Medya ile çizilen hayatlar Televizyona zincirlenen saatler...

Başlatan kenz, 24 Ekim 2007, 02:02:33

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

kenz

Medya İnsanı Özgürleştiriyor mu? Yoksa Kendi İdeolojisine mi hapsediyor?

İletişim teknolojisinin son derece büyük bir hızla geliştiği yaşadığımız bu çağa "bilgi ve iletişim çağı" deniyor. Zira teknolojik gelişim tüm dünyayı bir televizyon ekranına sığdırabiliyor. Dünyanın en ücra bir köşesinde olan bir olay, farklı toplumlar, farklı hayat biçimleri, savaşlar, çatışmalar, eğlenceler, ideolojiler, fikirler ve daha niceleri sihirli kutunun ardından oturma odalarına yansıyor.

Dolayısıyla başta İnternet ve TV olmak üzere tüm medya araçları, olumlu ve bilinçli kullanıldığında insanın en büyük eğitim ve değişim aracı olabilecek bir nitelik taşırken, ne var ki bugün medyanın, insanları giderek tek tipleştirip sıradanlaştırdığını görüyoruz.

Medya, bizim toplumumuzda da yalnızca verileni almaya hazır, düşünme yeteneğini kaybetmiş tipler yetiştiriyor. Medyanın bu etkisi, özellikle toplumun gençlik kesiminde daha bariz olarak ortaya çıkıyor. Müzik ve eğlence anlayışında, yaşam biçiminde, konuşma ve yemek kültürlerinde bu gücün etkisini hemen fark edebiliriz.

Medya sayesinde arabesk kültür ve batı tarzı yaşam biçimi toplumumuzu etkisi altına almış durumda. Nitekim kendi öz kültürümüze ait dini ve milli değerlerimizin buharlaşıp yerini gayri milli, gayri İslami bakış açılarının ve yaşam biçiminin aldığını görüyoruz. Medya aracılığıyla tarihe, kültüre, yediden yetmişe toplumun her kesimine batılı bir yaşam tarzı sürekli olarak dayatılıyor.

Egemenliğini küreselleşme adı altında son 20 yıldır tüm dünyaya yayan Amerikan kültürü, ulusal toplumların kendi öz kültürlerini ve değerlerlerini kaybetmelerine, kültürel çok renkliliğin yok olmasına neden oluyor. Sonuçta bizim gibi batı kültürüne teslim olmuş toplumlar, küreselleşme sürecinde bir yandan kapitalist sömürüye, diğer yandan da medya hegemonyasına milyarlarca dolarlık pirim kazandırıyor.

MEDYA VE KÜRESELLEŞME

Kapitalist ülkeler tarafından gelişmekte olan veya az gelişmiş ülkelerde 'Yeni Dünya Düzeni' adıyla yaygınlaştırılmak istenen küreselleşme politikalarında asıl amaç; tüm dünyayı homojen, tek bir pazar haline dönüştürmektir.

Küreselleşmenin hedeflerinden biri, aynı tarz düşüncelere sahip, tüketim alışkanlıkları benzer bir topluluk oluşturmaktır ki, bu da yine pazarı elinde tutan şirketlerin ürettikleri mal ve hizmeti tüketecek bir topluluk olacaktır. Küreselleşme; hayatın ekonomik, siyasal ve sosyokültürel alanlarında etkili olmaktadır.

Ekonomik alan; ürün ve hizmetlerin üretim, dağıtım ve tüketimini kapsamaktadır. Siyaset alanında gücün yoğunlaşması, savunma ile ilişkili örgütlenmeler, bunların kurumsallaşmış olarak diplomasiye yansıması yer almaktadır. Sosyokültürel alan ise olaylar, etkiler, anlamlar, inançlar ve değerleri temsil eden sembollerin üretimini kapsamaktadır.

Medya ise tüm bu sahalarda üretilmiş mal, hizmet ve her türlü enformasyonun geniş kitlelere ulaştırılmasında başrol oynamaktadır. Nitekim medya, yeni değer kalıplarının toplumlarca benimsenmesi, alışkanlıklarının değiştirilmesi, yeni alışkanlıklar edinmesinde önemli rol oynayabilen bir 'silah'tır.(1)

MEDYA TOPLUMUNASIL YÖNLENDİRİR?

Medya (TV) kapitalist sistemde egemen ideolojiyi üreten ve yeniden üreten (yani tekrar tekrar üreten) en önemli araçlardan biridir. Bunu da iki temel yöntemle yapar:

1 DOĞALLAŞTIRMA:

Yani kendi ideolojisini, yaşam biçimini dünyanın doğal düzeni gibi gösterir. Örneğin; Amerikan filmlerine baktığımızda, annebaba işe gider. Çocuklar bakıcıyla ya da kendi hallerinde ayrı bir dünyada yaşar gibidir. Bu aile düzeni, yaşam biçimi doğal bir düzendir. Herkes daha fazla çalışıp, daha fazla kazanmak ister zaten. Herkes bağımsız bir bireydir ve ayrı dünyaları vardır.

Kadınerkek ilişkileri de doğal düzen içinde gerçekleşir. Kadınlar ve erkekler birbirleriyle flört ederler, isterlerse evlenebilirler, sonra birbirlerinden sıkılıp boşanabilirler. Bir başkasına ilgi duymaları doğaldır.

