"Azaltılmış İslam" dili ciddi bir problem!

Başlatan Mücteba, 23 Nisan 2012, 07:41:55

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Mücteba


Hem anayasal bir düzenleme üzerinden söylem geliştirilmeye çalışılıyor, hem de yarım ağızla dinden destek isteniyor. Oysa söylenmesi gereken söz basit değil mi?


2012, Kutlu Doğum Haftasının teması “kardeşlik” olarak belirlenmiş. “Bir’iz, Bir’deniz, Kardeşiz” sloganı ile başlayan hafta etkinliği 14 Nisan akşamı Sayın Başbakan’ın da katıldığı açılış programı ile başlamıştı. Programa katılan Kemal Kılıçdaroğlu da bir konuşma yaptı. Kardeşlik üzerinde yoğunlaşması gereken programda derinden derine söz düellosu vardı.

Sayın Başbakan Kur’an için, “O süs eşyası değildir; ilham kaynağıdır.” dedi. Salonda bulunan herkes de bu sözü alkışladı. Acaba, “ilham kaynağı” tanımlaması Kur’an için ne kadar doğru? İlham kaynağı için sözlük şöyle diyor: 1. Allah’ın kullarının kalbine getirdiği mana. 2. İçe doğma, gönle doğma, kalbe gelme. 3. Bir sanat eserinin meydana getirilmesi sırasında sanatçıyı sevk eden his unsuru, esin. 4. Kalbe konulan iyilik hissi, hayır duygusu, bilgi. (Doğan, Sözlük)


Kur’an, ilham kaynağı değil, hayat nizamıdır




Acaba bunlardan hangisini kastetmiş olabilir Sayın Başbakan? Hangisini kastederse kastetsin Kur’anı tarif etmeye yetmiyor bu sözler. Sayın Başbakan’a bu sözü söyleten saik “Doğrudan doğruya Kur’andan alıp ilhamı/ Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı” diyen Akif’in düşüncesidir. Akif’in en çok eleştirildiği, doğruluğundan ziyade yaklaşım tarzının sorun olduğu bir ifade bu.
Nitekim Üstad Rasim Özdenören de geçtiğimiz günlerde dünyabizimde bunun üzerinde durdu.

Kur’an için söylenmesi gereken söz, onun “hayat nizamı” olduğudur. Kur’an, hayat nizamı olduğu içindir ki Akif, Sayın Başbakanın okuduğu o beyti söylemiştir: “İnmemiştir hele Kur’an şunu hakkıyla bilin/ Ne mezarlıkta okunmak ne fal bakmak için”

Biz ilhama değil, sözün kendisine, yani ayetlere/sünnete (nass) uymakla sorumluyuz.

Kur’an’dan ilham alan sanatçılar olabilir. Bu, nihayetinde kalbe doğuştur veya bir esere başlangıç için işaret fişeğidir. Ama ilham olduğu söylenen içe doğuş ile söylenen sözler, yazılan eserler yine beşerîdir. Kaldı ki, İslam âlimleri tefsir ilminde “dirayet tefsiri” denilen yorumları bile böyle görür; bu yorumlar bile eksiklikten, yanlışlıktan uzak değildir. “İlhamı Kur’an’dan alınmıştır” diye o eseri baş tacı etmeyiz, biz Müslümanlar -o ilhamlı eserin varsa getirdiği bir hayat tarzı- ona uymak zorunda değiliz. Biz ilhama değil, sözün kendisine, yani ayetlere/sünnete (nass) uymakla sorumluyuz.

Dediğimiz gibi, Sayın Başbakan’ın sözü, doğrunun tamamı değil. Acaba muradı bizim demek istediğimiz de sözün söylenişinde mi bir problem var diye düşünüyorum; bu kez sözün daha önce de aynı lafızla tekrar edildiğini hatırlıyorum ve bu soruya “evet” diyemiyorum.

Mehmet Görmez’in “millet kardeşliği” icadı da sorunlu


İkinci problem konuşma Diyanet İşleri Başkanı Sayın Mehmet Görmez’in konuşması idi. Üç kardeşlikten bahsetti Sayın Görmez.

