Mukaddes .şehir, büyük belde!.. Asırlar boyu nıülevves insanların, pis hristiyanların, barbar Türklerin ve hatta Araplar'ın işgalinde olan güzel şehir!.. Seni görmek, toprağına yüz sürmek bana da müyesser olacakmış, sana binlerce minnet ey Adonay!
İki yağız atın çektiği mükellef bir fayton bizi akşam karan-lıında Yerüşalem'e getirdi. Kendimi David'in, Salomon'un ülkesinde sanıyorum, Fast otelinde babamla bana tertemiz, mükemmel bir oda hazırlamıştı. Otelde yiyip içtik. Bizi buraya getirenler ertesi sabah gelmek üzere ayrıldılar. Tatlı rüya-lı, hayalli, hülyah bir gece geçirdim ve Güneş Sahyun Dağları'nın arkasından yüzünü göstermeden yataktan fırladım, giyindim, hazırlandım.
15 Mayıs 1914
İlk işimiz baba kız, Salomon mabedinin asırdîde temel duvarlarına yüz sürmek oldu. Kalabalık çarşıdan geçerken, kendimi asırlarca evvele gitmiş zannettim, Irkdaşlarımız ve dindaşlarımızı selâmlaya, selâmlaya ve sanki tarih yapraklarını tersine çevire, çevire, İsrail oğullarının ihtişam ve saltanat devirlerine geri dönmüş sanıyordum. Titüs ve Ebuknazar'ın vahşi ve hâin gölgeleri de hafızamızda canlanmış, Babil sürgünü, Romalılar'ın zulmü, Goyimler'in işkencesi ve ondan Öte asırlık tarih sanki hep bir arada canlanmış, şahlanmış, karşımızda dikilmiş gibi idi.
İçimden sert ve hiddetli bîr ses haykırıyor:
Yanılıyorsun Suzy! Arkana bakma, Önünde mes'ud bir istikbal var, onu gör! israilin istiklâli, İsrail oğullarının saadetini gör!..
Öyle yaptım. Zıt hisler ve çeşitli tesirler altında tıbkı bir sâhir-i filmenâm(uyurgezer) gibi baba kız kendimizi büyük mabedin kalın duvarları önünde bulduk.
Diz çöktüm, gayri ihtiyarı gözlerimden yaşlar boşanıyor, babam cezbe halinde...
"? Ey büyük ve kudretli Yehova! Bu dökülen göz yaşlarını görmüyor musun? Ne zamana kadar bu bedbaht seller böylece akıp gidecek. Bu mübarek göz yaşlarının vücûde getirdiği deryalarda goyimleri boğ, yok et artık, yok et onları!"
Kendimden geçmiş gibi idim. Babam da öyle ve sonra her ikimiz birlikte okuyoruz:
"Ey İsrail, kendi yüksek yerlerin
Üzerinde öldürüldü izzetin!
Yiğitler nasıl düştüler!
Filistinlerin kızları sevinmesinler diye,
Sünnetsizlerin kızları sevinmesinler diye,
Sünnetsizlerin kızları sevinçle coşmasınlar diye,
Gatta bunu bildirmeyin,
Aşkelon sokaklarında yapmayın.
Ey Gilboa dağlan,
Üzerinizde ne çiğ ne yağmur, ne
De takdime tarlatan olsun;
Çünkü yiğitlerin kalkanım orada
Kaldırıp attılar,
Saulun yağlar mesholtınmamış
Kalkanını.
Öldürülmüş olanların kanından
Yiğitlerin yağından,
Yonatamn yayı geri gelmezdi,
Ve Saulun kılıncı boş dönmezdi.
Saul ile Yonatan hayatlarında
Tatlı ve sevimli idiler.
Ölümlerinde de ayrılmadılar;
Kartallardan daha çevik, Arslanlardan daha kuvvetli idiler. Ey israil kızları! Sanla Ağlayın, O size değerli kırmızı kumaş Giydirdi,
Esvabınız üzerine altın süsü koydu. Cenk ortasında yiğitler nasıl düştüler! Yoııatan senin yüksek yerlerinde
Öldürüldü.
Ey kardeşim Yonatan, senin için
Acıklıyım;
Sen benim içitvçok tatlı idin;
Senin sevgin benim için şaşılacak şeydi,
Kadının sevgisinden ziyade idi.
Yiğitler nasıl dövüştüler,
Ve cenk silâhlan nasıl yok oldular!
Bu ilâhiyi baba kız öyle içten, öyle, heyecanlı, öyle vecdle okumuştuk ki; âdeta kendimizden geçmiş ruhlarımız asırlarca evvelki zamanlara dönmüştü. Gözlerim ağlamaktan kıpkırmızı olmuş, göz yaşlarım Salomon Mabedi'nin temellerini ıslatmıştı. Bunlar boş yere gitmiyor, bunlar Adonay'ın katında birikiyor, toplanıyor, Bîrgün sel olup düşmanlarımızı boğacak, yağmur olup bahçelerimizi sulayacak!
Ey "Yehova! Büyük mâbud! Seslerimize kulak ver, bizi kurtar artık!..
Bugünün sabahı böyle geçti. Öğle yemeğini otelde yedik. Zihnimi kurcalayan bir şey var. Köyümüzden niçin beni seçtiler ve buraya getirdiler. Babamın bu işte rolü nedir, yoksa sadece bana refakat etmek için mi? Elbette bütün bu olup bitenlerin iç yüzünü ergeç anlayacağım, muhakkak olan bir şey varsa, biz yeni bir hayatın, yeni ve parlak bir istikbalin eşiğindeyiz. Bir hissikablelvuku (ön sezi) asırlarca İsrail oğullarını sarmış olan kara bulutların dağılmakta olduğunu ve devletimizin doğmakta olduğunu bize haber veriyor, içimize böyle doğuyor. Hahamların, hükemâmızın (filozoflarımızın) vaadleri, sözleri, müjdeleri elbetteki boş değil!.. Binlerce sene oluyor. Binlerce azap ve işkence, sayısız ve hududsuz zulüm ve itisaf(yok ermek) biz bütün bunlara göğüs gerdik. Hiç bir şey gözümüzü yıldırmadı, hiç bir engel bizi yolumuzdan döndürmedi. Bugünün İsrail kızları; bu fedakârlıklarının mükâfatını bekliyoruz. Bundan on sene evvel, Türklerin Kızıl Sultan'ı hiç bir ırkdaşımızı, hiç bir dindaşımızı bu topraklara ayak bastırmıyordu. Babalarımız, ablalarımız, annelerimiz vapur güvertelerinde, üst üste, yığın, yığın Türk topraklarına çıkmak için günlerce beklediler. Ne Amerika'nın, ne Avrupa'nın, ne de cihanı sarmış olan teşkilâtımızın teşebbüsleri para etmedi. Barbar Türklerin, zâlim sultanı Abdülhamid Filistin'de bir İsrail Devleti doğmasın diye öylesine direndi, öylesine inat ettiki Evet biraz geç kaldık, fakat sultanın tahtını da başına göçürttük. İşte şimdi biz bu mukaddes ülkedeyiz. Hem de asla çıkmamak üzere!..
İçimize, ruhumuza, kabımıza sığmayan bir heyecan içinde çalkalanıyor, sarsılıyoruz. Öğleden sonra otele Sarah geldi. Beni yalnızca bir odaya çekti, yüzümü okşadı, benimle çok eski âşinâlar gibi konuşuyordu.
"Sevgili kız kardeşim, beni dinle!.." dedi. Bütün bu samimiyete rağmen ellerim titriyor, dudaklarım titriyordu. İşte bir fevkalâdelik olduğunu hissediyorum, anlamadığım tek şey; köyümüzden sadece benim seçilmiş olmaklığım ve bana karşı bir ehemmiyet verilmiş olması idi. Bu düğümü çabuk çözdüm.
?? Sen çok güzel ve cazip bîr kızsın. Zekân da fazla!.. Üstelik israilin büyük dâvasını tam manasiyie kavrayacak bir yaradılıştasın. Sahip olduğun bütün bu müstesna meziyetler ve güzellikleri İsrail davasına vakfedecek o yolda kullanacaksın..."
Bugünden itibaren sen köyümüzde "Nezach Yisraee Loyeschakev" teşkilâtının mümessilisin! Bu teşkilat, yarın kurulacak büyük İsrail Devleti'nin temel organıdır. Tarih sana bu şerefli vazifeyi lâyık görüyor, bununla iftihar edebilirsin. Her ayın ilk Şubat günü Yeruşalem'de Sir Levi'yi görecek ve ondan talimat alacaksın. O, icap ettikçe haberleri bana gönderir. Ben Hayfa'ya yakın Sihron Jakop Köyü'nde oturuyorum. İcap ettikçe Yafa'daki çiftlikte de buluşuruz. Orada başka kızkardeşlerinle de tanışırsın. Şimdilik acele bir şey yok. Araplar sadece menfaatlerini düşünüyor, başka şeylerle alâkadar olmazlar, Türk memurları belki senelerce köyümüze uğramazlar, lâkayd ve Dünya'dan bihaberdirler. Şayet bir vesile ile ayaklan oraya uğrarsa onları hoş tutup güzelliğinizin sihriyle onları büyülemek, onlara saf ve sâdık gözükmek vazifenizdir. Hele hele, İsrail'in istikbalinden, idealinden hiç kimseye bir şey söylememeye ve hatta bu büyük idealden habersiz gözükmeye çalışmak vazifenizdir. Geldiğin yeri iyi hatırlıyorsun değil mi Suzy? Rutubetli, küflü ev ve sefil bir hayat!.. Goyimlerin daimi hakaretleri, kırbaş, zulüm,, işkence ve katliam... Daima bunları ve yarını düşüneceksin. Yarın; parlak güneşli, mes'ud ve büyük yarın...İşte o kadar benim güzel hemşirem, gerisi senin zeki
Böylece umûmi bir talimat ve umûmi bir izahat alarak birbirimizden ayrıldık. Demek ki, ben köyümüzde, İsrael tarihinin, İsrail istikbalinin en mühim teşkilâtı olan "Nezach Yisrael Loyeschakev" mümessiliyim, ne bahtiyarlık, ne şeref bu!
Acaba üç dört köy içinde niçin beni seçtiler. Bu pek gizli bir şey değil. Ben de farkındayım. Fakat babam açıkça ve sarahaten bunu şöyle izah etti:
"? Yakıcı bir güzelliğe sahipsin Suzy! Zekâ ve zarafetin de ondan aşağı değil. Bu silâh sende oldukça çok gönüller yakar, çok budalaları avlarsın. Zamanı gelecek bütün bu nimetleri müstakbel İsrail Devletinin menfaati uğruna kullanacaksın! Senin bu büyüleyici güzelliğin karşısında kaç erkek, kaç irade mukavemet edebilir. Sen bu sılalarla goyimleri yere serecek, onların sırlarını öğrenecek ve istikbale hizmet edeceksin!.."