Zaten aşkın ömür boyu sürmesi mümkün değildir. Bu yüzden boşanmak ya da başka biriyle birlikte olmak da doğaldır. Ahlaki bir sorgulama bu mantık içinde otomatik olarak devre dışı bırakılmış olur. Öyle ki küçük yaşlardaki çocukların birbirlerine âşık olmaları, büyükler gibi duygular beslemeleri de fiziksel ve duygusal gelişimlerine paralel olarak doğal bir şeydir. Hatta bunu yasaklamak, ayıplamak çocuğun gelişimini olumsuz etkiler.

Bilindiği gibi bu söylem, son yıllarda Türkiye'de de neredeyse herkesin kabul ettiği bir söylem haline gelmiştir. Türk toplumunun ailevi ve manevi değerlerine tamamen zıt olan bu tip yaşam örnekleri, sinema ve TV ekranlarından tekrar tekrar izlene izlene toplum yaşamımıza nüfus etmiş ve toplumsal değerlerimizi adeta dinamitlemiştir. Buna ilişkin örnekleri çoğaltmak mümkündür.

2 ADAPTASYON:

İnsanlarda davranış değişikliği, bir mesaja bir kez değil, farklı biçimlerde defalarca maruz kalmakla gerçekleşir. İşte medya böyle bir işlev üstlenmiştir. İnsanların hoş karşılamadığı, onaylamadığı şeyler, defalarca onu olumlayan/onaylayan mesajlarla karşımıza çıkıyor. Yani ne oluyor? Bir süre sonra bunları kendimiz yapmasak bile "yapılabilir" şeyler olarak görmeye başlıyoruz.

Medya mesajlarına uyum sağlıyoruz. Tıpkı son günlerde izlenme rekorları kıran bazı dizilerde verilen mesajlar gibi. Örneğin; bir Müslüman Anadolu kızının gayrimüslim bir erkekle evlenmesinin meşru olabileceği gibi... Ya da Karadeniz'de geçen fırtına isimli dizide bir Müslüman Türk erkeğin Rus bir kadınla evlenmek istemesi ve kadının erkek kardeşlerinin bu Müslüman Türkün ancak Hıristiyan olması halinde bu evliliğe müsaade edecekleri konu ediliyor.
Verilen mesaj ise, Müslüman bir Türkün kolayca din değiştirebileceği, bunun çağımızın gereği ve gayet olabilir bir şey olduğu...

Dizide adam numaradan da olsa din değiştiriyor. Bizim izleyici kitlemiz ise asla düşünme gereği bile duymadan bir komedi havasında sunulan bu olaya gülebiliyor. Eğer benzeri bir olay günlük hayatta gerçekleşecek olsa, insanımız olayı dizi sayesinde kanıksadığı için tepki göstermeyecek, milli ve manevi değerleriyle yüzleşmeyecektir. Medyanın toplumu değiştirip yönlendirme, yani adaptasyon misyonu da işte burada ortaya çıkmaktadır.

TELEVİZYON İNSANI ZEHİRLİYOR

Bunun gibi Hıristiyanlığa ilişkin mesajları da TV karşımıza çıkardı. Ama eskiden izlenen yabancı filmlerde biz onları bir başka dünyaya ait insanlar olarak izlerdik. Bizden değillerdi, yabancıydılar. Bu onlarla bizim aramıza bir sınır çizmemizi olanaklı kılardı. Şimdi ise bizim içimizde İstanbul'da, Karadeniz'de, hatta Anadolu'nun köylerinde, konaklarında, öz be öz Anadolu insanı arasında karşımıza çıkıyor.

Şimdi bu sınır belirsiz hale geldi. İşte bu mesajları daha tehlikeli hale getiren bu ayrımın "bulanıklaşması". Yani bizler de, bizim insanlarımız da tıpkı bir Amerikalı ya da Avrupalı gibi yaşayabilir. Hatta şehirlilerimizin ötesinde köylülerimiz de Batılı olabilir anlayışı, bu medya mesajlarıyla zihinlerimize yerleştirilmekte. TV'nin tehlike boyutunun bir yüzü burada görülmektedir.

Diğer yüzü, Popstar ve dans yarışmaları... Gençlerimiz arasında bir furya olarak yayılmakta olan bu yarışmalara odaklananlar, dans kurslarına gitmeye başladı. Bazıları ise çocukları için ideal meslek olarak "dansçılık"ta karar kıldı.

İşte medyayla gelen değişim böyle yaşanıyor. Bir yandan bireyselleşme ve bu bağlamda şiddet ve saldırganlık pompalanıyor. Diğer yandan cinsellik yansıtan filmler ve klipler, çıplaklığa çağıran reklâmlar toplumsal değerlerimizi alt üst ediyor. Gençlerimiz ilime ve eğitime yönelecekleri vakitleri ve en güzel çağlarını güzellik salonlarında, dans ve şarkı kurslarında, kafe ve eğlence merkezlerinde ziyan etmeye sevk ediliyor.

Burada hatayı sadece medyaya ve gençlere yüklemek yanlış olur. Anababaların ve eğitimcilerin sorumluluğu daha büyük görünüyor. Güzel bir vücuda sahip olmanın güzel bir ahlaka sahip olmaktan daha önemsendiği, boyları büyütmenin kütüphaneleri büyütmekten daha fazla prim yaptığı, para dolu bir cebin bilgi dolu bir zihne tercih edildiği, vizyonu düzeltmenin toplumu ve çevreyi düzeltmekten daha karlı görüldüğü günümüzde daha ne bekleyebiliriz ki?
Bu boyunduruktan kurtulmanın yolu, millet olarak mücadele edip bilinçlenmek, başta dil ve din olmak üzere kendi öz kültürümüze, gelenek ve göreneklerimize, milli ve manevi değerlerimize sahip çıkmaktır.