Âdem’in çocukları olgusundan hareketle “evrensel bir kardeşlik” anlayışı çizdi önce. Doğru değil mi. Elbette hepimiz Âdem’in çocuklarıyız. Ama bu, maddi bir bağ. Allah’ın değer verdiği bağ ise iman bağı. Tek kelime ile Tevhidî bağ. Böyle olduğu içindir ki Hz. Nuh’un, “Yavrucuğum, gel bizimle birlikte bin gemiye, küfürde ısrar edenlerle birlikte olma.” çağrısına uymayan (iman etmeyen) oğul; tufanda boğulunca Hz. Nuh’un " Ya rabbi, oğlum benim ehlimdendi.” sözü Rabbimiz tarafından reddedilmiş ve “Ey Nuh! O senin ehlinden değildir, zira salih (iman eden biri) değildi.” denilmiş ve bir peygamber, nesebi yakınlık saydığı için Allah tarafından uyarılmıştır. Anlaşılacağı gibi Rabbimiz neseb bağını değil; iman bağını esas alıyor. Baba ile oğul olsa bile.

Bundan dolayı Sayın Görmez’in iman kardeşliğinden sonra bir de üçüncü bir kardeşlik, “millet kardeşliği” icat etmesi sorunludur. “Biz aynı zamanda millet olarak da kardeşiz” demekle, hem iman kardeşliğine olan vurgu zayıflatıldı hem de diğer ırklardan olanların bu özellikleri yok varsayıldı. Ve de Hz. Nuh’un itiraz edilen durumuna düşüldü.




Öyle trajik bir durumla karşı karşıyayız ki...

Ya, işte böyle. Azaltılmış İslam, Türkiye’yi bölünme noktasına getirince, sonradan dinden gelecek destek, tam gelmiyor ve yetmiyor. Çünkü azaltıldığından bahsettiğimiz İslam, bir (öbür) kesim tarafından kabul bile edilmiyor, onun yerine Zerdüştlük’ten, Ateizm’den, din ile, namaz ile alay eden bir güruhtan söz edilmesi gerekir.

Bir yanda yeni anayasaya “Türkiye vatandaşlığı” girsin isteniyor; yani Türkiye vatandaşlığından daha öte bir kavram olan din-iman kardeşliği temel alınmıyor; hem anayasal bir düzenleme üzerinden söylem geliştirilmeye çalışılıyor, hem de yarım ağızla dinden destek isteniyor. Oysa söylenmesi gereken söz: “Herkes  İslam’a sarılsın. Bütün derdlerin devası İslam’dır.” sözü değil mi?

Öyle trajik bir durumla karşı karşıyayız ki… Birileri, Türk-Kürt ayrımını Din’in bile çözemediği (!) bir sorun olarak görecek. Çünkü yukarıdaki çözümü görmüyor böyle diyenler.
İkincisi, Diyanet’e üstesinden gelemeyeceği bir yük veriliyor veya Diyanet böyle bir misyonu üstleniyor. Diyanet, sonuç itibariyle bir devlet dairesi. Üstelik laiklik, Alevi-Sünni farkı vs. sebebiyle kaldırılması gerektiği söylenen bir kurum bu.
Üçüncüsü, devletin önce silahlı mücadele ile, sonra ekonomik yatırımlarla, buna ilaveten okul, dil, tv gibi kültürel yollarla çözemediği bir sorunu laiklik ilkesine rağmen dinden yararlanarak çözmeye kalkıyoruz ki buradaki vusulsüzlük, usulsüzlükten kaynaklanıyor.

Özetle söylenmesi gereken şudur :
1. Kur’an hayat nizamıdır.
2. Sadece Mü’minler kardeştir. Kardeşlik hukuku sadece kardeşler arasında geçerlidir. Mü’min olmayanların hukuku vardır ve ona titizlikle uyulur; ancak bu hukuk kardeşlik hukuku değildir. Kitap bize der ki : "Allah’a ve âhiret gününe iman eden hiçbir kavmin babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa Allah’a ve peygamberine düşman olanlara sevgi beslediğini göremezsin." (Tevbe 72)


