Müslümanca Yasama Sanati Mehmed Emre

Başlatan ihvan23, 25 Aralık 2024, 10:42:02

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

ihvan23

Kamil Imanda Ölçü  Kalplerde iman nurunun parlamasi, inançla ilgili maddelerin kabu-lüne; imanin gelisip kemâle ermesi ise, birtakim mükellefiyetlerin yeri-ne getirilmesine baglidir. Kalp sahasindaki iman çekirdeginin filizlenip inkisaf etmesi, ibadetlerini yapmakla ve Kur'ân okumakla; alevlenmesi de zikir ve fikirle hâsil olmaktadir. Topraga gömülmeyen bir çekirdek, yillarca açikta dursa, agaç haline gelemez. Imanin kemâl derecesine ulasmasi da bazi sartlara bagli bulunmaktadir. Söyle ki:

a) Allah Teâlâ'yi ve sevgili Peygamberimizi herkesten ve her seyden fazla sevmelidir. Zira kuvvetli bir iman, sevginin artmasina; fazlalasan muhabbet, imanin kemâle ermesine sebep olur. Bu hususu tesbit eden bir hadis-i serifte söyle buyurulmaktadir: "Nefsim (kudret) elinde bulunan (Allah)'a andolsun ki, biriniz, ben kendisine babasindan ve çocugundan daha sevimli oluncaya kadar (kemâliyle) iman etmis olamaz."(1)

b) Güzel ahlâk sahibi olmalidir. Çünkü "Müminlerin iman yönünden en kâmil olani, ahlâk itibariyla en güzel olanidir."(2) Bir kimsenin ahlâki ne derece güzel olursa, imani o nisbette kemâle ulasir. Inançsiz kimse, ahlâktan; ahlâki olmayan sahis da kâmil imandan yoksundur.



c) Allah'a ibadet için camilere devam etmelidir. Zira Islâm, iman mükellefiyeti ile birlikte ibadet etme mecburiyetini getirmistir. Ibadet, imanin kuvvetini artirir. Imanin ziyasi arttikça kisi daha fazla ibadet etme yollarini arar. Mâbetler; gerek cemaatle namaz, gerek vaaz-u nasihat, gerekse diger yöndeki dinî vazifeler için en verimli yerlerdir. Asr-i Saadette dinî, ilmî ve dünyevî meselelerin müzakere edilip karara baglanmasi hep mescidde yapilirdi. Bu sebeple, kâinatin biricik efendisi, "Bir kimsenin mescide devam ettigini görürseniz onun imani(nin olgunlugu)na sahitlik ediniz." (3) buyurmustur.

d) Sevdigi bir sahsi Allah için sevmeli, bugz ettigi kimseye Allah için bugz etmelidir. Iman-i kâmilin en mücessem örnegi bulunan Resûl-i Ekrem söyle buyurmaktadir: "Kim Allah için sever ve Allah için bugz ederse, Allah (rizasi) için vergide bulunur ve Allah(in emrine aykiri oldugu) için engelleme yaparsa, muhakkak imanini kemâle erdirmistir."(4)

e) Kendisi için sevdigi bir seyi din kardesi için de arzulamalidir. Çünkü Hz. Âdem'in torunlari bulunan insanlar; ya kardes çocuklari, ya amca veya hala, ya dayi veya teyze çocuklari durumundadir. Bu yakinlik, müminlerin arasinda samimi bir sevginin bulunmasini gerektirir. Bu hususu tesbit eden Peygamberimiz, "Biriniz sahsi için sevdigi seyi (din) kardesi için sevesiye kadar (kâmil) bir mümin olamaz."(5) buyurmaktadir.

Hadis-i serifteki "iman etmis olamaz" hükmü, imanin aslini degil, kemâlini uzaklastiran bir ifade olmaktadir. Hal böyle olunca, bir mü-min kendi nefsi için arzuladigi bir seyin din kardesinde de bulunmasini istiyorsa kâmil bir inanca sahip demektir.


(1) Buhârî, c. 1, sh. 9.
(2) Feyzü'l-Kadir c. 2, sh. 97.
(3) et-Tâc c. 1, sh. 24.
(4) Ebû davud, c. 4 sh. 220.
(5) et-Tâc, c. 1,sh. 22.

ihvan23

Kâmil Mümin olmanin ölçüleri
Siradan bir müslümanla olgun bir mümin arasinda, bir meyvenin hami ile ermisi kadar fark vardir. Ham ayva, nasil bogazda yutkunma zorlugu yaparsa hamervah insanlar da cemiyet içinde yadirganacak basitlikler yaparlar. Olgun bir müminin konusmasi tesirli, muhatabinin kelâmini dinlemesi feyzi artiricidir. Yüzüne baktiginiz zaman, ayna karsisinda bulunan insan misali, manevî yönünüzü temâsâ imkâni bu-lursunuz. Ruhunun penceresi mesabesindeki gözlerine baktiginiz va-kit, maveralari görür gibi olursunuz.

Insan, vicdani ile basbasa kaldigi zamanlarda, kâmil bir müslü-man seviyesinde olup olmadigini anlamak ihtiyaci duyar. Kur'ân-i Ke-rim'in sadrindan yükselen su beyân, kâmil mümin olmanin ölçülerini açik ve seçik olarak ortaya koymaktadir: "Müminler ancak onlardir ki Allah anildigi zaman yürekleri titrer, karsilarinda âyetleri okunun-ca (bu), onlarin imanini artirir, onlar ancak Rablerine dayanip gü-venirler." (1) "Müminler ancak o kimselerdir ki Allah'a ve Resûlü'ne iman ettikten sonra süpheye sapmayip Allah yolunda mallariyla, canlariyla savasirlar. Iste onlar, (imanlarinda) sadik olanlarin ta kendileridir." (2)

Bu âyet-i kerimelerle vaz olunan sasmaz ve sasirtmaz ölçüler müvâcehesinde kâmil mümini tanimaya çalisalim:

a) Allah'in adi anildigi zaman kalbi titremelidir:

Allah Teâlâ'yi seven ve bu sevgide sâdik olan kimse, O'nu çok zikreder. Rabbi'nin ismini anmak için vesile arar. Bir sahis, kendisinin yaninda Cenâb-i Hak'dan söz açsa kalbinde bir titreme ve vücudunda tatli bir ürperme olur. Gönlündeki bu hareket, letâif kandillerinin aydin-lanmasina ve ziyasinin artmasina vesile olur.

b) Huzurlarinda Kur'ân okundugunda imaninin nuru artar:
Kalp fanusu iman nuru ile ziyalanir; Kur'ân okumak ve mucibiyle amel etmek sûretiyle bu nur ziyadelesir. Devri artan bir motordan hasil olan enerji nasil verimi artirir ise, Kur'ân-i Kerim okundukça muharrik bir kuvvet olan iman da salih amelleri artirir ve güzel ahlâki gelistirir. Böyle bir mazhariyete erisen kimse, olgun ve dolgun bir mü'min olur.


c) Güven ve tevekkülü ancak Allah'a olur:
Allah'tan gayriye tevekkül eden Mevlâ'yi gücendirmis olur. "Te-vekkeltü alellah" diyen, Cenâb-i Hakk'in yardimina nail olur. Itikadi, Islâmî esaslara uygun olanin, iktisadî faaliyetleri bankaya dayali olma-malidir. Bâkî ve Hayy-ü lâyemût olan Allah, bankaya bel baglayan kimseden razi olmaz. Bir sadirda iki kalp yaratmayan Halik'imiz, bir gönülde iki ayri yere muhabbet ve baglanti istemez.

d) Allah ve Resûlü'ne imanda tereddütten siyrilmalidir: Iman bahsinde müzebzeb ve mütereddit bulunan bir kimse, inanç yönünde
kemâle ulasamaz. Zira "kem âlât" ile "kemâlât" olmaz. Sadece "inandik" demekle imanin asgarî derecesine ayak basilmis olursa da, azamî seviyesine ulasmak mümkün degildir. Bu dereceye yükselmeyi hak etmek, yakînî bir iman ile olur.

e) Mal ve canla Allah yolunda savasir:
Mal ve can, Allah'in vergisidir. Din, Cenâb-i Hakk'in koydugu bir nizam ve kurdugu bir müessesedir. "Kelime-i tevhid", en yüce inanç; Islâm dini baslara taç olsun diye gayret gösteren kimse, iyi bir hale ve imanda kemâle ulasmis olur.

f) Din kardesine hak yolu ve dogru olan hareketi gösterir:
Insanlar, yaratilista bir es ve hakikatte kardestirler. Bu sebeple onlara bilgisi ile ve düsüncesiyle isik tutmak, kâmil bir mü'minin siari ve suuru olacaktir. Tavir ve hareketleri ile onu aydinlatmaya çalisacaktir. Zira "Mümin, müminin aynasidir." (3)


g) Faydalanmayi degil, faydali olmayi kendine vazife bilecektir: Insanlarin hayirlisi, onlara en fazla faydali olandir. Bu itibarla kâmil "Bir mümin faydalidir. Ona gitsen sana faydali olur. Kendisi-ne akil danissan (sana) fikriyle menfaat verir. Sayet onunla ortak-lik yapsan sana (kazançla) faydali olur. Onun her bir isi fayda(li olmak)tan ibarettir"(4)
h) Insanlarin çektikleri izdiraplardan dolayi müteessir olmalidir: "Bas; gövdeden bir parça oldugu gibi, mümin, iman ehlinden bir cüzdür. Basta olan (bir agri) için cesed aci duydugu gibi, iman ehlinin eleminden dolayi mümin aci duyar"(5)
Olgun bir mümin, din kardesi ile yakindan ilgilenmeli ve onlarin dertlerini paylasip sevinçlerine ortak olmalidir. Halkin arasinda yasa-yip da onlarin verecegi sikintilara sabreden bir müslüman, insanlardan uzak duran kimseden hayirlidir.