Türkler, asırlarca bu yerleri, bu bizim ecdat yurdumuzu bize zindan ettiler. Türk Sultanı Abdülhamid ırkdaşlarımız buralara sokmamak için bütün Dünya'ya kafa tuttu. Ona kimse sözünü geçiremedi. Fakat bak bugün biz buralarda, âdeta müstakil bir devlet gibi yaşıyoruz. Bu devlet, yarının büyük Salomon saltanatının bir provasından başkabir şey değil!.. Kendimize mahsus postalarımız var, hatta paramız, namımıza basılmış paralarımız var. Türklerin ses çıkardıkları yok. Mecalleri yok ki!.. Onlarda buralarda iğreti oturduklarının farkındalar. Bir gün buralardan çekilecekler ve buraları tamamiyle bizim hükümranlığımız altına girecek. Şunu unutmamalıyız ki, Türkler'in bugünkü müsamahaları ve sessizliğine inanmak hiç de doğru değil. Bu vaziyet anormal, arızî ve muvakkattir. Şimdi onlar kendi dertlerine düşmüşlerdir. Yarın içlerinden biri ön ayak olur, onları kışkırtırsa vaziyet tamamiyle tersine döner. Onların ayranları kabarırsa her şeyi altüst eder, canlarımıza bile kıyarlar. Bereket versin burada memurlardan başka kimsecikler yok. O memurlar da kendi geçimleri ve dertleriyle meşguller!.. Şayet bunlarda bir hareket, bir anlayış, bir uyanış görülecek olursa işte o zaman, Suzy; bunlar sizin güzelliğiniz ve zekânız önünde, Güneş görmüş kar gibi erimelidir. Biz, İsrail oğullarının ba's-ü badelmevt günlerini yaşıyoruz..."
Gece yarısını geçti, bir yandan uykusuzluk, bir yandan heyecan, bir yandan gerilen sinirler beni yatağa sürükledi ve ölü gibi kendimden geçtim...
Dünya Savasi Kivilcimlari
Haziran... Ekinler biçildi, bağlar olgunlaştı. Bademler toplanmağa hazırlanıyor. Fakat ne kadar sıcak var, ne kadar!.. Köyün bütün delikanlıları ve kızları tarlada. Beni bundan bağışladılar. Beni yarın için saklıyorlar. Bu yarında ne var acaba? Bu yarınlar ne doğuracak ki?.. Her halde benim bilmediğim berşeyler var, bu muhakkak. Gün doğmadan bakalım neler doğacak...
Bu cumartesi, tek atlı bir fayton beni aldı Câuna'ya götürdü, ne büyük ne güzel köy, ne kadar da zengin... Roçild'in vekili ve idare adamlarımız hep burada!.. Burası sanki müstakil bir teşkilât merkezi!.. Köyün genç kızları beni karşıladılar, köylerini gezdirdiler. Varşova'da bile emsali az güzel bakkal dükkânlarını ve mükemmel bir de eczâhânesi var bu köyün. Doktoru da var. Mükellef bir villânın mükemmel bir odasında köy hahamı, Roçild'in vekili, Hayfâdan, Yafa'dan gelmiş seçkin insanlar birer koltuğa kurulmuşlar. Bana da yer gösterdiler, saygı da gösterdiler ve bir yere oturdum. Ortalığı derin bir sessizlik kapladı ve köy hahamı doktor Levi şu duayı okudu:
Rab Sinada geldi
Ve onlara Seirden doğdu,
Paran dağından parladı,
Ve mukaddeslerin on binleri
İçinden geldi;
Onlar için sağında ateşli ferman vardı.
Gerçek, sıbtları sever,
Bütün mukaddesleri senin elindedir;
Ve onlar senin ayağının yanında oturdular;
Herbiri senin gözlerinden alacaktır.
Yakup cemaati için miras olarak,
Musa bize bir şeriat amretti.
Ve İsrailin bütün sıptları birlikte olarak,
Kavmin başları toplandığı zaman,
Yeşurunda o kiralat.
Bu duayı bitirir bitirmez yüzü sapsarı kesilmiş doktor Levi, gür sesiyle şunları ilâve etti:
Bugün burada kavmimizin başları siz sayılırsınız. Siz; doğacak güneşin ilk lamblarısınız. İsrail'in kurtuluş güneşi Sahyun Dağı'nın tepelerinde altın sırmalı tellerini Yeryüzü'ne yaymak üzere!.. Dünya, din ve ırk ayırmaksızın bütün goyîmleri mahvedecek bir kıyametin arefesindedir.[8] Bu kıyamet Kürre-i Arz'da yaşayan bütün insanları içine alacak, evleri yıkayacak, ocakları söndürecek, mağrur kafaları ezecek, ortalığı kül edecek, yeryüzü bir enkaz yığını haline gelecek ve bu enkazın ortasından yeni, taze ve canlı İsrail Devleti doğacak!.. Tevrat'ın müjdelediği Talmud'un haber verdiği Şulhan Aruh'un tefsir ettiği büyük, kudretli, şevketli ve azametli İsrail devleti...
Bu gayeye çabuk ulaşmamız, bu adanmış topraklarda Allah tarafından bize mev'ud istiklâl ve saadete bir an evvel ulaşabilmemiz için her birinize büyük vazifeler düşüyor. Bunu sizlere daha evvel tebliğ etmiş bulunuyorlar. Biz bugün burada: Günün yaklaşmakta olduğunu sizlere bildirmek için toplandık. Yehova cümlemizin yardımcısı olsun!
Bundan sonra Roçild'in vekili hepimizle teker teker alâkadar oldu, isimlerimizi sordu ve biz ona kısaca haltercümemizi anlattık. Yüzümü okşadı ve beni sofraya yanma oturtarak iltifatlarda bulundu.
?? Sarah ile görüştün değil mi? O büyük kadındır. Israilin ümidi ve yıldızıdır. Ona hizmet etmeğe ve faydalı olmağa çalış güzel kızım."
Muhakkak ki; büyük bir vazife yüklenmiş bulunuyorum. Bu, o kadar büyük ve kudsî bir vazifeki; bana cümle cümle, teker teker söylüyorlar. Elbette ki birşeyler anlıyorum, ama hepsi o kadar mı bilmiyorum. Yarınlar, hâdiseler herşeyi açıklayacak bize... Bizi Gettolardan, Pogromlardan, hakaretlerden, kırbaçlardan kurtarıp bu hür ve mes'ud hayata kavuşturanların elbette bir bildikleri var. Onlara inanmak, onların sözünden dışarı çıkmamak yapacağım tek şey.
Köyümüze döndük. Herkesi ümit ve neşe içinde buldum. Normal bir hayat sürüyoruz. Anbarlarımız erzakla, kuru üzümle ve bademle dolu. Yafa'daki bankada paramız var. Sıkıntı ve yokluk nedir unuttuk. Gerçi tarlalarda ve Güneş'in altında çalışmak zor fakat kazançlı!.. Düşmanlarımız: ?Saban tutmayan ellerde asalet yoktur" derler. İşte şimdi sapan da, orak da, çapa da tutuyoruz, sanki bunlar mı bize asalet veriyor? Bu da çok sürmeyecek!.. Biz fizikî kuvvetlerle kol ve bacak güciyle değil, eşsiz zekâlarımızla Dünya'nın efendisi olacağız. Fellahlar Güneş altında köle gibi, esir gibi, ecir gibi çalışacak ve biz onların sırtından geçineceğiz. Ama bugün topraktan aldığımız mahsullerin bir kışımın anbarlarımıza, bir kısmını pazarlara sevkedip para kazanmak da doğrusu tatlı şey. Varşova'da ve Karakoy'da, loş dükkânımızda, bir pis gayri yahudinin elinden eşyasını ucuz almak ve yahud değerlerini bir türlü takdir edemedikleri eşyayı, antika diye budalalara yutturmak... Ne yalan söyleyeyim öteden beri benim hoşuma gitmiyordu. Bir de şunu düşünüyorum: Aç sinekler gibi banka kapılarına üşüşüp para ve kredi dilenen kaba insanlara yaptığımız tahakküm ve büyük fabrikalarda çalıştırdığımız onbinlerce işçiden ehramlarda harcadığımız emek ve çektiğimiz işkencelerin acısını çıkarmak duygusu insana ne büyük gurur ve teselli veriyor.
Babam diyor ki; Amerika'daki bütün silâh fabrikalarının sahipleri yahudilermiş. Dünya'nın servetini bu yoldan hazinelerimize çekmek ve yaptığımız silâhlarla goyimleri birbirine kırdırmak!.. Neye gözyaşı döküyoruz? İntikamımız bol bol alınmış bizim. Şimdi geriye David'in bayrağının dalgalandığını görmek kaldı. O da olacak!.. Biz bu davanın öncüleri değil miyiz?
Haftanın her çarşamba günü Cauna'dan gelen doktor haham bizleri köyün gazinosunda topluyor ve bize Talmut'dan parçalar okuyor. Ne derin manalar var bu Talmut'da.. Doktor tefsirini de yapıyor, mest oluyoruz. Ezberlediğimiz parçalar var, meselâ şunlar:
"Yalnız İsrail oğulları insandır, diğerleri değildir."
"Yahudi olmayanlar murdardır. Bunların pis ellerinin dokunduğu her şey mekruhtur."
"Eğer bir gayri yahudinin Öküzü, bir yahudinin öküzünü boymızlayıp yaralarsa, yahudi olmayan ceza görmelidir. Şayet bir yahudinin öküzü, yahudi olmayan bir ken'âninin öküzünü yaralarsa, ceza mevzuubahis değildir."
Bunun gibi nice hikmetleri tekrar tekrar okuyup hafızalarımıza nakşediyorlar.
İçimden bir ses yükseliyor, vicdanın sesidir belki bu! Diyor ki: Acaba bu kadar sert hükümler ve haksız kararlarını biz yahudileri insanların gözünden düşürmüş, herkesi bizden uzaklaştırmış, Cihan'ın nefret ve istikrahını üzerimize toplamış. Evet; zulüm, işkence, katliam, hakaret bunların hepsi bize bir hak verir, verir ama acaba ilk başlayan kim? Biz mi, onlar mı? Aman yarabbi ne içinden çıkılmaz muamma bu?"
Ey Adonay sana tövbe etmeliyim. Ruhumda fırtınalar kopuyor, istifhamlar düğümleniyor. Hangi tahsil, hangi bilgi, hangi görgü ile bunları çözeyim. Acizim, acz içindeyim. Bir hakikat nuruna, bir hakikat ışığına o kadar muhtacım ki!..
Kudüs'e gidip gelmek, Cauna'da toplanmak Ezra'nın vaizleri, ırkdaşlarımın göz yaşlan, feryat ve figanlar, asırlardır bitmeyen şikâyet ve ıztırab!.. Bütün bunların son tesellisi istiklâl ve yeni bir devletin doğuşu Öyle mi? Belki!
Babam bugünlerde kendisini adeta Musa'nın azizi, müridi gibi telâkki ediyor, ondaki vecit ve heyecan ne? Fakat Polonya'da iken, derin uykumda karyolamın başında gördüğüm hayalet ne idi? Hayvani şehvetini kendi öz kızının üzerinde teskine yeltenen kudurmuş bir insana baba demek kadar bir insan için talihsizlik tasavvur edilebilir mi?
Evet gencim ve güzelim. Ayna gibi bir dostum var, kendimi görüyorum ben!.. Aşka, sevgiye o kadar muhtacım ki!.. Ama bunları ben, kendi tabii haklarım için değil de aklımın ermediği büyük idealler için kullanacakmışım. Belki onlar haklı, belki ben?.. Kafamı kurcalayan bir nokta var: Bu oyun elbetteki bugün, burada ve benimle başlamıyor. Bin yıl, iki bin yıl ve belki daha bir çok bin yıllar!..
Günahım varsa sen bağışla, büyük Yehova! İradem sarsılmış, mantıkim kaybolmuş benim...
15 Temmuz 1914
Köyün bir çok erkekleri ve babam sabah erkenden çiftliğe gittiler. Köy kadınlarında göze çarpan bir telâş var. Seviniyorlar mı, korkuyorlar mı belli değil. Belli olan saklanması güç bir heyecan dalgasının köyümüzü sarmış olmasıdır. Açıkgöz komşumuz madam Röbekâ telâşlı, telâşlı birşeyler anlatıyor, kapı kapı geziyor ve yorulmadan, heyecanlı heyecanlı adeta kendinden geçmiş gibi şunları tekrarlıyordu:
?- Yangın başlıyor. Alevleri Dünya'yı saracak ve Dünya'yı kül edecek! Şimdi goyimler yahudi fabrikalarının imal ettikleri silâhlarla birbirlerinin öldürerek, milyonlarca yuva yıkılacak, milyonlarca insan cesedi ve enkaz haline gelmiş bir Dünya'nm harebeleri ortasından İsrailin Devleti, David'in saltanatı, Salomon'un haşmeti doğacak! O zaman biz, Dünyanın tek efendisi, tek hakimi olacağız. Titüs'ün de Babil'in de acısını çıkaracak, intikamımızı alacağız.