M. Yusuf SELMAN - 21 Nisan 2012 Cumartesi

mazhar



Alıntı YapÖyle trajik bir durumla karşı karşıyayız ki… Birileri, Türk-Kürt ayrımını Din’in bile çözemediği (!) bir sorun olarak görecek. Çünkü yukarıdaki çözümü görmüyor böyle diyenler.
İkincisi, Diyanet’e üstesinden gelemeyeceği bir yük veriliyor veya Diyanet böyle bir misyonu üstleniyor. Diyanet, sonuç itibariyle bir devlet dairesi. Üstelik laiklik, Alevi-Sünni farkı vs. sebebiyle kaldırılması gerektiği söylenen bir kurum bu.
Üçüncüsü, devletin önce silahlı mücadele ile, sonra ekonomik yatırımlarla, buna ilaveten okul, dil, tv gibi kültürel yollarla çözemediği bir sorunu laiklik ilkesine rağmen dinden yararlanarak çözmeye kalkıyoruz ki buradaki vusulsüzlük, usulsüzlükten kaynaklanıyor.



Yazarımız güzel ve doğru yazmış,söylenecek bir şey yok...muhatapları düşünsün..

Mücteba

#2
Mevlid'den 'Doğum'a, 'Kutlu' Şenlik

Yer, Londra... George Orwell'in romanlarında geçen mekan -Oldgate Market- Avrupa'nın en kalabalık, yaygın pazar yerlerinden biri...

Her renkten, her dilden insan seli... Bu kadar kişi, alışveriş yapmak için değil bu kalabalığı görmek için buraya gelmiş olmalı. Sanki insan selinde sürüklenme hissi veren akıntı... Birden tiz bir kadın çığlığı pazarın gürültüsünü bastırıyor; geri dönüp bakmamak imkansız... Yüksek bir platforma çıkmış siyahî bir kadın sesi bu. Kopardığı çığlıkla yeterince dikkati çektiğine emin olduğu an o cümleyi salıyor: "Jesus loves you!" (İsa sizi seviyor). Ve ardından platformda bekleyen orkestra çalmaya başlıyor.

Yer, Beytüllahim... Beşik Kilisesi'nin avlusunda Noel ayini öncesi...

Filistin'in kalbinde, Kudüs'ün yanı başındaki Beytüllahim'de, Hıristiyanlığın en önemli merkezlerinden birinde Noel'i izlemek farklı bir duygu. Hz. Meryem'in, Hz.İsa'yı dünyaya getirdiği mekanda kurulmuş kilisenin avlusunda her renkten Hıristiyan gösteri yapıyor... Müzik ve dans... Avluya hakim binalardan birinin terasından tüm alanı izlemek, hem içinde hem dışında olma duygusu veriyor. Eritreli ekip coşkulu ve ritmik müzikleriyle damgasını vuruyor gösteriye. Avrupalı grupların dansları ve müzikleri daha durağan geldi. Konser havasından dini havaya bir türlü geçilemiyor sanki...


Yer İstanbul... Mütedeyyin bir aile ortamı...

Tüm aile fertleri televizyon karşısında yerlerini almış, biraz sonra başlayacak programa hazırlanıyor... Ekran karanlık bir ortamdan yavaş yavaş ışıklandırılmış sahneye doğru açılıyor. Karanlık ortamda sıra sıra insanların sadece siluetleri görünüyor. Sahnede bir ayin havası hemen seziliyor. Arkada vokalistler... Koro mu demeli yoksa? Yan tarafta birkaç enstrümandan oluşan orkestra... Kamera henüz sahneye fokuslanmadığı için ayrıntılar seçilmese de bir "ayin" olduğu gelen seslerden anlaşılıyor. Kamera yaklaştıkça Hıristiyan bir ayin yayını olmadığı, "Kutlu Doğum kutlaması" olduğu anlaşılıyor. Bir zamanlar Mevlit kandillerinde camilere koşanları; Peygamber sevgisini namazdan sonra tesbihatın ardından Kur'an ve mevlit dinleyerek ihya eden huşu içindeki müminleri hatırladım. Basit bir köy mescidinden selatin camilerine taşan o muhabbet ve huşu...

Kim bilir, köy mescidine gitmek yerine evindeki televizyondan bu kutlu doğum konserini dinlemeyi tercih etmeye başlamış mıdır, Peygamber aşkıyla huşu içinde Kur'an dinleyenler?