__________________________________
(1) Sûre-i Enfâl, 2.
(2) Sûre-i Hucurât, 15.
(3) Feyzü'l-Kadir, c. 6, sh. 251.
(4) Feyzü'l-Kadir, c. 6, sh. 257.
(5) Feyzü'l-Kadir, c. 6, sh. 254.

ihvan23

#2
Nezih Peygamberlere imanda nazik ölçüler
Cenâbi Hak, emir ve yasaklarini halka teblig için, insanlar arasindan bazi kimseleri seçmis ve kendilerini peygamberlikle vazifelendirmistir. Bu yüce sahsiyetlere Resul ve Nebi ünvani verilmektedir. Bu kâmil insanlar; mucize ile müeyyed, meleklerle müserref, dogru sözlü, kendilerine güven duyulan, Hak'dan aldigi emirleri aynen halka teblig eden, son derece zeki ve günahtan uzaktirlar.



Peygamberlerde bulunmasi vacip olan "ismet" sifati, "Günaha kudreti varken islememektir" (1) Islâm kelamcilari, bu sifati "Allah Teâlâ'nin, kulda günah isleyecek kudreti halk etmemesidir" (2) diye tarif etmektedirler. Ehli sünnet velcemaat mezhebinin bize telkin ettigi piril piril inanç esaslarindan, hiçbir peygamberin itikadî bahislerde veya Allah'in emir ve yasaklarinda bir hükmü inkâra kalkisarak küfre sapmadigini, kesinlikle ögrenmis bulunuyoruz. Bu hususta Islâm âlimlerinin icmâl ve ittifaki vardir (3).

Ilâhî emir ve yasaklari ihmal etmekten dogan ve "büyük günah" adi verilen davranislardan birini bir peygamberin kasten islemeyecegi hususunda da ehli sünnet âlimleri fikir birligi halindedirler (4).

Peygamberler, unutarak büyük bir günahi islemeye bilfarz yönelecek olsalar Allah Teâlâ tarafindan, vahiy ve ilham yollarindan biri ile, ikaz edilirler ve o ise tesebbüs etmeden önce, ilâhî bir esirgeme olarak, o yol kendilerine kapatilir. Mücevher ile çakil tasini ayirt edecek kadar temyiz kabiliyeti bulunan bir müslümanin, peygamberlerden bir fert ile sair insanlari ayni terazide tartmasi kesinlikle caiz degildir.

Bazi peygamberlerde görülen ve "zelle" diye isimlendirilen hususlar, "yapilmamasi, islenmesinden daha münasip düsecek davranislar" diye tarif edilmektedir. Bu kabilden vaki olan bir isin, Kur'âni Kerim'de "isyan" olarak zikredilmesi, peygamberlik makaminin yüceligi ve enbiyanin piril piril vicdanlarinin en küçük bir hatayi yansitacak safiyette olmasindandir. Peygamberlerden suduru nakledilen bu kabilden bir is, "haberi âhâd" ile sabit bulunuyor ise red olunur. Tevatür derecesine ulasmis bir rivayetle sabit ise, münasip bir sekilde tevil olunur.




Peygamberimiz Hz. Muhammed'in hadisi seriflerinde gördügümüz, günde yetmis veya yüz istigfarda bulunduguna dair beyani, kendilerinden sudur eden bir günah sebebiyle degildir. Zira peygamberlerin istigfari, günah ile kendilerinin arasina manevî perde çekilmesini niyaz etmekten ibarettir. Günah islemekten masun bulunan bu yüce zâtlarin magfiret dilekleri, masumiyetinin devamini ve ilâhî rahmetin himayesinde gölgelenmeyi istemektir.

Bir kimsenin günaha tesebbüsü su sebeplerden dogabilir:
a) Hainlikten,
b) Aklının anlayıssız olmasindan,
c) Bildiği şeyleri açıklama cesaretinin olmayısından
d) Günaha alıskanligindan.

Bu saydıgimiz şeylerin peygamberlerde bulunmasınıdüşünmek, tertemiz şeriat hükümlerine, aklî ve naklî kaziyyelere aykırı düser. Enbiya toplulugunda hiyanetin en küçük bir "iz"ine tesadüf edilmedigi için, peygamberlik silsilesinin son halkasi bulunan Resûlüllah (s.a.v.)'e kendisinin en azıli düşmanlari tarafindan "elemîn" ünvani verilmistir.
Zati için özel, tâbi oldugu silsile için güzel bir ünvân olan eminlik, peygamberler arasinda hain ve bu yolda hiyanet bulunmayisi sebebiyle verilmis bulunmaktadir.

Akli selime sahip bulunanlarin hayrette kalacagi seviyede yüksek bir zekaya sahip bulunan enbiyadan bir ferde, "Bilmedigi için islemistir" diye bir günahi isnada kalkismak, iftiranin en bayagisi olur.

Bildikleri hakikatleri açiklamak, Hak'tan aldigi emirleri halka teblig ugrunda secaat, sabir ve metanet göstermek, enbiya silsilesinin ayrilmaz bir lazimidir. Bu yolda her türlü zulme ugradiklari halde bildigini
gizlememis, hatta bu ugurda canini teda etmekten bile çekinmemislerdir.

Günaha alismak degil, isyana bulasmaktan bile nefret duyan peygamberler silsilesine günah isnadi; iman nurunu söndürecek derecede vahim bir iftira olur.

Bu mevzuu müsahhas birkaç misalle vuzuha kavusturmak istiyoruz. Cenâbi Hak, peygamberlerin ilki ve insan neslinin baslangici bulunan Hz. Âdem'e söyle hitap etmisti; "Ey Âdem! Sen, zevcenle birlikte cennette yerles(in) de ikiniz de dilediginiz yerden yeyin. (Ancak) su agaca yaklasmayin. Sonra (kendilerine) yazik etmislerden olursunuz. Derken seytan, onlardan gizli birakilmis o çirkin yerlerini kendilerine açiklamak (göstermek) için ikisine de vesvese verdi ve "Rabbiniz size bu agaci, baska bir sey için degil, ancak iki melek olacaginiz, yahut (ölümden âzâde ve) ebedî kalicilardan bulunacaginiz için (yani böyle olmayasiniz diye) yasak etti" dedi. Bir de onlara: "Süphesiz ki ben sîzin iyiliginizi isteyenlerdenim" diye yemin etti. Iste bu suretle ikisini de aldatarak (o agaçtan yemeye) tenezzül ettirdi. Agaç(in meyvesin)i tattiklari anda ise, o çirkin yerleri kendilerine açihverdi ve üzerlerine cennet yapragindan üst üste yamayip örtmeye basladilar. Rableri de "Ben size bu agaci yasak etmedim mi? Seytan size apaçik bir düsmandir demedim mi?" diye nida etti (5).

Âyeti kerimenin meâlinde görüldügü üzere, seytan, Hz. Âdem'e ve Havva validemize vesvese vererek su sekilde tuzak hazirladi:
a) Rabbiniz sizi su agaçtan, ancak melek olacaginiz yahut cennette ebedî kalacaginizdan dolayi yasakladi.
b) Ben size ögüt verenlerden ve hayrinizi dileyenlerdenim. Bu agaçtan yeyin de cennette kalin.
c) Rabbiniz sizin bu agaca yaklasmanizi yasakladi, meyvesini yemekten men etmedi, diyerek cüret verdi (6).
Seytanin yaptigi fitleme karsisinda Cenâbi Hakk' in "Ey Adem!



Hiç süphesiz ki bu, senin de zevcenin de düsmanidir. Bundan dolayi sakin sizi cennetten çikarmasin o. Sonra zahmete düsersin. "(7) buyurarak uyarisini unutmuslardi. Yoksa Allah Teâlâ'nin emrine muhalefette bulunmaya azmetmis degillerdi.
Unutmaktan dolayi yapilan bir is, bizim anladigimiz mânâda isyân degil, ancak "zelle"dir. Ebû Bekir bin Fûrek, bu vak'anin Hz. Âdem'e peygamberlik gelmezden önce cereyan ettigini ifade ve "En sonra Rabbi (yine) onu (peygamber) seçti de tevbesini kabul etti, ona dogru yolu gösterdi" (8) mealindeki âyeti delil gösterdi (9).

Hz.Âdem, Allah Teâlâ'dan telakkî ettigi birkaç kelime ile "Ey Rabbimiz! Nefsimize yazik ettik, eger sen bizi yarligamaz ve esirgemezsen elbette zarara ugrayanlardan oluruz" (10) diye Cenâbi Hakk'a niyazda bulundu. Merhametine sinir çekilemeyen Rabbimiz de tevbesini kabul edip onlari sonsuz rahmetine eristirdi.

Bu hadisenin neticesinde Hz. Âdem, tevbe kapisinin fatihi oldu ve zürriyetinden gelecek kimselerden günaha bulasacak sahislara, aralanmis bulunan bu kapidan ilticada bulunmanin keyfiyetini ögretti.

Ârifi Rabbanî ve Kutbi Samedânî Abdü'lVehhâbi Sa'rânî (k.s.), "Sayet Hz. Âdem, o agacin meyvesinden yemesinin bu hayirli neticeye varacagini bilmis olsaydi agacin tamamini yerdi" (11) demistir.

Zahirde isyan diye ifade edilen bu vakia, netice itibariyla gufrana ve rahmeti Rahmân'a vesile oldu. Yüce Rabbimizin Hz. Âdem'i yeryüzüne indirmesi, onu yaratmazdan önceki bir takdiri iktizasidir. Söyle ki: Cenâb i Hak, meleklere, "Ben, yeryüzünde bir halife yaratacagim" buyurmustu. Iste Âdem (a.s.), bu rütbeye ulastirilmak için arzin üzerine indirilmis bulunuyordu. Bu itibarla onun yeryüzüne inmesi, bir azap ve iskence degil, rahmeti ilâhîye sebep teskil etmistir (12).
Hz. Âdem'den sâdir olan "zelle", Rabbimizin "Ey Âdem! Süphesiz ki bu (iblis) senin de zevcenin de düsmanidir" tenbihini bir an için unutuvermesidir. Bu da bagislanmis ve kendisine nübüvvet ihsan olunmustur.