Çocuklarımızı ve gençlerimizi de bu yönde eğitmektir. Medyanın bize yansıttığı güncel meseleleri, olup biteni doğru kavrayabilmemiz için, Amerikan işgalini, ekonomik sömürüyü, tehditleri, terörü, bölücülüğü, kavgaları anlayabilmek için tarih bilmeye, genel kültür sahibi olmaya, bir arka plana ihtiyacımız var. Cahillikle fikir ve siyaset üretilemez.

Aksi halde bugün içinde bulunduğumuz durum gibi, batının bize dayattığı şablonlara, kalıplara sığmak için çabalar dururuz. İşgal ordularına, holdinglere teslim oluruz. Bu yüzden tasavvuf, tarih, edebiyat, din, psikoloji, coğrafya, tarım, ekonomi gibi alanlara eğilmemiz, önce kendimizi, sonra çocuklarımızı ve gençlerimizi eğitmeliyiz. İlime ve edebe değer veren nesiller yetiştirmeliyiz.

TV başında saatler geçirmekle toplum olarak hiçbir yere varamayız. Sorgulayıp üzerinde düşünmeden, önüne ne sürülürse seyreden, duyarsızlaşmış, duygusuzlaşmış, iyikötü program seçiciliğinden uzak bir TV izleyici kitlesi mevcut. Adeta bir zaman öldürme makinesine dönüşen TV karşısında katledilen saatler asla geri gelmeyecek olan en kıymetli hazinemiz olarak yok olup gidiyor. Giderek kronikleşen TV hastalığından kurtulmak için, "TV'siz bir yaşam, TV yerine kitap ve eğitici uğraşılar" sloganımız olmalıdır.

SAVAŞ HABERCİLİĞİ VE LÜBNAN SAVAŞINDAN YANSIYAN İNSANİ BOYUT

Yaşadığımız bu yaz, Lübnan'daki sıcak savaş ile kat be kat ısındı ve savaşta katledilen masumların acısı adeta içimizi yaktı. Savaş haberlerini her yerde olduğu gibi bizler de medyadan takip ettik. Medyanın yansıttığı kadarıyla ve kendi bakış açısıyla sunduğu oranda bilgilendik.

Batı medyasından bize yansıyanlar, bir haftada harabeye dönen Beyrut ve çevresinde savaştan çok, deprem veya tsunami felaketini andırıyordu. Yıkık dökük mahallelerde dökülen kan televizyonlara yansımıyordu. İsrail'in önce Filistin'e, ardından Lübnan'a yönelik askeri saldırısı, Batı basınında esas olarak Hizbullah'a daha da genel anlamda "Global Terörizme Karşı Savaş" bağlamında algılandı ve yansıtıldı. Oysa çoğu bebek ve çocuk binlerce masum insan hayatını kaybetmiş, yüzlerce insan evini, barkını terk etmek zorunda kalmış, nice yuvalar sönmüştü.

Yetkililerin çizdiği savaş tablosu ise, ölülerin olmadığı bir tabloydu!

Silahlı kuvvetlerin video görüntülerinde "akıllı" bombalar, zayiatı "en aza indirerek" binaları dikkatli şekilde vuruyordu. Askeri bilgi veren yetkililer, hava saldırılarının "cerrahi operasyon" gibi işlendiğini anlattı. Çatışma sırasında sadece birkaç ceset görüldü. Kullanılan dil, ölümleri saklıyordu.(2)
Batı medyasının ideolojik saplantıları vardır. Örneğin;

Hizbullah ve Hamas teröristtir.

İsrail meşru ve demokratik bir devlettir, bizdendir.

İslamiyet Ortadoğu için tehlikeli ve saldırgan bir dindir.

Batılı TV kanalları, bu ideolojik saplantılardan yola çıkıp, hakiki gerçek yerine medyatik gerçeği, Batı kamuoyuna yaydı. Saldırgan ''demokrat ve mağdur'', saldırıya uğrayan ise, ''terörist'' olarak gösterildi. ABD ve Batı Avrupa'daki egemen medya organlarını taradığımızda, İsrail'in vahşetini küçümsemeye, gizlemeye hatta haklı göstermeye yönelik bir söylem benimsendiği yetmiyormuş gibi, Hizbullah savaşı başlatan ve saldırgan taraf olarak gösterildi. Batı'da egemen medya, hem nitel hem de nicel olarak İsrail saldırısını yanlı bir şekilde izleyip, aktardı.(3)

Yerli medya ise, televole gibi magazin haberleriyle, şarkıcıların yaz eğlencelerini saatlerce ekranlara taşıyarak Lübnan ve Filistin'deki katliamı örtmekte, insanımızı gerçekler karşısında duyarsızlaştırmakta ve uyutmaktadır. Müslüman kardeşlerimiz bir tarafta katledilirken, magazin medyası halkı adeta uyuşturmakta, insanımızın korkuları, üzüntüleri ve acılarıyla alay etmektedir.

