Tarih Boyunca İslam Hakimiyeti ve Uğradığı Suikastlar

Başlatan ihvan23, 25 Ekim 2024, 17:18:19

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

ihvan23

MEVZUA GIRMEDEN
Müslümanlık, hukukî, adlî, siyasi ve içtimaî ve bilhassa ahlâki umdeleriyle aynı zamanda büyük bir medeniyettir. İslâmiyeti hakkiyle tetkik öden ilim erbabı bu dinin bir kabile veya bir ırka değil, bütün beşeriyete hitap ettiğini görür. Onun için bu dinin saliklerîne Muhammedi denilmeyip müslüman denmiştir. Esas dinin istihdaf ettiği başlıca gaye tekmil yer­yüzünde sulh ve müsalemet ve beşer ahlâkında tekâmül, cemiyet-i beşeriyede umumî bir iman kardeşliğidir. Müslümanlığın yeryüzüne neşir ve tebliğine Allah tarafından memur edilmiş olan Büyük Peygamber, Cenabı Hakkın Hüsnü Hulk numunesi olarak seçtiği Hazreti Muhammed'dir. Daha Peygamber olmadan evvel, yed-i kudretin kendisine bahşettiği mekârim-i ablak fazilet ve şefkat namütenahi idi. Vazife-i nübüvvete başlama­dan evvel, çocukluğundan heri zayıfları, mazlumları, yetimleri, öksüzleri ve fukarayı himaye ile başlayan ruhî asaleti, Cenabı Hakkın kendisine hatemülenbiyâ payesi tevcih buyurduğu za­man kemalini bulmuştu, insanları düştükleri maddî ve ma­nevî girivei sefaletten kurtarmak için yaratılmıştı, İçinde doğ­duğu muhit, yahudilik, hıristiyanlık ve mecusilik âlemleriyle berbat ve mütefessih idi. Devir, zulmet ve cehalet devri idi. in­sanlık acınacak bir manzara arzediyordu. Bu sebeple Hazreti Muhammed'e Allah tarafından tevcih edilen Peygamberlik sı­fatı yanında bir de kendisinin kurtarıcı vasfı vardır ki getirdiği din ile, mütehalli olduğu ahlâk basene ile, rikkat kalbi, şefkati ve uluvvü cenabına muvazi sonsuz azim, irade, sabır ve tevekllüliyle cihanşümul bir medeniyeti islâmiye ve medeniyeti Muhammediye'nin, kurulması için yaratılmış bir insandı. Kısa za manda, g üneş gibi birdenbire yeryüzüne yayılan islâmiyet, bu kitapta okuyacağınız gibi namütenahi zorluklar, maniler ve suikastlere maruz kalmıştır. Tafsilâtını, en hurda misallere kadar aşağıda okuyacağınız Müslümanlık, her türlü imkânsızlık­ları yenmiş, manîleri bertaraf etmiş, muvaffak olmuş ve gayet kısa zamanda yeryüzünün dört köşesine yayılmıştır.

Garblı müellifler, hıristiyan olmalarına rağmen Peygamberimizin büyüklüğüne, getirdiği dinin doğruluğuna ve hattâ, hattâ birçok büyük âlimler ve şöhretli siyaset adamları; bugün insanlığın içinde bulunduğu çıkmazdan kurtulabilmek için Hazreti Muhammed'in dehasına muhtaç olduğumuzu samimiyetle ifade etmektedirler.

İslâmiyetin büyük Peygamberi sadece naşir-i din olmakla kalmamış, birçok siyasî ve içtimaî, adlî ve hattâ iktisadî doktrinlere dayanan bir de büyük bir islâm Devleti kurmuştur. Bu varlık, Resulü Ekrem'in mübarek ruhlarının fani varlığın­da yaşadığı müddetçe zirveye ve kemale ulaşmıştı. Sonra yeryüzünü kapladı ve bugün sayılan yediyüz milyonu asan bir varlığa dayandı.

Bu kitabın yazıldığı günler, dünya sakinlerinin İhtiras ve endişeler içinde huzursuz ve kırgın yaşadığı ümitsiz günlerdir. Eğer biz Müslümanlar vazifelerimizi tamamen müdrik ve îslâmiyetin mânâsını kavramış bir halde, medeniyetleri kurtarmak için gayret sarfetmîş olsa idik, «müminleri kardeş tutan» bu medeniyet-i Muhammediye yeryüzünü cennete çevirebilir. Menfi ideolojiler birer veba mikrobu gibi beşer bünyesine sokulamazdı. Biz buna mani olan kuvvetlerle, İslâm hâkimiyeti­nin teessüsüne engel olan hâdiseleri elimden geldiği kadar bu kitapta hülâsa etmek istedim. Yanlışlarımın hüsnüniyetime bağışlanmasını dilerim.

* * *

İslâm hâkimiyeti; bir tek insanın kendisine Allah tarafından vahyolunan hak dinîn nasıl yayıldığı, kökleştiği ve bir tek insan ın sırtına yüklenen nübüvvet ve hatemül enbiyâ va­zifesinin ne gibi imkânsızlıklar, mâniler, suikastler, harpler, mücadeleler ve gayretler sarfiyle teessüs ettiğini gösteren bir eserdir. Allah'ın samadânî himaye ve lûtfiyle kurulan ve hük­mü kıyamete kadar baki olan bu mukaddes dinin ve medeniyet-i Muhammediyenin umde ve prensipleri bugün dünyayı içine düştüğü hufrei dalâlet ve felâketten kurtaracak yegâne mes­nettir. Beşer topluluğuna dünyevî ve uhrevî saadetler va'd eden îslâmiyetin bütün tarih boyunca ne gibi düşmanlarla karşılaştığı, buna nasıl mukabele ettiği ve bundan sonra yer yü­zünü kaplayan yedi yüz milyonluk islâm kitlesinin, Hak, Adalet ve dünya nizamı için bekleyen vazifelerini elimden geldiği kadar sıraladım ve bu hususta büyük gayretler sarfettim, zor­luklara göğüs gerdim. Allah günahlarımızı, yolunda sarf ettiğimiz bu gayretlere bağışlasın.

Cevat Rifat ATİLHAN

ihvan23

#1
BASLARKEN
Hazreti Muhammed'e vazife-i n übüvvet teveccüh ettiği va­kit evvelâ haremi Hazreti Hatice'yi İslama davet etti. Hatice ona imanetti. Sonra amcazadesi Ali'yi davet etti, o da ken­disine iman etti, kölesi Zeyd ve dostu Ebubekir'i davet etti. Onlar da iman ettiler. Bundan sonra halkı İslama davet etti. İnananlar Müslüman ve iman etmeyenler kâfir oldular. Hazreti Ebubekir Müslümanlığı, itimat ettiklerine bildirdi. Ve insanları Allaha ve Resulüne imana davet etti. Ebubekir, kavminin birbirini sevmesini isteyen halim bir zattı. Kavmi­nin bir çok insanları, gerek ilmi ve gerek tüccarlığı ve hoş sohbet olması yüzünden kendisine bir çok işler yüzünden müracaata alışık idiler. Ebubekir'in delaletiyle Affan oğlu Osman, Zübeyr ibn'ül-Avam, Avf oğlu Abdurrahman, Sa'd bin ebi Vakkas, Abdullah oğlu Talha davete icabet ettiler, Hazreti Ebubekir onları Peygamberin huzuruna getirdi, Müslümanlıklarını ilân ettiler ve namaz kıldılar. Sonra ismi Âmir bin Cerrah olan Ebu Übeyde, adı Abdullah bin Abdül'esed olan Ebu Seleme geldi. Ebu El'Erkam oğlu El'Erkara ve Maz'un oğlu Osman ile başkaları İslama geldiler. Erkek ve kadın halk, takını takım Müslüman oldular. O derecede ki, İslâmiyet sözü Mekke'de yayılarak ondan bahsedilmeğe başlan­dı.

İşin bidayetinde Resulü Ekrem halkın evlerini dolaşır ve onlara: Allaha ibadet ediniz ve ona şirk koşmayınız, diye emrederdi. Allanın emrini yerine getirmek için Mekke'de hal­kı açıktan açığa İslama davete başladı. Cenabî Hak şöyle bu­yurdu:

«Ey elbisesine bürünen Peygamber, kalk, başa gelecek teh­likeyi haber ver.»


Resul üllah, halk ile temas ederek onlara dini telkin eder ve bu dinin esası üzerine onları kendi etrafında toplanmağa davet ederdi. Peygamberin arkadaşları namaz kılacakları vakit Şi'b denilen dağlara giderek ibadetlerini vatandaşla­rından gizli olarak yaparlardı. Hazreti Muhammed yeni is­lâm olan kimselere kendilerinden evvel dini kavramış olan­lardan Kur'anı talim edecek kimseler gönderirdi. Nitekim Eret oğlu Habbabı, Hattabın kızı Zeyneb ve zevcesi Seide Kur'anı öğretmeğe gönderdi. Seyyidin evinde Habbab kendi­lerine Kur'an öğretirken bir gün Ömer bin Hattab ansızın çıkageldi. Bunların delaletiyle o da Müslüman oldu. Resulü Ekrem bu kadarla da kalmayarak Müslümanlara Kur'an öğ­retmek ve bu mümin kütleye karargâh olmak ve bu yeni dine dair malûmat almak için bir ev tedarik etti. Bu ev, Ebil Erkam'ın oğlu Erkam'ın evi idi. Cenabı Peygamber bu evde Müslü­manları toplayarak onlara Kur'an okutur, mânalarını açıklar ve onu ezberlemelerini emrederdi. Bir kimse Müslüman olunca o gece namazını kıldırır ve onu Erkam'ın evine gön­derirdi. Üç sene böylece Müslümanları talim ve terbiye ede­rek onlara namaz kıldırdı. Böylelikle Müslümanların ru­hanî duygularım uyandırır ve Allah'ın âyetlerini gereği gibi düşünmek ve hikmetlerini araştırmakla fikirlerini harekete getirir ve Kur'anın öz ve sözlerine, İslâmiyetin hedefi olan mânâ ve fikirlerle akıllarını tenvir eder, fenalıklara katlanmalarını öğretir ve dinin emir ve nehiylerini dinleyip ona ita­at etmeğe alıştırırdı. Böylece bunlar büyük ve kudretli Allah'ın sevgili kulları oldular.

«Sana emrolunanı açıkla. Allaha ortak tutanlardan yüz çevir » mânâsmdaki âyet nazil oluncaya kadar Peygamberimiz ve Müslümanlar Erkam'ın evinde gizleniyorlardı.

ihvan23

#2
Ashabin Kitlelesmesi
Resul ü Ekrem, işin bidayetinde bu davet vazifesini, kendilerinde arzu hissetiği insanların yaşına, soyuna ve içtimaî mevkilerine bakmayarak yapmakta idi. Dine davet için insanlarda bir tefrik yapmazdı. Alelıtlak bütün halkı davet eder ve istediklerini araştırırdı. Filvaki çok kimseler Müslüman oldular. İslama sarılanların cümlesine dinin hikmetlerini öğretmeğe, onları yetiştirmeğe koyulur ve Kur'anı kendilerine ezberletirdi. Bunlar da bir arada toplanarak Islâmiyete davet işini kendi üzerlerine aldılar. Bunların sayıları Resulü Ekrem'in vazife-i nübüvvete başlamalarından, Peygam­berliğini ilân etmesi emrolunduğu tarihe kadar kırk kişi ka­dar oldu. Bunlar çeşitli seviye ve yaşlarda erkek ve kadın ve ekserisi gençlerden ibaretti. İçlerinde güçsüzü, güçlüsü, zengini ve fakiri var idi. Bunların kimler olduğu aşağıda ya­zılı insanlardan her biri Resulü Ekreme iman edip onunla birleşerek kendisiyle birlikte davet vazifesine başladılar ki, bunlar:

Sekiz yaşında Ebu Talib'in oğlu Ali,

yine sekiz yaşında Zübeyr bin Avam ile

onbir yaşında Ebül'Erkam'm oğlu ile,

on dört yaşında Abdullah bin Mes'ud ve

yirmi yasın­dan aşağı Seyyid bin Zeyd ve

on yedi yaşında Saad bin Ebu Vakkas,

on yedi yaşında Eabia oğlu Mes'ud,

on sekiz yaşında Ebu Talib'in olgu Cafer,

yirmi yaşında Vashibirrumî

yir­mi yaşında Harise oğlu Zeyd,

yirmi yaşında Affan oğlu Os­man,

yirmi yaşında Tulayib bin Mirine ve

yirmi yaşında Hab-bab bin Ert,

yirmi üç yaşında Âmir bin Fehire,

yirmi dört ya­şında Amir,

yirmi dört yaşında Esvedin oğlu Mikdâd,

yirmi beş yasında Cahşin oğlu Abdullah,

yirmi yaşında Ömer bin Elhat-tab,

yirmi yedi yaşında Ebu Ubeyde bin el-Cerrah,

yirmi yedi yaşında Atebe bin Gazvan,

otuz yaşında Utbe oğlu Ebu Hazife,

otuz yaşında Ribah oğlu Bilâl,

otuz yaşında Abbas bin Rabia,

otuz yaşında Âmir bin Rabia,

on yedi yaşında Abdullah,

on do­kuz yaşında Kudame,

yirmi yaşında Vessâ'ib,

otuz yaşında Abdül'Esed-el Mahzıımî oğlu Abdullah,

otuz yaşında Abdurrahman bin Avf,

otuzla k ırk yaş arasında Yasir oğlu Amar,

otuz yedi yaşında Ebubekir Sıddîk,

kırk iki yaşında Abdülmuttalib oğ­lu Hamza ve

elli yaşında Haris'in oğlu Ubeyde

ve bir çok ka­dınlar da Müslüman oldular. Bu eshab Üç sene zarfında aldık­ları talini ve terbiyede olgunlaşıp düşünceleri islâm tefekkürü ve varlıkları islâm varlığı olunca Resulü Ekrem onlara güve­nerek düşünüşlerinde kemale erdiklerini ve hüviyetlerinin yükseldiğini ve Allah'a bağlılıklarının göze görünür şekle girdiğini müşahede edince nefsinde büyük bir ferahlık ve huzur hisset­tiler, çünkü Müslümanlar, cemiyetin hepsiyle karşılaşabilecek bir kuvvet ve raddeye gelmişlerdi, o zaman Peygamber. Allah'ın emri üzerine İslama daveti açıkça ifaya başladı...

ihvan23

#3
Davetin Yürümesi
İslama davet vazifesi Resulü Ekremin vazife-i nübüvveti üzerine aldığı günden belli idi. Mekke'de halk: Muhammed'in yeni dini ilân ettiğini biliyordu. Bundan başka birçok insanların hakikaten Müslüman oldukları ve Muhammed'in; arkadaşlarını toplu bir hale getirmek için geceleri uykusunu terk ederek ça­lıştığını ve Müslümanların kitle haline gelmelerini ve hak dini ne sarılma işini gizli tuttuğu da biliniyordu. Halk, bu davete iman ve icabet edenlerin nerede toplandıklarını ve kimler olduklarım bilmemekle beraber mevcudiyetlerinden haberdardılar. Bunun için Peygamberin islâm dinini ilân etmesi Mekke kâfirleri için yeni bir şey değildi. Yeni olan bir şey varsa o da bu imanlı cemaatin halkın huzuruna çıkmasıdır ki Abdülmuttalib oğlu Hamza, daha sonra üç gün ara ile Hazreti Ömer Müslüman dinine girdiklerinden Islâmiyetin kolu kanadı kuvvetlenmiş bulunmakta idi.