Bir de Hz. Ibrahim'den misal vermek istiyoruz. Babil sehrinin putperest halki, batil inançlari dogrultusunda, bir yortu ve senlik hazirligi içinde bulunuyordu. Onlarin toplantisina katilmamaya kararli bulunan Hz. Ibrahim, "Ben hastayim" demisti. Halk, gelenekleri olan senligi icra için, sehrin disina çiktiklari zaman, Hz. Ibrahim onlarin tapinaklarina girdi ve elindeki balta ile putlari kirip parçaladi. Sadece en irisini birakti ve baltayi da onun boynuna asti.

Halk sehre dönüp durumu görünce Hz. Ibrahim'in etrafini sardilar ve "Bu isi tanrilarimiza sen mi yaptin?" diye sordular. Hz. Ibrahim "Belki su büyük put yapmistir bu isi! Baslarina gelen durumu onlara sorun" diyerek hakimâne ve düsünmeye sevk edici bir cevap verdi. Heyhât ki, bu kararmis dimaglarin sahipleri, hikmeti anlayacak ve hakikati kavrayacak durumda degillerdi.
Hz. Ibrahim'in "Ben hastayim" demesi, asla bir yalan olarak vasiflandirilamaz. Içlerinde yakin akrabasinin da bulundugu bu güruhun hak yolunu birakip putlara tapmalari, Hz. Ibrahim'i üzüntülere gark etmekteydi. Bu itibarla "Ben, kederimden hastayim" takdirinde bir ifade kullanmis oluyordu.

"Belki bu isi su büyük put yapmistir" demesi de kavminin anlayacaklari seviyede bir huccet getirmek içindi. Muhyiddin bin Arabî (k.s.), Hz. Ibrahim ile rûhanî ve manevî mülakatinda, Hz. Halilullah'a bu sözün hikmetini ve inceligini sormus. Ibrahim (a.s.): "Onlar, Cenâbi Hakk'in kibriya sifatinin tapmakta olduklari putlarda mevcut oldugu inancinda idiler" cevabini vermis (13).


Bir misal de Hz. Musa'dan vermek istiyoruz. Istikbalin "Kelîm"i delikanlilik çagina ulasmis bulunuyordu. Bir gün yolda giderken iki sahsin kavga ettiklerini gördü. Bunlardan biri, Firavun'un tanriligina inanmis sapkinlardandi. Digeri ise Israilogullarindandi. Misirli sahis, Israîlî olan kisiye iskence yapmakta ve dayak atmaktaydi. Bu magdur ve mazlum kimse, Hz. Musa'yi görünce kendisinden yardimci olmasini istedi. Hz. Musa, onun haline acidi ve kurtarmaya çalisirken Misirlinin gögsüne bir yumruk vurdu. Eceli gelmis olacak ki, yumrugu yiyince düstü ve öldü.

Hz. Musa, "Bu, dedi, seytanin is(ler)indendir. O, hakikat sasirtici, apaçik bir düsman. Rabbim! Ben kendime yazik ettim. Artik beni yarliga, dedi. Bunun üzerine (Allah) onu yarligadi. Çünkü O, çok yarligayici, çok esirgeyici olanin tâ kendisidir. (Musa) dedi: Rabbim! Bana în'am ettigin seyler hakki için artik suçlulara asla arka olmayacagim" (14).

Misirli Kibtî'nin ölüm hadisesi, Hz. Musa'ya peygamberlik gelmezden önceki devreye tesadüf etmektedir. Diger bir husus da Hz. Musa, o kimseyi öldürme fikrine asla meyletmemistir, Bu sebeple eline tas, sopa ve benzeri bir sey alip onunla vurmamis; magdur sahsi kurtarmak için yumrugu ile itip uzaklastirmak istemistir. Müessif neticeyi görünce de "Belâni buldun" dememis, "Bu, seytanin islerindendir" diyerek üzüntüsünü dile getirmistir.

Kendisinden sâdir olan bu "zelle"den dolayi, Hz. Musa'nin "Nefsime yazik ettim" demesi, Allah tarafindan emir sâdir olmadan bir ölüm hadisesine bulasmis olmasindan kaynaklaniyordu. Bu cihetle Allah Teâlâ'dan magfiret diledi ve ilâhî affa nail oldu, Daha sonraki bir zamanda kendisine peygamberlik verilmesi, "ulü'lazm" peygamberler arasinda yer almasi; müstakil bir seriat ve Tevrat gibi bir kitabin kendisine indirilmesi, kelimullah olarak seçilmesi gibi meziyyetler; Onun nezahetini ve günah kiri ile bir ilgisinin bulunmadigini açiga koyan ilâhî burhanlardir.

Bir örnek de peygamberimiz Hz, Muhammed (s.a.v.)'den vermek istiyoruz. Nübüvvet müessesesinin yüceliginden habersiz gafil ve cahil kimseler, Fetih Sûresi'nin 12. âyetlerinde geçmekte olan "Min zenbike" (Senin günahindan) tâbirini ve Resûli Ekrem (s.a.v.)'in "Günde yetmisten fazla istigfar ederim" hadisini hâsâ Peygamberimizin günah islemesine delil olarak göstermeye kalkismaktadirlar. Bu sakat ve yanlis iddiaya cevap vermeden önce, bahsi geçen âyetlerin mealini beraberce tetkik edelim: "Biz, hakikat sana apasikâr bir feth (u zafer yolu) açtik. (Bu), geçmis ve gelecek günahini Allah'in yarligamasi, senin üzerindeki nimetini tamamlamasi, seni (bu sayede) dogru yola iletmesi içindir" (15).

Gelelim iftiranin cevabina ve mukabil görüslerimize:

a) Yüce Allah, âyeti Kerimede Habibini fethi mübine mazhar kildigini haber veriyor ve bunun sebebinin de "geçmis ve gelecek günahini yarligamasi, Resûlü üzerindeki nimetlerini tamamlamasi ve dogru yola iletmesi" oldugunu açikliyor. Sâyet âyeti kerimede geçen "zenb" tabiri, bizim anladigimiz mânâda bir günah olsaydi, önce bu günahin affi, daha sonra fethi mübine mazhar kilindiginin bildirilmesi gerekecegi düsüncesi akli zorlamaktadir.

b) Fetih daha önce tecelli ettigine göre, Resûli Ekrem'de bizim bulastigimiz mânâda bir günah kirinin bulunmadigini, dinî ve mantikî bir hakikat olarak ortaya çikarmaktadir. Ebu Ali Rûzebârî, bahsi geçen âyetleri söyle tefsir ve tevil etmektedir: "(Habibim!) Senin bilfarz geçmis veya yeni islenmis bir günahin bulunmus olsaydi, ben, onu senin hatirin için yarligamis gitmistim" (16).

Ebû Tahir Kazvînî, "Sirâcü'lUkul" adli eserinde diyor ki: "Yüce Allah, peygamberleri, Ilmi ezelisinde nübüvvet ve risalet vermek için, istifa buyurunca onlari seytanlarin hile ve tuzaklarindan haberdar ederek ilâhî himayesine almis, gögüslerini ilâhî bir nur ile genisletip kirli seylerden temiz tutmustur (17).

Ahmed bin eiMübarek'in mürsidi Abdülaziz edDebbag (k.s.) hazretlerinin bu âyeti kerime ile ilgili ikna edici ve ilmî cevabi söyledir: "Fetih'ten murad (olunan mânâ), Allah Teâlâ'yi müsahededir. Cenabi Hakk'in ezelî ilminde mahlûkatin tamaminin Allah'a marifet peyda edemeyecegine dair bir hükmü sebkat etmis bulunuyordu. Çünkü hepsi bu marifete nail olsaydi, onlar için bir tek dâr (cennet yurdu) olurdu. Hak Teâlâ, mahlûkat için iki yurd (cennet ve cehennem) kazâ ve irade etti de rahmetine eristirdigi insanlardan gayrisini perdeledi. Allah Teâlâ onlari, fiilini ve zatini müsahadeden men etti."
Günah, ancak Rabbinden hicablanmis, masiyeti isledigi sirada gafil ve yanilgan bir kimseden (sâdir) olur. Müminler, kendilerinde (meydana) gelen islerin hakikî failinin ve dileyenin Allah olduguna her ne kadar iman ediyor olsalar da bu itikad bazen hâzir bazen de gaip olur. Bunun sebebi de (bahsi geçen) hicabtir. Onlarin itikadlari, sadece gayba iman etmeleridir. Yoksa bir müsahededen (dogmus) degildir. Allah, kimi rahmetine eristirdi ise, onlardan perdeyi ayir(ip aç)mis ve zatini müsahade lütfunu ikram etmistir. Artik onun gördügü ancak Hak'tir. (Her sey) haktan (sâdir) ve Hakk'a (râci olmakta)dir. Iste âyeti kerimede isaret olunan "fethi mübîn" budur" dedi. Ben:
"Bu ona ne zaman vakî oldu?" dedim. O:
"Küçük yastan itibaren (nasip) oldu" cevabini verdi. Devamla:
"Zirâ Peygamber (s.a.v.)'den müsahadei Rabbanî perdelenmedi. Bahsi geçen âyetteki Min zenbike'den murâd, günahin sebebidir. O sebep de gaflet ve zatinin toprakla ilgili bulunan ve asil nes'etindeki hicabin zulmetidir. Bu gaflet ve hicab, günaha nisbetle, kokmus ve kirli bir elbise mesabesindedir. Bu elbise bir kimsenin sirtinda bulundugu zaman, onun üzerine sinek konar. Elbise vücuddan çikarildigi vakit sinek(ler) de ayrilirlar. Iste (kokmus elbise), hicabi; sinek de günahi andirmaktadir. Kim bu (kokmus libas)a "sinek" adi verse, bu isimlendirme kolay (ve müsait bir benzer) olur.

Iste bunun gibi, burada "zenb"den murâd olan da hicabtir. Bunun "geçmis ve gelecek" tâbirinden murad olunani ise, o perdenin tamamen ayrilmasindan kinayedir. Sanki Cenâbi Hak söyle buyurmus olmaktadir: "(Habibim!) Biz, senden hicabi tamamen ayiralim; bizden sana (ihsan olunacak) nimeti, tamamlayalim; hidayet ve yardima eristirelim diye sana fethi mübini (müsâhedei Hakk'i) nasib ettik". Su muhakkak ki hicabin ayrilmasi, nimetin üstünde bir nimet, (ilâhî) marifetlerin fevkinda bir hidayet, kendinde bu hal bulunan kimsenin (eristigi) nusretten daha fazla yardim yoktur" dedi. Ben:
"Bu, yalniz Peygamber'(imiz)e mi mahsustur?" dedim. O:
"Evet" cevabini verdi (18).