Yehova bize ne diyor?
Seni Mısır diyarından, esirlik evinden çıkaran Allah'ın Yehova ben'im.
Şimdi bizi bu barbar Türkler'in, müfrit Araplar'ın, hâin Avrupalı'nın da elinden kurtaracak. Büyük haham Rabinoviç ne demişti:
Gün geliyor, Israel yakında kurtulacak ve Dünyanın efendisi olacaktı!.. Evet; Yeryüzünde bir kıyametin kopacağını ve goyimlerin birbirlerinin boğazına sarılıp, kendi kendilerini yok edecekleri günün yaklaştığını ihtiyarlarımız tekrar edip duruyorlardı. Bakınız ne kadar doğru imiş...
Röbeka ev ev dolaşıyor ve bu hitabeyi tekrarlıyordu. Bende müdhiş heyecanlandım. Muhakkak ki; birşeyler oluyor. Obur, haris, alçak Avrupa yerinden oynuyor. Yamyamlar gibi, kudurmuş köpekler gibi birbirlerini yiyecekler. Demek ki İsrail'in ahi tuttu. Oh olsun alçaklara!..
Babam ve arkadaşları çiflikten döndüler. Hepsi heyecanlı idi. Yüzlerindeki manayı doğrusu iyi okuyamadım. Meyus mu idiler, yoksa memnun mu?
Akşam yemekten sonra babam bize şunları söyledi:
"? Avrupa'da yangın başladı. Kıvılcımlar buralara kadar sirayet edebilir. Şimdilik bir şey gözükmüyor. Fakat, bu Dünyayı saracak ateşi, biz İsrail oğulları yaktık ve alevledik. Bu yangının bütün Dünyayı insanlarıyla beraber kül etmesini istiyoruz. Ancak o zaman bizim için tam kurtuluş olacak..."
Bütün bu söylentiler bütün olaylar, bütün bu iç yüzünü bir türlü kavrayamadığım muammalar ve yarınlar... Hele yarınlar, hele yarınlar!
Gece yatakta yarı uyku, yarı rüya, yarı uyanık, hep birbirine girift hisler, tahminler, ihtimaller ve birazda kâbuslar içinde geçti. Sabahı bekliyorum, güneşi bekliyorum. Hem ortalık aydınlansın, hem de ruhlarımız...
Türk Askeri Filistinde
15 Ağustos 1914
Bütün Osmanlı ülkesinde bir hareket, bir kıpırdama, bir faaliyet var. Türkler'in de kavgaya katıldıkları söyleniyor. Zaten Dünya'nın neresinde bir cenk olur da Türk ondan geri kalır! Asya'nın göbeğinden bir sıçrayışta Avrupa'nın ortasına atlayan ve buraları bir yumrukta ellerine geçiren Türkler'den sakınmak lâzım geldiğini söylüyorlar bize!.. Geçenlerde Yafa Hükümet reisi köyümüzden geçti. Türk değil, Libyalı bir Arap. Ne bir kahvemizi içti, ne de yüzümüze bakmağa tenezzül etti. Suratından düşen bin parça olur. Babam başta köyün erkekleri herifi karşıladılar, selâmladılar, saygı gösterdiler, fakat hiç para etmedi. Anlaşılan bunlar bizim buradaki refah ve saadetimizi kıskanıyorlar, yerleştiğimizi istemiyorlar. Varsın istemesinler,bir gün gelecek onlar buradan defolup gidecekler, buranın tek efendisi biz olacağız. Yalnız buranın değil, bütün Dünya'nm!..
Aron bize ilk sinyali verdi: Kulaklarınız kirişte, gözleriniz açık olsun! Her hareket, her hadise günü gününe bize bildirilecek. Sarah mutemet adamlarından Jozef ile ilk emrini gönderdi: "Mıntıkanızdan geçecek, yakınlarınızda konaklayacak veyahud yerleşecek her Türk birliğinin kuvvetini, kumandanını, silahlarını cinsini ve mümkünse kumandanının adını öğrenip hemen bize bildiriniz. İçlerinden zabit ve neferlere sokullarak, onlara iltifat ederek, gönüllerini hoş ederek kendilerinden malumat alınız. Her haber bizim için mühimdir. Suzy! Tarih sana en büyük vazifeyi veriyor. Bu; Türkler'in bu topraklarda son günleridir. Bu günlerin kısaltılması için çalışmak borcumuzdur. Onlar tamamiyle ayaklarını kesip buralardan defolmadıkça istikbalimiz emniyet altında değildir, Türkler'in ne kadar haşin ve barbar bir millet olduğunu tarihlerde okumuşsundur. Bugün bir şey anlamıyor gözükürler fakat birgün, fırtınalar gib, kasırgalar gibi birdenbire kopup yuvamız, yurdumuzla birlikte silkip atmalarını daima hesaba katınız ve aklınızda tutunuz. Ona göre daima tetikte bulununuz ve en ufak hareketlerini takip edip bildiriniz. Yehova bizi korusun!"
Ortalık sarsılıyor, yeryerinden oynuyor. Arz-ı Mev'ud, alay alay tümen tümen Türk çizmeleri tarafından çiğneniyor. Hodkâm Almanlar ve barbar Türkler, birbirlerine ne kadar yakışıyor!.. Birlikte harbe girmişler, ikiside bizim düşmanımız. Şu nokta zihnimi o derece işgal ediyor ki, geçen gün köy muallimi Benjamen bana şunları anlattı:
"Ben Türkler'in barbar ve merhametsiz insanlar olduğuna katiyyen İnanmıyorum. Aksine olarak çok merhametli ve asil insanlardır. Bak bizleri buraya yerleştirdiler. Kendi köylüleri fakirlik ve sefalet içinde yüzerken biz burada konfor ve refah içinde yaşıyoruz. Kimsenin bizi kıskandığı yok. Mal ve can emniyeti içindeyiz. Sonra şunu unutmayalım ki, "Avrupa'dan o mel'un Katolikler bizi koğup binbir çeşit işkenceye mâruz bıraktıkları zaman, medenî dünyada yalnız Türkler bize avucunu açmış, vatanlarından bize toprak ve yaşamak imkânı vermişlerdir. Hakikat bu, fakat İsrailin büyük ideali yok mu?"
Hakikat bu,öyle mi? Nasıl olur? Biz bu gerçeğe vakıf olunca var gücümüzle bu millete nasıl düşman olabiliriz? Ben gençliğimi, güzelliğimi, istikbalimi ve aşkımı, her şeyimi, her şeyimi bu millet aleyhine seferber etmiş bulunuyorum. Bizi köpekten aşağı tutan, bize her türlü zulmü reva gören,dindaşlarımızı bir çırpıda kıtır kıtır, doğruyan Ruslar ve Polonyalılara böyle bir husumet ve suikasdda bulunmayıp da bizi buralara yerleştiren, bize ekmek ve mekân veren Türkler aleyhine kullanmak ve bu işte vazife almak!.. Bu çok feci yarabbi! Demek her şey İsrail için her şey büyük İsrail devleti için öylemi? Ama bu hikâye o kadar bayat, o kadar eski, o kadar müstamel ki!.. Bir sürü kehânet, bir sürü fantazi, bir sürü mistik hikâye!.. Asırlarca ecdaddan evlâda evladdan ahfada hep bu masal, hep bu hikâye!.. Ondan sonra bütün milletlerin sönmek bilmeyen, gittikçe alevlenen kinleri ve düşmanlıkları. Şimdilik öyle... Yarını kimse bilmez. Fakat biz yarın için çalışıyonız,şu sonu gelmeyen yarınlar için...
Zihnimi kurcalayan, vicdanımı hırpalayan bu düşüncelerimi mazAllah duymasınlar, beni yok ederler vAllahi... Hele babam, hele babam.,.
..................................... Silinmiş ve üç sahile okunamamistir.
Türkler'in Mısır'ı fethetmeğe hazırlandıkları söyleniyor. Amma tûl-i emel ha! Bir zamanlar zengin Viyana'yı yağma etmek için ellerini oralara kadar uzatmadılar mı? Yakın vakte kadar Mısır onların ellerinde değil mi idi? Bizi sonuna kadar burada bırakırlar mı bilmem? Şu var ki biz bütün gücümüzle onları arkadan hançerlemeğe çalışacağız.
Süveyş Kanalını geçip Mısır'ı fethetmek için Türklerin geniş ve ciddî mikyasta hazırlıklarda bulundukları burada bomba gibi patladı. Yeruşalem demiroyunu sökmüşler, Süveyşe doğru şimendöfer yapacaklarmış. Babam anlatıyor, Türk ordusunun kumandanı Cemal Paşa isminde gayet sert ve insafsız bir adammış. Türk kabinesinde de Bahriye Nâzırı imiş... Kim olursa olsun bu koca çölü nasıl aşacak bunlar!.. Sakın onlarda bizim kavmimiz gibi, Musa'nın ümmeti gibi Sina'da seneler senesi kendilerini kaybetmesinler, ama bu asırda hiç de bunu sanmam. Şu var ki onları Firavun yerine şimdi ingilizler karşılayacaklar. Yaşayan görür. Bekleyelim. Tarihi günler yaşadığımız malûm!.
Babam dün Kudüs'te Aron'un 'yanına gitti. Yafa Remle Mıntıkasında ne miktar asker toplandığını ve daha cenuplara ne kadar süvari, topçu ve piyade geçtiğini bildirdik. İçlerinde Alman zabitleri olduğunu ve "Fon Kreys" isminde bir de Alman generali olduğunu onlar tabii biliyorlar. Hiç görmediğimiz hecin süvari kıtalarını da bildirdik. Taberiye'de Lübnan'dan gelmiş bir piyade fırkası olduğunu ilâve ettik. Daha da malûmat topluyorum, civar yahudi köyleri de elde ettikleri haberleri Kefer Kenna'da Hıristiyan rahibi kıyafetine girmiş olan fedakâr ırkdaşımız "Mişel=asıl ismi Jakob'a bildiriyorlar." Adanmış topraklar baştan başa Türk çizmeleriyle çiğneniyor. Şayet bunlar Mısırıda elde edecek olurlarsa bizi burada oturturlar mı acaba? Hiç ummam. Bu düşünce bir kâbus gibi rüyalarıma giriyor. Fakat şuna emin olmalıyız ki; kudretli ve namağlûp İngilterenin sırtı öyle kolay kolay yere gelmez. Biz, bütün varlığımızla onun yardımcısıyız. Türkler'in cepheleri gerisinde başaracağımız vazifeler hiç şüphesiz bir ordu kadar faydalı olacaktır. Kadın, erkek genç, ihtiyar cümlemiz seferber vaziyetteyiz. Arz-ı Mev'ud'un her köşesinde mevzi almış, tarassut noktalarını tutmuş olan ırkdaş-lanmız evvelâ Türk ordusunun kuvvet ve kudretten düşüp mağlûp olması, sonra da İngilizlerin buradan defolup gitmeleri için çalışıyor. Yehova'nın bize yardımcı olduğundan kimsenin şüphesi olmasın Bu inançla ve istikbalin parlak vaadlerini düşünerek müsterih oluyor ve gebe olan gecelerin, gebe olan gündüzlerin, ve gebe olan yarınların neler doğuracağına intizar ediyorum. Bu; en emniyetli ve kestirme yol!...
