Peygamberimiz'in (s.a.v.) izine sahip çıkmak

Başlatan Mücteba, 18 Nisan 2013, 10:41:46

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Mücteba

Peygamberimiz'in (s.a.v.) izine sahip çıkmak

Bundan önceki sahifelerde, yazar Mustafa İslamoğlu'nun müslümanları yanlış peygamber inancına sahip olmakla suçladığından bahsetmiştik.


İslamoğlu, Müslümanların Peygamberimiz hakkındaki inancının şöyle olduğunu ileri sürüyor:
"Yeryüzünde değil gökyüzünde yaşayan, dolayısıyla iz bırakmayan.... ve hayata müdahil olmayan bir peygamber." (ÜÇ MUHAMMED, s. 9)
Müslümanların peygamber inancı tabii ki böyle değil. Yaşayışıyla bize en güzel örnek olan Peygamberimiz, onun söylediğinin aksine sünnetiyle bütün hayatımıza müdahildir. Tersini iddia etmek Müslümanlara açık bir iftira olur. Çünkü 14 asır boyunca müslümanlar içinde onun anlattığı gibi bir peygamber inancına sahip olan bir grup hiç olmadığı gibi şimdi de yok. Her ne kadar yoksa da, Sayın yazar Müslümanları böyle bir inançla suçlayıp, o suç üzerinden bir şeyler söyleyebilmek için ille de var diyor.

Belki böyle bir inanç sahibi hiç yok da değil. Var olmaya var da o kimse yoksa yazarın kendisi mi?

Kendisi böyle bir inanca sahip de, aksine "iz bırakmayan" bir peygamber inancına sahip insanlar olarak Müslümanları mı suçluyor?

Madem o bunda israr ediyor, öyleyse biz de meseleyi şu istekle ele alalım:
Bu zat eğer kendisi mûcize diye bir şey kabul ediyorsa çıksın söylesin. Hatta Peygamberimiz'in bütün mûcizelerini inkâr edip etmediğini değil, söyleyebilirse mûcizelerden bir tanesini kabul ediyorsa onu söylesin.
Neyse ki gerçeği biz söyleyelim: Sayın yazara göre Peygamberimiz'in hiçbir mûcizesi olmadığı gibi, Peygamberimiz'in her biri bir mûcize olan taş üzerinde ayak izleri falan da yok...

Oysa gerçekler hiç de onun iddia ettiği gibi değil. Çünkü biz, Müslümanlar olarak sevgili Peygamberimiz'in "iz bırakmayan" değil, mânen iz/bir şeriat bıraktığı gibi maddeten de "Taşların üzerine ayağının izi çıkan bir peygamber" olduğuna inanıyoruz. İnanmayan ve Peygamberimiz'e ait böyle ayak izleri olmadığını söyleyen bay yazarın kendisi değilse buyursun söylesin. Hem kendisi Peygamberimiz'in ayak izinin varlğına bile inanmıyor hem de Müslümanları "Yeryüzünde değil gökyüzünde yaşayan, dolayısıyla iz bırakmayan.... ve hayata müdahil olmayan bir peygamber" inancına sahip olmakla suçluyorsa çelişki içindedir. Müslümanları suçlamak için, kendi yanlış inancını onlara yüklemektedir. Bu kadarına da pes artık...

iz bırakmayan derken yazarın maddî izi kastetmediğini biliyoruz. Ama Resûlüllah Efendimiz'in, o mânâda bir iz/şeriat/yaşayış şekli bıraktığına inanmayan kimse zaten nasıl Müslüman olacak ki? Fakat madem izden bahsediliyor, bu vesileyle okuyucularımıza Resûlüllah'ın maddî izi hakkında da bilgi arzedelim.

PEYGAMBERİMİZ'İN AYAK İZİ BULUNAN TAŞLAR...

Değerli okuyucu!

Sadece Türkiye'de Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz'in, taşlar üzerindeki birçok ayak izleri mevcut. Hem o kadar çok ki inkârı mümkün olmayacak kadar:

1- Peygamberimiz'in, Sultan Birinci Abdülhamid Han türbesindeki ayak izi. Bu türbe, İstanbul/Eminönü'nde Yeni Câmii'nin yakınındaki Dördüncü Vakıf Han'ın karşısında. Türbe ziyarete açık. Burada, üzerinde Peygamberimiz'in ayak izi bulunan üç parça taş bulunmakta.
Bu ayak izi, Peygamber Efendimiz'in, Mîrac gecesinde Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'da bütün peygamberlerin ruhlarına namaz kıldırdıktan sonra, semâya yükselirken üzerine bastıkları taş üzerindeki izdir. Dördüncü Sultan Mustafa tarafından buraya konulmuştur.