Peygamberimizin istigfarina gelince, büyüklerin magfiret dileklerinde bizim anladigimiz mânâdan baska birçok incelik bulunmaktadir. Evet, Cenâbi Hak, kitâbi ilâhîsinde, çok tevbe edenleri sevdigini haber vermistir. Peygamberlerin tevbe ve inâbe yollari ile Allah Teâlâ'ya ilticalari, O'nun muhabbetini kazanmak için vâkî olmustur.

Her günahkâr müminin istigfar ve tevbe etmesi akla gelir. Fakat her istigfarda bulunan ve tevbe eden kimsenin günahkâr olmasi gerekmez. Arada mantikî ve ince bir fark vardir. Resûlullah (s.a.v.)'in istigfar ve tevbeye çok devam etmesi; "Allah Teâlâ'nin kemâli rubûbiyetine lâyik olacak sekilde ibadet etmekten âcizim" mânâsinda bir tevazuu.


___________________________
(1) Seyyid Serif Cürcanî, Tarifat, sh. 100.
(2) Mevâkif serhi; sh. 575.
(3) Aliyyü'lKârî, Fikhi Ekber Serhi, sh. 106
(4) Sa'düddin Teftâzanî, Akaid Serhi, sh. 170.
(5) Sûrei Ârâf, 1922.
(6) elYevâkît ve'lCevâhir, c. 2, sh. 8.
(7) Sûrei Tâhâ, 117.
(8) Sûrei Tâhâ, 122.
(9) Aliyyü'lKârî, Sifa Serhi, c. 2, sh. 292.
(10) Sûrei Ârâf, 23.
(11) eiYevâkît ve'lCevahir fî akâidi'lekâbir, c. 2, sh. 8.
(12) elYevâkît veflCevahir fî akâidi'lekâbir, c. 2, sh. 4.
(13) elYevâkît ve'lCevahir fî akâidi'lekâbir, c. 2, sh. 12
(14) Sûrei Kasas, 1517.
(15) Sûrei Feth, 12.
(16) Tefsiri Kurtubî, c. 16, sh. 263.
(17) elYevâkitve'lCevahir fî akâidi'lekâbir, c. 2, sh. 3.
(18) elIbrîz, sh. 154155.


ihvan23

Harikalari tesbit ve tefrikte ölçü
Harika, âdet kabilinden olan islere uymayan ve onlarin zuhura gelmesindeki kanunlarin disinda cereyan eden hadiselere denilmektedir. Bu fevkalâdeligi sebebiyle, harikalar ayri bir tasnife tabi tutulmus ve degisik isimler verilmistir.

Harikalar, kendilerinde zuhura gelen sahislar yönünden bir tasnife tabi tutulacak olursa söyle siralandirilabilir:
a) Peygamberlerde zuhura gelen harikalar.
b) Müminlerde görülen harikalar,
c) Kâfirlerde zuhur eden harikalar.

Peygamberlerde müsahede edilen harikulâde isler, nübüvvet vazifesi gelmezden önce zuhur etmis ise irhas; peygamberlik ile mükellef olduktan sonra zuhura gelmis ise mucize adini alir.

Mucize, "Peygamberlik iddiasinda bulunan bir kimseyi, davasinda dogru çikarmak için Allah'in o kimsede (yaratip) açiga koydugu bir istir" seklinde tarif edilmektedir. Bu tarifin içinde yer alan "Peygamberlik iddiasinda bulunan" ifadesi ile keramet ve meûnet tarifin disinda kalmis olmaktadir. "Davasinda onu dogru çikarmak için" tabiriyle de ihanet bu tarifin disinda kalmistir.

Bu tarif, üzerinde ince düsünüldügü zaman, mucizenin Allah'in yaratmasi ile meydana geldigi ve peygamberin kendi isi olmadigi anlasilmaktadir.

Müminde zuhur eden harikalar da iki kisma ayrilir. Söyle ki:

Ibadetlere devam edip haramlardan sakinan, içini masivadan tathir edip zikrullah ve marifetullah ile tenvir eden; yeme, içme ve uyuma gibi fitrî ihtiyaçlari asgarî hadde indiren ve süpheli lokmadan uzak duran; mekteb-i nür-i nübüvvetten mezun ve ehl-i sünnet yolunda irsada memur bir mürsidin sohbet ve terbiyesi ile tefeyyüz eden kesif ehlinde görülen harikalar keramet adini almaktadir.

Müminde zuhur etmekle beraber, izah edilen sartlara dayanmaksizin, darda kalan herhangi bir müminde zuhur eden harikaya maunet adi verilmektedir.

Veliyyullahta görülen keramet haktir ve sabittir. Keramet, dinimizin ulvî mahiyetinin ve Peygamber Efendimiz'e ümmet olmanin bir semeresidir. Velinin iradesi ve Cenâb-i Hakk'in yaratmasi ile tahakkuk safhasina çikmaktadir. Maunette kulun iradesinin dahl-ü tesiri olmaksizin, Allah'in inayet ve siyâneti tecelli ederek o harika meydana gelmektedir.

Kâfirde zuhur eden harikalar da iki kisma ayrilmaktadir. Iman sahibi olmayan bir kimsenin iddiasina uygun biçimde zuhura gelmis ise istidrac; iddiasina ters olarak zuhur etmis ise ihanet adini alir.

Islâm dini ile ilgisi ve imandan nasibi olmayan kimselerde görülecek harikalar, o kimsenin kemâline delil olarak kabul edilemez. Böyle bir sahis havada uçsa, denizde yürüyüp de suya batmasa, atese giripde yanmasa, onun velâyetine ve kerametine delil olarak gösterilemez. Bu gibi halleri, kuslarda ve baliklarda müsahede etmek mümkün olmakta; seytan da atese girip yanmamaktadir. Bu hususta sasmayan ve sasirtmayan ölçü, "Kalbte iman ve marifetullah nurlarinin yesermesidir".
Bir hind fakirinde görülecek istidrac ile bir veliyyullahin kerametini kanstirmamalidir, Harikanin fevkalâdeligine bakmakla yetinmemeli ve kimde müsahade olunduguna dikkat etmelidir.

Imandan nasibi olmayan bir kimsede davasina aykiri olarak zuhur eden ihaneti birkaç misalle netlestirmek ve perçinlemek isteriz. Müseylimetü'l-Kezzab, peygamberlik iddiasiyla ortaya çiktigi zaman, halki basina toplamis ve kendilerine mucize gösterecegini söyleyerek elindeki bir oku etrafindakilere gösterip "Bu oku su kuyunun içine atacagim. Kuyunun içindeki su, agzindan tasmaya baslayacak" demis ve elindeki oku atmisti. Fakat, dediginin tam aksi bir harika vuku bulmus ve kuyunun içindeki su da kaybolmustu.

Bu sahtekâr, düstügü güç ve gülünç durumdan kurtulmak için, halkin arasinda bulunan bir gözü kör sahsi yanina çagirarak, "Bu kimsenin görmeyen gözüne tükrügümden sürecegim. Gözü derhal açilip görmeye baslayacak" demis ve dedigini yapmis. Lâkin dediginin aksi bir harika zuhura gelmis, adamin kör gözü açilmak söyle dursun, saglam gözü de kör olmus.

Hind fakirlerinde ve bazi sahne gösterileri yapan sahislarda görülen ve harikamsi isleri andiran seyler ya sihirdir veya "sâbeze" adini alan el çabuklugudur. Manyetizma, hipnotizma, fakirizma diye isimlendirilen seyler hep bu kabilden olan ve sahibine manevî bir deger kazandirmayan islerdir.

ihvan23

Melekleri bulunduklari yerler ve gördükleri islerle tanima ölçüleri
Melekler; "Nurdan yaratilmis, muhtelif sekillere girebilen latif ci-simlerdir" diye tarif olunmaktadir. Bu tarifte görülen "cism-i latif" kaydi, onlarin gözle görülmesinin zorlugunu; "muhtelif sekillere giren" tabiri de peygamberlerle ve diger insanlarla olan mükâleme ve münasebetlerini kolaylastirmak için takip ettikleri bir yol oldugunu hatirlatmaktadir.
Melekler, gerek gördükleri isler ve bulunduklari makamlar, gerek-se sair vesilelerle Kur'ân-i Kerim'in sekseni askin yerinde anilmakta-dirlar. Ana rahminden Arsü'r-Rahmân'a kadar onlarin bulunduklari yer-leri ve gördükleri isleri izaha çalisacagiz.

MUKARREBUN:

Akil sahibi bulunan meleklerin en basta gelen mükellefiyetleri, Al-lah'a ibadet etmeleridir. Kendilerine "Mukarrebun" adi verilen birtakim melekler, durmadan Cenâb-i Hakk'a ibadetle mesguldürler. Süleyman çelebi'nin mevlidinde dile getirdigi sekilde;

Kimi kiyamda kimi kilmis rükû, Kimi Hakk'a secde kilmis bahusû, Kimisini ask-i Hak almis dürür, Vâlih-ü hayrân-ü mest kalmis dürür. o "Melekler Rablerine hamd ile tesbih ediyorlar. Yerdeki kimse-lerin yarliganmalarini istiyorlar" (1). Bir hadis-i serifte "Ben, sizin görmediginizi görmekte ve sizin isitmediginizi duymaktayim. Semâ gicirdamakta ve gicirdamasinda da hakli bulunmaktadir, Gökte dört parmaklik bir yer yoktur ki, bir melek oraya alnini ko-yup Allah Teâlâ için secde etmis olmasin" (2) buyurulmaktadir.