Gazete haberine önce inanmak istemedim: "Kutlu Doğum'a pastalı kutlama" başlığını taşıyordu. Üstelik buz hokeyi bile vardı.


Kutlu Doğum Haftası için imam hutbede duyuru yaparken, cemaati camideki Kur'an cemiyetine, mevlide davet etmek yerine salonda yapılacak etkinliğe çağırıyor. Aklıma Oldgate Market'teki kadın geliyor. Kiliseye toplamak için pazar yerinde çığlık çığlık feryat eden...

Camilerden mevlit yayınları, modern hayat içinde yeni bir ritüel geliştirmişti. Camiye hiç gitmeyen ama televizyon karşısında, belki başını bir şekilde örtüp oturan ve bunu ibadet sayan bir anlayışa denk geldi. Zamanla camiye gidenler de ekran karşısına geçmeyi tercih etti. Ne var ki modern seküler hayatın aktığı, bir zap kadar yakın, diğer kanalların çekiciliği hane içinde bu sesi bastırmakta gecikmeyecekti.

Şimdi ise mevlidi nebevi camiden koparılan ya da resmileştirilen, mekanikleşen, hayattan çekilen camilerin yerine caminin dışında daha seküler bir formda sunulan dini bir "etkinliğe" indirgendi!

Dinle kurulan ilişki; dinin tarihi ile bugününü, bu çağı yaşayan insana seküler formatta bir din sunumuna dönüşüyor. Müminle din ve Peygamberi arasında giren seküler formatlar bizzat dinin kendisini ve din algısını profanlaştıracağı sorusuna verilecek cevap nedir? Tıpkı "Dünya İslam Günü"ne indirgenen 'etkinlikleşme' karşısındaki tavrımız gibi...

Mevlid-i Nebevi ile "Kutlu Doğum" arasındaki fark sadece kelimelerden ibaret değil.


Akif Emre - 21 Nisan 2012 Cumartesi

mazhar

#3
Alıntı YapKim bilir, köy mescidine gitmek yerine evindeki televizyondan bu kutlu doğum konserini dinlemeyi tercih etmeye başlamış mıdır, Peygamber aşkıyla huşu içinde Kur'an dinleyenler?



Malesef,başlamıştır...Buna artık bir isim de verebiliriz. Televizyon müslümanlığı..!

Yukarıdaki yazıyla aynı şeylere yakın konuyu anlattığı için dikkatinizi çekecek Memurlar net ve bir çok sitede paylaşımı yapılmış  Sendika.org sitesin de gördüğüm bir yazıyı sizinle paylaşmak istiyorum bir takım düzenlemelerle dikkatinize sunuyorum.



Neoliberal İslamcılığın icat ettiği gelenek: Kutlu Doğum Haftası



Bugünlerde yeni bir geleneğin icadına tanıklık ediyoruz: Kutlu Doğum Haftası. Yaşı yirminin üzerinde olan herkes için bu yeni bir icat. En muhafazakar ailelerden gelenler için bile, Kutlu Doğum Haftası “önemli gün ve haftalar” ajandasına son yıllarda girdi. 27 Nisan muhtırası olarak bilinen 2007 yılındaki Genelkurmay Bildirisi’nin en önemli konularından biri oldu. O yıl Diyanet İşleri Başkanlığı öncülüğünde 11 binin üzerinde etkinlik düzenlenince Kutlu Doğum Haftası’nın 23 Nisan’a alternatif olarak tasarlandığı söylendi.

Bugün kadar dile getirilen itirazların temelinde şu vardı: Dünyada tüm dini bayramlar ve kandiller hicri takvime göre belirlendiği için miladi takvim kullanan Türkiye’de bu dini günlerin zamanı her sene değişmekteydi. Muhammed peygamberin doğduğu güne denk geldiği söylenen Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri de 1989’da başladı ve hicri takvime göre, Mevlit Kandili’nin peşi sıra düzenlendi. Ancak 1994 yılından itibaren, durduk yerde, diğer dini günlerin aksine miladi takvime göre kutlanmaya başladı.