«Sana verilen emri ilân et! Allaha şirk koşanlardan yüz çevir. Biz seni, alay edenlerin şerrinden koruduk. Onlar ki Allahtan başka tanrı tutarlar, isin neye varacağını bileceklerdir.»

mealindeki âyeti kerime Peygambere nazil oldu. O da Allanın emrini açıklayarak birleşmek işini bütün halka bildirdi. Ancak baz ı Müslümanlar bir müddet gizli kaldılar. Kimisi Mekke'nin fethine kadar gizli kaldı. Peygamberin bu birleşmek işini meydana vurması şöyle olmuştur: Bir kısım Müslümanlar Abdülmuttalib oğlu Hamza'nın diğer kısım Müslümanlar da Hazreti Ömer'in riyasetinde, daha evvel Arapların bilmediği bir nizam ile Mekke'ye giderek Kabe etrafında tavaf etmeğe başladılar. Bu şekilde Resulü Ekrem ashabiyle birlikte gizlilikten aleniyete çıkarak bütün insanları İslama davete bağladılar, Bu suretle Müslüman olan cemaatle kâfirlerin çarpışmaları başladı. Salim ve doğru düşüncelerle bozuk ve fâsid olan düşünceler karşı karşıya geldiler. Bu karşılıklı mücadele ikinci merhaleyi teşkil eder. Küffar, İslâm aleyhine çalışmağa, Peygambere ve ashabına her türlü muhalefet ve fenalıklarla karşı koymağa başladılar. Ve bu yüz yüze çekişme ve savaş aralığı bütün asırların tanınmış korkunç hadiseleriyle mahmul bulunuyordu. Peygamberin evi taşlanıyor ve Ebu Leheb'in karısı Ümmü Cemil Peygamberimizin evinin Önüne pislikler atıyordu. Resulü Ekrem ise sadece bunları kaldırıp atmakla iktifa ediyordu. Ebu Cehil ise putlara kurban olarak kesilen dişi koyunun dişilik yerini Peygamberimizin üzerine atıyor, Peygamberimiz bu fenalıklara katlanıyor, temizliğini ifa için kızı Fatma'nın evine gitmekte îdi. Bütün bu kötülüklerin cümlesi, ancak sabır ve tahammülünün artmasına ve îslâma davet gayretinin devamına saik oluyordu. Müslümanlar korku ve eziyet içinde yaşıyorlardı. Her kabile; kendi içinde bulunan Müslümanlara işkence yapmağa ve dinlerinden vazgeçirmeğe çalışıyordu. O derecede ki; Habe­şistanlı Bilâl, Kureyşden birinin kölesi idi. Maahaza Müslüman olmakta ısrar ettiği için efendisi, ölsün diye kendisini kızgın gü­neşin altma yatırmış ve göğsünün üstüne taş koymuştur. Bilâli Habeşî Allah uğruna bu işkenceye katlanıyor ve bu halde, «birdir, birdir» sözlerinden başka bir şey söylememekte idi. Başka bir kadının da ölesine kadar işkenceye maruz kaldığı halde, kendisinden istenilen İslâmiyetten feragat ve atalarının dinine avdet teklifini kabul etmemiştir. Müslümanlar her yer­de hem topyekûn dövülüyor, hem de en kötü muamelelere ma ruz kal ıyordu. Bütün bunlara rağmen Allanın hoşnutluğunu tahsil için her şeye katlanıyorlardı.

ihvan23

#4
Davete Karsi Mukavemet
Resul ü Ekrem, Islâmın Peygamberi olarak gönderildiği zaman halk onu ve dine davetini birbirlerine söylemekte idiler. Bu işe en ehemmiyet veren Kureyşliler idi. Çünkü işin bida­yetinde onunla alâkadar olmamışlar ve bu işin dedikodusu pa­pazların ve filozofların gayretlerinden ileri gidemez, insanlar son raddeye geldikleri zaman ecdadının dinine dönecekler, kanaatında bulunmuşlardır. Bunun için bidayette ondan korkup kaçmamışlar, ona muhalefet etmemişler ve toplu bulundukları yerde Muhammed önlerinden geçtiği vakit, bu; Abdümuttalib'in oğludur, göklerden kendisiyle konuşulandır, derlerdi. Fakat kısa bir müddet sonra vazife-i nübüvvete devam etmenin tehli­kelerini hissetmeğe başladıklarından ona karşı mukabeleye ve düşmanlığa başlamışlar ve kendisiyle mücadele için ittifak et­mişlerdir, ilk Önce Peygamberin itibarını kırmağa ve Peygam­berlik iddiasının yalan olduğunu işaa ile savaşmağa karar verdiler. Daha sonra kendisiyle görüştüler, risaletini tanıyacakla­rını söylediler ve kendisinden mucizeler istediler ve kendisine şunları söylediler: İkisi de Mekkede olan Safa ile Merve dağla­rını neden altın yapmıyorsun, bahsettiğin kitap gökten niçin ya­zılı olarak inmiyor, uzun uzadıya bahsettiği Cebrail niçin ken­dilerine görünmüyor, niçin ölüyü diriltmiyor, Mekke'yi sıkıştı­ran dağları niçin yürütmüyor. Hemşehrilerinin suya ihtiyaçla­rını herkesten daha iyi bildiği halde Zemzem suyundan daha tatlı bir su menbamı niçin fışkırtmıyor. Onun Allah'ı emtianın fiyatlarını kendisine bildirse de, onlar da istikbaldeki alış veriş­lere ona göre girişseler ve saire... Böylece Peygambere ve onun İslâmiyeti neşir vazifesine müessir bir surette muhalefete başladılar. Bu mukavemet uzun müddet devam etti. Fakat bunla­rın hepsi Resulü Ekremi, vazifesine devamdan alıkoymadı.

Peygamber, halk ı hak dinîne davete ve putları zikrederek bunlara tapanların ve putlara kudsiyet atfedenlerin akılsızlık­larını izaha devam etti. Karşı taraf ise buna ehemmiyet vermedi ve kendisini bu yoldan döndürmek için bütün çarele­re baş vurdu ise de bunlar hepsi boşa gitmiştir. Peygamberimi­zin vazifesine mani olmak için baş vurulan çarelerin en müt­hişleri şunlardı:

1 ? Azap çektirmek,

2 ? Dahilde ve hariçte aleyhinde propaganda,

3 ? Kendisiyle münasebeti kesmek.

Ta'zib meselesinde, cemaati ve ashab ı kendisini korumala­rına rağmen bizzat Peygambere ve kendisine tâbi olan Müslümanlara yapılmakta idi. Mütenevvi azap ve eziyetlerde her şekle baş vuruldu. Yâsir'in çoluk çocuğunu, İslâm dininden dön­dürmek için çok katı eziyetlere baş vurulmuş ise de faide vermemiş bilâkis onların sebat ve imanlarını takviye etmiştir. Bunlar azap ve işkence içinde kıvranırlarken Resulüllah bu hal­lerini görmüş: «Ey Yâsir'in evlâtları, sabrediniz, kavuşacağınız yer cennettir. Sizi kurtaracak bir kudreti Allah bana vermedi.» demiştir.

Kavu şacağınız yer cennettir, sözlerini söylediği vakit Yâsir'in eşi Sümeyye; evet ey Allahın Resulü, cenneti aşikât gö­rüyorum, demekten geri kalmadı. Böylece Kureyş halkı Pey­gambere ve arkadaşlarına azap ve işkence yapmakta devam ettiler.

Kurey ş halkı yaptıklarının bir işe yaramadığım görünce başka bir çareye müracaat ettiler, propaganda silâhına müracaat ettiler. Her yerde, Mekke'de, dışarıda, Habeşistan'da hem Müslümanlar, hem de Müslümanlık aleyhinde yalanlar, iftira­lar, uydurma iddialar ileri sürdüler. Bizzat Müslümanlık inancına ve bu imanın sahibi olan Resulü Ekreme karşı propagan­daya giriştiler. Gerek Peygamberi, gerekse onun imanının aslı­nı şüpheli göstermeğe kalkışmakla beraber, Peygamber böyle söyledi diye bir çok yalanlar uydurdular. Mekke'nin içinde ve dışında Muhammed aleyhine yapılan propagandaları ve hele hac zaman ında neler söylenmek, neler uydurulmak lazımsa onu tasarlamağa koyuldular. Peygambere karşı yapılan propagandaya Kureyşliler büyük germi vermişlerdir. Bunlardan bir kısmı Velid oğlu Mugayre yanında buluştukları bir zaman bir müzakerede, Mekkeye hac zamanında gelen Araplara Muhammed hakkında ne söyleyeceklerini kararlaştırdılar. Bunlardan bazıları: Gaibden haber veriyor diyelim dediler. Velid bunu beğenmedi; Muhammed'in ne böyle bir dâva gütmesi, ne de inlemesi değil, onun uydurma sözleridir, dedi. Diğer bir kaçı ise; Muhammed delidir, ne şiir, ne de kafiye olmayan sözler mırıl­danmaktadır, diyelim dediler. Velid bunu da beğenmedi ve Muhammed'in halinde delilik diye bir şey görünmüyor, dedi. Diğer bir kısım da; Muhammed'e büyücülük atfedelim dediler, Velid bunu da uygun bulmadı ve Muhammed; büyücülerin yaptığı gibi düğümlere üflemiyor, dedi.

B öylece bir takını münakaşalardan sonra Muhammedi; söz büyücülüğü yapmakla tavsif etmekte mutabık kalarak dağıldı­lar. Bundan sonra Kureyşliler hac için gelen muhtelif Arap heyetlerinin aralarında dolaşarak, onun söz büyücüsü olduğu­nu, onun kardeşle kardeşin, ana ile babanın ve kabilenin arasını açan büyücü olduğundan ona kulak asmamalarını söyleyerek heyetleri kendisinden sakındırırlardı. Lâkin bu propaganda da işe yaramadı ve halk ile İslama davet arasında bir mani teşkil etmedi. Bunun üzerine Haris oğlu Nadra'yı Peygambere karşı propaganda yapmağa memur ettiler. Peygamber her nereye gider, halkı Allah'ın dinine davet ederse, kendisi oradan ayrıl­dıktan sonra Nadra onun yerine geçerek İran masallarını ve dinini anlatır ve Muhammed'in anlattığı benimkinden güzel mi, oda geçmişlerin masallarından benim anlattıklarımı anlatıyor değil mi? derdi. Kureyşliler de bu sözleri halka yayarlardı ve Muhammed'in söylediklerinin Cebir adlı hristiyan bir kölenin Öğretmesi olup Allah'ın sözleri olmadığını neşrederlerdi, bu neşriyatı tamimide çok çalıştılar, ta ki Cenabı Hak:

"Ancak kendisine bir insan öğretiyor, demekte olduklarını gerçek biliyoruz. Bu dinsizliğe saptıklarında söyledikleri adam A rap de ğildir. Bu (Kur'an) ise beyanlı bir Arap lisanıdır.»

mealinde olan âyet bu bu iddiayı çürütmüştür. Kureyşin bu pro­pagandası Arabistan dahilinde devam edip gitmiştir. Kureyş bu kadarla da iktifa etmemiş, Müslümanların Habeşistana hicret ettiklerini haber alınca, onları memleketinden kovması için Necaşi nezdinde propaganda yapmak üzere iki kişi göndermişler­dir. Bunlar Asi oğlu Amru ile Rabia oğlu Abdullah 'dır. Bu iki murahhas Habeşistana muvasalatlarında Müslümanları Mekke'ye iade ettirmek için yardımda bulunmaları maksadiyle Necaşi'nin kumandanlarına hediyeler vermişlerdir. Onlar Necaşi ile görüştüklerinde:

«Ey Padişah, senin memleketine bizim taraftan bazı şaşkın gençler sızmışlardır. Onlar, milletlerinin dininden ayrılıp senin de dinine girmemişler, kendi icatları olan yeni bir din getirmişlerdir. O dini ne biz tanırız ne de milletimiz... Biz onların eşlerinden, babalarından, amcalarından, kabilelerinden ileri ge­lenlerini size gönderdik ki onları bize teslim edesiniz... Kendileri onları ve onlara atfedilen yolsuzlukları herkesten iyi bi­lirler... Bu sözler üzerine Necaşi, Müslümanların bu iddialara karşı verecekleri cevabı kendilerinden dinlemek üzere onları çağırtmıştır. Geldiklerinde kendilerine: Siz memleketinizden ayrılmış olup benim dinime ve bu milletlerden herhangi birinin dinine girmemişsiniz, o halde bu sarıldığınız din nedir? Diye sormuştur. Bu sual üzerine Ebu Talib oğlu Cafer :

Bu dine s ülük etmeden evvelki cahiliyet hallerini ve o hal içindeki âdetlerini anlattıktan sonra İslâm dinînin kendilerine gösterdiği doğru yolu ve İslâmiyeti kabulden sonraki hallerini ve ondan sonra Kureyşlilerin kendilerine reva gördükleri azap ve işkenceyi anlattı ve ilâve etti:

?? Bizi zorluk, zulüm ve darlık içinde bıraktılar ve bizi bu dinimizden alıkoymak isteyince biz de senin memleketine hic­ret ettik ve seni diğerlerinden üstün bulduk ve komşuluğunu arzu ettik ve yanınızda artık zulüm görmeyeceğimizi ümit ettik,? dedi.

Bunun üzerine Necaşi, Cafer'e :

?? Peygamberin Allahtan getirdiği şeylerden bana okuya­cak bir şeyin var mı?? dedi. Bunun üzerine Cafer, evet, dedi ve Kur'andan Meryem sûresinin başından şunu okudu:

?Bunun üzerine Meryem ona (isa'ya) işaret etti. «Biz, dediler, henüz beşikte bulunan bir sabi ile nasıl konuşuruz, İsa dile gelip dedi ki: Ben hakikat Allahın kuluyum. O, bana kitap verdi. Beni Peygamber yaptı. Beni her nerede bulunursam mübarek kıldı. Bana, ben hayatta oldukça, namazı, zekâtı emretti. Beni anneme hürmetkar kıldı. Beni bir zorba, bir bedbaht olarak yaratmadı. Dünyaya getirildiğim gün de, öleceğim gün de, bir diri olarak kabrimden kaldırılacağım gün de selâm benim üzerimdedir.?

Kısmına kadar okudu. Papazlar bu sözleri işitince dediler ki: Bu sözler Hazreti isa'nın sözlerinin fışkırdığı kaynaktan fışkırmıştır. Necaşi de, bu olsun, Musa'nın getirdiği şey olsun küçük İsa ışık penceresinden çıkar dedi. Sonra Kureyşin iki elçisine dönerek: İkiniz gidiniz, yemin ederim ki bunları size teslim etmem, diye ilâve etti. Bu iki elçi Necaşi'nin meclisinden çıkınca başka bir dolap ve çare düşünmeğe başladılar. Ertesi günü Âsi oğlu Ömrü tekrar Necaşi'nin nezdine dönerek: Müslümanlar Meryem oğlu İsa hakkında çirkin şeyler söylüyorlar, bunu da kendilerinden sorunuz, deyince Necaşi onları tekrar nezdine çağırarak bunu sordu. Cafer'in cevabı şu oldu: Biz, ancak Peygamberimizin söylediğini tekrarlarız, o da şudur: Isa Allah'ın kulu ve Peygamberi ve ruhu, bakire ve erkeklerden içtinap eden Meryeme ilka ettiği kelâmıdır. Bunun üzerine Necaşi eline bir değnek alarak yere bir çizgi çizdi ve Cafer'e: Bizim dinimizle sizin dininiz arasında bu çizgiden fazla bir şey yoktur, dedi ve iki elçiyi de huzurundan çıkardı, onlar da el­leri böğürlerinde geri döndüler.