RUSUL-I MELÂIKE:

Meleklerin arasinda peygamberlikle vazifelendirilmis olanlari, isim-leri ve gördükleri isler ile açiklamak yerinde olacaktir:


a) Cebrail aleyhisselâm:

Ibranice bir isim olan "Cebrail", bahsi geçen dilde "Abdullah" mânâsinda kullanilmaktadir. Hz. Cebrail'in baslica vazifesi, Allah ile peygamberler arasinda elçilik yapmaktir. Bu risalet, semavî kitaplarin gönderilmesi olabilecegi gibi, Cenâb-i Hakk'in diger emirlerini teblig de olabilir. Bu hususun belgesini teskil eden bir âyet-i kerimede söyle bu-yurulmaktadir:
"Süphesiz, muhakkak o (Kur'ân), çok serefli bir elçi-nin (getirdigi) kelâmdir. (Bir elçi ki), çetin bir kudrete mâliktir. Ars'in sahibi (olan Allah) katinda çok itibarlidir. Orada kendisine itaat olunandir, bir emîndir"(3).

Diger bir âyeti kerimede "O (Kur'ân), muhakkak ve muhakkak âlemlerin Rabbi (canibinden) indirilmedir. Onu Rûhul-emîn, inzar edicilerden olasin diye, senin kalbine mânâsi açik Arapça bir dil ile indirmistir" (4).

Cebrail (a.s.)'a yüklenen mükellefiyetler, sadece risalet de degildir. Harbler, zelzeleler, hasifler (bir memleketin yere batmasi), yildirimlarin çakmasi ve yakmasi gibi isler de onun hizmetleri cümlesindendir.

b) Mikail aleyhisselâm:
Mikâil, Ibranice'de "Ubeydullah" mânâsina gelmektedir(5). Hz. Mikâil, yagmurlarin yagmasi, rüzgârlarin esmesi gibi hizmetleri yürüt-mekle vazifelidir. Ilim adamlarinin "Siklon alandan anti siklon alana dogru hava akimi" diyerek açiklamaya çalistiklari rüzgâr, bereket tim-sali yagmurlar, Mikâil (a.s.)'in ve emrindeki meleklerin vazifesi olmak-tadir. Bu esintiler, bazan kasirga ve tayfuna; bu yagmur, bâzan tufana dönüsmekte ve suçlularin te'dibine sebep olmaktadir.

c) Azrail aleyhisselâm:
Cenâb-i Hak, yaratmis oldugu canlilar için bir ömür takdir etmis ve eceli gelen mahlukâtin ruhunu almaya Hz. Azrail'i vazifelendirmis bu-lunmaktadir. Bu isim, Ibranî dilinde "Abdülcebbar" mânâsina tekabül etmektedir. Hz. Azrail, Kur'ân-i Kerim'de "Melekü'l-Mevt" olarak zikredilmis bulunmaktadir. Bir âyet-i kerimede bu muhterem melekten ve mükellefiyetinden bahsolunurken söyle buyurulmaktadir: "De ki: Sîze müvekkel olan ölüm melegi, caninizi alacak. (Ondan) sonra da Rabbinize döndürül(üp götürül)eceksiniz" (6).

d) Israfil aleyhisselâm:
Hz. Israfil, meleklerin reislerinden olup, hasyet-i ilâhîye müstagrak bulundugundan, gözlerini semaya kaldirip bakamaz. Bu isim, Ibranî li-saninda Abdürrahman mânâsina gelmektedir (7).

Israfil (a.s.), kiyametin kopmasi zamaninda Sûr'u üflemekle vazi-felidir. Bu hususla ilgili bir âyet-i kerimede söyle buyurulmaktadir: "(Bi-rinci) Sûr'a üfürülmüs (üfürülecek), artik Allah'in diledikleri müs-tesna olmak üzere göklerde kim var, yerde kim varsa hepsi düsüp ölmüstür. Sonra ona bir daha üfürecektir. O anda görürsün ki (ölüler dirilip) ayakta bakinip duruyorlar" (8).

HAMELE-I ARS:

En büyük cisim bulunan Ars'i yüklenmis ve onunla ilgili vazifeleri ifâ eden güçlü meleklere bu isim verilmektedir. Kur'ân-i Kerim'in yirmi-alti yerinde zikredilmekte olan "el-Ars"; dört yerde "azîm", bir ma-halde de "kerim" diye sifatlanmaktadir.

Ars-i âzam, cihet itibariyla Firdevs cennetinin üst kisminda bulun-maktadir (9). Ars'i yüklenen ve bir de onu kusatan melekler bulunmak-tadir. Bu husus, bir âyet-i kerimede söyle açiklanmaktadir: "Melek(ler) ise onun bucaklarindadir. O gün Rabbinin Ars'ini (bucaklardakilerin) üstlerinde bulunan sekiz (melek) yüklenir"(1O).

Kiyamet günü Ars'i yüklenen meleklerin sekiz kisi oldugu nas ile sabit bulunmaktadir. Acaba bu sayi bu gün de ayni midir? Bu hususta degisik rivayetler bulunmaktadir. Ibni Cerir'in isnadi ile merfû olarak Ib-ni Zeyd'den rivayet ettigi bir hadis-i serifte, "Bugün arsi dört (melek) yüklenmistir. Kiyamet gününde ise sekiz (melege yüksele-cek)tir"(11).

Bu sekiz melekten dördü, "Sübhanekellâhümme ve bîhamdike alâ hilmike bâ'de ilmik" (12) derler. Diger dördü de "Sübhanekellâ-hümme ve bihamdike alâ afvike ba'de kudretik" (13) diye mukabele ederler.

Arsin etrafim kusatan melekler ise Cenâb-i Hakk'i tesbih ve hamd ile mesgul bulunmaktadirlar (14). Arsi yüklenen ve onun etrafinda bu-lunan meleklerin mükellefiyetlerinden bazisi, bir âyet-i kerimede söyle açiklanmaktadir:

"Arsi yüklenen ve bir de onun etrafinda bulunan (melekler) Rablerini hamd ile (tenzih ile) tesbih ederler. Ona iman ederler. Müminlerin de yarliganmasini (söylece) isterler: Ey Rabbimiz! Se-nin rahmetin ve ilmin her seyi kusatmistir. O halde tevbe edenleri, senin yoluna uyup gidenleri yarliga, onlari cehennem azabindan koru. Ey Rabbimiz! Onlari da onlarin atalarindan, zevcelerinden, nesillerinden sâlih olanlari da -kendilerine vaad ettigin- Adn cen-netlerine sok. Yegane galip, hüküm ve hikmet sahibi olan süphe-siz ki sensin sen. Bir de onlari (bu dünyada) her türlü fenaliklar-dan koru. Sen kimi kötülüklerden korursan o gün muhakkak ki, onu rahmetine (mazhar) etmissindir. Bu, en büyük necat ve saa-detin ta kendisidir" (15).

Ars'i kusatan meleklerin yetmisbin saf oldugu, tekbir ve tehlil oku-yarak Ars'i tavaf ettikleri, onlarin arkasinda ayakta duran ve yüksek sesle tekbir getiren daha yetmis bin saf melegin bulundugu nakledil-mektedir (16).

KIRÂMEN KÂTIBIN:

Insanlarin yaptiklari isleri tesbit edip, "amel defteri" adi verilen ve hayatimizin her anini, islerimizin her yönünü bahsi geçen defterlere yazan meleklere bu isim verilmektedir. Bu serefli yazicilar; hayat mu-hasebemizin defter-i kebîrini getirip, "(Al) oku kitabini, bu gün sana karsi bir hesap görücü olmak bakimindan nefsin yeter" (17) derler.

Bu mükellefiyeti tesbit edip gözlerimizin önüne seren bir âyet-i ke-rimede söyle buyurulmaktadir: "Onlarin yaninda bizim elçilerimiz var. (Islediklerini) yaziyorlar" (18). "Hatirla ki (insanin hem sagin-da, hem solunda oturan, onun amellerini tesbit etmekte olan iki de (melek) vardir. O, bir söz atmayadursun mutlak yaninda hazir bir gözcü vardir" (19).


HAFAZA MELEKLERI:

Bu isimle anilan melekler, insanlari seytanlarin zararindan koru-maya çalismaktadirlar. Bunlar, gerek seytanlarin serrinden gerekse di-ger tehlikelerden insanlari muhafaza ederler. Meger ki basa gelecek bir hadise, o kimse için takdir edilmis olsun. Bu takdirde melegin onu önlemeye gücü yetmez.

Insan, göz açip kapayasiya kadar, kendi basina birakilmis olsaydi seytanlar onlari kapisiverirlerdi. Zira ervah-i habîse, sinegin pekmeze saldirdigi gibi insanlara tecavüze yeltenmektedir. Bu hususa isik tutan bir âyet-i kerimede söyle buyurulmaktadir: "Onun (ve her insanin) önünde, arkasinda kendisini Allah'in emri ile gözetleyecek takipçi (melek)ler vardir" (20).


ANA RAHMINDE VAZIFELI MELEK:

Ana rahminde vazifeli kilinmis melek, yüce Hâlikimizin emriyle, döl yataginda tesekkül eden ceninin gelismesiyle ilgili hizmetleri ifa eder. Rahme intikal eden nutfe, kirkar günlük istihale ile önce kan pih-tisina, sonra ete dönüsür. Bu sirada melek, ceninin vücud yapisini in-sa ve seklini tersim eder. Göz, kulak, deri, et ve kemik gibi vücud yapi-sini tahkim eder. Daha sonra Cenâb-i Hakk'in takdirine uyarak çocu-gun cinsiyetini, yasama müddetini, rizkini ve diger hususlari tesbit eder. Hamlin müddeti yüzyirmi günü buldugunda çocuga can verilir. Vazifesi tamam olan melek de rahm-i mâderden ayrilir.


ZEBANILER:

Cehennemde vazifeli bulunan ondokuz tane melek, zebâni ismi ile anilmaktadir. Bu isim, Alak Sûresi'nin 18. âyet-i kerimesinde zikredil-mektedir. Bahsi geçen melekler, yaratilis itibariyla, büyük cüsseli ve yakalayip sevk etmekte meleklerin en siddetlisidir. Bu hususu açikla-yan bir âyet-i celilede söyle buyurulmaktadir: "Ey iman edenler! Ge-rek kendinizi gerek ehlinizi öyle bir atesten koruyun ki onun yaka-cagi insanla tastir. (O atesin) üzerinde iri gövdeli, sert tabiatli me-lekler vardir" (21). "Biz, o atesin bekçi(lik)ierine meleklerden bas-kasini memur etmedik..." (22).