Başlangıçta sembolik etkinlikler düzenlense de Kutlu Doğum Haftası AKP iktidarı tarafından hızla kurumsallaştırıldı ve neredeyse resmi bir bayrama dönüştü. Okullardan, işveren örgütlerine ve odalarına, işyerlerinden meydanlara kadar genişledi.

Özellikle AKP’nin TSK’yı iktidarı açısından zararsızlaştırmasının ardından Kutlu Doğum Haftaları için atağa geçildi. Tek bir farkla. Diyanet 2008 yılında “23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’na alternatif kutlama olarak gösterilmesi gibi hiç de doğru olmayan bazı değerlendirmelere yol açması” gerekçesiyle haftayı yedi gün öne aldı ve 14-20 Nisan ilan ediverdi. Peygamber’in doğum günü resmi bir “genelge” ile bir kez daha değiştirilmiş oldu.
Kutlu Doğum Resmi Gazete’de


İş öylesine ciddiyetsiz bir hal aldı ki yıllardır Türkiye’de Peygamber’in doğum günü yılda iki kere etkinliklere vesile oluyor. Zira yıllardır alışılageldiği üzere Müslümanların bir bölümü Muhammet peygamberin doğum gününde Mevlit kandillerinde buluşuyorlar. “Doğum zamanı” anlamına gelen Mevlit hicri takvime göre bu sene 3 Şubat’a denk geldi. Ve iki ay sonra, Nisan ayında bir doğum günü daha ilan edilmiş oldu.

AKP döneminde bu kutlamaların resmi bir törene dönüştürülmesinin en çarpıcı örneğini ise Resmi Gazete’nin 13 Şubat 2010 tarihli sayısında yayımlanan bir genelgede bulabiliyoruz. Bu genelgede Kutlu Doğum Haftası’nın kutlanmasına ilişkin usul ve esaslar tek tek sıralanıyor. 2011 yılında Milli Eğitim Bakanlığı’nın genelgesiyle okullarda Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri düzenlenmesi sağlanıyor. Laik olduğu iddia edilen bir ülkede önce bir dini gün yaratılıyor, sonra bunun tarihi ve kutlanma şekli genelgelerle, yönetmeliklerle, Resmi Gazete’de ilan ediliyor.

Geleneğin yeniden icadı


Peygamberin doğumundan 1418 yıl sonra başlayan, yaklaşık 20 yıl sonrasında da devlet eliyle yaygınlaştırılan bir dini gelenek olabilir mi?


Bu ilginç durum Marksist tarihçi Eric Hobsbawm’un “geleneğin icadı” kavramını hatırlatıyor. Hobsbawm bu kavramı 19. yüzyılda uluslaşma süreçlerini incelerken kullanıyor. Hobsbawm’a göre milli olduğu iddia edilen geleneklerin pek çoğu aslında geçmişe dayanmıyor. Aksine bu gelenekler, törenler, ritüeller ve bayramlar, ulus devletlerin oluşum sürecinde, “ulusal kimliği” yaratmak ve sağlamlaştırmak için icat edilmiş, yani tasarlanmıştı. Sanayi devriminin yarattığı keskin sınıfsal farklılaşmaları bu tasarlanmış “ulusal kimlik” giysisiyle kapatabilmek, işçi sınıfı saflarından yükselen itirazları bastırabilmek için bu tip icat edilmiş gelenekler oldukça işlevsel olmuştu. Siyasal ve toplumsal yapısının hızla değiştiği bir dönemde, geleneğe yapılan referanslar yoluyla değişimin tedirgin edici ve yıkıcı etkisi gözlerden uzak tutulmak istenmişti.

Bugün yaşananlar Hobsbawm’un bu tespitlerini anımsatıyor. Türkiye’nin siyasal ve toplumsal yapısı hızla değişirken geleneklerin yenilenmesi, yani “yeni köye yeni adet” gerekiyor. Zira Cumhuriyet döneminde icat edilen gelenekler bugün egemenlerin birçok sorununu çözemiyor. Örneğin, sosyal devlet mekanizmalarının çözülmesi “sınıfsız-imtiyazsız bir kitle olarak ulus” masalı inandırıcılığını çoktan yitirmesine sebep oldu. Kürt sorunu, “homojen bir kitle” iddiasını geçersiz kıldı. Doğal olarak, bu vurgularla oluşturulmuş geleneklerin, istikrarı, itaati, denetimi daha başarılı biçimde sağlayan yenileriyle ikame edilmesi gerekli oldu.