DİPNOTLAR:
1. Suat Gezgin, "Küreselleşmenin Medya ve Toplum Üzerindeki Etkileri"
Kent Haber, 07. 02. 2006.
2. Derya Sazak, Savaş Haberciliği ve İnsani Boyut, Milliyet, 30.07.2006
3. Ragıp Duran, Siyonist Saldırının Sanal Dostu Global Medya
İsrail'den Yana, BİA Haber Merkezi, 15.08.2006

Asuman Kalufya
İNSAN akli ile melekleşen nefsi ile iblisleşen bir aciptir İNSAN
İNSAN kendi kabahatini bilmeyen cehli ile dünyalara sığmayan bir mağrurdur İNSAN
İNSAN bütün zaaf ve acziyyetine rağmen kudrete kafa tutan taşkın bir şaşkındır İNSAN
İNSAN maziye bağlı hâle aldanmış istikbali gözler bir taştır İNSAN

Ay Iıığı


Ey her şeyi bilen medya!
Ey her alanda pervasızca kalem sallayan silahşörler!
Ey kendini allame-i cihan zanneden çok saygıdeğer muharrirler, muharrireler,
Bu sözlerim sizedir…


Bu yazıyı uzun zamandır yazmayı düşünüyordum ama sürekli sabır çekmeyi tercih ediyordum her nedense. Belki toparlanırlar, belki birileri kalkar benim adıma da gerekeni söyler, böylece bendeniz de bir polemiğe girmekten kurtulurum dedim. Ama nerde… Çıkmadı böyle bir babayiğit.

Amacım sizinle söz dalaşına girmek değil. Ama unuttuğunuz, kendinizden başka bir şey düşünmediğiniz şu günlerde nacizane ben de edebiyatın alanı dâhilinde bulunan bir yazar olarak size avazım çıktığı kadar  “yeteeeeerrr!” demek, dikkatinizi çekmek istiyorum…

Ey kalemini kılıç gibi sallayan silahşör,
Benim çocukluğumda gazete sütunlarında herkes alanıyla ilgili yazardı. Herkes en iyi bildiği sahada kalem oynatırdı. Sonra öyle kitabı olmayan, daha önçeleri değişik platformlarda yazıları yayınlanmayan adamlara hayatta köşe- möşe vermezlerdi.  Mustafa Necati Özfatura “Dış politika yazarıydı”, Nazlı Ilıcak “iç siyaset “yazardı… Ahmet Kabaklı bir gün makale, bir gün fıkra, bir gün magazin yazısı yazmazdı mesela. Her gün en iyi yaptığı fıkra muharrirliğini yapardı. Rauf Tamer, Gürbüz Azak ne güzel yazarlardı öyle kısa kısa ama her konuyu tam on ikiden vuran yazılarını…Aykut Işıklar bile magazin yazılarını daha bir güzel yazardı.Henüz şirazesi bozulmamıştı medyanın.
Ve ben de küçük bir okuyucusu idim, o güzel insanları bu gün bile hayırla yâd eden.

Ey benim her şeyi en iyi bilen ve tahmin eden müneccim muharrirlerim,
Siz medyayı dağıttınız, siz medyayı bilgi kirliliği olan, her kafadan bir ses çıkan ama asla ahengi olmayan “Bremenin mızıkacıları” orkestrasına çevirdiniz… Bir gün siyaset, bir gün askeri, bir gün dış siyaset, bir gün edebiyat, bir gün magazin, bir gün aşk, bir gün ekonomi, bir gün kuaförlük, bir gün tavukçuluk hatta bir gün tıp üzerine yazı yazabiliyorsa bir yazar, o böyük çok böyük! bir muharrirdir sandınız mesela!

Ey kendini her şey sanan kalemşörlerim,
Bu gazeteciliğin asla böyle gitmeyeceğini artık öğrenmenin vakti gelmiş de geçiyor. Siz şirazeden çıktıkça tirajınız geriye ket vuruyor, hala okunmuyor, hala ciddiye alınmıyorsunuz. Kendinizden başka sizi ciddiye alan kalmadı bu ülkede. Düşünsenize kendi kendine âşık olmuş bir yazarın halini?

Halkın durmadan kendini ön plana çıkarmaya çalışan bir yazara saygısı kalır mı?

Kendinizi anlatıp, kendinizi öve öve bitiremiyorsunuz!

Dedikodu yapıyorsunuz?

Eskiden Anadolu mahallelerinde dedikoducu kadınlar vardı yedi mahalleyi birbirine katan, emin olunuz ki onlar şimdi sizin yanınızda ne kadar masum kalıyorlar bir bilseniz!

Reytinginizi artırmanın tek çaresi olarak “bizim mahalle” veya “karşıki mahalle” adında iki meçhul mahalle kurmuş, o noktadan kör atışlarla birbirinizi yiyip duruyorsunuz. Bu ülkede mahalle mi kaldı ki yeni yeni mahalleler kuruyorsunuz?

Sanki çok umurunuzdaydı mahallerimiz, sanki üzüntünüzden geceleri uyuyamıyorsunuz. Halkın dertleriyle perişan olmuşsunuz. Sanki başörtülü ve mini eteklinin derdi sizi sardı da ağzınıza sakız etmiş konuştukça konuşuyorsunuz…

Gelin bir gün de her gün onlarca kadının dayak yediği, öldürüldüğü, en insani haklarının dahi ellerinden alındığı güney ve doğu illerimize uzanalım. Ya da yaşı otuzlara vurmuş ama hala işi, aşı olmayan gençlerin duygularını yazalım. Seksen yaşlarında ayakkabı boyayan dedelerimizden söz edelim mesela…

Toplumdaki insan kirlenmesinden söz edelim, nasıl çürüdüğümüzü yazalım gün be gün...

Ama yazmazsınız, yazamazsınız!

Çünkü siz ciddi değilsiniz, samimi hiç değilsiniz, kusura bakmayınız…

Ey uzaktan meslektaşlarım olan çok saygıdeğer kalemşörler,
Aranızda hala eli öpülesi birkaç gerçek yazar dışında hiç biriniz bu mesleği hak etmiyorsunuz! Çünkü kalem mesuliyetini kavramaktan öyle uzaksınız ki! Hiç biriniz gerçekçi değilsiniz! Ve hiç biriniz samimi değilsiniz! Halkı galeyana getirip güzelce gerdikten sonra, şöyle gerinip akşam o fasıl senin, bu fasıl benim dolaşıp birbirinize yağ çekiyorsunuz. Yalan mı?