Peygamberimiz'in ayak izinin bulunduğu bu taşın bulunduğu yerde şu kitâbe mevcut:

Oldu resm-i kadem-i Hazret-i Fahr-i Âlem
Tâc-ı vehhâc-ı ser-i cümle-i ehl-i îman
O kademdir ki, idüb tayy-i semâvât-i 'ulâ
Menzil-i Sidreye bastı şeb-i İsrâ'da ayân
Sür yüzün acz ve niyaz ile, idüb istişfâ
Olayım dersen eğer mazhar-ı aff u ğufrân.


Bugünkü lisana göre sadeleştirilmesi şöyle:

Hazret-i Fahr-i âlemin ayağının resmi
Bütün îman ehlinin başının parlak tacı oldu.
O ayağın, zaman ve mekânı aşarak göklere yükselip
Mirac gecesinde Sidre'ye bastığı apaçık ortadadır.
Eğer af ve mağfirete kavuşmak istersen
Şefaat istiyerek, acziyetle, yalvararak, yüzünü o ayağın izine sür.


2- Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellemin mübârek ayağının izi bulunan taşlardan biri de Eyüb Sultan Hazretleri'nin türbesindedir. Onu da Birinci Sultan Mahmud 1732'de Topkapı Sarayı'ndaki mukaddes emânetler arasından çıkararak buraya getirtmiş ve halkın ziyaretine sunmuştur.

3- Peygamberimiz'in ayak izlerinden biri Lâleli Câmii bahçesinde Üçüncü Sultan Mustafa türbesindedir.

4- Diğer biri de Topkapı Sarayı'ndadır.

14. Osmanlı Sultanı olan ve Sultanahmed Câmii'ni yaptıran Birinci Sultan Ahmed de diğer bütün Osmanlı sultanları gibi Peygamber Efendimiz'e son derece bağlıydı. Peygamberimiz'in ayak izini elde işleterek tacının içine koymuş ve onu tacıyla beraber devamlı olarak başında taşımıştır.
Şu beyitler ona aittir:

"N'ola tacım gibi başımda götürsem dâim
Kadem-i resmini ol Hazret-i şâh-ı rusülün.
Gül-i gülzar-ı nübüvvet o kadem sahibidir
Ahmedâ! Durma yüzün sür kademine o gülün."
Şimdiki lisana göre sadeleştirilmesi şöyle:
Keşke tacım gibi devamlı başımda taşısam
Peygamberlerin şâhının ayağının resmini.
O ayağın sahibi peygamberlik bahçesinin gülüdür.
Ey Ahmed! O gülün ayağına durma yüzünü sür.


Üzerinde Peygamberimiz'in (s.a.v.) ayağının izi bulunan taş hakkında Sultan Üçüncü Selim Han da şöyle terennüm etmiş:
"Sakın taş sanma yâhu
Gevher-i âlem bahâdır bu.
Gel ey bîçâre yüz sür
Nakş-ı pây-ı Mustafa'dır bu.
Sezâ arş-ı muallâ
Zînet- ârâ-yı makâm olsa
Zehî cây-ı muazzam
Mevki-i hâcet revâdır bu."

Sadeleştirilmesi şöyle:
Sakın bunu basit bir taş sanma
Dünyalar kadar kıymetli bir cevherdir bu.
Ey çâresiz kimse! Gel sür yüzünü
Bu Muhammed Mustafa'nın ayağının resmidir.
Arşın süsü olmaya lâyıktır bu.
Bu ayak izinin bulunduğu yer
Öyle güzel, öyle muazzam bir mekân ki
İhtiyaçların görüleceği yer işte tam burasıdır.

Dünyaya hükmeden ve âleme nizâmât veren Osmanlı sultanlarının, Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellemin ayak izlerine verdikleri değer ve gösterdikleri hürmet böyle. Asırlarca devam eden o güçlü saltanat, Hazreti Resûlüllah'a işte bu derece bağlılığın meyvesiydi. Sadece Osmanlı sultanları değil, o zamanki Müslümanlar da Resûlüllah'a ve onun maddî-mânevî izine aynı hürmeti duyuyor aynı değeri veriyorlardı. Maamâfih, bugünkü Müslümanlar da öyle. Onlar da sevgili Peygamberimiz'e ait olan her ize ve her hatıraya hürmette kusur etmemektedirler.