MÜNKER VE NEKIR:


Fani hayati tamam olan ve kabir istasyonundan ahiret âlemine yolcu edilen cenazeyi sorguya tabi tutan iki sinif melege bu isim veril-mektedir. Berzah alemine giren kimsenin yolu ya bu meleklere ugrar veya onlar bu kimsenin yanina gelirler. Vefat eden o kisiye ruhu geri verilerek Rabbinden, dininden ve peygamberinin kim oldugundan sor-guya çekerler.

Bu melekler; siyah renkli, gök yüzlü, heybetli bir vaziyette onun yanina gelirler. Meleklerin bu sekilde gelisi, ölen kimsenin itikadinin bozuklugu ve amelinin çirkinligi sebebiyledir (23).

Bu melekler, müminlere güzel bir sima ile gelirler ve "Biz, dünya hayatinda da ahirette de sizin dostlariniziz" (24) diyerek teselli ifade-siyle sorusturma vazifesini yapacaklardir.

Imam Vekî ve Ibni Zeyd, meleklerin bu müjdesinin üç yerde; ölümü sirasinda, kabirde ve tekrar dirildigi zaman vâki olacagini ifade etmektedirler (25).

Ebû Hüreyre (r.a.)'nin bu hususla ilgili olarak rivayet ettigi bir ha-dis-i serifi buraya aktarmayi faydali bulmaktayiz: "Ölü, kabre gömül-dügü zaman, (arkadaslarinin geriye döndügü sirada onlarin ayak seslerini isitir). Birine münker, digerine nekir denilen, kara yüz-lü ve gök gözlü iki melek gelip (kendisini oturturlar ve) söyle so-rarlar:

- "Siz bu (Muhammed denilen) zât hakkinda ne dersiniz?"
Eger o kimse mü'min ise:
- "O, Allah'in kulu ve peygamberidir. Sehadet ederim kî, Al-
lah'tan baska hiçbir ilâh yoktur. Sehadet ederim ki, Muhammed
(s.a.v.) muhakkak O'nun peygamberidir" cevabini verir. Melekler
de:
- "Biz de (dünyada) böyle ikrar ettigini biliyorduk" derler, Sonra o ölünün kabri, enine ve boyuna yetmiser zirâ genisletilir ve içi aydinlatilir. Sonra ona:
- "Uyu" denilir. Bunun üzerine o kimse:
- "Âilem(in efradinin bulunduklari yer)e döneyim de (su se-
vindirici hâlimi) onlara haber vereyim" der. Melekler, söyle söyler-
ler:
- "Sâyet sen mümin olmasaydin, ates içindeki yerinin neresi olacagina bir baksana! Fakat Allah oradaki yerini su makamla degistirdi. Her ikisini bir arada görüp sevinci artar" (26). "Gelin uykusu gibi uyu" denilir.

O, tekrar diriltilecegi vakte kadar bu hâl(in sevinci için) de ka-lir. Eger ölü, bir münafik (ve kâfir) ise cevabinda der ki:
- "Insanlardan isitirdim, ona Allah'in peygamberi derlerdi de ben de öyle derdim. Hakikatte o bir peygamber midir, degil midir bilmiyorum." Bunun üzerine melekler:
- "(Bilmez olaydin, söylemez olaydin)! Biz de öyle söyledigini biliyorduk" derler. (Demirden bir çekiçle öyle bir vururlar ki, insan ve cinden baskasi feryadini hep isitir).

Topraga hitaben, "Onu olanca siddetinle sik" denilir. Toprak onu öylesine sikar ki yan kemikleri birbirine geçer ve artik o, bâs (-ü ba'de'l-mevt) vaktine kadar bu halden kurtulamaz" (27).

Melekler, sorgulari sirasinda, Peygamber (s.a.v.)'den sual açar-ken saygi ifade eden bir cümle kullanmadan "Bu zat hakkinda ne dersin?" seklinde sormalari, imanda sâdik olanla olmayani, münkir ile mü'mini ayirt etmek için kullandiklari bir imtihan seklidir. Yoksa Pey-gamber (s.a.v.)'e saygida kusur ettiklerinden degildir (28).

_____________________
(1) Sûre-iSûrâ, 5.
(2) Müsned-i Ahmed bin Hanbel, c. 5, sn. 173.
(3) Sûre-i Tekvîr, 19-21.
(4) Sûre-i Suarâ, 192-195.
(5) Tefsir-i Kurtubî, c. 2, sh. 38.
(6) Sûre~i Secde, 11.
(7) Tefsir-i Kurtubi ,c.2,sh.\.39.
(8) Sûre-i Zümer, 68.
(9) Ibni Mâce, c. 2, sh. 1448.
(10) Sûre-i Hâkka, 17.
(11) ei-Iman bi'l-Melâlike, sh. 96.
(12) Bu tesbihatin mânâsi: "Ya Aliah! Ilminden sonra hilmin üzerine seni tenzih ve hamdinle tesbih ederim."
(13) Bu tesbihin mânâsi: "Ya Allah! Kudretinden sonra afvin üzerine seni tenzih ve hamdin ile tesbih ederim."
(14) Bakiniz: Sûre-i Zümer, 75.
(15) Sûre-i Mü'min, 7-9.
(16) Tefsir-i Kurtubî, c. 15, sh. 294.
(17) Sûre-i Isrâ, 14.
(18) Sûre-i Zuhruf, 80.
(19) Sûre-i Kaf, 17-18.
(20) Sûre-i Ra'd, 11.
(21) Sûre-i Tahrim, 6.
(22) Sûre-i Müddessir, 31.
(23) el-Yevâkît ve'l-Cevahir fî Akaidi'l-ekâbir, c. 2, sh. 125.
(24)Sûre-i Fussiletî, 31.
(25) Tefsir-i Kurtubî, c. 15, sh. 359.
(26) Hadis-i serifin meâlinde parantez arasinda gösterilen ifadeler, Buhârî ve Müslim'in Enes (r.a.)'den rivayet ettikleri hadisten iktibas olunmustur.
(27) Tuhfetü'l-Ahvezî, c. 4, sh. 181-183.
(28) el-Yevâkît ve'l-Cevahir fî Akaidi'l-ekâbir, c. 2, sh. 125.

ihvan23

Cinlerin birbirleri ile ve insanlarla evlenmelerinde ölçü
Cinlerin erkegi de disisi de vardir. Aralarinda evlilik de cereyan et-mekte ve zürriyet sahibi olmaktadirlar. Bir âyet-i kerimede "... Simdi siz beni birakip da onu ve onun neslini, hepsi sizin düsmaniniz oldugu halde, dostlar edinir misiniz? Zalimler için ne kötü tram-padir bu!" (1). Onlarin zürriyeti aile ve çocuktur. Latif olmalari, üreme-lerine engel degildir. Latif olarak evlenirler ve latif olarak dogarlar (2).

Imam Sa'rânî (k.s.), onlarin evliligini "sakin bir havada tugla ocak-larinin bacalarindan çikan dumanlarin birbirine karismasi tarzinda" vâkî oldugunu, bu suretle ilkah ve hamlin meydana geldigini ifade et-mektedir (3).

Bazi kimselerin cinlerle evli olduguna dair rivayetler dolasmaktadir. Bunlarin dogruluk dereceleri ile böyle bir evliligin dinen dogrulanip dogrulanamiyacagi münakasa mevzuu olmaktadir. Acaba bu söylenti-ler dogru olabilir mi? Islâm hukukunun evlilikle ilgili hükümleri müvace-hesinde bir evliligin mesru sayilmasi için su hususlarin bulunmasi lâzimdir:

a) Evlenecek kimselerin karsilikli olarak anlasip razi olmalari ge-rekmektedir.
b) Birinin aldim, birinin de vardim diyerek icap ve kabulde bulunmalari lâzimdir.
c) Sahidlerin huzuru ve mehrin tesbiti gerekmektedir.

Bu sartlar dikkate alindigi zaman, cin ile insan arasinda evlilik ce-reyan etmez (4). Halk arasinda dolasan rivayetler, rizaya ve nikah ak-dine dayali evlilik olmayip, bir tarafin digerine tasallut ve tecavüzü ma-hiyetinde olmaktadir. Tecâvüzün ve cinsî yakinligin vaki oldugunun kabulü, aralarinda evliligin mesru oldugunu kabule delil olamaz. Böyle bir hal karsisinda, bir kadinin fuhustan peydahladigi veled-i zinayi, "cinle evlilik" yalanma baglayarak suçtan siyrilmak isteyecegi vârid-i hâtir olmaktadir.

Ikinci bir nokta, nikahi gerektiren hususlarin basinda kadin ile er-kegin arasinda ülfet ve sevgi gelir. Halbuki insanlarla cinler arasinda mahiyet ayriligindan dogan hususlar ile, gidalandiklari maddelerde bü-yük farklar bulunmaktadir. Söyle ki: Cinler, kemikle; insan, malum olan yiyeceklerle hayatini devam ettirmektedir. Bu ayrilik ve farkliliklar; sevginin dogmasina, evliligin tesisine ve devamina mani teskil etmektedir(5).