Yalan mı zengin fasıl sofralarınız? Göklere çıkan şarkılarınız…

Ertesi günü o akşam nasıl eğlendiğinizi halka marifetmiş gibi anlatan yine siz değil misiniz?

Artık yeter diyorum Ey Medya!

Artık titreyip kendimize dönmenin zamanı değil mi? Bu ülke için, bu insanlar için, yarınlarımız için, geleciğimiz için neden doğruları da değil de politik düşlerinize göre yazılar kaleme alıyorsunuz? Bu toplumu neden geriyorsunuz?

Neden bunca dalkavukluk!
Kime?
Dalkavuk yazar, yağı bitene kadar yazar.
Sonra mı?
Medya mezarlığı öyle isimlerle doludur.

Vesselam…


Meryem Aybike Sinan

turk_ay

Medya medya medya ne Cartel ne sağcı ne başka bir medya artık zıvanadan çıktılar... Benim fikrim çamur atmak da yanlış bir yol. Artık dini kanal dediğimiz kanallar da BAZILARI nın reklamını yapmaktan ya da birilerine ÇAMUR atmaktan öte gitmiyorlar çıkmışlar çizgilerinden. Takip edilecek bir medya kaldımı bilmiyorum.
Her açan senin gülün, hergünse benim günüm
Gözyaşı insan külüyse, her yakan insan sözü
Kıvılcım sözün özüyse, ayrılık yakar gözü
Tek gören gönül gözüyse, kelamım gönül sözüm

Yavuz Sultan Selim (Hadim-ül Haremeyn)

Tuğra

〰〰〰〰🐠

mazhar



Yarışmalar, diziler, "piç"ler... Toplumu dönüştürme projeleri!




Bu milleti "değiştirmek" ve "dönüştürmek" için çok "proje"ler hazırlandı, çok "adım"lar atıldı... O kadar ki; "Türkiye'yi İslâmın geri bıraktığı" iddia edilip, "Türklerin Hıristiyanlığa geçmesi" bile teklif edildi... Hem de Atatürk'ün başkanlık ettiği "Meclis oturumları"nda!..

O dönemde, hangi CHP'liden hangi tekliflerin geldiğini merak edenler, "Meclis zabıtları"na bakabilir... Ya da, merhum Ahmet Kabaklı'nın "Temellerin Duruşması" adlı kitabını bulup, okuyabilir!..

İşin doğrusu;

Atatürk de bu konunun tartışılmasını istiyordu...

Ne var ki, Kâzım Karabekir'den gelen "sert eleştiriler" üzerine, böyle bir "devrim" yapılmasından vazgeçildi.

Ancak, daha sonraki yıllarda, yine "CHP'liler"den, değişik teklifler geldi... Kimi; "cami"lere, tıpkı "kilise"ler gibi "sıra"lar konulmasını, kimi de "Türk bayrağı"ndaki "Hilâl"in yerine veya yanına "Haç" konulmasını istedi!..

Uzun lâfın kısası;

"Allah" dememekle eleştirilen ama bu eleştirilere "'Allahaısmarladık' dedik ya" diyerek cevap veren "İsmet İnönü'lü yıllar"da, "Türk halkını dönüştürmek" için epey çaba harcandı.

"Ezan"ın aslî diliyle okunmasının yasaklanıp, "Türkçeleştirilmesi" ve "Türkçe ibadet" girişimleri, tamamen "dönüştürme projesi"nin adımlarıydı...

Hasılı kelâm;

O günler, "Müslüman mahallesinde salyangoz satıldığı" günlerdi!..

Bereket ki başaramadılar!..

Tamam; yonttular, zımparaladılar, törpülediler ve sonunda Müslümanları da "yumoş"laştırdılar ama, hiç olmazsa "dinde sapma" olmadı!..

3-5 ZİBİDİNİN HAYATI!

Evet, olmadı ama; bu, "vazgeçtikleri" anlamına gelmiyor...

Zira; "Müslüman mahallesinde salyangoz satma" ve "halkı dönüştürme" çabaları aynı hızla devam ediyor.

"Bireysel" olarak da devam ediyor,

"Kurumsal" olarak da!..

Hele bir bakın "televizyon"lara...

Hani, kısaca "Televole" olarak adlandırdığımız programlar var ya, işte onlara bir bakın.

Eskiden, sadece "Maraba Televole" dedikleri tek program vardı... Şimdi ise, "aynı format"taki programlar, yerden mantar biter gibi çoğaldı... Her akşam, hangi kanalda kaç program olduğunu, inanın sayamaz oldum... "Canlı Canlı"dan tutun da, "Harika Pazar"a, "Pazar Keyfi"ne ve "Özel Hat"a, "Kırmızı Halı"ya, "Gizli-Saklı"ya, "Doludizgin"e ve "Süper Kulüp"e varıncaya kadar, hepsinden "pespayelik", hepsinden "müptezellik" ve hepsinden "lâğım" akıyor!.. "Tiksinti" veren görüntüler, ekran ekran dolaştırılıyor!..

Sadece "100-150 kişinin yediği haltlar"ın döndüre döndüre gösterildiği, "aynı görüntüler"in, farklı isimlerle ekran ekran dolaştırıldığı programlara bakıp, sık sık sorarım: "Bu programlar, kime ne veriyor?.. Ve de, Türkiye'ye ne kazandırıyor?"