Arz-ı Mev'ud kaynıyor. Yeruşalem Türk askerleriyle dolup boşalıyor. Her yer onların işgali altında... Köylerimiz, çiftliklerimiz onların kontrolünde. Bu adamlar Süveyş Kanalını aşıp Mısır'ı işgal edecekler mi acaba? Köyümüzde, komşularımızda, civarımızda hep bu mevzu... israil büyükleri hep bununla meşgul. Kudüs, Yafa, Hayfa, Kefer Kenna, hatta "Nasıra; Taberiye ve Sihron Jakob'ta mevki almış olan tarassud memurlarımız ve fedakâr ırkdaşlarımız hiç bir şeyi gözlerinden kaçırmıyorlar. Bizi Türklerin idaresinden kurtaracak olan İngilizleri kazandırmak için Siyon öncüleri kamilen seferber... Hepimizin endişesi, Türkler hakikaten zafer kazanacak olursa birgün, er veya geç bizi buradan koğmalarıdır... Biz buralarda, Anayurdumuzda, adanmış topraklara yerleşmek için az mı çalıştık, az mı fedakârlık ettik, az mı kurban verdik!.. Ve asırlarca işkence içinde bekledik. Hayfa hahamı doktor Nahmiyas birgün bize şunları söylemişti:
"Irkdaşlarımız ve dindaşlarımız bu topraklara, bu, bize mev'ud ve bizim olan muazzez vatana hicret edip yerleşmek için her fedakârlığı göze almıştık. Bütün yeryüzündeki yahudi hazineleri bu iş için seferber olmuşlardı. Milyonlarca altın bu uğurda sarfolundu. Milyonlarca altın Türk Sultanına rüşvet teklif edildi ve en sonunda bütün bu gayretlere şiddetle göğüs geren Türk Padişahı alaşağı ettik. Yarın ellerine yeni bir kuvvet ve fırsat geçmesin, akıbet yine kötü, yine vahim... Yarın yine böyle bir sultan, bu tipte, bir hükümet adamı çıkarsa, bu mes'ud yuvalar yıkılır, bu güneşli diyar bize zindan olur. Fakat endişe etmeyiniz, dünya'nııı bütün köprü başlarını elinde tutan, dünyanın bütün servetine sahip olan bizler artık bir daha ve ebediyen o karanlık günlere dönmiyeceğiz..."
Bu nutuk birçoklarımızı coşturdu, bir çoklarımızı teselli etti. Ama benim içimi bir kurt kemiriyor, bir türlü iç huzura kavuşamıyorum. Bir sürü Acaba zihnimde, kafamda düğümlenmiş duruyor.
Mühim bir şeye dikkat ettim; sırtlarında kışlık yünlü elbiseler, arkalarında ağır çantalar yüklenmiş olan Türk askerlerini köyümüzden geçerken dikkatle seyrettim. Vicdanım altüst oldu. Bunların fakir bir millet olduğu muhakkak!... Bu cehennem gibi sıcak yerlerde kışlık elbise olur mu? Güçleri yetse idi elbette ince keten elbiseler giyer ve ona göre teçhiz edilebilirdi. Ama şu var hem de çok mühim bir nokta: Köyümüzden geçen asker ve zabitlerin yüzlerine dikkatle bakıyorum, hiç bir millette benzerini görmediğim bir asalet ve tevekkül var bunların yüzlerinde... Fakir oldukları malûm, fakat içlerinden hiç biri kafasını çevirip kıskançlıkla bize bakmağa tenezzül etmiyor. Bağlarımızdan bir salkım üzüm, bademlerimizden bir tek badem kopardıklarım görmedim.
Geçen gün fevkalâde giyinmiş, son terece muntazam bir alay geçti köyümüzden. Zabitleri köy kahvesinde yarım saat kadar dinlenip birer kahve ve limonata içtiler. Kahvecimiz bunlardan para almak istememişti, ikrama tenezzül etmediler ve bahşişleride ekleyerek öyle ayrıldılar. Askerlerin yüzlerinden öyle merhamet ve sükûnet okunuyordu ki; insan bu kuzu gibi adamların düşman karşısında nasıl poz alacaklarını merak ediyor doğrusu.. Ama düşünüyorum, Asya'nın ortasından gelip biranda Avrupa'yı dize getiren ve asırlar boyu büyük bir imparatorluk kuran bu milletin muhakkak ki, bizim göremediğimiz fevkalâde bir tarafı var. Şimdiki halde benim gördüğüm asil, sakin, merd ve mütevazı insanlar!.. Bu milletin arkasından, karanlıklarda hançer sallamak; işte bu çok fena, çok âdi bir iş... Biz bunu müstakbel ve büyük ve müstakil İsrail Devletinin hatırı için yapıyoruz. Kızlarımız bekâretini, güzelliklerini ve hayatlarını bu uğurda vakfettiler. Erkeklerimiz; süngüsünün gölgesinde yaşadığımız insanların ve hükümetlerin hayatlarına bunun için sûikasd yapıyorlar. Riyakârlık ve iki yüzlülük bu maksad için mubah ve hatta mukaddes telâkki ediliyor. Fakat şu nokta vicdanımı o kadar eziyor ki: Her biri bir herkül, herbiri bir kahraman ve o nisbette sakin ve mütevekkil olan bu insanlar aleyhine reva gördüğümüz hiyânet ya sonunda yine bir fiyasko ile neticelenirse!. Ya yine bu insanlar muvaffak olur ve bizim göklere çıkardığımız, İngilizler mağlup olup burudan defolup giderlerse... Evet onlarda defolup gidecekler ve burası bize kalacak, sadece bizlere!... Ama daima aksi kazıyye sabittir derİer, o zaman halimiz nice olur!.. İşte böyle birbirine zıd, birbirine girift hisler altında eziliyorum ben!.. Nihayet ben de bir insanım. Hem de genç ve güzel, aşka ve ihtirasa muhtaç bir kız... Vicdanım bir mengene içinde sıkılmış gibi azap içindeyim.
Bizim istiklâl davamız!.. Büyük İsrail Devleti!..
Muhterem Okuyucu..
Muhterem okuyucu! Filistin cephesinde tatbik şartlarının en tahammül edilmez şartlan altında düşmanla savaşmış olun "Mehmetçik"! erin cümlesi istisnasız Anadolu evlâtlarıydı. Benim Gazze'de birlikte harbe girdiğim alayın bir bölüğü... Her an yüzlerinde Türklüğün, mertliğin bütün işaretleri göy.e çarpıyordu.. Masumiyetleri, erkekleri, necâbetleri, tevâzuları, cesaretleri daima yüzlerinden akıyordu... Erlerin her biri, teker teker ırkımın üstün vasıflarına taşıyordu. Müslüman imanı ve Allah aşkı ruhlarını kaplamıştı. Ekserisi, Andolu'nun soğuk yaylalarından, Türk'ün şan ve şerefini korumak için, herbiri bu ateş ve güneş diyarına gelmiş, türlü yoksulluklar, mahrumiyetler ve bilhassa susuzluk içinde Sina Çölünü, Tih Sahrasını aşmış olan bu arslanlann her birinin yüzünde tevekkülün ve Türklüğün, Müslümanlığın asalet nuru akıyordu... Koca "Mehmetçik'ler Fâtih'lerin evlâtları, Oğuz Han'ların, Alp Arslan'ların torunları! Hiç birinin gönlünden ve kafasından: "Bizim bu çöllerde işimiz nedir" istifhamı geçmiyordu... Onlar, sadece Müslümanlığın ve Türklüğün şerefini, vatanlarının şanını düşünüyorlarda... Bu yiğitler, analarını, yavuklularını, yuvalarını terk ederek nereye gidiyorlardı? Çöllerde, Süveyş Kanalında işleri ne idi? İçlerinde bu cihetleri düşünen yoktu... Devlet harbe girmişti. Onlarda namus borcunu, vatan borcunu seve seve ifa ediyorlardı.
Şu var ki, asil kanlarıyla müdafaa ettikleri bu koca vatanda arkalarında bîr hıyanet şebekesinin varlığından ve aleyhlerine kurulmuş olan kahbe tuzaklardan o kadar habersiz idiler ki, Onun asil kafası bu derece büyük bir namussuzluğu, vicdansızlığı nasıl kavraya bilirdi?.. Namertliğin, riyakârlığın, vicdansızlığın, alçaklığın ve hıyanetin ne demek olduğunu bu asil insanlar elbette bilemezlerdi ve bilemiyorlardı da... Başları göklerde, öyle mağrur, o derece mütevekkil ve o nîsbette sakin idiler ki... Yahudi kızının dediği gibi; bu insan kıyafetindeki arslan'lar, kendi kanlarıyla müdafaa ettiği bu güzel ve sıcak vatan parçasında her biri bir villâ'da, her biri bir köşk'te prensler gibi yaşayan bu çıfıt'lar buraya nereden gelmişler ve bunları buraya kimler getirmişti?..
Türk birlikleri; Türk erleri, bölük, bölük, alay alay, tümen tumen sanki bir kasırga ve sel gibi; kanal'a doğru akıyordu... Vaktiyle büyük Hakan Yavuz Sultan Selim'de bu çölleri aşmış ve bu ülkeleri fethetmişti... Fakat; onun arkasında, ordularının gerisinde bizleri arkadan hançerliyen kahbe "casuslar ordusu" hiç yoktu... Bu durum karşısında insan gayri ihtiyari şu mısraları mirıldanmak lüzumunu duyuyor:
"Dört tarafı, amansız düşmanlarla sarılan;
Zavallı, Tülk, yılarca, nice hıyanete katlandı;
Merhametsiz ellerle, arkasından kazılan;
Çukurları görmedi, tatlı dile inandı..
O dillerin ucundan çok zehirler fışkırdı;
Beslediği yılanlar, hep kendisini ısırdı...."
Asırlar boyu savaş meydanlarında kolaylıkla elde edilmiş olan zaferler, neden bugün münhezimiyetle neticeleniyordu? Müteessif hâdise, her yönden cephe gerisini korumakla görevli olan "İstihbarat teşkilâlımız"ın İstanbul'daki "Mason Ekâbir"in zaman zaman tesiri altında kalmasıdır. Bu yüzden cephelerde şehidler verilmiş ve elde edilmesi kafi olan zafer ihtimâlleri acı mağlûbiyetlerle neticelenmiştir.
Haziran 1967 Arap - İsrail harbinden çok acı bir sahne. Yahudi gençleri Kudüste "Kudurmuş Köpekler" gibi. Coşmuşlar. Sevinçleri sonsuz 900 milyon Müslümanın üzüntüsü ise pek büyük.
David'in Saltanati!
David'in saltanatı!.. Dünyanın tek efendisi ve tek hakimi olmak iddiası...! Fakat bu yeni bir şey değil ki!.. Ecdadımız, ecdadımızın ecdadlan asırlarca hep bu rüyanın peşinde koştular. Bu rüya gerçekleşmedi ve bu uzun gecelerin sabahı gelmedi. Dilim varmıyor, düşünmesi bile tüylerimi ürpertiyor ama, belki de İsrail çocukları ebedî karanlıklar içinde, yeni yeni Babil esaretleri, yeni yeni Titüs Buhtunnasır kâbusları içinde ezilecek, eriyecek!.. Şimdi ümitlerimiz kuvvetleri ve cesaretimiz yerinde!.. Çünkü harb var ve biz, büyük ve kudretli İngillereye yardım ediyoruz. Ya harb talih Türkler'in yüzüne gülerse, o zaman halimiz ne olur?