Böylece bütün propagandalar boşa gitti. Resulü Ekrem'in halkı Hakka davet etmek için sarfettiği sözler sarahaten bütün aleyhindeki propagandalardan üstün bulunduğu gibi, İslâmın n uru b ütün propagandaları hükümsüz bırakırdı. Bunun için Kureyşliler, münasebeti kesmek olan üçüncü silâha baş vurdu­lar ve 'Resulü Ekremin kendisiyle ve akrabalarının hepsiyle münasebeti kesmek için söz birliği ettiler. Bunun için Haşim oğulları ve Abdülmuttalib oğullariyle kat'ı münasebet etmek kararını verdiler. Öyle ki onlardan kız alıp vermiyecekler ve onlarla hiç bir alış veriş yapmıyacaklardı. Bu mukaveleyi Kâbenin içine asmışlardır ki, sicile geçerek tasdik edilmiş olsun. Bu siyasetin, yani münasebet kesmenin, işkence ve propagan­dadan daha müessir olduğuna inanıyorlardı. Bu tazyik iki üç sene devam etmiştir. Beni Haşim ve Beni Abdülmuttalib'in Muhammed'i; Müslümanların İslâmiyeti terk edeceklerini umuyorlardı. Böylece Muhammed yalnız kalacak ve imana da­vet işinden vazgeçecek veyahut davet vazifesi gerek Kureyşlilere karşı gerekse onların kadim dinlerine karşı yapmaktan sarfınazar edeceğini bekliyorlardı. Halbuki bu muamele gerek kendisinin ve gerekse diğer iman edenlerin kuvvetlerini arttır­maktan başka bir şeye yaramamıştır. Kureyşlilerin bütün gay­retleri Islama davet vazifesini durduramamıştır. Kureyşlilerin Muhammed'i tazyik etmelerini Mekke haricindeki Araplar da öğrenmiş olduklarından davet keyfiyeti kabileler arasında daha ziyade duyulmuştur. İslâmiyet sözü Arap yarımadasında o de­rece yayılmıştır ki kârvanlar; bütün yolculuklarında bunu konuşur olmuşlardır. Bu ta'zip devanı etmiş, aç bırakmak da yü­rürlükte kalmıştır. Kureyşliler de kat'ı münasebet sözleşmesi­ni idame ettirmişlerdir. Resulü Ekrem ve ailesi Mekke haricinde dağ yoluna sığınarak açlık ve yoksuzlukla dolu zaruretler içinde kıvranmakta idi. Ekseri zamanlar ölmeyecek kadar bile erzak bulamıyorlardı. İnsanlarla görüşüp konuşma fırsatı da kendilerine verilmiyordu. Yalnız Recep, Şevval, Zilkade ve Zilhicce gibi haram aylarında Resulü Ekrem Kâbeye iner, Araplan hak dinine davet eder ve bunun mükâfatını müjdeler ve azap ve şiddetli cezalardan onları korkutur ve sığınağı olan dağ yoluna dönerdi. Bu hal, Arapların merhamet hislerini ka­bartırdı. Bunlardan Peygamberin dine davetini kabule gelenler oldu ğu gibi kendilerine gizlice yiyecek, içecek gönderenler de olurdu... Ömrü oğlu Hişam, yiyecek ve buğday yüklü devesini gecenin karanlıkları içinde sığınağa giden yola götürür, deve­nin yularım çıkararak orada bırakırdı. Müslümanlar da bu er­zakı alır, deveyi keserek etlerini yerlerdi. Bu halde üç yıl dur­dular. Artık dünya kendilerine dar geliyordu. Nihayet Allahü Taâlâ bu acıklı halin bertaraf edilmesini ve kurtuluşu Müslü­manlara lütfetti. Kureyş gençlerinden Ümmiye oğlu Züheyir , Ormu oğlu Hişam , Adi oğlu Mu'tim ve Hişam oğlu Ebulbahteri , Esved oğlu Zern 'a isimli beş kişi bir araya gelerek mukavele ve münasebet kesme işini görüştüler. Bundan dolayı teessürlerini açıkladılar ve bu kâğıdın yırtılıp mukavelenin feshi işini üzerlerine almağa karar verdiler. Ertesi günü Ka­leye gittiler. Bunlardan Züheyir, yedi defa Kâbeyi tavaf et­tikten sonra ahaliye şöyle hitabede bulundu: Ey Mekkeliler; Haşim oğulları muztarip bir halde hiç bir şeyi satın alamaz ve kendilerinden de bir şey satın alınmaz iken, bizim karınla­rımız tok bulunuyor. Böyle şey olur mu? Aile bağlarını kopa­ran bu müthiş sözleşme kâğıdı bitirilinceye kadar Allaha ka­sem ederim ki yerimde oturmayacağım. Bu hitabı işiten Ebu Cehil yerinden kalkarak bağırdı. Yalan söylüyorsun, vAllahi bu mukavele bitirilmez. Kabe etrafında Zem'a, Ebul Bahteri, Mut'im, Hişam bağırarak Ebu Cehil'i yalanladılar ve Züheyrin doğru söylediğini tasdik ettiler. Ebu Cehil, bu işin gece müzakere edilip kararlaştırıldığını ve hemen hemen bütün ka­bilenin bu işte kararlı olduklarını ve buna muhalefetin fena­lık tevlit edeceğini düşündü. İçine korku düşerek geriledi. Mut'im mukaveleyi parçalamağa kalktı ise de, hayretler için­de şunu müşahede etti. Mukavele kâğıdında yalnız «Besmele» durmaktadır ve diğer kısımlar ağaç kurtlan tarafından yenilmiştir. Bu suretle Peygambere ve ashabına, dağlardan Mekkeye avdet fırsatı çıkmış oldu ve içinde daraldıkları zulüm çenberi koptu. Yerlerine dönünce Peygamberimiz îslâma davet vazifesine devam ettiler. Böylelikle Müslümanların adetleri arttı. Ve Kureyşlilerin baş vurdukları işkence, propaganda ve kat' î münasebet teşebbüsleri boşa çıkmış oldu. Müslümanları dinlerinden döndüremediler, Peygamberi de nübüvvet vazife­sinden alıkoyamadılar. Cenabı Hak, bütün güçlüklere ve manilere rağmen onu selâmete çıkardı.

ihvan23

#5
Islam Davetinin Siddetlenmesi
Kureyşlilerin İslâm'ın neşrine muhalefeti normal bir şeydi. Çünkü Peygamber davet vazifesini yüklenip kendisiyle bera­ber bu mukaddes vazifeyi üzerine alan kitleyi alnı açık olarak ve meydan okuyarak gizlilikten aleniyete çıkarmıştır. Üs­telik bu iş bizzat Mekke'de ve Kureyşlilerin gözü önünde kendileriyle bir yüzleşme mânasını da taşıyordu. Çünkü halk, Allah'ın birliğine ve yalnız ona ibadet etmeğe, putları terkedip, içinde yaşadıkları bozuk nizamdan sıyrılmağa davet ediliyor­du. Bu sebeple Kureyşlilerle toptan mücadele edilmiştir. Peygamber onlara yanlış düşündüklerini ve tanrılarının bir mânâ ifade etmediğini, yaşayışlarının değersizliğini yüzlerine vur­makta iken Kureyşlilerle mücadeleye girmesi mümkün olur mu idi? Hele Kur'an âyetlerinin nüzulü devam edip: «Sîz ve Allahtan başka tapındıklarıniz cehennemin odunusunuz» mealindeki âyet ile onlara hücum ediyor ve bunu kendilerine açıkça söylüyordu. Bilhassa içinde yaşadıkları faizcilik hayatını kökünden sarsmak suretiyle pek sert hücumlar yapıyor ve Kur'anın Rum sûresinde: "insanların mallarını arttırsın diye verdiğiniz faizler, Allah nezdinde fazlalık yapmaz.» yolundaki âyeti onlara okuyor, «insanlardan alırken ölçüyü tam tutup, onlara verirken eksik verenlerin veyl hallerine" âyetiyle teraziyi eksik tutanları korkutuyordu. Bundan dolayı ona muhalefet veya eziyet yapmak, kâh her türlü alış verişi kesmek, şahsına ve dinine karşı propaganda yapmak suretiyle kendisini ve ashabını incitmeye başladılar. Peygamber de gerek kendilerine ve gerekse yolsuz ve yanlış görüşlere ve bozuk imanlara hücum ediyor ve dinin neşrine aralıksız devam ediyordu. Dine davet için açıkça hareket ediyor, dolambaçlı, üstü kapalı sözler kullanmıyordu. Kureyşlilerden türlü işkenceler çekmesi­ne ve bağına gelen bütün müşkilâta rağmen silâhsız, yardımcısız, tek başına ne zaafa uğramış, ne boyun eğmiş, ne de hatır gönül yapmak için dalkavukluk etmiştir. Açık alınla etrafa meydan okuyarak tekmil gücü ve imaniyle herkesi hak dinine davet etmekte idi. Bu vazifenin ağırlığından dolayı hiç zahmet çekmiyor, zorluk duymuyordu. Kureyşlilerin Peygamber ile halk arasında sed çekmek için koydukları bütün manileri yenmekte yüksek seciyenin büyük tesiri ve yardımı olmuştur. Bunun için halk Allanın dinine kavuşmuştur. Hakkın kuvveti, haksızlığı alt ederek İslâmın nuru her gün artmıştır. Put­erestlerden ve hıristiyanlardan bir çoğu Müslüman oldular. Kureyşlilerden bir çoğu Kur'anı dinleyerek ona meyil etmeğe başladılar.

Ömrü oğlu Tafil, asil ve ferasetli bir insandı. O sıralarda Mekke'ye geldi. Kureyşliler hemen kendisini görmeğe gittiler; Muhammed'in sözleri büyü gibi tesir ederek insanları birbirinden ayırıyor. Mekkede bizim bağımıza gelen dertlerin kendisinin ve kavminin de başlarına gelmesinden korktuklarım söyliyerek, Muhammed'le görüşüp onu dinlememesini ve bunun kendisi için hayırlı olacağını söylediler.

Tafil bir g ün Kâbeye gittiği vakit Peygamber de orada idi. Tafil Peygamberin bazı sözlerini işitince bunların güzel şeyler olduğunu anladı ve kendi kendine: «Ben ki akıllı ve şair bir adamım. Elbette sözün güzeli, çirkini gözümden kaçmaz, bu adamın söylediklerini dinlemeğe ne mani var, bunlar güzel sözlerse tutarım, değilse bırakırını» diyerek Peygamberin arka­sından evine gitti ve kim olduğunu ve içinden neler konuştuğu­nu ona söyledi. Resulüllah, Müslümanlığı ona anlatıp Kur'andan bazı âyetler okumuştur. O da hemen Müslüman olup şehadet getirmiş, sonra kendi kavmine dönerek onları Müslü­manlığa davet etmiştir. Yirmi Hıristiyan, Resulü Ekrem Mek­kede iken yanına gelip oturdular, kendisine bazı sualler sor­dular ve cevaplan dinlediler, ona inanarak tasdik ettiler. On lar ın bu halleri Kureyşlileri fena halde kızdırmış ve: «Gayret­lerinizi Allah boşa çıkarsın, dindaşlarınız sizi buraya bu adamdan haber getirsin diye göndermişken, siz adamın karşısına oturur, oturmaz hemen ona iman edip kendi dininizi terkettiniz.» Kureyşlilerin bu sözleri, kafileyi Peygambere tâbi olmak­tan alıkoymadığı gibi, Müslümanlıktan da döndürememiştir. Belki imanlarına iman katılmıştır. Bu suretle Peygamberin va­zifesini daha açıkça yapmasına ve halkın da Kur'an dinlemeğe olan hevesinin artmasına sebep olmuştur. O derecede ki Kureyşîiler içinde bu işin en müfrit düşmanları bile kendi kendi­lerine: Bu adam hakikaten hak dinine davet ediyor ve halka vaadettiği ve korkuttuğu şeyler acaba doğru mudur, diyerek bu tereddütlerini izale için gizlice Kur'an dinlemeğe kadar ken­dilerini sürüklediler. Öyle kî; Harb oğlu Ebu Süfyan, Hişam oğlu Ebu Cehil, Amru bir gece birbirlerinden habersiz Muhammed evinde iken onu dinlemeğe gitmişler. Bunlardan her biri bir yer beğenmiş, hiç biri diğerinin beğendiğini bilmiyor, görmüşler ki, Muhammed biraz uyuduktan sonra gece uyana­ak ağır ağır Kur'an okuyor, dinledikleri âyetler onların ruh ve gönüllerini teshir etmiş, ortalık ağarıncaya kadar kulak kesilmişler. Dağılıp evlerine dönerken yolları bunları bir ara­ya getirmiş, yekdiğerine; bu hareketlerinin çirkin düşeceğinden bir daha yapmamalarını söylemişler ve, kafasız bazı kimseler bizi görürlerse vaziyetimiz kötüleşir ve Muhammed'in bize karşı dâvayı kazanmasına sebep olur, dedikleri halde er­tesi akşam bunlardan her biri, sanki ayakları onları sürüklüyormuş gibi ayni yerde Muhammed'in Allahın Kitabını okuduğunu dinlemek ihtiyacını duymuşlardır. Yine şafak sökerken yolda tekrar birbirlerine kavuştuklarında bu hareketlerinin uygunsuzluğunu tekrarlamışlarsa da, üçüncü gece de oraya gitmek arzusuna galebe çalamayınca, Muhammed'in dâvetine karşı hissettikleri zaafdan korunmak için bu hareketi tekrar etmemeyi karşılıklı kararlaştırdılar. Filhakika bir daha oraya gitmedşlerse de, üç gece dinledikleri Kur'an, ruhlarında Öyle izler bırakmıştır ki bunu birbirlerine sormaktan kendilerini alamadılar. Her biri derunî bir ıztırap içine düşmüş, kavminin reisleri iken bir zaafa düşmenin bütün kavmi Muhammed'e imana sevkedeceğinden korkmağa başlamışlardı. Kureyşlilerin tekmil muhalefetine rağmen davet yürüdü. Bu hal Kureyşlilerin keyfini bozmuş ve bu davet Mekkede yayıldıktan sonra Arab kabileleri arasında da yayılacağından korku­lan artmıştı. Bundan dolayı Peygambere ve ashabına karşı fe­nalık ve işkenceleri artarak Peygamber çok darlanmıştı. Bu­nun üzerine Taif'den yardım istemek ve kendilerine zahir ola­rak İslâm dinine girmeleri için Peygamber Taife gitmiş ise de çok fena karşılanmıştır. Taifliler kölelerini ve ayak takımla­rını teşvik ettiklerinden onlar da Peygambere küfürler savurarak, onu taşa tutmuşlar ve ayaklarını kanatmışlardır. Onlar­dan kurtularak geri döndüğünde Rabia'nın oğulları Şebib'in üzüm bağlarının duvarı kenarında oturarak bu hali ve davet vazifesini düşünmeğe başlamışlardır. Mekkeye ancak şehrin ileri gelen kâfirlerinden birisinin himayesi altında girebilmek, Taif'lilerden gördüğü kötü muameleden sonra oraya giremiyecek... Oturduğu yer iki kâfir kardeşin bağı olduğundan orada kalamıyacaktı. Bu suretle ıztırabı son haddine gelince bütün kalbi ile güvendiği Allahına en acıklı ve elmeli bir halde şikâyet için başını semaya kaldırarak Allahtan hoşnutluk diledi ve şu duada bulundu :

?Allah ım, gücümün ve imkânımın azlığını ve halk nezdindeki değersizliğimi görüyorsun, Ey! Merhamet edicilerin en merhametlisi ve güçsüz kulların Rabbı ve benim de Rabbimsin. Allahım, beni kime emanet edersin? Bana yüzünü ekşitecek, somurtacak bir yabancıya mı, beni köle gibi kullanacak bir düşmana mı? Bana karşı sende küskünlük olmadıktan sonra bu gibi şeylere kıymet vermem. Fakat beni bunlardan koru­man bana daha elverişlidir Yarabbi! Karanlıkların aydınlan­dığı, dünya ve âhiret işlerinin iyi olduğu yüzünün nuruna sığınırım ki, gücenmene ve infialine beni maruz bırakma. Sen razı oluncaya kadar sana yalvarırım. Herhangi bir fenalıktan sa kınmak veya herhangi bir iyiliği yapmak ancak senin yardı­mınla olur.?


Sonra Adi oğlu Mutim'in himayesi altında Mekkeye dönmüştür.