_______________________
(1)Sûre-i Kehf, 50.
(2) Âkâmü'l-Mercân fî ahkâmi'l-cân, sh. 27.
(3) el-Yevâkît ve'l-Cevahir fî Akaidi'l-ekâbir, c. 1, sh. 123.
(4) Ibni Âbidin, c. 1,sh. 149.
(5) Hulâsatü'i-Beyân, c. 15, sh. 230.

ihvan23

Seytanin hilesini teshiste ölçü
Çivgin bir alevden yaratilmis bulunan seytan, düsmanligina hedef olarak Âdemogullarmi seçmistir. Insanlari dünyada mahçup, ahirette mahzun etmek için her yola basvurmakta, günahlari süsleyip cazip ha-le getirmekte, sonu cinayet ve rezalete varan isleri yaptirmaya gayret sarfetmektedir. Sonsuz rahmetin sahibi bulunan Rabbimiz, seytanin tuzaklarina düsmememiz için, Rabbanî ölçüler koymustur. Tedbir ve çare mahiyetindeki bu ölçüler sunlardir:

a) Seytanin islaha müsait bulunmayan bir düsman oldugunu bil mektir. Onun insanlara karsi açtigi harbin sulhu yoktur. Seytanin bu yoldan dönecegini ummak, Kur'ân-i Kerim'in beyanlarini iyi anlamamak olur. Onunla olan cihad, kiyamete kadar devam edecektir. Bu hu susta bizleri uyaran Hâlik'imiz, "Seytan sizin düsmaninizdir. Onun için siz de onu düsman tutunuz"(1) buyurmaktadir.

b) Sarsilmaz bir imana sahip olmak, seytanin kurdugu tuzaklari görmeyi kolaylastirir. Seytan, bulanik su avcisi gibidir. Müslümanin kalbini karartip, dimagini bulandirma yoluna gider. Ruh ve fikir yapisi karanliklar içinde kalinca insan saskinlasir. Iblis, bu vasattan faydalanarak, o sahsi Islâmî yoldan saptirmak ister. Iman nuru, bu hileleri sezmeyi kolaylastirir. Cenâb-i Hak bu hikmete isik tutan bir âyet-i kerimede söyle buyurmaktadir: "Biz, seytanlari iman etmeyecek kimselerin velileri yaptik" (2).

c) "Eûzü billâhi mine's-seytâni'r-racîm" zirhini giymek, onun vesveselerini tesirsiz hale getirir. Zira "istiâze", seytanin fitnesine karsi, bir "settir. Allah (c.c.), bu hususta bizleri uyarmakta ve "Eger seytandan bir fit (gelip) seni dürterse hemen Allah'a sigin. Çünkü O, hakkiyla isitici, tam mânâsiyla bilicidir" (3) buyurmaktadir.

d) Genis ve derinligine bir din bilgisine sahip olmak, seytanin hilesini sezmeyi kolaylastirir.

e) Kulluk vazifelerimizde ihlasa sahip olmak, seytanin gizli tuzaklarini açiga çikarir. Ihlas, röntgen sualari gibidir. Sahislarin içini ve islerin mahiyetlerini kesfetme imkâni verir.

f) Allah Teâlâ'yi çok zikretmek, seytanin bize yaklasmasini önler. Iblis, yarasa tabiatlidir. O, nurdan hoslanmaz. O, her zaman ve her yerde, kararmis kalp ve dimag sahiplerini arar. Agzi zikir ve Kur'ân ile, kalbi iman ve iz'an ile, fikri ilim ve irfan ile münevver kimselerin yanina yaklasamaz. "Kim O çok esirgeyici (Allah)'in zikrinden göz yumar-sa biz ona seytani musallat ederiz. Artik bu, onun (ayrilmaz) bir arkadasidir" (4).

Gavs-i âzam Abdülkadir Geylanî (k.s.) yolda gitmekteyken hava-dan bir ses isitti. Basini kaldirip baktigi zaman, göz kamastirici bir zi-yanin içinden su ses yükseliyordu: Ey Abdülkadir! Ben, senin yaptigin ibadetlerden razi oldum ve senin üzerindeki kulluk yükünü kaldirdim". Yukarida dile getirdigimiz ölçüler ile bihakkin mücehhez bulunan o bü-yük veli: "Benim Rabbim cihetten münezzehtir. Sen bana belirli bir yönde görünüyorsun. Benim Rabbim nûrun Hâlik'idir, fakat nûr degil-dir. Sen bana isik olarak gözüküyorsun. Benim Rabbim, kelâm-i nefsî ile hitap eder. Sen bana kelâm-i lafzî ile konusuyorsun. Benim Rabbim ibadete devamdan razi olur. Sen bana ibadet vazifesini kaldirdigini söylüyorsun. Sen, Allah'in rahmetinden kovulmus bulunan seytansin" deyince, hilesi açiga çikan iblis, yere serildi ve perisan bir halde ora-dan uzaklasti.

______________
(1) Sûre-i Fâtir, 6.
(2) Sûre-i A'râf, 27.
(3) Sûre-i A'râf, 200.
(4) Sûre-i Zuhruf, 36.

ihvan23


Resûlullah (s.a.v.)'in ehl-i beytini tanimakta ve sevmekte ölçü
Peygamber (s.a.v.)'in Ehl-i Beyt'ine muhabbetin lüzum ve faydala-rini izaha baslamadan önce, bu serefe erismis bulunan bahtiyarlarin kimler oldugunu açiklamaya çalisalim. Bu hususta birbirinden farkli görüsler vardir. Söyle ki:

a) Ehl-i Beyt, Peygamber (s.a.v.)'in zevceleridir:

Bu görüsün sahipleri "... Ey ehl-i beyt, Allah sizden ancak kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak ister" (1) âyetinden önceki ve bir sonraki âyet-i kerimelerde Peygamber (s.a.v.)'in zevcelerine hitap edil-mesini dikkate alarak, "Ehli Beyt'ten maksat, ancak zevcât-i tâhirât'tir" demislerdir. Ashabtan Abdullah bin Abbas (r.anhüma) ile, tabiînden Ikrime'nin görüsü budur (2).

b) Ehl-i Beyt'ten murad âl-i abâdir:

Âl-i Abâ; Peygamberimiz Hz. Muhammed, Hz. Ali, Hz. Fatima, Hz. Hasan ve Hz, Hüseyin'dir. Ashab-i kiramdan Ebû Said (r.a.) ile tabiînden Mücahid ve Katade gibi ilim erbabinin görüsleri, Ehl-i Beyt ile sadece Âl-i abâ'nin kast olundugudur.

c) Ehl-i Beyt'ten maksat Hâsim ogullaridir:
Ehl-i Beyt denilince bütün soy kast olunur. Bu görüsün sahiplerine göre, kendilerine sadaka almak haram olan Hz.Ali ve onun soyundan gelenler, kardesleri Akîl ve Cafer ile onlarin sulbünden gelenler, Hz. Abbas ve onun soyundan gelen kimselerdir. Ashabtan Zeyd bin Erkam ile Safiî âlimlerinden Ibni Hacer Heysemî'nin görüsleri bu istikamette-dir(3).

d) Ehl-i Beyt, diger görüsleri de içine alan daha genis bir topluluktur:
Âyet-i celilede zikredilen, tefsir ve tevile muhtaç bulunan "Ehl-i Beyt'e, asil olarak, Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa, Hz. Ali, Hz. Fâtima ve ogullari Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin dahildirler. Fer'an zevcât-i tâhirât ile Peygamber (s.a.v.)'in diger kizlari ve onlardan mey-dana gelen torunlaridir. Ehl-i sünnet ve'l-cemaat mezhebinin görüsü bu istikamettedir. Imam Süyûtî, Mukatil ve Makrizî'nin görüsleri de böyledir.

Önceki görüsleri birer birer ele alip, hakli olan yönlerini dile getir-dikten sonra, tavziha muhtaç noktalari açiklamak isteriz. (a) Paragra-finda zikredilen zâtlarin görüslerinin dogru oldugu asikârdir. Zira âyet-i kerimenin bir evvelinde ve bir sonrasinda gelen diger âyet-i celileler-den anlasilan mânâ da bunu teyid eder mahiyettedir. Meseleyi daha etraflica tetkik etmeye zemin hazirlamak için bahsi geçen üç âyeti itti-lainiza sunmak isteriz:

"Ey Peygamber kadinlari! Siz (diger) kadinlardan (herhangi) biri gibi degilsiniz. Eger (Allah'tan) korkuyorsaniz (size yabanci olan erkeklere) yumusak söylemeyin. Sonra kalbinde bir maraz bulunanlar tamâa düser(ler). Sözü maruf vech ile (ve agir basli) söyleyin. (Vakar ile) evlerinizde oturun. Evvelki cahiliyet (devri ka-dinlarinin kirila döküle, süslerini göstere göstere) yürüyüsü gibi yürümeyin. Namazi dosdogru kilin. Zekâti verin. Allah ve Resûlü'ne itaat edin. Ehl-i Beyt! Allah sizden ancak kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak ister. Allah'in, evlerinizde okunup duran, âyetlerini ve hikmeti hatirlayin. Süphesiz ki Allah, her seyin iç yü-zünü bilendir, (Herseyden) hakkiyla haberdardir" (4).

Âyet-i kerimede Peygamber (s.a.v.)'in kadinlarina hitap olundugu için, Ehl-i beyt tâbirinden akla ilk gelen onlar olacaktir. Fakat mesele üç bû'dlu olarak ele alindiginda, usûl ilmi ve mantikî ölçüler müvace-hesinde tetkik ve tahlil edildiginde, sadece zevcât-i tâhirâtin kast olun-madigi açiga çikmaktadir. Eger maksûd yalnizca Peygamber (s.a.v.)'in kadinlari olsaydi müennes zamiri olan "künne" ile hitap vaki olacak; onlardan bahs olunurken de "hünne" zamiri istimâl edilmesi gerekecek idi. Zira müennes zamiri sadece kadinlar için kullanilir.

Halbuki âyet-i celilede Ehl-i Beyt tâbirinde "küm" zamirinin kullanil-digi görülmektedir. Bu takdirde, taglip tarikiyle hem erkege hem de kadina samil olmaktadir. Binaenaleyh, Peygamberimizin zevceleri ile be-raber çocuklarina, erkek ve kadin diger torunlarina ve akrabasina sâmildir. Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.anhümâ), Resûl-i Ekrem'in to-runlarindan oldugu gibi, Hz. Ali de Peygamber (s.a.v.)'in evinde yetis-mis ve Hz. Fatima (r.anha) ile evliligi dolayisiyla münasebet-i hâssayi haiz olmustur.
Hz. Aise'den rivayet olunan bir hadis-i serif bu iddiamizi teyid et-mektedir. Peygamber (s.a.v.) bir sabah üzerinde siyah kildan dokun-mus nakisli bir aba oldugu halde çikmisti. Bu sirada Hasan (r.a.) geldi. Onu (bu abanin) içine aldi. sonra Hüseyin (r.a.) geldi. Onu da aldi. Da-ha sonra Hz. Fatima geldi onu da aba içine aldi. En sonunda Ali geldi onu da (yanlarina) aldi. Sonra "Ey ehl-i Beyt! Allah sizden ancak ki-ri gidermek ve sizi tertemiz yapmak ister" (5) mealindeki âyeti tila-vet etti.