Hayır, hayır! Bu kara düşüncelere lüzum yok. Türkler muzaffer olsalar dahi, onlar âlicenab bir millettir her şeyi çabuk unutur, çabuk afvederler. Hem biz rolümüzü o kadar sanatkârane oyunuyor, vazifemizi o kadar maharetle yapıyoruz ki, Türkler davayı ve harbi kazansalar dahi bizi birer sâdık ve vefakâr vatandaş olarak kabul edecekler!.. Onların saflığı ve âlicanaplığı bizim en büyük tesellimiz... Asabım bozuldu, kendimi yatağa atıyorum!..
Gayet muntazam Türk birlikleri cepheye akın ediyorlar. Dün köyümüzden bazı delikanlılar bu giden askerlerin mükemmel teçhizattı ve son derece disiplinli ve muntazam olduğunu söylüyorlar. Onları bende alıcı gözüyle seyir ve takip ettim. Ne mağrur, ne mütevekkül, ne tok gözlü, ne asil çehreli insanlar... Yüzlerinde kahramanlık ve merdlik okunuyor. Avrupa'da gördüklerimizin hiç birisine benzemiyor bu insanlar!.. Bunlar mı barbar, bunlar mı vahşi! Köyümüzden geçerlerken tenezzül edip, başlarını çevirip yüzümüze bile bakmıyorlar. Ben bir çıkmazdayım ki, bunun altından nasıl kurtulacağımı bilemiyorum. İnsaf sahipleri diyor ki: Irkdaşlarımız medeni (!) Avrupa'dan tokat, tekme, yumruk, sille koğulduğu zaman bize Türkler koynunu açmış, bize Türkler yurt vermiş, bizi Türkler himaye etmiş... Şimdi ben bu milleti gayet yakından görüyorum, zabitleriyle konuşuyorum. O ne efendilik, o ne incelik, insanı hayran bırakıyor. Buna rağmen bize ve ben bu asil millet aleyhine ve egoist İngiliz hesabına ve lehine çalışıyoruz. Ne yazık!.. Tarih asırlarca bizi lanetle yat etmiş, insanlık bizi asırlar boyu tahrik etmiş itmiş, kakmış!.. Fakat bizi bir türlü yolumuzdan alıkoyamamışlardır. Bütün bunlar muhayyel bir David saltanatı için mi? Bu devletin kurulduğunu farzedelim, bütün Dünyanın gözü bizim üzerimizde oldukça ve yeryüzünde yaşayan milyarlarca insan bize düşman oldukça kaç yıl, kaç sene payidar olur bu devlet? Vaktiyle Salamon'un saltanatı gözler kamaştırıyordu, kaç sene sürdü bu saltanat!.. Şimdi ondan bize miras kalan, şu göz yaşlarımızla suladığımız temel duvarlarından başka bir şey mî?
Ah benim câhil annem ve ah benim ahmak, şehvetperest, kabbalist babam, Ah!... Beni bir maceraya sürüklüyorlar ki bunu altından nasıl kalkacağımı bilemiyorum. Her şeye rağmen bana verilen, daha doğrusu güzelliğime ve cazibeme tevdi edilen vazifeyi yapmaktan da kendimi menedemiyorum.
Kimden af isteyeceğim veyahud kimden medet umacağım! Hiç! Felek bana bu yolu seçmiş!.. Varşova ve Karakoyun rutubetli, loş, küf kokulu evinden, güneşli, zarif köşklerine geçtik. Burada ne poğrom, ne katliam, ne de bize bakan hor gözler var.. Fakat biz asıl zehirimizi burada kusuyoruz. Bizi koruyanlara karşı!
Şu etrafımızdan alay alay tümen tümen geçen askerler!.. Bunlar vatanlarını ve namuslarını müdafaa ediyorlar. Bunlar muazzam ve muhteşem ingiliz ordusuyle boy ölçüşmekten pervası olmayan cesur insanlar, hepsinin yüzlerinde, şimdi efsaneleşmiş olan şövalyelik okunuyor. Ve biz, bu şan ve şerefin arkasına gizlenmiş, ellerimizde kanlı hançerlerle, o kahramanlara kahbece ve gizlice saldırmağa hazır insanlar. Ben bu talihsizliği, Polonyada ki katliamlardan,, mahrumiyet ve sefaletlerden, rutubetli evimiz ve daimi hakaretlerden daha ağır buluyorum. Şimdi bu güzel ev, bu, kuş sesleriyle ahenklere bürünmüş, renkli çiçeklerle cennete dönmüş yerde saadet namına birşey hissetmiyorum. Cennet içinde cehennem azabı...! Demek bizim nasibimiz bu öyle mi? Lanet olsun bu kara talihe!
Türkler'in kanalı geçtikleri söyleniyor. Olur şey değil. Koca Tih Sahrasını, susuz, şakasız geçip bir de Süveyş'i aşmak akıllan durduracak şey!.. Umulurdu bu, bu milletten. Benim gördüğüm insanların yüzündeki manayı okumak lâzımdı. Dibi gayet derin suların durgunluğu ve fırtınaları haber veren sessizliği vardı bunların yüzlerinde... Kafamda kalan en köklü intiba, kışlık elbiselerle bu çölleri aşmak. Bunu tabii gören ve bütün güçlükleri ve imkânsızlıkları normal telâkki eden imanlı kitlelerin niçin böyle asırlar boyu Yeryüzünde hükümran ve hâkim olduklarının sırrını şimdi daha iyi anlıyorum. Biz böyle miyiz ya?.. Biz paramız ve entrikamızla bütün Dünyaya hükmetmeğe kalkıştık. Bizde de tahammül var, bizde de sabır var!... Hem de fazlasiyle. Eksik olan tarafımız asaletimiz ve mertliğimizdeki noksanlık olacak. Bu kadar âlim, bu kadar kafalı insan yetiştirmişiz. Dünya kültürüne hakim olduğumuzu iddia ediyoruz. O halde niçin beşeriyet bizden nefret ediyor? Yoksa bizi kıskanıyorlar mı? Kimbilir... Bu hikâye asırlık maceraları taşıdığı için onun sırrını varsın başkaları çözsün!.
Dün Ramla'dan gelen bir ırkdaşımız, kanalı geçen Türk Ordusunun muvaffak olmadığını ve gerilere doğru çekildiğini bize müjdeledi... Bu çekiliş acaba bütün Arz-ı Mev'ud'u terk etmek suretiyle mi olacak, yoksa mevzii mi kalacak. O zaman ordu burada başımıza ekşimez mi bizim? Bu daha büyük felâket o zaman varımızı, yoğumuzu onlara yedirmek mecburiyetinde kalacağız. Gerçi parasını, hem de fazlasiyle veriyorlar, fakat paraları yiyecek değiliz ya...
Aron Aronson beni çağırdı, yarın Kudüs'e gideceğim...
* * *
Aron Aronson dedi ki:
"Kızım; Türkler'in Kanal Seferin'de muvaffak olamayacaklarını zaten biliyorduk. Fakat harbdir bu, bakarsın talih yüzlerine güler, Mısır tekrar ellerine ve Abdülhamid'e benzer bîr adamda başlarına geçebilirdi, o zaman yahudilik ve onun bütün hayalleri ve emelleri yok olup giderdi. Yehova buna müsaade etmedi. Şimdi hepimizin vazifesi Türkler'in bu; ırkımıza ve mümtaz milletimize vaad olunan topraklardan ebediyen ve külliyen çekilmesi için var kuvvetimizi sarfetmek, onların her adımını saymak, her hareketini takip etmek ve günü gününe bildirmek. Hiç birşeyi gözden kaçırmayın. Tek neferden, bölük ve tüneme kadar bütün birliklerin mevcudlarını, sırlarını, silâhlarını, hareket cihetlerini hülâsa en ufak teferruat kadar her şeylerini dakikası dakikasına zabtedip bildirmek.
Türkler kadına karşı zayıf kalbli insanlardır. Hele senin güzelliğin ve caziben karşında fazla mukavemet edemezler. Babanın bu hususta vereceği talimata harfiyen riayet et..."
Hemen köye döndüm. Bana güzel altın bir de bilezik hediye etti. Hayırlısiyle takmak nasib olsun...
Savas Kizisiyor
Köyün altındaki vadide bir develi bölük konakladı.[9] Biz, develerin bu kadar sür'atle koştuklarını bilmiyorduk. Bizim bildiğimiz, çöllerin emektar ve cefakeş nakliyecesi develer, gayet ağır hayvanlardı. Bunlar ise, ceylan gibi seğirtiyorlar. Öyle sür'atli, öyle çevik şeyler ki... Hele onları hareket halinde görmek çok hoş. Öyle heybetli manzaraları var ki.. Ve bu bölüğün başında, hususi kıyafetiyle genç bir teğmen. Belki Dünyânın en yakışıklı erkeği...! Dün köy otelinin kahvesinde bir fincan kahve içti. Babam benî yanına gönderdi fakat çok mağrur bir insan. O kadar hoş giyinmiş ki..! Viladimir bunun eline su dökemez. Sırtındaki pelerin, develer uçarken kanatlanmış meleklere benzetiyor onu. Bugün bir sır keşfetmiş bulunuyorum: Oda aşkın yalan olduğunu... Viladimir'in, Polonya asilzadelerine mahsus mağrur tavırları yanında bu zabitin, bu gencin şahane hareketleri, yüksekten bakışları ve içleri gülen parlak gözleri ve insanı bir lâhzada tepeden tırnağa kadar süzen hakimiyeti vaziyeti... Aklımı başımdan aldı.
Aşkıma mı yoksa İsrail'in asırdide, davasına mı hizmet edeceğim, ruhum bu iki kuvvetin tesiri altında eziliyor, eriyorum ve harab oluyorum...
" - Bir kadeh konyak içermişiniz mülâzım efendi?" dedim.
"- Teşekkür ederim, kahve içtim" dedi.
"- Bu da bizim ikramımız olsun, kabul buyurunuz."
"-Çok nazik ve zarifsiniz madmezel..."
Bu mükâleme ceseratimi arttırdı. İsmini öğrendim : Halet. Fransa'da tahsil etmiş. Asilzade olduğu her halinden belli. Ne yazık ki tek kelime Fransızca bilemiyorum.
" - Burada kalacakmısınız?
" ? Bir iki gün...
" - Sonra nereye gidecekseniz."
" - Nereye emrederlerse.
Bundan fazla bîrşey öğrenmek mümkün değil bu gençten.
Cismi değilse bile, hayali kaç gündür koynumda, yatağımda bu gencin!.. Kadınlarda bile bu kadar güzellik bulunmaz. Üstelik cesur ve merd bir erkek..
Biz, tabiî ve normal haklarımız ve ilişlerimizden zorla kendimizi uzaklaşıp davalar ve asırlık hayaller peşinde koşuyoruz. İnsanlık haklarımızı inkâr ediyor, çiğneniyoruz. Bu, ne zaman kadar böyle gidecek ve nerede son bulacak, nerede duracak?
Tıbkı iki ruhlu insanlar gibiyim. Cesedimde hangi ruh hakim onu tayin edemiyorum. Aşk beni yerden yere vuruyor.. Vazife ve ideal, tesirinden yakamı sıyıramadığım bir kâbus gibi beni eziyor. Hem de kıyasıya.. Benim yasımda, benim kadar güzel bir kızın hayatta ve Dünya'da nasibi sade bu mu yarabbi! Büyük İsrail Devleti, David saltanatı, Dünya'nın bütün insanlarına tahakküm etmek ve mümtaz millet olmak... .
Bütün bu, asırlardan beri ecdattan ahfada intikal eden ve ırkımıza çok pahalıya mal olan inanç..! Cesaretin varsa ve kendinde o kudreti görüyor isen bu kâbustan sıyrıl da göreyim seni Suzi!