Kureyşliler; Taif'de Peygambere yapılan muameleyi öğrendiklerinden onlar da kendisine karşı fenalıklarını arttır­maktan geri kalmadılar ve onu tanımamak kararını şiddetlendirdiler. Halkın onu dinlemesine mani olduklarından Mekke'nin kâfir halkı ondan uzaklaştılar. Bu hal Peygamberi vazifeden alıkoymadı. Hac mevsimlerinde Arap kabilelerini İslama davet ile kendisinin Allah tarafından gönderilmiş Peygamber olduğunu bildiriyor ve kendisine inanmalarını söylüyordu. Halbuki amcası Abdülmuttalib oğlu Abdülâzi Ebu Leheb peşini bırakmıyor, nereye giderse onu takip ediyor, halka kendisini dinlememelerini söylüyordu. Onlar da bu sözlerin tesirine kapılarak Peygamberi dinlemekten vaz geçtiler. Hazreti Peygamber bunun üzerine civarda bulunan kabilelere uğrayıp onlara göründü. Bu kabilelerden hiç biri kulak asmadı. Bunların hepsi nahoş bir şekilde ve hattâ bunlardan Beni Hanife, çirkin bir şekilde onu reddettiler. Beni Âmir ise, kendi yardımiyle muzaffer olursa ondan sonra riyasetin kendilerine geçeceği ümidine düşmüşlerdi. Peygamber ise, bunun Allaha ait olup onun dilediğine kalacağını söyleyince onlar da diğer kabileler gibi Peygamberi reddettiler. Böylece Mekke halkı lslâmiyeti ve Taif'liler de Allahın Resulünü istemediler, kabileler de Peygamberin dine dâvetine yan çizdiler. Mekkeye hac için gelen kabileler; Muhammed'in içinde bulunduğu yalnızlığı ve kendisine el uzatanlara karşı Kureyşlilerin husumetini ve ona yardım edenleri çember içine alan düşmanlarını gördüklerinden Peygamberden yüz çevirmeleri arttığı gibi Peygamberin de yalnızlığı ziyadeleşmiş, Mekke muhitinde dine davet vazifesi zorlaşmış ve Mekke cemaati ümit kırıcı bir şekilde kâfirlikte ısrar işini şiddetlendirmişti...


ihvan23

#6
Davet Devrelerinde Iki Safha
Peygamber (S.A.S.) Mekke'de birbirini takip eden iki devr e geçirmiştir. Bunun birincisi talim ve terbiye, fikir ve irade hazırlığı, ikincisi de davet ve mesai... Birinci devrede fikirleri şahıslarda canlandırmak ve bu fikirler etrafında halkı kitleleştirmek, İkinci devrede ise, bu fikirleri hayat ve mücadele­sine tatbikle cemiyeti ileti götürecek bir kuvvet haline getir­mektir. Zira tatbik edilmeyen fikirler çıplak birer bilgiden iba­rettir. Bu malûmatın kitaplarda ve kafalarda kalması arasında bir fark yoktur, çünkü bir yerde hapsedilmiş demektir. Bunun için hayatta tatbik edilmeyen fikirlerin kıymeti yoktur. Fikir­ler işlenebilmek için halkta nazariye halinden faal bir kuvvet haline mutlaka geçirilmelidir. İnsanların çeşitli cemiyetleri o zaman ona inanır, onu anlar ve üzerlerine alarak tatbikine uğ­raşırlar. O zaman da ifası gerekli bir netice olur. Peygam­ber (S.A.S.) Mekkede her iki devrede daveti böyle yürütmüş­tür. Birinci devir, halkın İslama daveti ve İslâm zihniyeti ile kafaların yetiştirilmesi ve islâm hükümlerinin kendilerine iza­hı, İslâm inancı üzerine kitle haline gelenlerin toplanmaları... Bu devre, davet işinde gizli çoğalma devridir. Öyle ki: Peygam­ber (S.A.S.) davet işine fasıla vermiyerek İslama gelenleri İs­lâm fikirleriyle yetiştirmeğe devam ediyor ve Erkam oğlunun evine, halkalara ayrılmış kitle halinde yetiştirici kimseler gön­deriyor. Müslümanlar, evlerinde de, dağ aralarında da, Erkam'ın evinde de hep gizli olarak toplanarak çoğalıyor, her gün imanları, her gün birbirine alâkaları ve bağları artıyordu. Her gün yüklendikleri bu mühim vazifenin iç yüzüne nüfuzları ar­tıyor ve bu yolda fedakârlığa hazırlanıyorlardı. Vakta ki İslâmiyet ruhlarında kökleşmiş, bu iman vücutlarındaki kan gibi cereyana başlamıştır. O zaman kendileri bu hak dininin yolcusu olmuşlardır. Bu sebeple gizli olarak çalışmalarına ve top­luluklarını ve toplantılarını saklı yapmalarına rağmen bu İs­lama davet keyfiyeti içlerinde saklı kalamadı. Müslümanlar; güvendiklerine ve daveti kabule müsait sevdikleri kimselere a çılmağa başladılar. Böylece halk bunu duymuş ve mevcudi­yetlerini hissetmiştir. Böylece davet işi başlangıç noktasını geçmiş ve yürümeğe başlamıştır. Bu yürüyüş halkın alâkası­nı çektiğinden uğraşmalar başlamıştır. Bu; gizli toplanma ve birleşmenin birinci devresidir ki kuruluş, talîm ve terbiye dev­ri olarak bitmiştir. Mücadele ve gayret devri olarak ikinci dev­reye geçmek zor oldu. Bu devirde halka Müslümanlık anlatı­lacak, onlar da İslâmiyetle cevaplaşacak ve ona kabul yüzü. göstererek canla, başla karışacak veyahut ondan yüz çevirip üzerine çullanacaklar, böylece İslâm düşünceleriyle çatışacak­lar, bunun neticesinde kâfirlik mağlûp olarak iman ve iyilik kökleşecek ve doğru düşünce zafer kazanacaktır. Çünkü akıl­lar ne kadar inad ederse etsin, doğru ve sağlam düşünceler karsısında ne kadar mukavemet ederse etsin, nihayet onun tesirine ram olur. Böylece en hararetli devre başlamış, fikir­ler ve Müslümanlarla kâfirler arasında çarpışma kendini gös­termiştir. Peygamberin (S.A.S.) ashabiyle birlikte Arapların daha evvelden bilmedikleri bir tertip ve bir topluluk halinde Kâbeyi tavaf ettiği ve resaletini ilân ettiği zaman mebde' te­lâkki edilebilir. Bundan sonra peygamber, risalet vazifesini bütün halka gündüzleri açık ifadeler ve açık çehre ile yapma­ya ve meydan okumaya başlamıştır.

Allahm birli ğine inanmayı, putperestliği ve Allaha şirk koşmayı reddetmeyi ve bu hususları idrakten âciz baba ve de­delerin batıl dinlerini körü körüne örnek tutmayı telkin eden Peygamber kendisine nazil olan âyetleri ve bu âyetlerde hileli alış veriş etmemek hususundaki hükümleri tebliğ etmekte idi. Bu âyetler faizciliğe, hileli ticaret ve hileli ölçülere aleyhtardı. Peygamber, insanlarla toplu bir halde Müslümanlık hakkında konuşmalar yapmakta idi. Kavmini evinde yemeğe davet eder, kendileriyle konuşur ve onlardan Müslüman olup kendisine yardıma olmalarını isterdi, Buna en kötü şekilde muhalefet edenleri Safa denilen din merasimi yerlerinde toplar, onlarla konuşurdu. Kureyşlilerin ileri gelenleri ve meselâ Ebu Leheb en fena şekilde bu işi bozmağa çalışırdı. Kureyşlilerden başka di ğer Araplarla Peygamberin arasında düşmanlık artmakta idi. Böylece cemaatin talim ve terbiyesi evlerde, dağ araların­da ve Erkam'ın evinde yapılan içtimalarda yapılırdı. Kendile­rinde dine karşı temayül görülenler davet edilir, onlar da bu vazifeyi üzerlerine alır ve başkalarına tamim ederlerdi. İşbu raddeye gelince, davet ve talim ve terbiye işi ilerleyince Ku­reyşlilerin kinleri artmış ve tehlikenin kendilerine yaklaştığı­nı sezmişler ve bunun için kat'î adımlar atmağa kalkmışlardır. Halbuki bundan evvel ne Muhammed'e, ne de onun dâvetine aldırış etmiyorlardı. Böylece Peygambere ve ashabına fenalık­ları ve hattâ muhalefetleri artmıştır. Fakat bu topluluk üzerin­de davetin tesirleri görülmüştür ki, bunlar halka islâmiyeti du­yurmuş, bu suretle hak dinine davet keyfiyeti Mekkeliler ara­sında yayılmıştır. Gün geçmezdi ki yüzlerini hakka tevcih eden bir çok kimseler dairei İslama girmiş olmasınlar... Bu suretle her fakir, her kudretsiz, her nasipsiz insan ile tüccarlar pey­gambere iman ettiler. Mekke tüccarlariyle eşrafından ve ileri gelenlerinden ruhlarının temizliği ve doğruluğu ile tanınmış olanlarla, düşmanlıkta ısrardan ve kuru iddialardan kendilerini uzak tutanlar da imana gelmişlerdir ki, bunlar davetin doğru­luğunu ve bu daveti yayan insanların doğru sözlü kimseler ol­duklarını anladıktan sonra hakka tevcih ederek Müslüman ol­muşlardır İslâmiyet Mekkede yayılarak halk fevc fevc, erkek kadın Müslüman olmuşlardır. Cemaatten İslâmiyeti neşir vazi­fesini deruhte edenler türlü sıkıntı ve eziyet çekmeğe ve çeşitli fenalıklara maruz kalmakla beraber kendilerini daha geniş ufuklara nakil ederek çalışmışlardır. Peygamberin zulüm ve kötülüklere ve Mekkede hüküm süren haksızlık ve halkı köle gibi kullanmak meselelerine hücum etmiş ve kâfirlerin vazi­yetlerini ve yaptıklarını açığa vurması Kureyş ileri gelenlerinin içlerindeki ateşi körüklemekte îdi. Peygamber ashabı ile Ku­reyş küffarı arasında en müşkül merhaleler ve en sert bir devir başlamıştır. Bu devir, işlerin tedvirinde gayet iyi düşünme ve başa gelecek sıkıntılara katlanma ve ziyadesiyle zihin yormağa ihtiyaç gösterdiğinden talim ve terbiye işinden davetin şiddet lenmesi s ırasında geçmek zarureti hasıl oldu. Bu vaziyet, küffarın Müslümanları dinlerinden şaşırtmaları gibi vukuu melhuz neticelere aldırmadan sarahate ve meydan okumaya ihtiyaç gösterdiği için pek mühim bir durumdur. Bu devirde iman belli olduğu gibi mukavemet ve gücü nisbetinde karşı gelme hislerinin doğruluğu da belli olur. İşte bu devirde Peygamber bu suretle devam ederek gerek kendisi, gerekse ashabı yüksek dağlara bile ağır gelecek zulüm, kabalık, kötülük ve müşkülât çektiler. Bu sebeple kimi dinini korumak için Habeşistana kaç­mış, kimi çektiği azaptan ölmüş, kimisi işkencenin en kaba çe­şitlerine katlanmıştır. Onlar Mekke cemaatinin Islâmın nuriyle aydınlatmağa ve içlerindeki zulmetin dağılmasına yaraması için uzun müddet bu hale devam ettiler. Peygamber, her ne kadar Erkam'ın evinde üç yıl kalıp da bu müddet zarfında gizli te­şekkül, talim ve terbiye işini bitirdi ise de yine de kâfirlerle mücadele ederek ve mucizeleri halkça görülerek sekiz sene daha bu şekilde geçmiştir. Kureyşlilerin müslümanlara azap çektirmekteki şiddetleri ve İsîâmiyetle mücadeleleri yavaşlamamıştır. Müslümanların Kureyşi ilerle temaslardan Cezire halkı İslâmiyeti duymuş ve davet havalan Ceziretülarabın her tarafında intişar etmiştir ki, bunu hacılar yapmışlardır. Lâkin Arablar Kureyslileri kızdırmamak için imana doğru tek adını atmamışlar ve uzun müddet Resûl-î Ekremden uzak dur­muşlardır. Bu vaziyet Peygambere ve ashabına teessür verdiğinden İslâmiyeti tatbik devri olan üçüncü devreye geçilmesi zarurî görüldü, fakat cemiyetin katılığı bu tatbikin muvaffak olacağını göstermiyordu. Müslümanlara yapılan azap ve işken­cenin artması kendilerini davet işinde çalışmağa bırakmıyor, ve bazen de mâni oluyordu. Halkın, Islama davet işine yüz çe­virmeleri Müslümanların teessür ve kederlerini arttırıyordu.

ihvan23

#7
Intisar Sahasinin Genislemesi
Kureyşlilerin kötülükleri arttığı için Peygamber ve müslümanlar çok sıkıldılar. Takif kabilesi, Peygamberi Taif'de kötü muamelelerle reddettikten ve hac i çin gelip de kendilerine müslümanlık namına müracaat edilen Kende, Keleb, Benî Amr, Benî Hanife kabileleri de îslâmiyeti reddettiklerinden kabilelerin yardımlarından ümit kalmamış olup Kureyşlile-den de kimsenin müslüman olması beklenemez olmuştur. Kureyşlilerden maada Mekke'ye komşu olan kabilelerle, Arab memleketlerinin her tarafından Mekke'ye hac için gelen diğer kabileler, Muhammed'in içinde bulunduğu yalnızlığı ve kendi­sini sarmış olan Kureyşlilerin husumetini görünce Peygamber­den büsbütün yüz çevirmişlerdir. Peygamber (A.S.) Allahın kendisine verdiği nübüvvet vazifesini ancak o güne kadar ken­disine iltihak edenlerin mahdut varlığiyle ifa ediyordu. Günler geçtikçe Peygamberin yalnızlığı ve Kureyşlilerin kinleri artı­yordu, insanlar da kendisinden uzaklaştıkça uzaklaşıyordu. Bütün bunlara rağmen Resûli Ekrem ve etrafındaki ashabı bu hâllerin hepsine göğüs geriyor, Allahın yardımına inanıyor ve hak dininin diğer bütün dinlerden üstün kılacağına dair iman­ları her vakitkinden kuvvetli bulunuyordu. Her fırsatta davet vazifesini yapıyordu. Hac zamanı gelip Arabistandaki halk Mekke'de toplandıkça onların daveti kabul veya çirkin şekilde red etmelerine bakmayarak onları İslama davet ediyordu. Allah'ın kendisine tevdi ettiği resalet vazifesini halka bildirirken Kureyşlilerden iyiyi, kötüyü tefrik edemeyenlerin kendisine sataşmaları ve kötü muameleleri, ruhundaki iyilik sebebiyle onu yolundan alıkoymuyordu. Allahın onu İslâm dininin tami­mi için gönderdiğine, kendisinin yardımcısı olduğuna beheme­hal bu hak dinini meydana çıkaracağına olan imanını muhafa­za ediyordu. O günler davet işinin duraklamasından ve Ku­reyşlilerin kötü muamelelerinden bizar olarak Allahın lûtfunu ve yardımını bekledi, durdu. Bu intizar fazla sürmemiş, zafer müjdeleri Medine'den gelmeğe başlamıştır. Şöyle ki Harzec ka­bilesinden birtakım insanlar hac zamanında Mekke'ye geldik­lerinde Peygamber onlara tesadüf edip, kendileriyle konuşmuş, hâl ve hatırlarını sorduktan sonra onları hak dinine davet et­mişti. Onlar da birbirlerine bakarak söyle söylenmişlerdir :

Yahudilerin, gelece ğini haber verip durdukları Peygamber, Allah bilir ki budur. Sakın onlar bizden evvel davranıp da kendisine sahip çıkmasınlar dîye Peygamberin dâvetine icabet et­tiler.