Öyle ya; Hangi "manken" nerede ve nasıl "frikik" vermiş?.. Hangi "şarkıcı", hangi "bar"a kiminle gelmiş, ertesi gece niye "sevgili"(!) değiştirmiş?.. Kim, nerede ve nasıl "külot" değiştirmiş?.. Kim, geceyi, kiminle beraber geçirmiş?.. Hangi "artist"in bacaklarında "selülit" varmış!..

Programlar, bu haberlerle dolu!..

TELEVOLE CUMHURİYETİ!

"Televizyon"lar böyle de, "gazete"ler pek mi farklı?. Onların gündemi de aynı... Eskiden "iç sayfalar"da verilen "Seks!.. Fuhuş!.. Cinsellik" haberleri, şimdi "sürmanşet"lerde!..

Bu "haber" ve "görüntü"lere bakıp, diyorum ki; "T.C."nin açılımı "Türkiye Cumhuriyeti" değil, artık "Televole Cumhuriyeti"dir!..

Tamam; "Televole" programının yayından kaldırıldığını ben de biliyorum...

Kaldırıldı da, yerine "namuslu" bir program mı konuldu?!?..

Elbette hayır!..

"Televole'den doğma piçler" işgal etti ekranları!..

Bu programlarda, öyle bir "ışıklı sahne" ve öyle bir "parıltılı hayat" sunuluyor ki, arka plandaki "karanlık" dünya ve "iğrençlik" gösterilmiyor!..

O "karanlık yüz"de yaşananları bilen yok!..

Bilenler de anlatmıyor zaten!..

Ya da, anlatamıyorlar!..

Anlatanlar "götürülüyor!.."

Ya önceden çekilmiş video kayıtlarla "fiş"lenerek ya da izbe köşelerde "şiş"lenerek!.. Kimi de; Burçin Bircan gibi, "altın vuruş"un kurbanları oluyor!..

BİLİNÇLİ BİR KOKUŞTURMA!

Açık ve net olarak söyleyeyim:

Bu "iğrenç işleri" tezgâhlayanlar, kesinlikle bu ülkenin "kan"ını, bu milletin "vicdan"ını taşıyor olamaz!..

Onlar; "Bilinçli bir yozlaştırma, kokuşturma ve çürütme" operasyonunu, büyük bir ustalık ve "sinsilik" içinde yürütüyorlar bu ülkede... "Çağdaş bir yaşam" diye, "çirkef bir hayat" empoze ediyorlar insanlara. Diyeceksiniz ki; "Alt tarafı bir program!.. Her şeyler gözler önünde!.. Bunda, büyütülecek ne var?"

Var!.. Hem de; sütunlar dolusu değil, sayfalar dolusu büyütülecek bir olay bu!..

Çünkü;

Bu pespaye hayat, ister istemez "etkiliyor" gençleri!..

Cezbediyor!..

Ya sonra;

Önce, "kimlik bunalımı" başlıyor!.. Yaşadıkları çevre, "tatmin etmez" oluyor gençleri!..

Yaşadıkları hayatın gerçeklerine karşı, "körleşiyor"lar!..

"Sorumluluk duygusu"nu kaybediyorlar!..

"Ahlâkî değer"ler, önemsizleşiyor!..

"İdeal"lerin yerini, "idol"ler alıyor!..

"3 haftalık reklâm aşkları" gerçek aşk zannediliyor!..

Sonuçta; "toplumsal fay"lar kırılıyor!..

Aslında, "büyük bir deprem" yaşıyoruz milletçe, ama kimse farkında değil!..

"EVLİLİK ÇAĞDIŞI!!!"

Sadece "Canlı Canlı"lar, "Özel Hat"lar, "Harika Pazar"lar, "Kırmızı Halı"lar ve "Uçan Kuş"lar değil, aynı rezalet, aynı pespayelik, aynı iğrençlik "yarışma" ve "evlilik" programlarında da görülüyor!..

Biliyorsunuz, bir zamanlar; "Size Anne Diyebilir miyim?" veya "Gelinim Olur musun?" türü yarışma programları vardı...

Hoş, şimdilerde "yarışma"ya da gerek kalmadan, "kadın"lar ve "erkek"ler, "ekranlardan pazarlanmaya" başladı ya, o da ayrı bir mesele!..

Biraz önce dediğim gibi; "Kime, ne veriyor bu programlar?"

"Türkiye'ye ne kazandırıyor?"

Verdikleri, getirdikleri tek şey; "Kokuşma ve çürüme!"

Evet, getirdikleri tek şey; "kokuşma ve çürüme"den ibaret!..

Nitekim, bunu kendileri de "itiraf" etmişti bir zamanlar.

Vakit'in 14 Aralık 2004 tarihli manşetinde "İbretlik itiraf" başlığı vardı...

Haberin özü ve özeti şuydu:

"Gelinim Olur musun?" isimli programın fikir babası Murat Üçkardeşler, haftalık bir dergiye yaptığı açıklamalarda, bu programı yapmakla nasıl bir mesaj vermek istediğini şöyle itiraf ediyordu: "Evlilik kurumuna karşıyım!.. Evlilik, bana göre çağdışı bir olay!.."

Devam ediyordu Üçkardeşler:

¥ "Ben bu program vasıtasıyla evliliğin ne kadar yanlış ve sahte olduğunu insanlara gösterebiliyorum!.. Amacım yarışmacıları evlendirmek filan değil; bu program vasıtasıyla insanlara bir takım mesajlar vermek istiyorum!.. Çünkü toplumumuz hâlâ flörte karşı. Mesela kaynanalar genelde bakire gelin istiyorlar."