Halet heybetli kıtasını önüne düştü ve kuş gibi uçtu. Develerin hayret verici çevik hareketleri ve kayışları, kısa süren rüya gibi gözlerimin önünden sıyrıldı geçti. Ne bir veda, ne bir tahassür, ne de ufak bir iltifat... Bu Dünya güzeli erkek, bunların hepsini bize çok görerek ufuklardan öyle süzülüp gitti ki!.. Hani Türkler kadına düşkün idiler. Yalan bunlar, bütün güzelliğimi, bütün cazibemi, bütün zekâmı seferber ettim, o mağrur gözleri dönüp bana bakmadı, o parlak gözlerin içi sıcak sıcak bana gülmedi.
Aşka da, Viladimîre'de, Halete de, güzelliğime de, şansıma da, anama da, babama da hepsine lanet olsun! Bu hayatada!...
Türkler'in ağır ağır çekildikleri söyleniyor, ingilizler nedense peşlerine düşemediler. İşten anlayanlar diyor ki: Eğer arada kanal olmasaydı. Türler şimdi Mısır'ı baştan başa ellerine geçirmiş olurlardı. Araplar da onlara yardıma hazırmış. Ne olsa her ikisi de Müslüman. Bizim dinimizi, diyanetimizi çiğneyen Müslümanlar!..
Dün akşam buradan dolaşan söylentilere inanılmak lâzım gelirse Türkler Katya önlerinde bir ingiliz birliğini perişan ve mağlûp ederek bir çok da esir ve hayvan elde etmişler. Garip şey!.. Bu sessiz, sakin millet bunu yapıyor. Tevekkeli dememişler, böyle sessiz insanlardan korkulur. Onları harb cehpesinde doğüşürken görmek isterdim. Acaba şu güzel Halet düşman karşısında nasıl efsaneleşir, nasıl harikulâdeleşir... Onun kanat açmış melekler gibi, pelerini içine rüzgârları doldurarak, şu ince bacaklı, çevik develeriyle düşmana saldırışını seyir ve temaşa etmek ne doyulmaz bir zevk, ne anlatılmaz bir heyecan ne ifade edilmez bir şey olurdu.
Fransa'da okumuş, iyi bir aile muhitinde yetişmiş, kibarlığı güzelliğinden, güzelliği kibarlığından üstün bir insan. Fakat o yukarıdan bakışları, o göz ucuyla insanı süzen, arada bir belindeki kırmızı kuşağına elini sokup karşısındakini hiçe sayan insan... Belki de onun bu hali beni çileden çıkardı. Bu, ne Viladimire benziyor, ne de benim şimdiye kadar gördüğüm diğer insanlara. Bunda başka bir füsun, başka bir cazibe, başka bir mana var.!"
"- Nereden geliyorsunuz!." dedim, cevap alamadım.
"- Nereye gidiyorsunuz? dedim. Öğrenemedim. Ne İpek saçlarım, ne hareli yeşil gözlerim, ne de herkesin aklını başından alan güzelliğim bu delikanlının ruhunda en ufak bir ihtizaz yapmadı.!. Aklıma tuhaf bir fikir geldi, eğer birgün kadınlarda asker olup cephelere gidecek olursa bu adam tek başına hepsini esir eder, çıkar.
Aman Yarabbi! Benim bu kadar heyacanım ve aşkıma rağmen buna bu insanların mezarını kazmak vazifesi verilsin. Bize yurt veren, bizi koynunda barındıran, bizi bağrına basan bu insanlardan ne alıp vereceğimiz var. İşitseydim inanmazdım, gözlerimle gördüm. Kaç tabur, kaç alay köyümüzden geçti. O, buram buram terleyen, sıcaktan bunalmış insanlar tenezzül edip bizim elimizden bir bardak su içmediler ve istemediler. Sakalarının getirdiği su ile yetindiler.
Sunu unutmayalım; Arap kadınları desti, desti su ve ayran ikram ettiler onlara... Sepet sepet portakalları yollarına serdiler ve en garibi, bu savaş meydanlarına giden erlere cesaret vermek için hep bir ağızdan bağrıştılar:
"Namusumuzu müdafaa edeceksiniz. Biz kadınlarınız arkanızdayız. Allah sizinle beraberdir. Düşmana arka çevirmeyiniz. Vatanımızın ve bizim namusumuz sizlere emanettir."
Hiç bir teşkilâtın eseri olmayan, kendilinden doğan bu göz yaşartıcı manzara beni öldürdü ben de sinir namına birşey bırakmadı.
Araplarla Türkler'in birbirlerini sevmediklerini ve bizim bundan istifade etmekliğimizi tenbih etmişlerdi. Bu mu sevmemek? Gözlerimle görmeseydim inanmazdım. Arap kadınlarının yollar üzerine serdikleri portakalları kapışan, suya, ayrana saldıran insan görmedim. Çok vekarlı, çok asil bir millet bu....!
Ve ben... Hiç bir şeye akıl erdirmeden, hiç bir alâkası olmayan bu zavallı insanların aleyhine çalışayım. Bu, bir insan İçin tasavvur edilecek talihsizliklerin en büyüğü, en fecii, en korkuncu!.. Bizim hahamlarımızın, büyüklerimizin ve ittihatçılarımızın bize söyledikleri sözler, önümüze döktükleri edebiyat ve çektikleri nutuklara rağmen, içimin ta derinliklerinden, ruhumun kuytu köşelerinden bir ses duyuyorum:
"- Suzi ! Bu hıyanetinin cezasını çekeceksin!.."
Babam bende gördüğü değişiklikten ve moral bozukluğundan şüpheye düştü. O; Karakoydaki rutubetli, küflü odamızı unuttu, şimdi büyük idealler peşinde koşuyor. Fakat karyolamın ucundaki onun meş'um hayali gözümün önünde olanca canlılığı ile duruyor. Göya Talmut ona böyle bir hak tanıyormuş, Doğru ise, ne fecî şey bu!.. Fakat ben buna inanmıyorum, böyle şey olamaz.
Dün, öküz arabaları içinde bîr yaralı kafilesi köyümüzden geçip yukarılara doğru gitti. Kudüsteki hastahanelere gidiyorlarmış. Sanki kolları, bacakları parçalanmış insanlar değil de, düğün alayına giden delikanlılar gibi öyle sakin bir halleri vardı ki bunların... Bir yandan onlara acıdım, bir yandan da kendimden iğrendim, nefret ettim. Hakikaten biz böyle kötü, fena, habis ruhlu insanlar mıyız, yoksa insanların taş yüreklilikleri ve bize reva gördükleri zulüm ve hakaret mi bizi bu kötü yollara sürükledi? Gel de işin içinden çık!.. Hahamlar ve babam daima şunu bize telkin ettiler:
"İsrail oğullarından olmayan herkes hayvandır. Onlara yapılacak her fenalık mübahdır, borcdur. Bizi ayakta tutan, bize yürüdüğümüz dikenli yollarda cesaret veren, bizi besleyen kinimizdir. Bu kin zayıfladığı gün güm diye yıkılırız biz. Bu kini içimizde saklayınız, büyütünüz, yaşatınız ve goyimlere karşı bir şefkat ve merhamet hissi beslemeyiniz."
Ama neden? Acaba bizim bu tarzdaki düşüncemiz mi insanları aleyhimize çevirdi, yoksa onların bize yaptıkları zulüm mü bunu doğurdu? Yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıktı gibi bir şey!.. Bu mesele asırlar boyu halledilmemiş, kıyamete kadar da halledilemez.
Mühim olan şu ki, şimdi benim masum omuzlarıma, başımdan büyük mesuliyet yüklenmiş, ben bunu altında ezilirken bir de aleyhine çalıştığım insanları tetkik ediyorum, bunlara ibtidaî dediler, bunlara, barbar dediler. Yemin ederim ki, yalan bunlar! Birlikler köyümüzden geçerken, bu kızgın güneş altında şahlanan sinirlerle moralleri zayıflamış zannettiğimiz insanlar tunçtan birer heykel gibi, sessiz ve sedasız akıp gidiyorlardı, hiç birinde bir lâubalilik, hiç bir subayında hafif bir hoppalık görmedim. Hele bu yaralılar... Hele bu yaralılar. Kırk, elli öküz arabalık bir kafile idi bunlar. Arap kadınları yollarını kesmiş, önlerine geçmiş neleri var, neleri yoksa onlara ikram etmişler... Limonata, ayran, su portakal ve saire... Bizim köyümüz böyle bir insanlıkta bulunmadı. Ya bu adamlar buradan bütün bütün çekilir de biz, şu kendini beyenmiş, hodgâm ingilizlerle başbaşa kalırsak, onlar böyle mi hareket ederler, hiç sanmam! Ben bir İngiliz subayının karşısında arz-ı endam edersem böyle mi hareket eder!.. Katiyen!... Avrupalıları gördük. Onlar bize Türkler aleyhinde söylemedik söz bırakmamışlardı. Şimdi alay alay, yığın yığın cephelere giden bu milletin erlerini, kumandanlarını görüyoruz. Ne işitmiş isek, bize bunlar aleyhine ne söylenmiş ise hepsi yalan ve bunlar duyduklarımızın tamamen aksine hakiki birer centilmendirler...
Körolası talih; beni bu asil milletin mezarını kazmakla vazifelendirdi. Allah Şahid olsun ki; ben bunu isteyerek yapmıyorum. Evet, Polonya'da bulunduğumuz sırada, mektepde, sokakta, parklarda bize yapılan hakaretleri hatırlıyorum ve goyimlere karşı içimden kinler taşıyor, kabarıyor. Fakat bu zavallı adamların, önümüzden kuzu, kuzu, sakin, sakin geçişlerine, vekâr ve kibarlıklarına bakıyorum da ruhumun derinliklerinden bir ses, tokat gibi, kamçı gibi vicdanım üzerinde saklıyor ve bana haykırıyor:
"Suzi! Cinayet işliyorsun. Bu kendi halinde insanlar, vatanlarının ve namuslarının uğruna bu cehennem gibi sıcak iklimde dönüşüyorlar. Siz onları adım, adım takip edip bütün sırlarım düşmanlarına bildirmekle büyük günaha giriyor, kana giriyor, kötülük ediyorsunuz. Cezasını da mutlaka çekeceksin."
Cezasını öyle mi? Fakat nasıl bir ceza? Korkunç, evet korkunç! Bir ahtapot gibi bütün kollarıyle ruhumu sarmış olan bu hayalet daima bana haykırıyor gibi: "Cezanı çekeceksin Suzy..."
Gel de bunu benim ahmak ve haris babama ve câhil anama anlat!.. Onlar da beni kıskıvrak öyle bir mengene içine almışlar ki haddin varsa gel de kurtul bu kâbustan!.. Köyün öteki genç kızlarına benimki kadar ağır yük yüklenmedi, büyük vazife verilmedi. Demek ki benim bütün bedbahtlığım güzelliğimden geliyor öyle mi? O halde lanet olsun bu güzelliğe! Ne Viladimir, ne de Halet'in önünde bu güzellik para etmedi, hiyanete yaradı.
Zomarin'de Sara ablaya, misafir oldum, beraberce Nasıra'ya, Kefer Kenna'ya, Karme'e ve Hayfa'ya gittik, gezdik, dolaştık, biraz içim hafifledi. Çok şeyler gördüm ve istifade ettim.
Zomarîn'e döndüğüm vakit Sara abla bana şunları söyledi:
"Güzel kız kardeşim..'. Kurtuluş günlerimiz yaklaşıyor. Barbar Türkler'in buralardan ebediyen çekilip gidecekleri gün geliyor. Bütün bu topraklar, bir ülke, bunu ilerisi, gerisi, ötesi ve daha ötesi hep bizim olacak... Bugünün daha çabuk gelmesi için, Türkler'in buradan bir an evvel çekilmesi lâzımdır. Kanalı söktüremediler, orada tutunanındılar, geri geliyorlar. Sizin köyünüz onların geçitleri üzerindedir. Onlar hakkında elde edilecek en ufak malûmatı günü gününe, saati saatine bize haber vermeli, babana yardım etmelisin... Sen israil tarihinin parlak sahifelerine, siyonizmin büyük kahramanı olarak geçeceksin Suzi, göreyim sen."