BUYURSUN HEM ZİYARET ETSİN HEM ETTİRSİN...

Gelelim işi-gücü Müslümanları suçlamak olan İslamoğlu'na...
Eğer tenkit ettiği kimseler gibi değilse, yani "İz bırakmayan" bir peygamber inancına sahip değil de Peygamberimiz Aleyhisselam'dan kalan maddî ize bile itibar ediyor ve değer veriyorsa, bunu dile getirsin, Peygamberimiz'in ayak izlerini kendisi de ziyaret etsin, sözünü dinleyenlere de ziyaret ettirsin de bir görelim.
Ziyaret için Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve selleme ait ayak izi arıyorsa, yukarıda da yazdığımız gibi İstanbul'da bile birkaç tane var. Nerelerde olduğunu da yukarıda yazdık. Buyursun, hem kendisi ziyaret etsin hem de sözüne itimat edenleri ziyaret etmeye teşvik etsin...

"Niçin böyle söylüyorsun? Bu zat böyle ziyaretlerden kaçıyor mu?" diye soruyorsanız cevap vereyim:

Kanaatımız odur ki evet, aynen öyle... Hatta ziyaretler şöyle dursun Peygamberimiz'in hiçbir mûcizesi olmadığı iddiasında...

Öyle ki, sanki kendisini adeta tasavvuf, tarikat ve mâneviyatla ilgili her şeyi ret ve inkâr etmeye adamış. Yazdığının yanlış veya doğru olduğuna bile bakmadan, inkâr furyasına devam etmekte...

Halbuki, kendi babasının da mensubu olduğu tasavvuf ve tarikat, İslamın daha ince ve daha hassas yaşayış ve tatbiki yani bir mânâda İslamın özüdür. Bu öz, ecdadımız tarafından öyle benimsenmiş ve Müslümanların zihinlerinde öyle bir yer tutmuş ki, eskiden beri bu yüce meziyeti inkâr edenler hakkında "Pirsiz-nursuz" tabiri kullanılır olmuş.
Tasavvuf ve tarikat, İslam ulemâsı arasında tarihte o derece yaygın ki, bir mürşide bağlı olmayan âlimler parmakla sayılacak kadar az. Sıradan müslümanlar arasında bir dergâha bağlı olmak da öyle. Hatta bir yere mensûbiyeti/bağlılığı olmayanlar hakkında, daha yakın zamana kadar "İpsiz-sapsız takımı" tabiri kullanılırdı.

VAAH! BİLMEZ YAZIK...

Bir de rabıta gerçeği var. Bilhassa zikr-i hafî/gizli-sessiz zikir erbabının yaptığı "Rabıta."
Rabıta "İki şeyi birbirine bağlayan ip; alâka, bağ, münasebet" demek. Tarikatta râbıta; müridin kâmil bir mürşide kalbini bağlaması, onun sûret ve sîretini düşünüp ondan feyiz ahzetmesi demektir. Böyle bir gerçek var olduğu halde, inkârın tavanı olmadığı için, kuru kelime ilmine sahip olan ve kendilerine ulemâ-i sû denilen bazı kimseler, rabıtayı meşrû görmeyip inkar cihetine gidiyorlar. İşte bunlardan birisi de kahramanımız İslamoğlu...
Ne hazindir ki bilmiyorlar. Bilmedikleri için tatmıyor, tatmadıkları için de hazzından mahrum kalıyorlar. Eskiler böyleleri hakkında, Türkçe ile Arapçayı karıştırarak espri olarak şöyle derlermiş:

Men lem yezuk, vaaah bilmez yazık. Yani "Yazık, tatmamış ki bilsin" demek.
Halbuki uygun olan, kişinin bilmediği şeyi inkâr etmeyip o hususta susmasıdır. Ama tabii ki böyle olmak için kişinin haddini bilmesi ve iyi niyet sahibi olması şart. O kimse iyi niyetten mahrumsa, çare yok inkâr edecek. Hatta daha da ileri gidip ya dalga geçecek veya düşman kesilecek...
İslamoğlu, ÜÇ MUHAMMED isimli kitabının ilk sahifelerini (sa: 17-19) rabıtayı inkâra ayırmış.

Ama kişi inkâra yeltendiği mesele hakkında birazcık bilgi sahibi olmalı değil mi? İşte onda bu yok. Yani inkâr var ama inkâr ettiği şey hakkında bilgisi yok...
Bilgisi yok ama övünme, bol keseden atma, onca cehline rağmen büyük âlim gözükme tafrası ise mebzul. Bu tavrını izah sadedinde ben kendisinden ibretlik iki misal arz edeyim, değerlendirmesini de sizler yapaarsınız...