Ümmü Seleme (r.a.) naklediyor: Resulullah (s.a.v.) benim odama gelmis ve (bana hitaben): "Hiçbir kimseye benim (yanima girmesi) için izin verme" buyurmustu. Derken Fatima geldi. Onu babasin(in yanina almak)tan engellemeye gücüm yetmedi. Sonra Hasan geldi. Onu da dedesinin ve annesinin huzuruna girmesini engellemeye (vic-danim razi olmadi ve) gücüm yetmedi. Daha sonra Hüseyin geldi. Onu da dedesinin ve annesinin yanina almamaya gücüm yetmedi. En so-nunda Ali geldi onu da engellemeye muktedir olamadim. Bu suretle hepsi bir arada toplanmis oldular. Resulullah (s.a.v.), üzerinde bulu-nan çul(dan aba) ile onlari sardi ve "Bunlar benim ehl-i beytimdir. Onlardan (manevî) kiri gideriver ve kendilerini tertemiz kiliver" de-di. Onlar bu minval üzere bulunurken bu âyet indi. Ümmü Seleme (r.anha), "Ben, Ey Allah'in Resûlü! Ya ben? Allah'a andolsun ki ben bu nimetten faydalanamiyorum" dedim. Resûl-i Ekrem (s.a.v.): "Sen hayra müteveccihsin" buyurdu (6).


Ehl-i abâ'nin Ehl-i Beyt'ten olmasi, diger kizlarinin ve onlardan olan to-runlarinin da Ehl-i Beyt'ten olmasina mani degildir. bilakis mantikî silsi-le ve ilmî kaziyye bunu gerektirmektedir (7).

Evet, bu hadis-i serif Âl-i abâ'nin Ehl-i Beyt'ten oldugunu sarahat-le ortaya koymaktadir. Fakat onlardan baskasinin Ehl-i Beyt'ten olma-digina delâlet etmemektedir. Sia'nin bu husustaki iddiasi bâtildir (8).

Zikri geçen Âl-i abâ'ya gelince, hiç süphesiz onlar asil olarak bu silke dahil bulunmaktadir ve Ehl-i Beyt'in birinci kademesini teskil et-mektedir. "Âl-i abâ" tâbiri ile "Ehl-i Beyt" ünvani arasinda mantik ilmine göre "umum husus mutlak" kaidesi caridir. Yani ehl-i abâ'dan olan her fert "Ehl-i Beyt'tir. Ehl-i Beyt'ten bulunan her sahis "Ehl-i abâ"dan de-gildir. Bu tâbirlerin ayn zaviyelerden ele alinip tetkik ve tesbiti gerek-mektedir. Aralarinda farklilik vardir ve fakat ziddiyet yoktur. Ehl-i Beyti âl-i abâ ile sinirlamak, âyet-i kerimenin alt ve üstündeki âyet-i celileleri dikkate almamak ve ilmî bir hakikati görmezlikten gelmek olur (9).

Binaenaleyh Âl-i abâ, zevcât-i tâhirat, Resûl-i Ekrem'in diger kizla-ri ve onlardan olan torunlari, Hz. Ali (r.a.)'in soyundan gelen sâdât-i kirâm, kendilerine sadaka almak haram kilinan Hz. Abbas ile onun evlâdi, Hz. Ali'nin kardesi Akîl ile Cafer ve onlarin evladi "Ehl-i Beyt" ünvanini haiz bulunmaktadirlar. Efdaliyet yönündeki farklilik, tâli dere-cede kalan bir husustur. Onlarin Ehl-i Beyt'ten oldugu kesin delillere dayali bir gerçektir.

Ehl-i Beyt'e candan bir sevgi beslemeye gelince, Sûra Sûresi'nin "Ben bu (tebligime) karsi akrabalikta sevgiden baska hiçbir mükâfat istemiyorum..." meâlindeki 23. âyetinin muhtemil bulundu-gu üç mânâdan biri, Ehl-i Beyt'e meveddet ve candan sevgi istenil-mektedir (10). "el-Kurba"dan kasd olunan zümre, Ehl-i Beyt'tir. Bu laf-zi, Âl-i abâ ile tefsir edenler, bir hususu dikkatten uzak tutarak isabetsizlik yapmislardir. Söyle ki: Bu sûre Mekke'de nazil olmustur. Hz. Fâtima'nin Aliyyü'l-mürtezâ ile evliligi, hicretin ikinci senesinde ve Be-dir harbinden sonra olmustur. Bu tarihî gerçek ortada dururken "el-Kurbâ", "Âl-i abâ"dir demek, yanlista israr etmek olur (11).

Nakle ve akla uygun düsen mânâya gelince, "Ben, sizden dünyevî bir menfaat talep etmiyorum. Ancak Ehl-i Beytime sevgi göstermenizi arzu ediyorum. Tâ ki onlardan faydalanma ve irsad olunma yolu devamli (açik) olsun. Çünkü onlar, tevhid-i zâtî fitrati üzerine yaratilmis bulunmaktadirlar" (12).

Ehl-i Beyt'e sevgi beslememizi telkin eden hadis-i seriflerde söyle buyurulmaktadir: "Yildizlar, semâ halki için; Ehl-i Beyt'im de üm-metim için emân (ve güvence)dir" (13). "Ehl-i Beytimin meseli, sefine-i Nuh'un benzeridir. Kim ona (gemiye) bindi ise necat bul-du. Kim de muhalefet edip geri durdu ise bogul(up)helak ol)du"(14).

Imam Safiî su iki beyti ile hem ehl-i beyte muhabbetin lüzumunu hem de namazlarda onlara salât-ü selâm okumanin farz oldugu ictiha-dini ifade etmektedir:

Ya ehle beyti Resûlillâh! hubbükümû,
Farzun minallâhi fi'l-Kur'âni enzelehû,
Kefâküm min azîmi'l-kadri innekümû
Men lem yusalli aleyküm lâ salâte lehû (15).
Aktâb-i kiramdan Abdülkadir Geylanî (k.s.) da su iki beyti ile onlara olan saygi ve sevgisini dile getirmektedir: Lî hamsetün utfî bihâ, Harre'l-vebâi'l-hâtima. el-Mustafâ vel-Mürtezâ, Ve'b-nâhümâ ve'l-Fâtima, (16).

Onlarin ayaklarinin tozu, gözümüzün sürmesi mesabesindedir. Islâmî ölçülerin çerçevesi içinde Ehl-i Beyt'e candan sevgimiz ve hür-metimiz vardir. Inci, akik ve zeberced gibi huliyyat nev'inin mücevherât ile mukayesesinde görülen farklari gibi, Ehl-i Beyt'in diger müminler-den üstünlükleri bulunmaktadir. Bu, Allah'in onlara bir lütfudur. Allah, istedigini istedigine verir ve istedigi zaman almak kudretinin sahibidir.

Bu husustaki kirik dökük ifadelerimizi kisa bir nazimla noktalamak isterim:

Ey yüce Peygamberim,
Her hususta rehberim!
Sen elimden tutmazsan,
Yürüyemez düserim.

Düsman mühlik, yol muzlim;
Insan gafil ve mücrim,
Seytan kurmus tuzagi,
Destgirim ol, tut elim.

Âlemlere rahmetsin,
Sen menbe-i sefkatsin
Derâgûs et sen bizi,
Sen sefîu'l-ümmetsin.

Fâtima Betül kizin,
Sen günes, o yildizin;
Zevcelerin haremin,
Kiz kardesi baldizin.

Hasan ile Hüseyin,
Gözün nûru sibteyn'in,
Onlara sevgi duymak
Emridir bize dinin.

Pederleri Mürtezâ,
Nefs için etmez nizâ,
Islâm için ugrasti,
Takdire etti riza.

Islâm'i i'lâ eden,
Insani irsad eden,
Sehr-i ilmin kapisi,
Hem cehil imhâ eden.

Abbas Akîl ve Cafer;
Oldular halka rehber;
Fahr-i âlem silkine,
Hep dahildir bu erler.

Ehl-i Beyt ünvanlari,
Zirvede imanlari,
Emre âciz medihten,
Övüyor Hak onlari

________
(1)Sûre-i Ahzâb, 33.
(2) Tefsir-i Ibni Kesîr, c. 3, sh. 483.
(3) Savaik-i Muhrika, sh. 88; Tefsir-i Ibni Kesir, c. 3, sh. 486.
(4) Sûre-i Ahzab, 32-34.
(5) Müslim, c. 7, sh. 130.
(6) Teîsir-i Ibni Kesir, c. 3, sh. 484.
(7) Bakiniz: Hak Dini Kur'ân Dili, c. 5, sh. 3892.
(8) Tefsir-i Ebu's-Suud, c. 4, sh. 211.
(9) Bakiniz: Kur'ân-i Hakim ve Meâl-i Kerim, c. 2, sh. 714 (54) rakamli hâsiye.
(10) Hak Dini Kur'ân Dili, c. 5, sh. 4241.
(11) Tefsir-i Ibni Kesir, c. 4, sh. 112-113.
(12) Tefsir-i Nahcuvanî, c. 2, sh. 289.
(13) Feyzü'l-Kadir, c. 6, sh. 297.
(14) Feyzü'l-Kadir, c. 5, sh. 517.
(15) Mânâsi: "Ey Allah Resûlü'nün Ehl-i Beyti, sizi sevmek, ona indirilen Kur'ân'da (bizlere) farz kilinmistir. Sizin kadr-ü kiymetinizin büyüklügü bakimindan (su) size yeter: Zira size salat okumayan kimsenin namazi(nin) hükmü yoktur."
(16) Bu beyitler Abdülkadir Geylanî Hazretlerinindir. Mânâsi: "Benim için bes zât vardir. Ben, onlarla yakici atesi söndürürüm: (Muhammed) Mustafa, (Aliyyül) Murtazâ, iki ogullari (Hasan ve Hüseyin) ve Hz. Fâtima."