Bu sözlere bakılırsa; Sara ablanın heyecan ve samimiyetine ve göğüs gerdiği tehliklere de bakılırsa, boş yere çalışmıyorum ben. Fakat içimteki ifrit beni rahat bırakmıyor ki: Cezanı çekeceksin Suzi, cezanı....
Türk'ün Basarilari ve Hainler
Köyde büyük heyecan var. ingilizler adım adım buralara yaklaşıyor, Türkler'de var kuvvetiyle müdafaaya hazırlanıyorlarmış. Köyümüzün genç, ihtiyar, erkek, kadın bütün insanları cephe gerilerinde cirit oynuyorlar, geleni, gideni ve bütün gördüklerini Sara ablaya yetiştiriyorlar. Askerlere kağıt, zarf ve kırtasiye satmak için birliklerin haremine kadar sokulan ırkdaşlarımız öyle malûmat topluyorlar ki... Fakat bu Türkler ne kadar saf insanlar!.. Gözleri ileride düşman gözetliyor, halbuki düşman onların koynunda, haberleri yok. Bu dikkatsizliğin sırrını çözdüm ben... Bu millet gayet asil ve civanmert. Dayım; bir Türk masalı söylemişti geçen gün: Bir kahvenin kırk yıllık hakkı olurmuş, Öyleya, bize toprak, bize yurt, bize yuva veren bir millet aleyhine çalışacağımızı böyle adamların havsalası almıyor, onun için bu kadar lâkayd ve ihtiyatsızlar!.. Günah kimin? Artık ötesini kafam çözemiyor.
Moze topladığı malûmatı Sara ablaya yetiştirdi.
Ramle'den gelen bir bölük ve onun başındaki genç zâlim, merhametsiz, hırçın bir subay "Yafa" şehrini bir günde boşalttı.[10] Bu genç zabitin ırkdaşlarımız hakkında en ufak bir merhamet hissi beslemediği söyleniyor. Dindaşlarımız lâyikiyle eşya ve mallarını almağa, vesaid tedarik etmeğe vakit bulmadan öyle hoyratça evlerinden atılmışlar ki; Ya, bu herifi bizim başımıza da musallat ederlerse o zaman biz ne yapabiliriz? Bunu düşündükçe üzerime yüklenen vazifenin haklı bir vatan vazifesi olduğuna inanıyorum.
Bundan başka buraların da tahliyesini emrederlerse biz nereye gidebiliriz. Geriler tıklım tıklım ve şehirler halkı aç. Bütün bunlar bizi, Türkler'in bütün bu topraklardan çekilmesi için çalışmağa sevk etmez mi? Bu cihetten şimdi biraz müsterihim.
Yukarıdan bir sürü asker geliyor. Mozez; İstanbul'dan ve İzmir'den de taze kıtalar geldiğini ve hatta Galicya Cephesi'nde harp etmiş, tecrübeli birliklerin de üst üste yığıldıklarını bildiriyor. Bi'resseb'ya da Türkler yığılmışlar ve dün ingiliz tayyareleri orasını şiddetle bombardıman etmiş. Bütün bunlar bize, tehlike içinde olduğumuzu gösteriyor. Fakat civarımızdan geçen Türk kıtalarından en ufak kötü bir muamele bir hushumet görmedik doğrusu!.. Aksine kibar ve asıl bir millet vesselam!.
. Gazze ve El'ariş arasında iki ordu karşılıklı toplanıyor. Ergeç büyük bir mücadeleye şahid olacağız. Bakalım netice ne olacak. Yafa'yı boşaltan ırkdaşlarımızdan muhtaç ve kimsesiz on kişiyi köyümüze yerleştirdik, diğer otuz kişilik kafile Câuna'ya gittiler. Biz onların istirahatlerini ve ihtiyaçlarını temin ettik yaralarına merhem olduk, teselli buldular. Bunlar için Roçild'in vekili para gönderecek! Onlara ev yapacağız ve arazi satın alacağız. Köyümüz genişliyor, halkı çoğalıyor. Şu var ki; bir türlü huzur ve emniyet içinde değiliz. Babam ve bizim köyün büyükleri, taşkın Siyonistler cezbe halindeler. Türkler buradan çekilecek ve İngilizler buralarını bize terk edecekler diye!.. Peki ama iki mühim nokta bu cezbe halindeki insanların gözünden kaçıyor. bunlardan biri: İngilizlerin sözüne inanılır mı? Ülkesinde Güneşin batmamasiyle iftihar eden bu millet burasını ele geçirirse kolay kolay bize terk eder, buyurun güle güle oturunuz der mi? Ama biz onlara bütün varlığımızla kavim, kabile yardım ediyoruz. Erkeklerimiz masum, mert ve erkek Türk ordusunun gerilerinde, her türlü tehlikeleri göze alarak onlara sıcağı sıcağına haber yetiştiriyor. En hurda malûmatı topluyor, onlara takdim ediyoruz. Türkler bunu bir sezecek olurlarsa en ufak ceza: Ölüm! Kız olarak ben, bütün güzelliğimi, aşkımı, istikbalimi, herşeyimi davaya adadım. Bütün tabii haklarımı büyük David saltanatı hülyasına feda ettim. Acaba netice yine üç bin yıldır elde edilen neticenin aynı mı olacak? Kim bilir, kendimi bir sete kaptırmış, gidiyorum, öyle bir gidiş kî belki bunun dönüşü olmayacak...
Lübnan'daki fırka ile Suriye'de toplanan bütün ihtiyat kuvvetleri ve İstanbul'dan gelen tekmil İmdat kuvvetleri Gazze'ye doğru ilerliyor. Bizim erkeklerimizde çeşitli şekillerde, tıbkı dost gibi, zararsız bir unsur gibi peşlerinde!.. Ne saf millet!.. Bizden bir şey ummuyorlar.
Dün akşam taze ve henüz harbe girmemiş bir alay köyümüzden geçti. Subayları bir kaç dakika kahveye uğrayıp birer fincan kahve içtiler. Alayın kumandam, Hürkül gibi bir binbaşı, ne adını, ne de numarasını Öğrenemedik. Sadece kumandanının İzmirli olduğunu öğrendik. Sara Abla bizden haber bekliyor, görebildiklerimizi, duyabildiklerimizi saati saatine yetiştiriyoruz.
Top sesleri, acı acı kulaklarımıza geliyor. Uzaklardan akseden bu sesierin dehşetini ve o toplara hedef olan insanların halini düşündükçe iliklerime kadar titriyor, ürperiyorum. Bu yetmiyormuş gibi bizim de, bu memleketin sahipleri aleyhine sarfettiğimiz gayretler vicdanımı eziyor ruhumu öldürüyor ve beni öyle müthiş bir mânevi işkenceye sokuyorki... Bir ey diyemem, asırlarca dindaşlarımız sürgünden, sürgüne; firardan, firara; esaretten, esarete; duçar oldular, yollarından dönmediler. Bu kadar ısrar ve mücadelenin elbette bir manası vardı.
Gazze ile El'ariş arasında müthiş bir muharebenin başladığı haber alınıyor. Gazzede Alman, Avusturya ve Macaristan topçuları da varmış. Devamlı gök gürültüleri içinde yaşıyoruz, asabım bozuldu. İngiliz Ordusunun en az iki misli kuvvetli, silâh ve cephanece çok üstün olduğu söyleniyor. Bütün bunlara, şu gördüğümüz kuzu gibi sakin insanlar karşı koyacak, hayret!
Geçen gece Elza anlatıyordu: Şu gördüğünüz sakin ve vakur insanlar yok mu, işte bunlar Asya'nın göbeğinden bir sıçrayışta, Viyana önlerinde soluk alan, denizler aşan, italya'ya kadar uzanan, Afrika'yı baştan başa feth eden ve bayraklarını yer yüzünün üç kıtasında dalgalandıran bir millettir. Sükûneti asaletinden ve müsamahakârlığı azametinden doğuyor. Fakat bu sakin milletin gayzı ve nefreti de o derecede müthiştir, ihtiyatlı olalım...
İçime müthiş korkular çöküyor, geceleri uyuyamıyorum, gündüzleri bir yerde duramıyorum. Sara Abla mütemadiyen bize cesaret mesajları gönderiyor. Aron'dan hergün haberler geliyor. Bütün İsrail oğulları hazır ve ayakta!.. Allah sonunu hayır eyleye...
Büyük muharebe patladı. Bizimkiler, Türkler'in bu mithiş kuvvet karşısında çekilmeğe mecbur olacaklarım söylüyorlar. Arap köylüleri aksini... Civardaki köylerin Arap kadınları toplanarak zafer neşideleri okuyor ve ellerinde ne varsa cephe gerilerindeki hastahenelere taşıyorlar. Meyveler, yoğurtlar, desti desti su, yün yataklar, yorganlar, herşeyi, herşeyi...
Harbi Türkler kazandı. Bu bir meydan muharebesi idi. ingilizlerin o korkunç topları, o mükemmel ordusu, dev gibi atlara binmiş süvarileri, er meydanında Türkün sırtını yere getiremedi ve yüzgeri dönüp gitti. Bizde donup kaldık. Şu koca ingiliz ordusunu paçavra gibi geri atan, mağlup eden işte o sessiz, sakin, terbiyeli, kuzu gibi adamlar. İnsanları anlamak ne müşkül!..
Köyümüzün ilerisinde seyyar bir harb hastanesi kuruldu, bütün köylüler yatak ve yorgan yardımı yaptıkları halde bizden bir çöp bile veren olmadı. Şuna dikkat ettim ki, onlarda bizden bir şey istemedi. Demek ki tenezzül etmediler, bize inanmadılar. Başkumandan Cemal Paşa'nm gayet gaddar ve merhametsiz ve üstelik de yahudilerin düşmanı olduğu söyleniyor. O, Yafa'nın boşaltılması ve Taberiye'deki yahudilere yapılan muamele hiç te hoş bir alâmet değil.. Şimdi bir de ingilizlerin bütün bütün mağlûp olup buralardan çekildiklerini bir düşününüz, o zaman bu adamlardan biri haydi defolun deyip de bizi palas pandıras buralardan sürerse o zaman vay halimize!.. O zaman Polonya'daki rutubetli ev, küflü dükkhan, sefil hayat da bizim için bir hayal olur.
Gelen haberlerden Türkler'in zaferlerinin kat'î ve muazzam olduğunu öğreniyoruz. Ama köyümüzden geçen yaralı kafileler ve onların başındaki kumandanlarda hiç de zafer gururu gözükmüyor. Yine eski sakin ve vakur halleri devam ediyor.
Mozez diyor ki:
"? Siz birinci savaşa bakmayınız bu; İngilizlerin Türkleri bir yoklaması idi. Noksanlarım bir tamamlasınlar da görünüz, bir hamlede Kudüs ve ondan sonra soluğu Şam'da alırlar. Belki de İngilizler harbi mahsus kaybettiler, bu da bir plân olabilir, bizim askerlik işine aklımız ermez, vazifelerimizi yapmağa devam edelim."
Artık baharla yaz arasında bir mevsim yaşıyoruz. Mayıs'da bizim görmediğimiz alışımadığımız bir yaz, bir sıcak mevsim. Ekinler oldu, biçiyorlar. Meyveler, bademler, üzümler kemale geliyor. Fakat bütün bu nimetlerin zevkini sürecek huzurdan mahrumuz. Bir yanda top gürültüleri, bir yanda binlerce yaralının geçit resmi ve görmediğimiz binlerce insanın ölümü ve kulaklarımız tıkadığımız ahu figanlar ve bizim bunlarakarşı lâkaydımız hissizliğimiz ve nankörlüğümüz.