¥ "Bir kız hâlâ bizim toplumumuzda rahat rahat flört edemiyor. Varoş ve Anadolu kültüründe hâlâ çocuklarının nasıl evleneceği konusunda aileler belirleyici. Kadınların kendilerini kanıtlama sorunları var. Mesela kaynanalar genelde bakire gelin istiyorlar. Bu çok ayıp. Bir kadın bunu nasıl söyler?"

İşte bu sözler; Türkiye'de birilerinin "aile ve namus kavramını yıkmak" için; "bilinçli" bir şekilde nasıl çalıştığının "çarpıcı bir belge"siydi!..

BABASI BELİRSİZ "PİÇ"LER!

Tabiî, tek "belge" değildi.

Birileri "aile" kavramını dinamitlemek, "evlilik kurumu"nu yıkmak için "sözde yarışmalar" düzenlerken, "toplumu dönüştürmek" gibi sinsî bir görev üstlenen "bazı diziler"de rol alan Leyla Kömürcü adlı artist de; ABD'deki bir "sperm bankası"ndan aldığı "tohum"la döllenmişti... "Amerikalı damızlık boğa"nın rengi "beyaz"mış!..

Boğa "beyaz" ama, kendisi "meçhul"müş!.. Bu da demektir ki; doğuracağı çocuk, "nesebi gayri sahih" olacak!..

Malûm; buna, bizim toplumumuz "Veled-i zina" diyor!.. Yani, "babası belli olmayan" çocuk!.. Bu ifadeyi daha da kısaltıp, "Piç" diyenler de çoğunlukta!..

Evet, Leyla Kömürcü adlı kadın; "babasını, kendisinin dahi bilmediği" bir "piç" doğurdu!.. Kömürcü, şu anda, "İyi yaptım" diyor!..

Ama, "peydahladığı" çocuk büyüyüp de, "Leyla'nın piçi" aşağılamalarına maruz kaldığında, bakalım ne yapacak?..

Biliyorsunuz; Leyla Hanım, "Kömürcü" olan soyadını daha sonra "Bilginel" olarak değiştirdi... "Nesebi gayri sahih" olan çocuğunun adını da Kayra koymuş!..

Toplumun "Piç" dediği "babası belirsiz" çocuk, sadece Kayra değil... Münir Özkul'un kızı olan Güner Özkul da, Kıbrıs'taki bir sperm bankasından çocuk sahibi olmuştu!..

Ortalığı "piç"lerin işgal edeceğini zamanında farkeden Sağlık Bakanlığı, 6 Mart 2010'da duruma el koydu, Resmî Gazete'de yayınladığı yönetmelikte dedi ki; "Sperm bankasından aldıkları spermle hamile kalanlar, 3 yıl hapis cezasıyla yargılanacaklardır!"

ŞİMDİ DE NESEB SORUNU!

Son iki yıldır, bu işlerin "Televole"ler ve "dizi filmler" ile yürütüldüğünü düşünüyorduk ki, son günlerde Derya Taşdiken adlı bir kadın peyda oldu ekranlarda.

Uzun süre Doğan Grubu'nun çıkardığı "Anneyiz Biz" dergisinde çalışan Derya Taşdiken'in projesi şuymuş: "Anne sütü olanlar, olmayanları bulsunlar!"

Peki, nasıl olacak o iş?..

"Sütü olmayan" bir anne; "Yahudi, Hıristiyan veya Mecusi" olduğuna bakmadan "sütü olan" bir anne bulacak ve çocuğunu götürüp ona emzirtecek!..

Eğer o kadının da bir çocuğu varsa, çocuklar "süt kardeşi" olacaklar ki, normal kardeşe "haram" olan, süt kardeşe de "haram" olacaktır... Peki, o çocuklar büyüyüp de "aynı memeden süt emdiklerini" bilmeden, meselâ "evlenmeye" kalkarlarsa ne olacak?.. Ortaya; "kardeşin kardeşle evlenmesi" gibi bir "sapıklık" çıkacak ki, bu işlere Derya Taşdiken'in aklı erer mi acaba?..

Bu işe "bilerek" mi kalkıştı, yoksa "dinî kaideler"den haberi mi yok?..

Bankadan "sperm" almakla, meçhul bir anneden "süt" emzirtmenin hiçbir farkı yoktur!.. Çünkü, bu işin "kontrolü" ve "takibi" mümkün değildir!.. Hele hele, "İslâmi şuuru" olmayan biri, bu kontrolü hiç yapamaz!..

Dolayısıyla "nesep"ler karışır!..

Demem o ki;

Bu "proje"nin arkasında kim veya kimler varsa, "toplumu dönüştürme" çabasından vazgeçsin!.. Kim ki "toplumun genleri" ile oynamaya kalkarsa onları "deşifre" etmekten çekinmeyiz!..

Yeter!.. Çekin elinizi milletten!..



Hasan Karakaya.Haber vaktim.com

mazhar



İthal kanunlardaki tartışma: Süt kardeşliği




Dünkü manşetimizde, "süt kardeşliği" ile ilgili, ilginç bir operasyona dikkat çekiliyordu.

Toplumumuzun "süt kardeşliği" ile ilgili hassasiyeti, "iyilik meleği" maskeli bir proje ile, resmen delinmek isteniyordu..

Aslında tartışma, taa Medeni Kanun'un ilk kabul edildiği yıllara kadar gidiyor.

1926'da, Medeni Kanun İsviçre'den ithal olarak alınırken, uzun tartışmalar yapılıyor.