Evs ve Harzec kabileleri; aram ızdaki kadim husumet ve fe­nalıkları bir tarafa bıraktık, senin ile birlikte olursak Allah aramızdaki ayrılığı kaldırır bizi toplu bir hâle koyar, biz de sa­na zahir olursak senden daha muteber ve kuvvetli kimse olmaz dediler. Bunlar Medine'ye döndüklerinde hemşehrilerine müslüman olduklarını söyleyince, onlar da bu yeni dine amade gö­nülleri ve hakikate susamış varlıklariyle dahil oldular. Artık Evs ve Harzec kabileleri içinde Muhammed'in (S.S.) ismini duymayan kimse kalmamıştı.

ihvan23

Birinci Akabe Biati
Ertesi sene hac mevsimi gelince Medinelilerden on iki ki şi Mekke'ye geldi. O zaman Peygamber Akabe denilen yerde idi. Bunlar, kendisiyle buluşarak Akabe biatinı yaptılar. «Allaha şirk koşmayacaklarına, hırsızlık, zina yapmayacaklarına, çocuklarını öldürmeyeceklerine, kadınlarla, kendi kocalarından olmayan çocukları kocalarına mal etmek iftirasına kalkışmaya­caklarına, Allah yolunda herhangi bir işi yapmaktan içtinap et­meyeceklerine dair Peygamberle el tutuşarak biat ettiler. Her kim bu biati tutarsa ona cennet vardır. Bu yasaklardan her­hangi birini işleyen olursa Allah onu isterse cezalandırır, ister­se günahını bağışlar. Bu zevat biati yaptıktan ve hac mevsimi geçtikten sonra Medine'ye dönmüşlerdir..MEDINE'YE DAVET
Birinci Akabe biatl ıları olan on iki kişi avdetlerinde Ensar, yâni yardımcı ismini alan Medinelilere Islâmiyeti yaydılar. Bunlar da Peygambere yazdıkları mektuplarda, kendilerine îs lam dinini anlatacak ve Kur'an ı okutacak birisini göndermele­rini istediler. Resûl-i Ekrem, müslüman olanlara dini talim eder ve İslâmı zihniyetiyle onları yetiştirir, Islâmiyetin haki­katini anlayıp kavrayıncaya kadar onları terk etmezdi. Çünkü müslümanlık terbiyesi her müslüman için çok lüzumlu oldu­ğundan bunun gerçekleşmesi ve islâm imanının kuvvetlenmesi için gayret eder ve öylelerine vazifelerini anlatarak İslâmiyetin kökleşmesini sağlarlardı. Müslüman olanlar bunu işittikleri için kendilerine muallim göndermesini istemişlerdir. Peygam­ber (S.S.) Amir oğlu Musa'ibi onlara göndermiş, o da Zirare oğlu Es'ad'in evine gelmiştir. Bu zat halkı îslâmiyete davet eder ve onlara Kur'an-ı Kerim okurdu, onlar da birer ikişer müslüman olurlardı. Böylece islâmiyet Ensarın evlerinden etrafa yayılmıştır. Ancak Evs kabilesinden bazı insanlar bunun haricinde kalmışlardır.

Musa'ib onlara Kur'an okutur ve öğretirdi. Onlara cuma namazı kıldırmak için Peygambere yazdığı bir mektupla izin istemiştir. Aldığı müsaadenamede Yahudilerin cumaertesi günlerini saygı ile karşıladıkları güne bak (yani cuma günü­ne), güneş zevali geçince iki rekâtla Allaha kulluk et, onlara hutbe oku!» denilmektedir. Bunun üzerine Amir oğlu Musa'îb ile Es'ad'in evinde on iki kişi oldukları hâlde cuma namazını kılmışlar, o gün bir koyun kesmişlerdir. Müslümanlıkta ilk cu­mayı kılanlar bunlar olmuşlardır. Musaib Medine'de dolaşarak halkı İslama davet ediyor ve onlara dini talim ediyordu. Bir gün Zirare oğlu Es'ad Eshel oğullariyle Zafer oğullarının evle­rine götürmek üzere Musa'ib ile yola çıktı. Miâz'ın oğlu Esad, Zirare oğlu Es'ad'in teyzezadesi idi. Musa'ibi Zafer oğullarının bahçelerinden birine soktu. Bu bahçe Merk denilen kuyunun yanında idi. İkisi bahçede oturdular, yanlarına Müslüman olan­lardan bazıları geldiler, o günlerde Maaz'ın oğlu Sa'd ile Hadırin oğlu Esed Abdül Eşhel kabilelerinin eşrafından idiler. Her ikisi de, kendi kabilelerinin dini olan putperest idiler. Bunlar İslamiyetin yayılmakta olduğu haberini duydular. Bunlardan Maaz oğlu Sa'd, Hadır oğlu Üseyd: Yardımcın Allah olsun kalk; cahillerimizi i ğfal için gelen bu iki kişiye gidip onları azarla ve evimize gelmelerine mâni ol. Eğer Zirare oğlu Ed'ad bildiğin gibi akrabam olmamış olsa idi işi sana bırakmazdım, o benim teyzemin oğlu olduğundan benim için kimse onu geçemez dedi. Hadır oğlu Üseyd de hançerini alarak onların yanına geldi. Zirare oğlu Es'ad onu görünce arkadaşlarına: Bu, kabilenin sergerdesidir, ona Allahın bildirdiklerini tebliğ et, göreyim seni dedi. Buna cevaben Mus'ab; oturursa kendisiyle konuşurum dedi. Üseyd, ikisinin karşısına asık suratla dikildi ve cahilleri­mizi iğfal için bize neye geldiniz, canınızı kurtarmak istiyorsa­nız buradan çekiliniz dedi. Mus'ab şu mukabelede bulundu: Otur da bizi dinle. Sözlerimiz hoşuna giderse kabul edersin, beyenmezsen ondan içtinap edersin. Üseyd, doğru söylüyorsun diyerek hançerini elinden bırakarak yanlarına oturdu. Mus'ab ona İslâmiyetten bahsetti ve Kur'an okudu. İki arkadaşın son­radan anlattıklarına göre Üseyd daha başlamadan yüzünün tatlılığında ve tebessümlerinde müslümanlığın bütün nurlu alâmetleri müşahede edilmekte idi.

Üseyd; ne güzel şeydir bu dedi ve sordu: Bu dine girmek için siz ne yapıyorsunuz? Cevap verdiler: Yıkanırsın, üst başı­nı temizlersin, şahadet getirirsin ve iki rekât namaz kılarsın... Üseyd kalktı, yıkandı, elbisesini temizledi, şahadet getirdikten sonra iki rekât namaz kıldı ve iki arkadaşına şöyle hitap etti : Benim arkamda bir insan var, o bize uyacak olursa kabilesin­den bize tâbi olmayacak kimse kalmaz, onu şimdi size göndere­yim, o; Maaz oğlu Saaddır dedi. Sonra hançerini alarak Saad ve kabilesi nezdine gitti. Maaz oğlu Es'ad arkadaşının gelişini görünce: Yemin ederim ki Üseyd'in bu gelişi, buradan yanımız­dan ayrıldığı hâle benzemiyor. Üseyd yanlarına varınca Saad, ona ne yaptığını sordu. Cevap şu : iki adamla görüştüm, ikisin­den de bir zarar görmedim, yasağımızı kendilerine bildirince, arzunuzu yaparız diye mukabele ettiler. Fakat öğrendiğime gö­re Harise oğullan Zarare oğlu Es'adı öldürmek için onların üstüne gitmişler, çünkü senin teyzezaden olduğunu öğrenmiş­ler, seninle olan analarını bozmak istememişler dedi ve ilâve etti: Saad k ızdı ve kendisine anlatılanlardan endişelenerek han­çerini kaptı. Seni bu işi başaramamış görüyorum diye çıkıştı. Üseyd anlattı : Mus'ab ve Es'ad'ın yanlarına vardığım vakit ikisini de sakin ve telâşsız buldum, onlara asık suratla gittim, bana Es'ad dedi ki: Ey İmamenin babası, yanımıza fena fikirle geliyorsun, aramızda akrabalık olmasa idi bu muameleyi bize yapmazdın dedi ve: Ey Mus'ab kabilemizin sergerdesi geliyor, eğer sana uyacak olursa ötekiler muhalefet etmezler. Bana de­diler ki; oturup bizi dinler misin, söylediklerimizi beğenirsen, ne âlâ, hoşlanmazsan, sevmediğin şeyi senden geri alır ve senden uzaklaşırız, Saad da bunu tasdik etti. Sonra bana müslümanlığı anlattılar, yıkandım, elbiselerimi temizledim ve iki rekât namaz kıldım.

Üseyd kabilesine avdet ederken halk; Allaha kasem ederiz ki Sa'ad size dönüp geldiği vakitki yüzü yanımızdan ayrıldığı yüz değildir dediler. O da gelip karşılarında durarak: Ey Abdül-Eşhel oğullan! Beni nasıl tanırsınız diye sordu. Aldığı ce­vap şu oldu :

Bizim b üyüğümüz ve görüşü en kıymetli olanımız, düşün­cesinde en uğurlu olanımızsın dediler. O da; Allaha ve Resulü­ne iman edinceye kadar erkek veya kadınlarınızla konuşmak bana haram olsun mukabelesinde bulundu. Mus'ab Allaha ye­min ederek Abdül-Eşhel'in yanında kaldı. O gün akşama kadar erkek ve kadınlardan müslüman olmayan kimse kalmadı. Mus'ab, Zarere oğlu Es'ad'in evine dönerek halkı İslâmiyete davete devam etti. Ta ki, Ensârın evlerinin içinde ve dışında müslüman olmayan hâne kalmadı. Mus'ab Medine'de Evs ile Harzec kabilelerinin arasında oturarak onlara hak dinini öğre­tiyordu. Ensârın Allahın emirlerine itaat ve hakka yardımları­nın arttığım görerek bahtiyar oluyordu. Halka, Allahın emir­lerini bildirmek ve onları îslâmiyete davet etmek için kapı ka­pı dolaşır, çiftçiler tarlalarında çalışırken onlarla görüşür ve kendilerini dine davet ederdi. Ayrıca halkın ileri gelenleriyle de görüşerek onları da hak dinine davet ederdi. Öylesine ki bir sene içinde Medine'de kendilerini şaşkınca putperestliğe kap t ırmış olanları Allanın birliğine imana ve hakka çevirmiş oldu. Allaha şirk koşma ve alış verişte terazi hilelerine karşı nefret eder hâle geldiler. Böylece Mus'ab ve arkadaşlarının himmetleriyle bir sene içinde Medine şehri müşriklikten müslümanlı ğa dönmüş bulunuyordu.

ihvan23

Ikinci Akabe Biati
Birinci Akabe biati hay ırlı ve uğurlu idi. Sayılarının azlığına rağmen bunların mevcudiyetiyle Medine'yi değiştirmek ve cemaatte mevcut bâtıl fikirleri altüst etmek için Peygam­berimizin esbabından Mus'ab tek başına bu işe kâfi geldi. Mek­ke'de müslüman olanlar çok olmakla beraber halkın ekserisi onlardan ayrı idi. Çünkü ekseriyet iman etmemiş, cemaate İs­lâmlık fikir ve hisleri aşılanmamış, aksine olarak Medine'de halk topluluğu İslama girerek ekserisi fikir ve hisleriyle islâm­lıkla tenvir edilmiştir. Bu ise fertlerin topluluktan ayrı olarak, halkın ekseriyetinden ayrı olarak imana gelmeleri umum ara­sında iz bırakmadığını açıkça gösterir. Fertlerin kuvveti ne olursa halk ekseriyeti de öyle olur. Halkın alâkası: Fikir ve hislerle işlenince, davet vazifesini üzerlerine alanların adetle­ri az olsa dahi bir tebeddül ve inkılâp husule gelir. Bu hâl sara­haten gösterir ki cemaat, Mekke halkı gibi küfürde ısrar etmiş olursa, içinde fena fikirlerin bulunmadığı Medineliler gibi ko­lay ikna edilemez. Bu sebeple Medine topluluğu İslâmiyette fikir ve his itibariyle daha çok işlenmiştir. Bu suretle Medinede halk o güne kadar taşıdıkları fikir ve inançların yanlışlığını hissediyor, hakikî fikirler ve yaşayışları için yeni bir nizamın ihtiyacım duyuyorlardı. Halbuki Mekkeliler içinde bulunduk­ları dalâletten hoşnut olup devamını arzu etmekte idiler. Hele kâfirlerin elebaşıları Ebu Leheb, Ebu Cehil ve Ebu Süfyan gi­bilerine karşı Mus'ab Medine'de bulunduğu kısa bir zaman içinde halkın davete icabetini ve şevkini görerek İslama davet işi­ni fikir ve hükümleriyle teyide koyuldu. Halkın çabuk ısındık lar ını ve îslâmiyete sarıldığını görerek sevinç ve bahtiyarlık duymağa başladı. Hac zamanı Mekke'ye dönerek Peygambere müslumanların hâllerini ve kuvvetlerini ve vaziyetlerini anla­tıyor, müslümanlığın yayılışını müjdeliyordu. Ayrıca Medine ahalisinin İslâmiyetten başka birşey düşünmediklerini ve Allahın birliğine olan inançlarının gün begün artmakta olduğunu arzediyordu. Peygamber (S.S.) bu işittiklerinden büyük bir se­vinç duyarak Medinelilerle Mekkelilerin hâllerini tetkik ve mukayeseye koyuldu. On iki sene Mekke'de fasılasız olarak İs­lama davet vazifesini yaptı ve bu hususta elinden gelen hiç bir şeyi deriğ etmedi. Türlü eza ve cefaya katlandı. Buna rağ­men cemiyet taş kesilmiş olduğundan fazla yol alınamadı. Mekkelilerin kalblerindeki katılık, ruhlarındaki kalınlık ve zihinlerindeki eskiye körü körüne bağlılık buna sebep oluyordu. Al­laha şirk koşma ve putperestlik başlıca merkezi olan Mekke halkında bu dalâlet kökleştiği için İslama davete karşı lâkayd idiler. Medine ahalisi ise Harzeclilerden beş on kişinin müslü­man olmaları üzerinden henüz bir yıl geçmiş olması, sonra da birinci biatin yapılması, Amir oğlu Mus'abın bir sene daha ça­lışması Medine'de müslümanlık havasını yaratmış ve hak dini­ne icabet dehşet âver bir sür'atle inkişaf etmiştir. Mekke'de ise: Müslümanlık âdetleri mahdut ekalliyetin elinde kalmış ve müslümanlar Kureyşlilerden işkence ve kötülük görmüştür. Medine'de ise bu mukaddes iş sür'atle inkişaf etmiştir. Müslü­manlar Yahudiler ve kâfirlerden fenalık görmüyorlardı. Bu hâl müslümanlığın ruhlarda sağlamlaşmasına yaradı ve müslümanlara yürüyecekleri yolu açtı. Bundan ötürü îslâmiyete Medinelilerin icabetinin daha elverişli ve kolay olduğunu ve İs­lâm nurunun Medine ahalisini Mekkeden daha çok aydınlata­cağım Hazreti Muhammed fark etmiştir. Bu sebeple kendisinin "ve esbabının bütün mânilerden kurtulup vazife-i nübüveti ifa ve İslâmiyeti tatbik ve devletin kudret ve nüfuziyle bu vazife­nin daha ileri götürülmesi için Medine'de daha mütekâsif bu­lunan müslüman kardeşlerinin yanına hicret etmeyi düşünmüş t ür. Medine'ye göç etmelerinin sebebi budur, başka birşey de­ğildir.