Yeni milli günler ve milli din
Kutlu Doğum Haftası da bu ikame sürecinin bir örneği olarak öne çıkıyor. Kutlu Doğum Haftası’nın ana temaları da değişimin hangi ihtiyaçlardan türediğini gösteriyor. Hafta’nın geçen seneki ana temasının “merhamet” olması “sınıfsız-imtiyazsız bir kitle olarak ulus” iddiasının krizine işaret ediyor. Bu seneki soyut “kardeşlik” teması ise “homojen bir kitle olarak ulus” iddiasının çöküşüne soyut bir “çözüm” üretmeye çalışıyor.

AKP iktidarı ve yandaşları eski milli günlerin yerine yenilerinin gelmesini “Resmi ideolojiyle mücadele” olarak adlandırmayı tercih ediyor. Oysa yaşanan rejimin ideolojik giysisi olan Türk-İslam sentezinde İslam kısmının ağırlığının artması, böylece sistemin krizlerinin üstünün örtülmesinden başka bir şey değil. 19 Mayıs ve 23 Nisan gibi eski geleneklerin fiilen ilga edilmesi “toplum mühendisliğinin sonu” olarak sunuluyor ancak bunların yerlerini bunlardan da sert, ayrımcı başka dayatmalar alıyor. Kutlu Doğum Haftası’nın okullarda resmi olarak kutlanması değil sadece. Cami ve Din Görevlileri Haftası’nda çocuklar okullardan alınarak camilere götürülüyor. Milli Eğitim gençler için umre organizasyonuna girişiyor.

Bu gelişmeler sadece içeriye yönelik bir tasarruf değil. Hobsbawm’a göre “geleneğin icadı”nın en önemli amaçlarından biri de çevrede yaşayan halklardan ayırt edilmektir. Bu açından Kutlu Doğum Haftası önemli bir işlevi yerine getiriyor. Zira böylesi bir dini hafta sadece Türkiye’de var. Bu sene kutlamalarda Başbakan Erdoğan İslam aleminin Kutlu Doğum Haftası’nı kutladı ancak bahsettiği İslam alemi içinde bu haftayı kutlayan tek ülke Türkiye. Bu açıdan bu hafta “milli” bir dini hafta olarak yerleştirilmekte. Deniz Baykal’dan aldığı bayrağı düşürmeyen Kemal Kılıçdaroğlu da belki de bu “milli” bilinçle, geleneğin Diyanet İşleri tarafından düzenlenen törenlerine iki yıldır katılıyor. Protestanlaşma ve piyasalaşma mı?
Aslında adı üstünde bir gün olan doğum gününün bir haftaya yayılması Hıristiyanların Noel yortusuna alternatif bir hafta yaratılmaya çalışıldığı yorumlarının yapılmasına neden oluyor. Özellikle bu haftanın mucitlerinden Fethullah Gülen’in kimi ifadeleri bu yorumları destekliyor. Fethullah Gülen Ekim 1991’de Sızıntı dergisindeki yazısında şöyle diyor: “acaba bu Kutlu Doğum'u (…) daha içten ve daha ciddî olarak değerlendiremez miyiz? Hz. İsa ile alâkalı günler, halkı hıristiyan olsun-olmasın, hemen her ülkede âdetâ neş'e, sevinç kıyametleriyle kutlanır; (…) her tarafa O'nun adına tebrikler, hediyeler yağar.. (…) dörtbir yan kandillerle süslenir; çarşı-pazar renklerle-ışıklarla kahkaha atar…”

‘Çarşı pazar’ı coşturan bir hafta tasavvuru, doğal olarak “neoliberal İslam” veya “İslam’ın Protestanlaştırılması” tartışmalarını da alevlendiriyor. Hıristiyan dinin, kapitalizmle uyumlulaştırılması sürecinin ürünü olan Protestanlık gibi, İslam’ın da kapitalist gelişmeye paralel olarak yaşadığı dönüşümün bir yansıması olarak Kutlu Doğum Haftası örnek veriliyor.