Bazı milletvekilleri, Türk toplumuna dayatılmak istenen "yeni hayat biçimi"ni "ya hep ya hiç" diye dayatıyorlar..

İsviçre'den, İtalya'dan, Almanya'dan alınmak istenen kanunların, "sadece tercüme edilerek, hiçbir değişiklik yapılmadan yürürlüğe girmesi" gerektiğini söylüyorlardı..

Bunların karşısındaki bazı duyarlı milletvekilleri ise, kanunların birebir tercüme edilerek topluma dayatılmasının, topluma hakaret olduğunu söylüyorlar ve çeviri kanunlarda mutlaka bazı rötuşların gerekliliğini dile getiriyorlardı..

Düşünsenize, İtalya gelmiş, Anadolu'nun bazı bölgelerini işgal etmiş.

O işgal sürse, İtalya o bölgede ne yapacaktı?

Kendi ceza kanununu, diğer kanunlarını uygulayacaktı.

Biz İtalya'nın işgalini, kanımızı vererek defetmişiz. Ama sonrasında, kanımız pahasına kovduğumuz İtalya'nın Ceza Kanunu'nu, birebir tercüme ederek, kendi elimizle uygulamaya koymuşuz.

Ne anladık biz bu işten!

İşte bu kısır döngüyü gören milletvekilleri, ithalcilere gerekli uyarıları yaptılar..

Bu kapsamda, ithal kanunlar arasında yer alan Medeni Kanun görüşmeleri sırasında da, duyarlı milletvekillerinin tekliflerinden birisi şöyle idi: "Kanunu aldığımız toplumun inançları farklı.. Biz Müslümanız. Bizim dinimizde, evlenmesi yasak olanlar arasında, 'süt annelik' ve 'süt kardeşleri' de var.. Kanundaki evlenmesi yasak olanlar maddesine, 'süt kardeşliği'ni de ekleyelim."

Olurdu-olmazdı tartışmaları sürerken, ithalciler bu konuda pabucun biraz pahalı olduğunu görüyorlar ve Medeni Kanun'un tümünün kabul edilmeme riskini göze alamadıkları için, bu öneriye sıcak bakıyorlar.. Sonunda "Evlenilmesi yasak olanlar" başlığı altındaki maddeye, "süt kardeşliği ve süt anneliği" durumu da ekleniyor...

Ve böylece, İsviçre'den birebir tercüme edilerek kabul edilen Medeni Kanun'un "tıpkı basım" niteliğini bozan birkaç konudan birisi, işte bu "süt kardeşliğinin evlenmeye mani hal" olarak düzenlendiği madde oluyor.

Ancak Medeni Kanun, yürürlüğe bu şekilde giremiyor..

Çünkü Resmi Gazete'de yayınlanma aşamasında, bir oyunla "süt kardeşlerle evlenme yasağı" kanundan çıkarılıveriyor.

Kanun da, bu şekilde yürürlüğe giriyor.

Önce kanunun kabul edilmesi, sonra maddenin çıkartılarak Resmi Gazete'de yayınlanması tam bir skandal ama..

Oynanan oyunla geçirilen kanunun bu şekli, toplum hayatında karşılık bulmuyor.

Toplum bu konuya hassas.

Hassasiyet olunca da, kanunda "izin verilen" nikah, halk nezdinde itibar görmüyor. Anadolu'da insanlarımız bu konuya gerekli önemi veriyorlar, süt kardeşliği için herkes büyük dikkat gösteriyor.. Süt kardeşlerin hataen evlenmemeleri için, bazı bölgelerimizde kayıtlar bile tutuluyor.

Ve bugüne geliyoruz.

Bugün, nüfusumuzun büyük çoğunluğunun yaşadığı şehirlerde, artık süt kardeşliği eskisi gibi yaygın değil..

Ancak, bu konudaki ihtiyaç, yeni yeni organizasyonlarla tekrar yaygınlaştırılmak isteniyor.. "İyilik merkezli proje" tekrar hayatımıza girerken... Tam aksi yönde bir fecaate de sinsice imza atılıyor..

Nedir o sinsi fecaat?

Anadolu insanının "süt kardeşlerin evlenme yasağı"na gösterdiği hassasiyeti delecek, "süt bankası" uygulaması..

Sütü olan anneler verecek. Kayıt-kuyut tutulmadan, isteyen çocuklara bu sütler verilecek..

Tam bir kaos ortamı..

Kim kimin süt kardeşi, bilinmeyecek!

Konunun tıbbi sakıncalarını doktorlarımızdan öğrenebilirsiniz.

Ama hukuki boyutu açısından şunu söylemek mümkün: "Kanunlar, toplumun ihtiyaçlarını karşılamak zorundadırlar. Kanunlar, toplumun hassasiyetlerine saygılı olmak zorundadırlar."

Öyle ise?

Öyle ise; halkın "süt kardeşlerin evlenmemesi" şeklindeki dini inancına, kanunların saygı göstermemesi bir yanlış olduğu gibi; toplumun bu hassasiyetini "iyilik merkezli projeler"le iğdiş etmek de, çok büyük yanlıştır..

Proje tümden mi rafa kaldırılmalı?

Hayır..

Ama dini inancımızdaki sakıncaların ortaya çıkmasını önleyecek kayıtlar tutularak, "iyilik projesi" yine hayata geçirilebilir!

Yapılması gereken de budur.

Dün halkımız bunun kaydını, hafızalarda tutuyordu. Şimdi de bilgisayarlarda kayıtlar tutularak, aynı hassasiyet korunabilir!
Ali Karahasanoğlu-Haber vaktim.com