Peygamberin (S.A.S.) bilhassa İslama davet işinde tesadüf ettiği müşkilâttan çekinerek, bu müşkilâta katlanmak ve bun­ları defi etmeğe uğraşmak istememesi dolayısiyle Mekke'den hicret etmeyi düşünmemiş olduğunu tebarüz ettirmek zaruri­dir. Kendisi Mekkeden başka bir yer düşünmîyerek orada eshabiyle birlikte on yıl içinde bütün nahoş hâdiselerle mücadele etmiştir. Kureyşlilerin yaptıkları fenalıklar kendisinde en ufak bir bitkinlik ve zaaf husule getirmediği gibi onlara mukabele etmekten de geri kalmamış ve azminde bir gevşeklik görülme­miştir. Bunlar Cenabı Hakkın kendisine tevdi ettiği risalet vazifesine olan iman ve merbutiyetini takviye etmiştir. Pey­gamberin, Allahın nusrat ve yardımına olan sonsuz inancı hiç sarsılmamış olan azmini arttırıyordu. Bütün bu tecrübe ve gay­retlerden sonra Resulü Ekrem bu katı yürekli insanların ümit kırıcı düşüncelerini ve yüreklerinin katılığını düşünerek sarfedilen sonsuz gayretlerin boşa gideceğini düşünmüştür. Bunun için bu cemiyetten başka bir cemiyete geçmenin çaresiz olduğu görülmüştür. Bu vaziyet Peygamberi, Medineye hicret etmeyi düşünmeye mecbur kılmıştır. Yoksa kendisinin ve arkadaşları­nın uğradıkları kötülükler değildir. Evet, fenalıklardan kaçın­mak üzere arkadaşlarının Habeşistana göçmelerini emretmiştir, çünkü: îman sahiplerinin imanlarını korumak için kendilerini idlâl edecek yerlerden kaçınmalarını Allah doğru bulmakta­dır. Vakıa çekilen fenalıklar îmanları kızıştırır, görülen haka­ret o imanı takviye eder, onlara tahammül etmek de azimleri takviye eden, iman düşkünlüğü imanlıyı her şeye katlandırır ve bu uğurda malını da, canını da, rahatını da feda ettirir. Allaha îman; iman sahibini bu yolda severek canını feda edecek hale getirir. Fakat maruz kalınan kötülüklerin devamı, fedakârlığın uzayıp gitmesi, iman sahibini bunlara katlanmağa ve mütema­diyen fedakârlık yapmağa mecbur tutar ki bu hal imanlıların muhitlerini genişletmek ve hak mefhumuna kuvvet ve vüs'at verecek düşüncelerden alıkoyar. Bu sebeple iman ehlinin şaşır t ıcı yerlerden kaçmaları zaruridir. Ancak bu; Habeşistana olan imanlıların hicretlerine uyar. Medineye hicret ise o yeni ce­maate götürecekleri davet vazifelerini başarmak içindir. Yer yüzünde Allahın emirlerini yüksek, üstün tutmak ve bu daveti yürütmek hedefiyledir. İşte bu sebepten dolayı Hazreti Peygam­ber Medineye hicret etmeyi esbabına söylemeyi düşünmüştür. Bu da Müslümanlık imanı oraya girip orada yayıldıktan sonra olmuştur. Yesrib'e ?eskiden Medine şehrinin ismi idi? hicreti emretmeden ve kendisinin de hicretini kararlaştırmadan evvel Peygamberin (S.A.S.) Medine hacılarını ve hac için gelen Müs­lümanları ve bunların hak yolundaki fedakârlıklarının derece­sini ve İslâm Devletini kurmağa esas teşkil edecek olan noktayı yani kendisiyle beraber cihad andlaşmasına yanaşıp yanaşma­yacaklarını görmesi lâzımdı. Hac için gelenlerin vürudunu bek­ledi. Milâd senesinin 622 inci ve risaletinin on ikinci yılı idi. Hac için gelenler cidden çoktu. Aralarında yetmiş beş Müslü­man vardı. Yetmiş üçü erkek, ikisi kadın idi. Kadınlardan biri Mazen oğlu Naccarın karısı Amara'nın annesi, Ka'bin kızı Nesibe , diğeri Selme oğulları kabilesinden Adi oğlu Amrun kızı ve annesi Esmâ 'dır. Resulü Ekrem bu yetmiş beş Müslümanla gizlice buluştu. Onlarla yalnız İslama davet ve maruz kalına­cak fenalıklara katlanma hududunda kalmayarak, Müslüman­ların kendilerini müdafaa edecek bir kuvvet haline gelmeleri ve Islâmiyeti bütün cemiyette tatbik edecek ve onu âlem şümul bir' vazife olarak halka götürecek ve bunu müdafaa edecek kuvveti taşıyacak ve neşrinde ve tatbikinde tesadüf edilecek her türlü maddî manileri defi edecek olan İslâm Devleti kurmakta temel taşı ve ilk destek yerini tutan çekirdeğin meydana getirilmesi­ne yarayacak olan bir andlaşma hakkında kendilerile görüştü ve onlar ın fedakârlıklarını anlayarak (Kurban Bayramının 2, 3 ve 4 üncü günleri olan) teşrik günlerinde buluşmayı kararlaş­tırdılar. Onlara dendi ki: Uyumuş olanı uyandırmayınız, bulunmamış olanı beklemeyiniz. Kararlaştırılan günde gecenin üçte biri geçtikten sonra, ne yapacakları anlaşılmamak için bulun­dukları yerlerden gizlice sıyrılarak iki kadını da beraberlerine alarak c ümlesi dağa tırmandılar, orada Peygamberi beklediler. Hazreti Peygamber, beraberinde henüz Müslüman olmamış bu­lunan amcası Abbas ile geldi ki; bu kardeşinin oğluna onlar­dan ahit ve peyman almak için gelmişti; ilk konuşan da o ol­muştur: « Ey Harzecliler. Muhammed içimizde bildiğiniz vazi­yettedir. Onun hakkında bizim gibi düşünen kabilemiz kendisi­ni korudu. Kendisi kabilesi içinde muteber ve memlekette ken­disini müdafaa edenler İçindedir. Size iltihak etmekten başka bir şey istemiyor. Eğer kendisini davet ettiğiniz mesele uğrun­da sözünüzde sabit ve kendisine muhalefet edenlere karşı onu müdafaa edecekseniz mesele yok. Eğer size çıktıktan sonra onu ele verecek veya yalnız bırakacaksanız onu şimdiden bırakı­nız.» dedi. Bu hitap üzerine orada bulunanlar şöyle mukabelede bulundular: Abbas'ın söylediklerini işittik, Ey Allahın Peygam­beri konuş; kendin ve Rabbin için sevdiğini al dediler. Peygam­ber de Kur'an okuduktan ve İslâmiyete teşvikten sonra: « Kadın­larınızı esirgediklerinizden beni de esirgemek üzere sizinle biat ederim.» deyince Bera adlı kimse, elini uzatarak dedi ki: Ey Allahın Resulü, biz de biat ettik. Biz, savaşların ve zırhların oğullarıyız, büyüklerimiz büyüklerimizden geçerek onları mi­ras aldık. Tihan oğlu Ebulhiyem adlı kimse de sözü keserek: Ey Allahın Resulü bizimle Yahudiler arasında ahitler vardır, biz onları kesiyoruz, biz böyle yaparız da Allah sana nusrat ve­rip muvaffak ederse belki bizi bırakıp Kureyşlilere dönersin deyince, Peygamber gülümsedi: «Siz bendensiniz, Ben de siz­den. Savaştığınızla savaşır, barıştıklarınızla barışırım» dedi. Cemaat biata yeltendi ise de İbâde oğlu Abbas araya girerek: Ey Hazrecliler! Bu zata ne üzerine biat edeceğinizi biliyor musunuz? Dünyadaki kırmızı ve siyah renkli insanlarla savaşmak için biat ediyorsunuz, eğer mallarınız uğrayacağınız felâketler yüzünden yok olmağa yüz tutar ve ileri gelenlerinizin savaşlar­da ölmeleri yüzünden kıtlığa uğrar da kendisini ele vermeğe kalkacaksanız onu şimdiden bırakınız, döneklikler olacak olur­sa dünya ve âhiret yüz karasıdır. Eğer kendisini davet ettiğiniz ahid ve peymânlara sadık kalarak melhuz felâketlere katlana caksan ız onu alınız. Çünkü Allah hakkı için o, dünyanın da, âhiretin de iyiliğidir. Cemaat: Mallarımız ve basa gelecek felâket­ler ve ileri gelenlerimizin ölümleri bahasına olsa dahi biz onu alıyoruz; dedikten sonra: Ey Allahın Resulü, biz bunu yapar­sak göreceğimiz mükâfat nedir? dediklerinde Peygamber: Cen­nettir diye cevap verdi.

Cemaat kendisine ellerini uzatt ıkları gibi o da elini açmış: «Gerek sıkıntılı, gerek sıkıntısız zamanlarımızda, isteyerek ve­ya istemiyerek dinleyip uymağa ve her nerede olursa olsun ha­kikati söylemeğe ve Allah uğrunda kimsenin kötülüğünden çe­kinmemeğe ahdü peyman ettik» diye biat etmişlerdir.

Bu i ş bitince Peygamber: «İçinizden muteber olan on iki kişi seçiniz ki bunlar mukavelenin tekâlifini deruhte etsinler ve ahidnameye kefil olsunlar» dedi. Cemaat Hazrec kabilesin­den dokuz ve Evs'lerden de üç kişi seçmişlerdir. Peygamber bu murahhaslara şu hitapta bulundu:

Sizler; Meryem o ğlu Isa Peygambere on iki arkadaşının kefilleri gibi kefilsiniz. Ben de cemaate kefilim.. Bundan sonra yerlerine avdet etmişler ve Medine yolunu tutmuş­lardır. Bunun üzerine Hazreti Peygamber, Müslümanlara ay­rı ayrı çıkmak üzere Medine'ye hicret etmelerini emretmiştir. Müslümanlar teker teker veya bîrkacar kişi olarak hicrete başlamışlardır. Kureyşliler, bu anlaşmayı öğrenmiş oldukların­dan muhacirleri geri çevirmek için uğraşmışlardır. Müslüman­ları muhacerete bırakmıyorlar, daha önce gitmiş olanları karı­sından veyahut kocasından ayrı gitmeğe kalkanlara da mani oluyorlardı. Buna rağmen muhaceretin önü alınamadı. Müslü­manların Medineye hicretleri birbirini takib etti. Hazreti Peygamber ise Mekkede kalıyor, orada mı kalacağını, Me­dineye mi gideceğini kimse bilmiyordu. Bununla beraber Me­dineye hicret edeceklerine dair belirtiler göze çarpıyordu. Zira: Ebubekir, kendisinin Medineye hicret etmesi için müsaade iste­diği vakit; acele etme belki Allah sana bir arkadaş çıkarır cevabını almıştır. Ebubekir, Hazreti Peygamberin de hicret arzu sunda oldu ğunu bundan anlamıştır. Müslümanların Medinede muteber tutulmaları dolayısiyle Mekkeden de hicret vuku bu­lursa büyük bir kuvvet teşkil edileceklerini göz önüne alarak Peygamberin de hicret edeceği akla geliyordu. Medinedekiler bu kadar kuvvetli iken Peygamberin de onlara iltihakı Kureyşliler için büyük bir felâket, bir yok olma neticesi doğuracağını göz önüne getiriyordu. Bu sebeple Hazreti Muhammed'in Medineye hicret etmesine mani olmak, ayni zamanda Mekkede kaldığı takdirde dahi Medinedeki Müslümanlar kuvvet bulur, adetleri artarsa kendisine iman ettikleri Allahın Resulünü ko­rumak için Mekkeye geleceklerini, bunun da kendileri için iyi olmayacağını düşünen Kureyşliler, Medinedeki Müslümanlara iltihak etmemesi ve gerek İslâmiyet, gerekse Hazreti Muhammed yüzünden Medinelilerle bir çarpışmaya sebep olmaması için Peygamberi öldürmeyi düşünmüşlerdir. Peygamberin ha­yatına dair Ayşe ve Ehem oğlu Ebu Emame'nin tarih kitapla­rında yazılı ifadelerine göre, yetmiş kişinin Hazreti Peygambe­rin yanından ayrılıp gittiklerinde Cenabı Hak kendisine cesur ve muharip kimselerden mürekkep koruyucu bir kuvvet ver­miş olduğundan derin bir huzur duymuşlardır. Mekkeden çıkıp gidecekleri açıklandığı için Müslümanların kâfirlerden çektiği zulüm ve işkence kat kat artmıştır. Peygamberin eshabını sı­kıştırmışlar, ta'zip etmişler, onlar da görülmemiş hakaret ve iş­kence içinde bunalmışlardır. Müslümanlar Hazreti Peygambe­re: Hicret edeceğiniz şehir bize çorak gösterildi diye söylen­mişlerdir. Bir kaç gün sonra Peygamber sevinçli bir çehre ile onlara: Hicret edeceğiniz şehir bana bildirildi. Bu, Yesrib (ya­ni Medine) dir. Sizlerden isteyen oraya gitsin dedi. Hazırlan­mağa ve birbirlerine arkadaş olmağa ve siparişler vermeğe ve hareketlerini gizli tutmağa başladılar. Cemaat, kısım kısım çı­kıp gittiler. Hazreti Peygamber Mekkede kalarak, Allahtan hicret emrine intizar ediyordu. Ebubekir, Müslümanların hicret etmekte oldukları Medineye kendisinin de gitmesi için müte­addit defalar Peygamberden müsaade istemekte idi. Hazreti Peygamber de; acele etme, belki Allah sana bir arkadaş çıkarır derdi. Ebubekir, bu arkada şın Peygamberin kendisi olacağım ümit ediyordu. Kureyşliler Peygamberin ve esbabının hicretle­rini görerek bunun kendileriyle savaş için bir hazırlık olduğu­nu anladılar, meclisler aktederek bu hususta ne yapmak lâzım geldiğini müzakere edip karara bağlayarak dağıldılar. Cibril Aleyhisselâm Peygambere gelerek, geceyi yatağında geçirme­mesini ve cemaatin kurdukları tuzağı kendine bildirdi. O gece­yi evinde geçirmedi ve Cenabı Haktan, hicret müsaadesi geldi.

Resul ü Ekremin Mekkeden hicret buyurmaları, Kureyşlilerin kendilerini öldüreceğinden korkmuş olmasından değil, is­lâm kudretinin Medinede bulunması ve Medinenin Peygamberi kabul edip İslâm devletini kurmağa elverişli bulunmasıdır ki Peygamberi hicrete teşvik etmiştir. Hicretin hakiki sebebi bu­dur. Hazreti Muhammedin Mekkeden çekilmelerinin sebebini Kureyşlilerin kendilerini öldürmeğe olan kararlarından korka­rak yaptığını düşünenler hata ederler, zira îslâmın neşri hususunda maruz kaldığı bütün fenalıklara ehemmiyet vermemiş ve ölümden asla korkmamıştır. Canının ve hayatının kaygısına asla düşmemiştir. Medine'ye hicreti İslâmiyetin neşri ve İslâm devletinin kurulması gayesinden başka birşey değildir. Kureyşlilerin, Peygamberin Medineye hicret etmesi ve orada elde ede­ceği ekseriyetin bir daha ele geçmez olması korkusiyle öldür­mesine karar vermişlerdir. Fakat burunları sürtüle sürtüle, Peygamber onlara üstün gelmiş ve Medineye hicret etmiş, ken­disini öldürmek kararına rağmen buna mani olamamışlardır. Bu suretle hicret; Müslümanlığın tebliğ devri ile, İslâmiyetin hükümlerini yürütecek ve cemaati faal bir hale getirecek ve buna karşı muhalefet ve azgınlık kuvvetlerinden koruyacak bir devlet kurulması hususlarına bir hudut teşkil etmiştir.

ihvan23

Islam Devletinin Kurulmasi
Fahrik âinat Medineye muvasalat etmiş, kâfir ve yahudilerden birçok şehirliler kendisini istikbal etmişler, Müslüman­lar etrafında toplanmışlardır. Bunların cümlesi onun nurlu yü­zünü görmeyi arzu ediyorlardı. Müslümanlar Peygambere hiz­met, gerek kendisinin, gerekse beraberinde getirdiği din ve İs­lâmiyet uğrunda her türlü fedakârlığı göze almış olan muhte­rem insanları herkes kendi evinde misafir etmeğe can atıyor­lardı. Lâkin Resulü Ekrem bindiği dişi devenin yularını boynu­nun üstüne bıraktı, deve kendi kendine Omro'nun iki oğlu Sehil ve Sehil'in hurma kurutma yerlerine gelerek oraya çöktü. Peygamber burasını satın aldı ve üzerine mescidini ve etrafına da evlerini yaptırdı. Gerek bu mescidin yapılması, gerekse mes­kenlerin inşaası hiç bir kimseye külfet yüklememiştir. Çünkü fazla para sarfına ve büyük bir zahmet ihtiyarına meydan vermeyecek derecede sade idi. Mescid, geniş bir avlu içinde du­varları kiremit ve topraktan yapılmış bir kısmının tavanı hur­ma dallariyle Örtülmüş, diğer parçası açık bırakılmıştır. Bir kısmı evsiz fakirlerin yatıp kalkması için onlara tahsis edilmiş­tir. Mescid, yatsıdan yatsıya namaz vakti aydınlatılırdı. Oda o esnada yakılan çalı çırpı ile temin edilirdi. Peygamberin evleri mescidden fazla değildi. Yalnız ışığı fazla idi. Hazreti Pey­gamber mescidin ve evlerin inşası bitinceye kadar Ensarî Zeydin oğlu Halid Ebu Eyyub'ım evinde ikamet ettikten sonra kendi evine geçerek oraya yerleşti. Burada İslama davet işi da­ha geniş bir şekil aldı, talim ve irşad devrinden İslâm nüfuzunu halka hâkim kılarak, o güne kadar bu vazife uğrunda maruz kaldıkları fenalıklara mukabele ve mukavemet vaziyetinden hakem ve hâkimlik vaziyetine ve bu halden İslâmm nesrini ve onu idame, muhafaza i çin girilen bu yeni hayatın icaplarını dü­şünmeye koyulmuştur. Hazreti Peygamber Medineye vardığın­da, namaz kılmak ve toplanıp müşavere etmek ve Müslümanla­rın işlerini tedvir etmek ve aralarındaki dâvalara bakılmak için mescidin yapılmasını emretmiştir. Ebubekir ile Ömer'i kendi­sine iki muavin seçmiştir . «Yeryüzünde Ebubekir ve Ömer be­nim iki vezirimdir» demiştir. Müslümanlar Peygamberin etrafını sararak kendisine müracaat ederlerdi. O da devlet reisliği ve hakemliği ile ordu kumandanlığını alâkadar eden işler gö­rürdü. Bu suretle Müslümanların işlerini tedvir ediyor ve ara­larındaki dâvaları hallediyordu. Asker kuvvetlerine kuman­danlar tayin edip kıt'aları Medine haricine gönderiyordu. Böy­lelikle Medinede bulundukları ilk günden başlayarak devleti kurmuş ve cemiyetin sabit bir temel üzerine kurulmasiyle ge­rek hükümetin, gerekse Islama davetin genişlemesini koruya­cak kâfi bir kuvvet hazırlamakla bu devleti tahkime başla­mıştır. Bu işlerden sonra Müslümanlığın yayılmasına mani olan bütün engelleri yok etmeğe koyulmuştur.