Dini yayınevlerinin yanı sıra kimi marketler bile Kutlu Doğum Haftası’na özel indirim kampanyaları ile satışlarını arttırmaya çalışıyor. Umre turları, milyonlarca gül, kitap, kent merkezlerindeki çadırlar, dört bir yanı saran afişler, pankartlar, şaşalı organizasyonlar için harcanan paralar piyasaya can katıyor. Kutlu Doğum Haftası’nda çocuklara hediyeler alınmasının onlarda peygamber sevgisini arttıracağı nasihat edilerek tüketim kışkırtılıyor. Henüz Hıristiyanlığın Noel’i düzeyine ulaşmasa da murat edilenin piyasalara can vermek olduğu Gülen “hocaefendi”nin sözlerinden anlaşılıyor. “O'nun adına tebrikler, hediyeler yağar.. (…); çarşı-pazar renklerle-ışıklarla kahkaha atar..”

‘İçeriden’ de itirazlar var



Aslına bakılırsa konu İslamcı/muhafazakar kesimlerin de tamamının içine sinmiş değil. Gülen cemaatinin başını çektiği Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri, iktidar desteğiyle birçok tarikatın da katılmasıyla büyüse de hala bazıları için bu hafta tartışmalı bir “bi’dat” (yenilik) olarak görülüyor. İslamcı şair İsmet Özel, Kutlu Doğum Haftası’nı ve hatta mevlit geleneğini, Hıristiyanlıktaki gibi yortuları bulunmayan İslam’ın Protestanlaşması süreci olarak görüyor. İslamcı Cafcaf dergisinin Genel Yayın Yönetmeni Kasım Gültekin de bu haftayı olumlu bulsa da konuya dair tereddütlerini gizlemiyor ve İsmet Özel’in bu değerlendirmesini “yabana atmamak lazım” diyor. Gültekin, Kutlu Doğum’da “Hıristiyani bir yan” gördüğünü söylüyor. Yine aynı çevreden yazar Zeki Bulduk da “27 Nisan’a yanıt” olarak bu haftayı desteklerken “Lutheryen” (Protestan) bir hal gördüğünü de itiraf ediyor, cemaat.com yazarı Fatih Bilge ise Kutlu Doğum Haftası’nı resmi bir kutlama olarak daha uzak gördüğünü şöyle anlatıyor: “Kandil denildiğinde 'hacı amcalar' zihnimde beliriyor. Kutlu doğum haftası denildiğinde kravatlı, takım elbiseli insanlar. (…) Ayrıca az önce google'dan baktım, Mevlid Kandili 412.000 defa, Kutlu Doğum Haftası 1.890.000 defa geçiyor. Bu da kutlu doğumun yaygınlaştırılmaya çalışılmasıdır diye düşünüyorum.”


Muhafazakar/İslamcı kesimin internetteki buluşma noktalarından İHL sözlük gibi tartışma platformlarında Kutlu Doğum Haftası’nın şöyle gerekçelerle eleştirildiği görülüyor: “Peygamber efendimizi gül ile maddileştirip, sembolleştirme hatası”, “Muhammed peygamberi İsa peygambere benzetme çabaları” ve “doğum günü kutlamasının İslam’da olmaması”, “Diyaneti işgal etmiş olan nurcuların işi”…

Bu kadar tartışmalı bir hafta ‘yukarıdan aşağıya’ topluma benimsetiliyor. Ana muhalefet partisi kitlelere ulaşma adına devlet tarafından icat edilen bir geleneği destekliyor.


Buna karşı itirazlar ise “ne güzel eski bayramlarımız vardı” ekseninde sıkışıyor ve yaşananları açıklamakta yetersiz kalıyor. Diğer taraftan, baştan aşağı piyasacı, otoriter, dayatmacı ve dışlatıcı yeni bir resmi ideoloji, yeni geleneklerini de yaratarak toplumun dokularına yayılmaya çalışılırken “eski de beterdi” diye susmaya ve onaylamaya davet edenler, iktidarın kürsülerinden bizi yanlarına çağırıyor. O tarafın gittiği yer belli. İhtiyacımız olan daha yaratıcı ve cüretkar bir yol…


Sendika.org.