FÎ TARİHİNE GİDELİM...

Sene 2000... Kendisiyle, "Kur'an-ı Kerim'e abdestsiz dokunulur, dokunulmaz" meselesinde aynı gazetede yani Akit'te yazan iki yazar olarak köşelerimizde tartışıyoruz. Ben, fıkıh kitaplarında yazılanları aktararak "Kur'an'a abdestsiz dokunulması câiz değildir" diyorum, o aksini savunuyor. Bütün fıkıh kitapları "Kur'ana abdestsiz dokunulamaz" dediği halde o şöyle diyordu:

"Bilgime güvenmeyip, ......sahih bir hadis, bir imam, bir âlim var mıdır diye 'Mektebetü'l-Elfiye'den 400.000 hadisi, bazıları Mebsut gibi 30 cildi bulan 1000'e yakın kitabı, tüm mezheblerin 40'ı aşkın kaynaklarını taradım, böyle bir şey bulamadım."

Yani, bu kadar kaynağa baktığı halde hiç birinde, "Kur'ana abdestsiz dokunulamaz" hükmünü bulamamış.
Çok-çok özür dilerim, külliyen yalan desem ağır olacak. Şöyle diyeyim: Külliyen gerçek dışı...

Çünkü bu mesele en küçük fıkıh kitaplarında bile var. Yani bulamamış olması doğru değil. Çünkü var olan aranınca bulunur. Ya bakmadı veya baktı gördü de bile bile yok diyor. Biz görüyoruz da o niye görmesin.
"Buldum ama yazılanları içim kabul etmiyor" dese tamam. Ama hayır öyle demiyor, "bulamadım, yok" diyor. Yok ne demek? Kendisinin delil olarak sunduğu El-İtkan isimli eserde bile var.

Nitekim, kendisine cevap sadedinde yazdığım bir yazıda, "Bu mesele, delil olarak sunduğun El-İtkan isimli eserin falan sahifesinde var" dediğimde sesi soluğu kesilmişti. Yalansa "Hayır" desin. Diyemez.
Ama benim esas söylemek istediğim bu değil. Ben başka bir noktaya gelmek istiyorum. O da şu:

İslamoğlu, "400.000 hadisi, bazıları Mebsut gibi 30 cildi bulan 1000'e yakın kitabı, tüm mezheblerin 40'ı aşkın kaynaklarını taradım" diyerek, ne kadar çok esere baktığına ve kendisinin ne kadar büyük bir âlim olduğuna dikkat çekmek istiyor. Okuyanlara, "Vay beee! Âlime bak! Tek bir mesele için ne kadar da çok eser taramış" dedirtmek istiyor.

Bunu nereden mi biliyorum? Başka konularda da böyle yapıyor da ondan biliyorum. Meselâ râbıtayı inkâr konusunda da aynı üsluba baş vuruyor.
Gelmek istediğim nokta işte burasıydı. Anlatayım:
Hani tasavvufî eserlerde, "Peygamberimiz (s.a.v.)in Hicret yolculuğunda Hazreti Ebûbekir Efendimiz'e Sevr Mağarası'nda râbıtayı tarif ettiği" anlatılır ya, Sayın İslamoğlu bunu inkâr etmek için yukarıdaki üslubun aynısını bakın nasıl kullanıyor.

BUYURUN BERABER OKUYALIM...

Buyurun, ÜÇ MUHAMMED isimli kitabında, Sevr mağarasında geçen rabıta ile ilgili anlatılan hadise hakkında yazdıklarını beraber okuyalım:
"Bu hikâyenin aslını aramaya koyuldum. Sadece sahih değil, zayıf hatta uydurma haberler içeren eserlere de göz gezdirdim. 400.000 hadisi barındıran 1000'i aşkın sünnet-hadis kaynağını, 50'yi aşkın tefsiri, mevcut tüm muteber siyer ve tarih kaynaklarını içeren CD'lerde yaptığım tüm taramalara rağmen rastlayamadım.