ihvan23

Cemiyetin Kurulmasi
Cenabı Hak insanları cemiyet halinde yasamak tabiatında yaratmıştır, insanların birlikte ve cemiyet halinde yaşamaları tabiî bir hal olduğundan aralarında toplaşmaları da bundan do ­ layıdır. Şu var ki halkın birbirleriyle rastgele ve tesadüfen bu ­ luşmaları onların bir cemiyeti demek değildir, bu sadece bir araya gelmiş insanlardır. Bu insanlar yalnız bir araya gelmekle iktifa ettikçe, insan birikintisinden ileri geçemez, aralarında kendilerine faide verecek ve onları fenalıklardan sıyanet ede ­ cek, kötülükleri defi edecek alâkadarlar olunca bu birleşmeden cemiyet vücude gelir. Ancak bu rabıtalar bu bir araya gelmiş olan insanların düşüncelerinde de birlik tesis etmek ve noktaî nazarları ve hisleri birleştirerek ayni hedef ve gayeye tevcih ederse bir cemiyet husule gelir, aksi takdirde netice vermez. Bu sebeple cemiyeti d üşününce fikirlerle hislere ve nizamlara bakmak muhakkak lüzumludur. İste Hazreti Peygamber Medineye geldiği vakit oradaki cemaatin iç yüzünü anlamak için ona bu zaviyeden bakmak zaruridir.

Medinede o vakit üç cemaat vardı; birincisi Muhacirler ve Ensardır ki bunlar ekseriyeti teşkil ediyordu, ikincisi: Evs ve Hazreclilerden Müslüman olmayan putperestlerdir ki Me­dine halkı içinde azınlık idiler. Üçüncüsü Yahudiler ki dört kısımdırlar. Biri: Medine'nin içinde, diğer üç kısmı haricinde idiler. İçinde olanlar Kinka oğulları, haricindekiler ise Nefir oğullariyle Hayber Yahudileri ve Kurayza oğullarıdır. Yahudi­ler: Müslümanlıktan evvel Medine halkından ayrı bir toplu­luk olduklarından düşünüşleri de, duyguları da, hayatlarını "tanzim ettikleri hususlar da başkadır. Bunun için Yahudiler Medinenin içerisinde ve yakınında bulunmakla beraber, Medine cemaatinden bir parça sayılamazlar. Putperestler ise az sayıda idiler, Medineyi süpürüp götüren islâmlık rüzgârları putperest­leri darma dağınık ettiğinden onların da İslâmlığa sarılmaları ve islâmlık düşünüş ve hisleriyle, Müslüman nizamına baş eğmeleri zarurî idi. Muhacirlere ve ensara gelince: Bunları müslümanlık inancı bir araya getirmiş ve onları birleştirmiştir. Bunların fikir ve hisleri aynı olduğundan alâkalan aşikârdı. Bu yüzden Hazreti Peygamber bunların aralarındaki alâkaları İslâmiyetin iman temeli üzerine kurmuştur. Kendilerini Allah yolunda alış verişlerinde ve mallarında ve bütün işlerinde elle tutulacak, asarı belli bir kardeşlik ile ikişer ikişer kardeşliğe davet etmiştir. Buna uyarak kendileri ile Ebu Talib oğlu Ali ile kardeş, Amcası Hamza ve azatlısı Zeyid de iki kardeş. Ebubekir ile Harca oğlu Zeyid de iki kardeş oldular. Muhacir­lerle ensarı birbirleriyle kardeş yaparak Hattab oğlu Ömer ve Hazredi Malik oğlu Atban iki kardeş ve Abdullah oğlu Talha ile El'ensarî Ebu Eyyub da iki kardeş oldular. Bu kardeşlik geçim işlerinde tesirini göstererek ensar Muhacir kardeşlerine bu kardeşliğin kuvvetini ve hakikatini arttıran cömertliklerde bulundular. Birbirlerine mallar, geçinecek şeyler verdiler ve onlar ı dünyalıklarına ortak ettiler. Tacirler tüccarlığa, çiftçiler ziraate ve herkes kendi geçim yolunda çalışmağa koyuldular. Bu cümleden Avf oğlu Abdurrahman tereyağı ve peynir sat­mağa başlamış ve diğer bir çoğu Abdurrahman'ın yaptığını yaparak ticaretlerinden zengin olmuşlardır. Çünkü ticaret işle­rinde bilgi sahibi idiler, içlerinde Ebubekir ve Ömer ve Ebu Talib oğlu Alî vesaireler! bulunup alış verişle uğraşmayan kim­selerin aileleri ise kendilerine ensarın bağışladıkları topraklar­da çiftçilik yaptılar. Hazreti Peygamber demiştir ki: Toprağı olan kimse, onu ya eksin, yahut kardeşine versin. Bu suretle cümlesi hayatlarını kazanacak hale geldiler. Bunlardan başka Medine'de küçük bir cemaat daha vardır ki onların malları, ça­lışacak işleri ve oturacak yerleri yoktu. Bunlar fakir ve düşküm kimselerdi. Ne muhacirlerden, ne de ensardan idiler. Bunlar Medineye gelip Müslüman olmuş Araplardı. Hazreti Peygam­ber bunlarla alâkalanmış ve mescidin Suffa denilen tavanlı kısmını onlara tahsis etmişti. Onlar oraya sığınır ve orada gecelerlerdi. Bunun için bunlara Suffalılar denilmiştir. Bunlara Müslüman muhacirlerle ensardan kazançları iyi olanlar geçine­cek temin etmişlerdir. Bu suretle Hazreti Peygamber tekmil Müslümanları değişmez temeller ve aralarında sağlam alâka­lara dayanan bir esasa bağlamıştır. Resulü Ekrem bu şekilde Medine cemaatini sağlam bir temel üzerine kurarak bu cemaat­le kâfirler ve yahudilerle, münafıkların karşısına çıkmıştır. Hazreti Peygamber bu cemaate ve bu birliğe içten güvenmiştir. Kâfirler Müslüman hükümranlığına baş eğdikten sonra kayna­mış gitmişlerdir. Bunun için bunlar İslâm cemiyetinin inkişa­fında müessir olmamıştır, Yahudiler ise Müslümanlıktan önce ayrı bir cemaat idi. İslâmiyetten sonra onların topluluklarıyla Müslümanlar arasındaki ayrılık artmıştır. Bundan dolayı Ya­hudilerle Müslümanlar arasındaki alâkaların muayyen bir esa­sa bağlanması lüzumlu görülmüştür. Bu sebeple Hazreti Pey­gamber yahudilere karşı Müslümanların vaziyetini ve onlarla Müslümanlar arasındaki münasebetlerin hudutlarını tayin et­miştir. Nitekim Hazreti Peygamber muhacirlerle ensarı arala rina alarak yazd ığı bir yazıda yahudileri işaret ederek onlara karşı bazı şartlar ileri sürmüştür ki; bu yazı, Müslümanların yekdiğeriyle ve kendilerine iltihak edenlerle münasebetlerini tayin ettikten sonra Yahudi kabilelerinin Müslümanlarla olan münasebetlerinin hudutlarını gösteren bir kanun olmuştur. Bu yazı; «Kureyşlileri Medinelilerden Müslüman olan müminler­le onlara uyup iltihak edenler ve kendileriyle savaşanlar ara­sında olmak üzere Hazreti Muhammedin yazısıdır ki bunda «Müminler diğer cemaatlerden ayrı olarak tek bir cemaattir» sözleriyle başlamıştır. Sonra bu yazıda Müslümanların kendi aralarındaki münasebetleri üzerinde durulup ve lüzumlu vazi­yet izah edilirken arada yahudilerin sözü gelişi güzel geçiyor: «Kâfir öldüren Müslümanı, Müslüman öldüremez, bir Müslü­man aleyhine kâfire yardım etmez, Allah için verilen ahdüpeyman aynı olup bir tek Müslümanın bile Müslüman olmayan bir veya fazla insanlara vereceği teminat bütün Müslümanlarca ve­rilmiş gibi muteber tutulur. Müslümanlar, Müslüman olmayan­lara karşı birbirlerinin yakınları ve dostlarıdır. Yahudilerden bize tâbi olanlar için kendilerini koruma ve eşitlik hakkı tanın­mış olup onlara haksızlık edilmez ve onlara karşı Müslümanlar yardımlaşmaz. Müslümanların barışları bir barış olmakla Allah yolunda girişilen savaşta müsavi ve adaletli olmadıkça bir müslüman diğer bir müslümandan ayrı barışmaz» denilmektedir. Peygamberin bu ifadesindeki yahudiler, komşu yahudi kabile­leri demek değildir. Belki İslâm devletine tâbi olmak istiyenlerdir. Onlara Müslümanlarla alış verişte koruma ve eşitlik veri­lir. Çünkü gayri müslim tab'a olurlar. O yazının şümulü altına giren Yahudiler, yazının son kısmında kabilelerinin isimleriyle ve Müslümanların münasebetleri sözlerinden sonra zikredil­miştir ki Avf oğullan ve Neccar oğullarını ve diğerlerini gös­termiş ve islam devletiyle münasebetlerini lüzumu derecesinde tahdit etmiştir. Yazıdaki ifadelerde, yahudilerle Müslümanlar arasındaki alâkaların islâmlık hükümlerine müracaat edilerek onu kabul etmeleri ve onların Müslümanlık hükümranlığına itaat etmeleri ve İslâm devleti icaplarının gerektirdiği işlerle yahudilerin kendilerini ba ğlı tutmaları esasları üzerine konul­duğunu apaçık gösteren hükümler vardır. Ezcümle bu yazıda bunları gösteren bir takım açıklamalar da vardır ki onlardan:

1 ? Yahudilerin iş adamları kendileri gibi olup bunlardan herhangi biri Hazreti Muhammed'in müsaadesi olmaksızın ha­rice çıkamaz.

2 ? Medine dahili, bu yazıdaki Yahudilerce haram: (mâ­nâsı aşağıdaki açıklamadan anlaşılacaktır.)

3 ? Bu yazının gösterdiği halk arasında zarar vereceğinden korkulan bir hâdise ve çatışmanın ortadan kaldırılması All aha ve Resul ü Muhammed'e aittir.

4 ? Kureyşliler olsun, yardakları olsun himaye edilmiye ceklir.

İşte böylece Resulü Ekrem'in bu yazısı Medineye komşu olan yahudilerin vaziyetini göstererek Peygamberin, yeni devltin müsaadesi olmaksızın yahudilerin Medineden çıkmayacaklarını, bir savaş veya savaşa yardımda Medinenin itibarını bozmamalarını ve Kureyşlilerle yardaklarına zahir olmalarının yasak olduğunu ve aralarında çıkabilecek ihtilâflara, uygunsuz­luklara yazıda gösterildiği üzere Resulü Ekrem bakacak ve hükmü o verecektir diyor.

Bu yaz ıdaki uyuşmalar arasında sözü geçen Avf oğulları Naccar oğulları ve Haris oğulları ve Sâide oğulları ve Evs oğulları ve Sa'lebe oğulları yahudileri kabul ederek imzalamış­lardır. Yahudilerden Beni Kurayza ve Beni Nazîr ve Kınka oğulları bu yazıyı imzalamamışlar ise de az zaman sonra bunu ve bunun gibi diğer yazıları imzalayarak onlar da gösterilen aynı uyuşmalara itaat etmişlerdir.

Bu mukavelenin imzasiyle Resul ü Ekrem yeni doğan îslâm devletinin işlerini değişmez temeller üzerine istinat ettirdiği gibi, bu devlete komşu yahudi kabileleri arasındaki münasebet­leri de İslâm esaslarına baş eğen açık esaslara istinat ettirmiştir. Böylece Hazreti Peygamberin vicdanı, îslâm cemiyetinin kurulduğuna komşuları olan yahudi kabilelerinin hıyanetleri ve sava şları belirinceye kadar emin oldu. Bundan sonra müca­deleye hazırlanarak îslâmın yolundaki maddî engelleri berta­raf etmeğe koyuldu.

ihvan23

Mücadele Hazirliklari
Hazreti Peygamber cemiyetin teess üs ettiğine emin olduk­tan ve komşuları Yahudilerle anlaşmalar yapıldıktan sonra Medinede harp havası yaratmağa başladı. Çünkü İslâm devletinin ilk işi hükümran olduğu bütün yerlerde İslâmiyetin faal ha­le gelmesi ve İslama, davetin memleketinden dışarılara götürülmesidir. İslâm devletinin davet vazifesi, misyonerlerin yaptık­ları gibi mânada değildir. O ancak insanları dine çağırmak ve İslâmî düşünceler ve ahkâm ile onları yetiştirip bu davete mu­halefet edecek her maddî engeli ortadan kaldırabilecek maddî bir kuvvete sahip olmak...

Kureyşliler: Bu meselede madd î bir engel idiler. Bu maninin bertaraf edilmesi için kuvvet elde edilmesi lâzımdı. Bundan dolayı daveti Medine haricine götürecek kuvvet ve orduyu ha­zırlamağa başladı. İşin bidayetinde hususî tertipler yapılmıştır ki dört ay içinde Kureyşlilere meydan okuyacak ve Medine ile etrafında yerleşmiş bulunan münafıklarla yahudilere korku verecek, muhacirlerden süvari birlikleri gönderdi. Nitekim Fahrikâinat içlerinde ensardan kimse olmaksızın yalnız muhacirlerden otuz atlınin başında Amcası Hamzayı gönderdi, Hamza deniz kıyısında üçyüz süvari ile birlikte Hişam oğlu Ebu Cehle rast gelerek onlarla harp için davrandı ise de Amrul Cehennemi oğlu Mecdi araya girdiğinden iki taraf birbirinden ayrıldılar. Hamza döğüşmeden döndü. Bu defa Resulü Ekrem Haris oğlu Ubeyde'nin oğlu Muhammed'i yalnız muhacirlerden mürekkep altmış süvarinin başında gönderdi. Rabığ vadisinde Kureyşlilerden iki yüzden fazla bir insanın başında Ebu Süf-yan'a rast geldiğinde Ebu Vakkas oğlu Sa'd bir ok atmış ise de yine harp olmaksızın iki taraf geri çekilmiştir. Daha sonra yine muhacirlerden ibaret yirmi atl ının başında Ebu Vakkas oğlu Sa'dı Mekkeye doğru gönderdi ise de yine savaşsız döndüler. Böylece, sevkedilen çetelerle Medinede savaş havaları esmeğe başladığı gibi, kendilerinde de korku yaratan Kureyşliler, bu çeteler görülmeden evvel akıllarına esen düşüncelerle Hazreti Peygambere saygı göstermeğe başlamışlardır. Daha sonra Re­sulü Ekrem bu kadarla da kalmayarak savaşa bizzat kendileri çıkmıştır. Öyle ki Medineye hicret edeli on iki ay olunca ken­disi de çıkarak yerine İbade oğlu Sa'dı vekil bıraktı ve Kureyşlilerle Damra oğulları kabilesine rastlamak üzere Veddan kö­yüne varıncaya kadar Ebu Ah'a gitmiştir. Fakat Kureyşlilere tesadüf etmemiş, Damra oğulları kabilesi kendisiyle anlaşma yapmıştır. Bundan bir ay sonra Halef oğlu Ümmiye'nin ku­manda ettiği yüz kişinin başında Buvat denilen mahalle gitti ise de ana yoldan başka tarafa sapan bu kafileye rastlayamamıştır. Buradan dönüşten üç ay sonra Medinede yerine Abdül Esed oğlu Ebu Selme'yi vekil bırakarak Müslümanlardan iki yüz kişiden fazla muharip ile çıktı.