Belki bir gün gelecek bu yazıları okuyanlar diyecekler ki: Bir insan hakikatleri bu kadar berrak bir şekilde görür, aleyhinde çalıştığı milletin alicenablığını ve mertliğini gözleriyle bizzat müşahade eder de, nasıl olur da tabiatın ve vicdanının ters istikametinde yürümeğe devam eder? Bu istifhamı ben çözemedim, benden sonrakiler de çözemeyecek, geriye kalan sadece şu cümle:
Büyük ve uçsuz bucaksız İsrail devletî: Hududları Nil'den Fırat'a kadar uzanan muhteşem imparatorluğumuz!...[11]
Kimbilir, belki...
İki gündür ortalık yeniden sarsıldı. 1917 Mayıs ayına böyle sarsıla, sarsık geldik. Top sesleri şiddetlendi yeni bir harb başladı. Öylesine şiddetli, öylesine şiddetli, öylesine müthiş bir harb ki!.. Şiddetini buralardan duyuyor, dehşetini buralardan hissediyoruz. Kıyasıya bir doğuş. Köyümüzden ve civardan geçen yardımcı askerlerin gidişatına, çatılmış kaşlarına, insanda hayret uyandıran soğuk kanlılıklarına bakıyorum da bunu tıpkı büyük fırtınalara takaddüm eden sessizliğe benzetiyorum. Top sesleri bütün hıncıyla, bütün gürültüsü ile tepemizden patlıyor gibi... Bunun karşısında insanlar nasıl dayanıyorlar, zor şey doğrusu. İşin fenası bizim işlediğimiz çifte cinayetler değil mi?
Gelen haberler karışık, kimisi Türkler'in, kimisi de İngilizler'in harbi kazandığını söylüyor. Anlaşılan henüz kat'î bir netice alınmamış.
Fakat gece yarısı köye gelen Kempinski acı bir haber getirdi. Türkler kafi bir zafer daha kazanmış ve ingilizleri bozguna uğratmışlar!.. Arap köylüleri de böyle söylüyorlar, top seslerinin azaldığı ve Türklerin yerinde kaldıklarına göre bu haber doğru... Ne karanlık bir hayat, ne karanlık!...
Mozez bir vecize daha yumurtladı: Son gülen tam gülermiş... Ya son ağlayan, bundan hiç bahsetmedi, galiba son ağlayış bir ölüm feryadı, bir matem ağlayışı olacak!.. Ama kimin?!... O daha belli değil...
Türkler üst üste iki büyük meydan muharebesi kazandılar.Avrupalı müttefikleri diğer cephelerde böyle zaferler kazanırlarsa ve büyük İngiltere ile müttefikleri harbi kaybederse o zaman binlerce yıl süren intizarlar, ümitlere, hayallere, hülyalara ebediyen veda etmiş olacağız. Ne korkunç bir vaziyet!..
Ortalık sıcaktan cayır cayır yanıyor. Bu gece bir İngiliz sihirli silahı bütün Gazze ovasını korkunç bir dehşete boğdu. Kurşun işlemez, dere, tepe dinlemez bir motor. Türk siperlerini çiğneyecek ortalığa korku saça çakmış...[12] Türkler bunun karşısında acze düşecek korkudan teslim olacak zannediyorduk. Bir de ne işitelim: Bu korkunç motor, tam bir Türk siperinin üzerine geldiği zaman, Türk topçusunun bir tek mermisiyle param parça edilmez mi? Hayret... Gecelerin zifiri karanlığında, göz gözü görmezken bu Türk topçusunun bu muvaffakiyeti ne ile izah edilebilir. Şimdi bu aleti ellerine geçiren Türkler muhakkak ki; onun sırrrını çözecek ve benzerini mutlaka yapacaklar, buda ayrı bir facia!..
Bu facialarla, hayallerle, kanla, ümitle, dikenle dolu yollarda, bu mânevi bataklıklarda biz daha ne zamana kadar yürüyeceğiz. Yoksa bu yol bizi cehenneme mi, yahud uçsuz, bucaksız uçrumlara mı götürecek. Hiç birşey bilmiyorum, hiç birşey...
Bugün yeni ve hepsinden müthiş bir kara haber!.. Sara Ablayı Türkler yakalamışlar. Şu, hiç bir şeyden habersiz gibi görünen, sakin yüzlerinde ve masum simalarınada hangi manaların gizli olduğunu bilinmeyen Türkler!.. Moze diyor ki: Sara Ablayı öyle döğmüşler, öyle işkenceler yapmışlar ki kadının bunlara nasıl tahammül ettiğine şaşmamak mümkün değil! Türkler zavallıyı çini çıplak ederek vücûdunu kamçı darbeleriyle delik deşik etmişler ve sonunda zavallı tabancasiyle intihar ederek bu işkenceden kendisini kurtarmıştır.[13]
Zamarin'de aziz ırkdaşlanmız Josef Tobin ile Naman Bolkent de yakayı ele vermişler, akıbetleri kötü. Safed'de bir çok ırkdaşımız yakalanarak ordu karargâhına sevk edilmişler. Demek ki, uyur gezer gibi zannettiğimiz bu insanlar hiç de o kadar lâkayd ve uykuda insanlar değilmişler!..
Bu haberleri aldıktan ve manasız konferansları dinledikten sonra kendi halimi bir düşünüyorum ve iliklerime kadar titriyorum. Korkuyorum. İşlediğimiz cinayetler meydanda, birgün bizi el ense ederlerse kendimi nasıl müdafaa edebilirim. Hangi meşru sebep, hangi mâkul mukadderat beni Sara Abla'nın âkibetinden kurtarır. Siyonizm ve büyük İsrail ve David saltanatı heyhat! Heyhat!
Bu uğurda binlerce senedir, kaç bin kurban verdik, kaç bin felâkete katlandık. Asırlar boyu iklimden iklime diyardan diyara sürüldük, itildik, kakıldık. İnsanların nefret ve kinlerini üzerimize topladık. Firarlar, sürgünler, pogramlar bizim günlük hayatımız oldu. Hiç birşey bizi yolumuzdan alıkoymadı. Hiç bir ders bize kâr etmedi. Musibetler, facialar, felâketler, hakaretler bizi adam etmedi. İçime fena hisler doluyor. Anamın ve hele babamın tazyiki, hahamların telkini, talmut... Bütün bunlar irademi öldürdü. Bir saman çöpü gibi kendimi akıntıya kaptırmış gidiyorum. Viladimir'in aşkı öldü. Halet yüzüme bile bakmadı.
Adnan kibar, asil ve zarif çocuk!.. O kadar da saf ve temiz. Ben onu bütün kalbimle seviyorum o da beni seviyor. Şu mutaassıp, kaba, ruhsuz insanlar olmasa ben bu çocukla evlenir ve Dünya'mn en mes'ud insanı olabilirdim.
Öyle korkunç ve kirli bir aşk içindeyim ki; ruhumla hissim birbirine zıd hisler ve hareketler halinde... Bir insan bütün kalbiyle sevdiği, güzel, yakışıklı, asil bir gencin ve onun mensup olduğu cemiyetin canına kasdeder mi?
Şuna inanıyorum ki; Adnan bu saf güzel delikanlı beni samimiyetle seviyor. O, hiç ötekilere benzemiyor. Mahcup ve görgülü bir insan!.. Onun uzun parmaklı beaz, yumuşak elleri vücudumda dolaşırken bir yandan içim titriyor bir yandan da cehennem zebanisi gibi arkamda, kapkara, kop korkunç birer heyulanın bulunduğunu düşünüyor, bu defa da korkudan titriyorum. Hakikatte ve görünüşte iki yüzlü bir oyun oynamaktayım. İçime sorsalar ve onu okuyabilseler orada saf ve masum bir aşk görülür. Bu tezatlardan ben değil benim kötü talihim ve o nisbette kötü ruhlu olan babam ve anam mes'uldürler. Beni onlar bu uçuruma sürüklüyorlar. Ne aşkım, ne güzelliğim, ne gençliğim bu kayışa firen olamıyor ve ben hangi korkunç akibete yuvarlandığımı tam manasiyle hissediyorum. Bu bir hiss-i kablelvuku!.. Ve içimdeki o korkunç ses haykırıyor:
?- Suzy! Cezanı çekeceksin! Aşklarınla, hiyanetlerinle birlikte gömüleceksin!..?
Evet aziz okuyucu, bu genç yahudi casusu, bu güzel kız, henüz tazeliğinin sihrini muhafaza eden dolgun göğsüne dokuz kurşun yedi ve ve bu facia perdesi Öyle kapandı...
Dipnotlarlar
[1] Merhum Cevat Rıfat Atilhan bu savaşın içinde casusluk ve ihanetlere de bizzat şahit olmuştu. Birçok yahudi casusunun, bu arada Suzy Liberman'ın da yakalanmasını sağlamış ve onun kurşuna dizilmesine yetecek delilleri de bulmuştu. Suzy Liberman'a ait bildiklerini aktardığı bu kitaba merhum Cevat Rıfat daha sonra onun yakalanışı sırasında ele geçirdiği hatıratını da ilâve etmiştir. Yahudiyi daha iyi tanımak için okuyuculara bir ibret vesikası olarak sunmuştur.
[2] Cimnazyorn: Lise
[3] Goyim: Yahudilerden gayri bütün insanlar.
[4] Bu isim; Talmut'taki Hodorâ'dan müştaktır. Farisiler için mukaddes ve mevhum bir topraktır. Araplar bu ismi Hudeyra'ya çevirmişlerdir.
[5] Birinci Dünya Harbi'ni kasdediyor, Şayarv-ı hayrettir ki; Yahudi bu kıyametin kopacağım çok evvelden tahmin etmiş, çünkü bunu o hazırlamıştır.
[6] Şimdi, şimdi anlıyoruz ki, Yahudiler müstakbel saltanatlarının merkezini daha o zaman tayin etmişler. Biz birsey görmemiş ve işitmemişiz. Görse idik, işitse idik ne olacaktı sanki!.. Olanları gördüklerimizi olduğu gibi kırk yıldır yazıyoruz, yazdıklarımızı zaman ve hâdiseler tasdik ve teyit ediyor, sözlerimiz ve yazılarımız bir kehânet gibi tahakkuk ediyor da ne oluyor? Düşmanlarımız hergün aran bir şiddetle, hergün şiddetini arttıran bir hızla ilerliyor, bir tek adım duraklatabiliyormuyuz. Heyhat!
[7] Birinci Dünya Harbi'ni kasdediyor
[8] Birinci Dünya savaşının kopmasına iki ay var. Fakat bundan kimsenin haberi yok. Hele neticesinden ve gayesinden...
[9] Hecin süvari demek istiyor.
[10] Bu vazife Allah tarafından bana verilmişti. Kimsenin malına, canına, ırzına dokunmadan, kimseden beş para almaya tenezzül etmeden şehri, aldığım emir mucibince bir günde tahliye ettirdim. Yahudi kızının hezayanlan beni hedef tutuyor. Halbuki ordu kumandanı ve Bahriye Nazın Cemal Paşa, şehrin en geç yirmi dört saat içinde boşaltılmasını emretmiş. Bir bölük kumandanı buna ne yapabilir?
[11] Nilden-Fırat'a?
[12] Tanktan bahsediyor
[13] Dayak ve işkence katiyyen yalan ve yahudi uydurmasıdır. Korkunç casus kadın Şahab Vadisine kendisini atmak suretiyle intihar etmiştir.