Tekrar hatırlayalım, Kur'an'a abdestsiz dokunulamayacağını inkâr ederken de buna çok benzer şekilde şöyle diyordu:
"400.000 hadisi, bazıları Mebsut gibi 30 cildi bulan 1000'e yakın kitabı, tüm mezheblerin 40'ı aşkın kaynaklarını taradım"

Anladık... Bu zat her meselede birçok kaynağa bakıyor da(!) "400.000 hadisi taradım" sözü kendisinde saplantı olmuş galiba.
Üslüba dikkat! Demek ki bu onda bir taktik...
"Kur'ana abdestsiz dokunulamaz" meselesinde de o kadar çok kaynağı taradığını söylüyordu. Rabıta meselesinde de bu kadar kaynağı gözden geçirmişmiş(!) ama rastlayamamış. Biz, onun taradığı kitaplara bakınca onun göremediğini görüyoruz, ama ne hikmetse o baktığı zaman kitaplardakı mevcut satırlar yok oluveriyor ve o göremiyor...

Dikkat ederseniz, "Sadece sahih değil, zayıf hatta uydurma haberler içeren eserlere de göz gezdirdim ama rastlayamadım." diyor.
Peki, rabıta meselesinin daha baştan uydurma olduğunu söyleyen bu kimse, hiçbir değeri olmayan uydurma haberler içeren eserlere niye bakmış ki! Peşin fikirle, "Bu mesele uydurma olanlar içinde bile yok" diyebilmek için mi?
İşte bu tavrı bile sayın yazarın rabıta konusundaki samimiyetinin(!) derecesini açıkça ortaya koyması bakımından enteresan.
Yazar, uydurma haberlere baktım dediğini biraz sonra unutup bu sefer de şöyle söylüyor:

"Vurguladığımız gibi, bu rivâyet hiçbir muteber kaynakta yer almamaktadır."
Muteber kaynak dediği de sadece, kendisinin kabul ettiği eserler.
Öyleyse biz de aynen onun üslübuyla, "Bu mesele 50'yi aşkın veya 1000'den fazla eserde veyahut 400.000 kaynakta var" diyelim mi? Desek kabul edecek mi? Ne mümkün...
Kabul edecek olsaydı, kitaplardaki "Kur'an'a abdestsiz dokunulamaz" meselesini kabul ederdi.
Yazarcağızın bir yanlışı da, "Rabıtanın tasavvufa Halid-i Bağdâdî Hazretleri ile girdiğini zannetmesi."
Yanlış anlaşılmasın, Hazret kelimesini ben ilave ediyorum. O sadece Halid Bağdâdî yazmış; "Hazret" demiyor. Hem niye desin ki! Peygamberimiz'e "Hazret" demeyen adam Halid-i Bağdâdî'ye der mi!
Yazarın, rabıtanın temelinin Sevr Mağarası olmadığını iddia etmekte temerrüdü olduğunu biliyorsunuz.

Ama ayıp diye bir şey var. Madem bu meseleyi ele alıyor, insan rabıta hakkında biraz bilgi edinmez mi? Rabıtanın tasavvufa Halid-i Bağdâdî Hazretleriyle girdiğini söyleyecek kadar da bilgi yoksunu olunmaz ki ama!
Halid-i Bağdâdî Hazretleri hicrî 1192-1242 senelerinde yaşamış. Oysa rabıta asırlar öncesinden beri var.

Yakından uzak tarihlere doğru gidelim:
Rabıta, İkinci Binin Yenileyicisi İmam-ı Rabbânî Hazretleri zamanında da vardı.
Rabıta 9. asrın sonlarında yaşayan Ubeydullah Ahrar (k.s.) zamanında da vardı.
Rabıta 9. asırda yaşayan Yakub Çerhî (k.s.) zamanında da vardı.
Rabıta 8. asırda yaşayan Şâh-ı Nakşibend (k.s.) Hazretleri zamanında da vardı.
Rabıta Hicrî 7. asrın başlarında vefat eden Necmeddin-i Kübrâ (k.s.) ve Şehabeddin Sühreverdî (k.s.) zamanında da vardı.

Yani rabıta, -o ne kadar inkar ederse etsin- Sevr'den beri VARDIR...
Değerli okuyucu!

İslamoğlu'nun, "Kur'an'a abdestsiz dokunulamaz" hükmünü bir tarafa atıp bu hükme uymadığını biliyorsunuz. Aynı İslamoğlu'nun, şu sözüne ne dersiniz:
"İslam toplumu için fıkıhsızlık sadece hukuksuzluk değil, aynı zamanda hayatsızlıktır." (Sa:199)

Allah'dan, "hayatsızlık" kelimesinde bir yanlışlık yapıp ta "hayasızlık" yazmamışlar. Yoksa bir "t" harfinin eksikliğiyle utanma hissinden de uzaklaşılmış olunurdu.


Ali EREN | 17 Nisan 2013 11:01 | www.haberkita.com