Yenbu'da A şire menziline vararak orada muhaceretin ikin­ci yılını, birinci Cemazî ayının tamamını ve ikinci Cemazî ayın dan da birkaç gece geçirdikten sonra Ebu Süfyanın kervanının geçmesini beklemiş ise de tesadüf edememiştir. Fakat bu yolcu­lukta Medlic oğullan kabilesi ve bu kabilenin andlaşmış bulun­duğu Damra oğulları ile dostluk mukavelesi yapmıştır. Medi­neye avdetleri üzerinden on gün geçmiş iken Cabir Elfehri oğlu Kerez ?ki Mekkeliler ve Kureyşlilerle iyi geçinen biridir? Medinenin deve ve koyunlarına baskın yapmış olduğundan, Hazreti Peygamber, yerine Harise oğlu Zeydi vekil bırakarak Kerzi aramak üzere Medineden çıkmış ve Bedir cihetinde olan ve Selvan adı verilen vadiye varıncaya kadar yoluna devam et­miş ve Kerze yetişememiştir. Bu hâdise Birinci Bedirdir.

B öylece Resulü Ekrem Arap yarımadasında Kureyşlilere meydan okuyarak ve akınlar yaparak ordulariyle dolaşmağa başladı. Her nekadar Peygamber bu akınlarda bir savaş yap mamı ş ise de, büyük savaşlara hazırlık olacak azim neticeler elde etmiştir. Zira bu akınlarla düşmana karşı çıkacak orduyu hazırlamış oldu. Bu akınlar Müslümanları harbe hazır bir hale getirdi ve böylece Yahudilerle münafıkları Müslümanlarla uğ­raşmaktan men edecek korkuyu verdi. Meydan okumalarla Kureyşlilerin burunlarını kırdı. Düşmanlar Müslümanlara saygı gösterdi. Kureyşlilerin Şam'a her yolculuklarında Damra oğul­lan ve Medic oğulları kabileleri gibi Kızıldeniz ile Medine arasında bulunan kabilelerle uzlaşma ve anlaşmalar yaparak yollarını tuttu.

ihvan23

Savasin Baslamasi
Resul ü Ekrem Medinede yerleşerek Müslümanlığı tamime başladığı gibi, Allah tarafından şer'i hükümler de inmeğe baş­ladı. Böylece Müslümanlığın sarayını ve İslam cemiyetinin bi­nasını, İslâmî temeller ve nizamlar üzerine kurdu ve Müslümanları birbirine kardeş kıldı. O vakit Müslümanlar, o dini ku­caklayan ve hükümlerini ruhunda taşıyan bir cemiyet halinde yaşamağa başladı. Müslümanların adetleri ve itibarları ve mü­dafaa kudretleri arttı. Putperestler, Yahudiler ve halk birer bi­rer ve kitle halinde Müslüman olmağa başladılar. Hazreti Pey­gamber Medinede İslâmiyetin kökleştiğine ve davet işinin em­niyet altına girdiğine kanaat getirdikten sonra, Medinenin ha­ricinde ve bütün Arap yarımadasında onun neşir ve tamimini düşündü. Fakat Kureyşliîerin daima çetin bir mâni gibi karşı duracaklarını göz önüne aldı. Onların bu mümanaatı delilli ve ispatlı daven vazifesine engel olacaktı. Hazreti Peygamber bunu bildiği için bu canlı maniin bertaraf edilmesi için, maddî bir kuvvetin şiddetle lüzumuna kani oldu. Her nekadar Mekkede bulundukları zaman bu maniin kaldırılması için kâfi derece kuvvetli bir İslâm varlığı bulunmadığından onu asamaz ve yok edemezdi. Bu defa îslâm Devletini kurmuş bulunduğundan, bu kuvvetin müsaadesi nisbetinde o manileri yok etmeğe çalışa bilirdi. Bunun i çin artık bu kuvvetleri ve mücadele ruhunu hazırlamak ve davet içinde yeni bir siyaset takip etmek lâzımdi. Bu siyasetin sebep ve icapları da kendini göstermiş oldu.

Hazreti Peygamber Kurey şlilere sataşarak kuvvetini gös­termek için bazen bizzat iştirak etmiyerek esbabını göndermiş, bazen de bizzat kendileri başında bulundukları çetelerle savaş hareketleri yapmıştı. Bu çetelerin sonuncusu Bedir harbine ön ayak olmuş bulunan Cahş oğlu Abdullah'ın çetesi idi. Resulü Ekrem Hicretin ikinci yılı ve Receb ayında muhacirlerden bir cemaat ile Abdullah'ı gönderirken ona bir yazı vermiş ve bu yazıyı yolculuk üzerinden iki gün geçmeden açıp okumamasını ve müddeti gelince okuyup emir edilen işe gitmesini ve arkadaşlarından kimseyi zorlamamasını tenbih etmiştir. Ab­dullah hareketinden iki gün sonra yazıyı açınca şu cümleleri okumuştur: ?Bu yazıyı okuyunca, Mekke ile Taif arasındaki Kahle mevkiinde konaklayıp oradan Kureyşlileri tarassut et ve haberlerini bize gönder.? Abdullah keyfiyeti arkadaşlarına bil­dirmiş ve kimseyi zorlamayacağını ilâve etmiş olduğundan arkadaşlariyle birlikte Nahleye vardılar, orada konakladılar. Bu .arkadaşlarından yalnız Ebu Vakkas Elzüheri oğlu Sa'd ile Gavvan oğlu Atebe'nin develeri yolu şaşırmıştı. Bunları aramak üzere giden iki kişiyi Kureyşliler esir etmiş olduğundan Ab­dullah Nahlede kalarak Kureyşlileri gözetlemeğe koyulmuştu. Bu arada Kureyşlilerin ticaret için zahire götüren deve kervanı geçiyordu. Haram aylarından olan Receb'in sonunda idi. Ab­dullah ve arkadaşları, onlara karşı ne yapacaklarını birbirine danıştılar. Bu mesele hakkında Peygamberin de bir emri yok­tu. Bunlardan bazıları şu mütalâayı ileri sürdüler: «Bu gece bunlara ilişmeyecek olursak harama girerek onunla sizden ko­runacaklar, eğer bunları öldürmeğe kalkarsanız, haram ayında Öldürmüş olacağız...» Böylece Müslümanlar biraz tereddüde ka­pıldıktan sonra savaşmayı göze aldılar. Müslümanlardan biri kârvanın reisi olan Hadrami oğlu Omruya attığı bir okla öldür­müş ve Müslümanlar Kureyşliler den iki kişiyi de esir ederek kervanı Medineye getirdiklerinde Peygamber onlara: Ben size haram ay ında savaş yapmanızı söylemedim demiş ve iki esirle kervanı bir tarafta tutarak onlardan birşey almak istememiştir.

Hazreti Peygamberin Kurey şlilerden haber alıp onları gö­zetlemek için gönderdiği halde onlarla savaşarak ve onlardan bir adam Öldüren ve esir alıp, mallarını müsadere eden Abdul­lah'a çetesinin yaptığı işler haram ayında yapılmış olduğundan îslâmiyetin bu işlere karşı vaziyetinin ne olacağını düşündü­ğünden ötürü iki esirle alınan ganimeti kabul etmek istememiş­tir. Bu isler için Allah'ın emrini ve gelecek âyetleri beklemiş­tir. Kureyşliler bundan istifade ederek Araplar arasında Peygamber aleyhine propaganda yaparak her yerde: Muhammed ve eshabı haram ayını hiçe sayarak kan dökmüşler, mal almış­lar ve insanları esir etmişlerdir diye bağırıp durmuşlardır. Bu yüzden dolayı Mekkede Kureyşlilerle Müslümanlar arasında çekişmeler olmuş Müslümanlarla Peygamberlerine üst üste te­cavüz edilmiştir. Mekke Müslümanları; din kardeşlerimiz bunu haranı ayı olan Receb ayında değil, Şaban ayında yaptılar diye mukabele etmişlerse de buna ehemmiyet veren olmamıştır. Bu propagandaya yahudiler de katılarak Çalış oğlu Abdullahın yaptığını kötülemeğe kalkmışlardır. Müslümanlar; aleyhlerine yapılan bu propagandadan çok müteessir olmuşlardır. Hazreti Peygamber susuyor, vahye intizar ediyor, bu iş için Allah'ın emrini bekliyordu. O sırada su âyet nazil oldu: Bakara sûresi (194) :

«Haram ayı, haram ayına bedeldir, Hürmetler karşılıklıdır. Onun için kim sizin üzerinize saldırırsa siz de, tıpkı onların üs­tünüze saldırdıkları gibi, ona saldırın. Allahtan korkun ve bi­lin ki şüphesiz Allah takvaa sahibiyle beraberdir.»


Bu âyet üzerine Müslümanların teessürleri zail olmuştur. O vakit Hazreti Peygamber iki esirle kervana el koymuştur. Bu âyetlerde Kureyşlilerin propagandalarını çürütecek karşı­lıklar vardır: Kur'anı Kerim; haram ayında çengin büyük gü­nah olduğunu, Kureyşlilerin suallerine cevap olarak bildiri­yor. Fakat Mekkeye girecek olanlara mani olmak ve yerlileri oradan çıkarmak Allah nezdinde haram ayında cenkleşmekten ve adam öldürmekten daha büyük günah olduğu gibi Kureyşli­lerin Müslümanları türlü vaadlerle dinlerinden uzaklaştırmak veyahut fena muamelelerle korkutarak onları iğfal ve idlâl için irtikâb edilen kötülükler ister haram aylarında olsun, isterse başka aylarda; insan öldürmek ve cenkleşmekten daha büyük günahtır. Haram aylarında cenkleştikleri için Müslümanlar aleyhine propaganda yapmağa devam eder de yalanlar nesrine çalışan Kureyşliler ellerinden gelirse Müslümanları dinlerinden vaz geçirmek için çalışıyorlar. Böyle olunca Müslümanların Kureyşlilerle mücadelesinde bir fark yoktur. Çünkü İslâmın neşrine muhalefet ve müminleri hak yolundan alıkoymak ve Allahı tanımamak ve mescidi haram olan Mekkenin yerlilerini oradan çıkarmak ve Müslümanları dininden döndürmek gibi büyük günahları işleyenler Kureyşlilerdir. Bunun içindir ki Kureyşlilerle gerek haram olan ve gerekse olmayan aylarda savaşmakta Müslümanlar haklıdır. Şu halde Cahş oğlu Abdul­lah'ın haram ayında cenkleşmesinde gerek kendisi, gerekse Müslümanlar için günah sayılacak bir şey yoktur.

Bunun i çindir ki Abdullahın çetesi islâm siyasetinde olsun, İslâmî nesir ve tamim yolunda olsun, bîr dönüm noktası teşkil etmiş olduğundan Abdullah Temimî oğlu Vakid kervan başı olan Hadrami oğlu ömru'yu vurup öldürmüştür. Bu kan; Al­lah yolunda dökülen ilk kan olmuştur.

Böylece her vakit ve yer yerde mücadeleyi emreden ve ha­ram aylarında yasağı kaldıran mücahede âyetleri nüzul edince­ye kadar haram aylarında mücadele memnuiyeti devam et­miştir.

ihvan23

Medine'de Hayat
İslâmiyet kendine mahsus bir anlayışla bir çok mefhumla­rın birleşmesinden doğmuş muayyen bir hayat yoludur. Dünya­daki diğer medeniyetlerden ayrı olarak sahip olduğu umdeler dolay ısiyle îslâm medeniyeti başkalariyle kabil-i kıyas değil­dir, islâm hayatının esasları şunlardır : Yaşamasına istikamet veren İslâm imanı. Yaşayışında ve sarf ettiği gayretlerde Alla­hın emirleri ve nehiyleri, yâni helâller ve haramlar... Üçüncü­sü de müslüman olarak Cenabı Hakkın rızasını ve hoşnutluğu­nu kazanmak, yâni devamlı ruh ve kafa huzurudur. Bütün bu hususları temin etmek ve müslümanlığın emrettiği bu icapları yerine getirmek için bir devletleri ve kudretleri olmak gerek­tir.

M üslümanlar Medineye hicretten sonra bu esaslar dahilin­de hayat sürmeğe başladılar ki, onun da temeli iman esasları­na dayanır. Bidayet hicrette, alış verişler, ticaret ve cezalar hakkındaki hükümlerle, Allaha karşı kulluk vazifemiz hakkın­da henüz inmemiş olan âyetler inmeğe başladı ki bunlardan ze­kât denilen mal vergisi ile oruç hicretin ikinci yılında farz kı­lınmıştır. Ezan da okunmağa başlamıştır. Medine halkı kendi­lerini namaza çağıran ulvî sesleri günün beş vaktinde işitme­ğe başlamışlardır. Ezan, güzel ve taze bir sesle, lâtif bir oku­nuşla dane dane Bilâl Habeşi tarafından okunarak rüzgâr dal­galan bu ilâhî daveti her tarafa götürüyor, müslümanlar ibâ­dete koşuyorlardı. Hazreti Peygamberin Medinede yerleşmesi üzerinden henüz on yedi ay geçmişken Kıble, Allanın emriyle Kudüs cihetinden Kâbeye çevrilmiştir. Böylece ibâdet, yiyecek, ahlâk ve ticaret hakkında âyetler arka arkaya inmeğe başladı, içki ve domuz eti yasakları ile Allahın hukukuna ait hükümler, ağır günahlar, alım satıma müteallik hükümlerle tefecilik ve faizcilik memnuiyeti ve sair âyetler nüzul etti. Artık hüküm âyetleri birbirini takip ederek iniyor, yaşayış pürüzlerini dü­zeltiyordu. Hazreti Peygamber bu âyetleri uzun uzun anlatı­yor, izah ediyor ve bunlarla halkın islerini tedvir ediyor ve bu mesainin iyi neticeler vermesine gayret sariediyor, dâvaları hallediyordu. Bu vazifeleri gerek konuşurken ifadeleriyle ve gerekse fiilleriyle ve gerekse gördüğü işlere susmasiyle ifade ediyordu. Çünkü Peygamberin sözü ve sükûtu hep kanundur. Zira o, bütün bunları keyfî ve gelişi güzel yapmıyordu. Her s öylediği söz, kendisine hak tarafından bildirilmekte idi. Böy­lece Medinede hayat istikametini almış gibi idi. Bu suretle is­lâmlık görüş ve duyguları ve nizamının tatbik edildiği bir ce­miyet kurulmuştur. Hazreti Peygamber İslâmiyetin bu derece­ye yükseldiğine memnun oldu ve müslümanlar da dinlerine ısınarak herhangi bir fenalık ve kargaşalıktan korkmadan farzlarını toplu veyahut münferit bir surette ifaya koyuldukları gibi işlerini Allahın emirlerine göre yapıyor, bilmediklerini Resul Ekremden Öğreniyorlardı. Büyük küçük her iş ancak ilâhî kanunlara göre icra ediliyor ve bütün memnu olan fiiller­den sakınıyorlar ve ruhlarında bir saadet ve huzur hissediyor­lardı. Müslümanların çoğu, Cenabı Hakkın emirlerini öğren­mek ve âyetlerini ezberlemek ve Kur'an öğrenmek ve bizzat Cenabı Peygamberden yetiştirilmek için kendisinden ayrılmıyorlardı. Böylece müslümanlık yayılıyor, artıyor, kuvvet ve kudretleri tezayüt ediyordu.

* * *