Haberler:


X adresimiz

Ana Menü

Site dindarlığı

Başlatan İsra, 13 Nisan 2011, 05:32:54

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

İsra

Otuz sene öncesine kadar, bırakınız elimizi, hayalimizin dahi ulaşmadığı makamlara ulaştık...
Servet ve şöhret kazandık...

Fark edilmeyişimiz fark edildi; ne zamandır parmakla gösteriliyoruz...
Allah için cebimiz de doldu...

Ama bize bir şeyler oldu: Cebimiz doldukça yüreğimiz boşaldı sanki: Sevmeyi, vermeyi, hoş görmeyi, şefkat etmeyi unuttuk...
Yaşama amacımızdan uzaklaşıp “sıradan”laştık. Gitgide “dünyacı” varlıklara dönüştük.

Fakirlere hâlâ bir şeyler veriyoruz, ancak “fakir” görüp rahatsız olmamak için etrafı surlarla çevrili “site”lerde oturmayı tercih ediyoruz.
Bizim gibi inanan, bizim gibi düşünen, bizim gibi örtünen, bizim gibi giyinen, bizim gibi yaşayan “sonradan görme Müslüman”ların içinde hayatın tadını çıkarıyoruz.

Aslında inanç dünyamızı kemiriyoruz!

Ne Peygamber Efendimiz’e benzeme çabamız kaldı, ne “tebliğ” mükellefiyetimiz...
İktidara eklemlenip nimetlerinden yararlanarak günümüzü gün ediyoruz!

Gerekçe malum: “Biraz da biz yaşayalım, ülkemizin nimetlerden biraz da bir yararlanalım.”

Bu bağlamda “Dindar iktidar”ların İslâm dâvâsına “yarar” mı, yoksa “zarar” mı verdiğini bir türlü kestiremiyorum.
Çünkü iktidara “mensup” olmak insanı öyle bir hale getiriyor ki, bireysel “hizmet”lerden bile alıkoyuyor!

“Müslüman”ın temsil işlevi ortadan kalktı. “İslâm” ve “Müslüman” ayrımı başladı. Halimizi-tavrımızı eleştirenlere “İslâm değil Müslüman’ım” deyip işin içinden çıkıyoruz. Güya İslâm Dini’ni “tenzih” ediyoruz. Oysa bu bal gibi bir “kaçak güreş!” Çünkü her Müslüman “temsil” mükellefiyeti bakımından “İslâm”dır. Yahut olmalıdır.

Peygamber Efendimiz’in “Ben İslâm değilim” dediğini duyan, okuyan var mı? Tam tersine O’na “yaşayan Kur’an” diyorlardı.
Bütün inandıklarını yaşayamamak elbette mümkündür. Ama Müslüman bundan pişmanlık duymalıdır. Biz ise bu yanlışı “fazilet” gibi görmeye başladık; “Çağın gereği” sayıp normalleştirdik. “Ne yapalım, bu çağda bundan fazlası yadırganıyor...”

Kim yadırgıyor peki: Allah mı, Peygamber mi?..

Ötesinden bize ne? Bunu söylemekle, “Zaman sana uymazsa sen zamana uy” demenin arasında ne farkı var? Çağ mı kurtaracak bizi Cehennem’den, zaman mı? “Ehl-i dünya”nın sloganlarının Müslüman’ın yüreğinde ne işi var?

Nereden nereye geldik?

Bu durumda insan sormadan geçemiyor: Eski sadeliğimiz ve masumiyetimiz imanımızın eseri miydi, yoksa imkânsızlığımızın mecburiyeti mi?..
Servet ve şöhret içinde bile yaşanması gereken bir hayat nizamı değil miydi yani?

İsraf fukaraya haram da, zengine helâl mı?

Yahut tek soru: “Uzlaşma” ile “yozlaşma” arasında bir bağlantı var mı?
Çünkü “uzlaşma” diye yola çıktık, “yozlaşma”ya tosladık!

Şuradan da belli ki, eskiden hayatımızı “helâl” ile “haram”a göre şekillendirirken, şimdilerde “kâr” ve “zarar” hesabına göre şekillendiriyoruz...
Arkasından “faiz”, “repo”, “borsa”, “kredi” gibi maddi mülâhazalar geliyor.

Eskiden köy ve kasabalarda yaşarken daha saf, daha temiz, daha masumduk. Büyük şehirlere indik ineli, “Köyden indim şehre, şaşırdım birden bire” haline düştük.

“Tutunmak” için “acımasız” olmak gerektiğini öğrendik. Yüreklere basarken acıyan yüreğimiz zaman içinde acımaz oldu! Masumiyetimiz kurnazlığa dönüştü. Biz de tıpkı “ötekiler” gibi “ayak oyunu” yapmaya, ekonomik, siyasi ve sosyal “oyun”lar kurmaya başladık.

Altta kalanı kaldırmayı “vicdan borcu” sayan anlayıştan, “Altta kalanın canı çıksın” anlayışına geldik.
Bize neler oluyor?

Yavuz bahadıroğlu

aydeniz

Alıntı YapAltta kalanı kaldırmayı “vicdan borcu” sayan anlayıştan, “Altta kalanın canı çıksın” anlayışına geldik.
Bize neler oluyor?
fg20))

Tuğra

Alıntı YapÇağ mı kurtaracak bizi Cehennem'den, zaman mı?

Güzel bir ifade..

Alıntı Yap"Köyden indim şehre, şaşırdım birden bire"

:)

〰〰〰〰🐠

İsra

Dedik ya, dindar erkekler olarak otuz sene öncesine kadar, bırakınız elimizi, hayalimizin dahi ulaşmadığı makamlara ulaştık... Servet ve şöhret kazandık...

Fark edilmeyişimiz fark edildi; ne zamandır parmakla gösteriliyoruz...
Allah için cebimiz de doldu...

Ama bize bir şeyler oldu: Cebimiz doldukça yüreğimiz boşaldı sanki: Sevmeyi, vermeyi, hoş görmeyi, şefkat etmeyi unuttuk...
Yaşama amacımızdan uzaklaşıp “sıradan”laştık. Gitgide “dünyacı” varlıklara dönüştük.

Artık biz de “Ehl-i dünya” gibi, kendi vicdanımıza basa basa yükseliyor, yükseldikçe altta kalanları eziyoruz.
Mazeretimiz de var: “Sistem böyle” deyip çıkıyoruz işin içinden, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” sorumsuzluğu içinde de git gide bencilleşiyor, bireyselleşiyoruz.

Artık biz de “Gemisini kurtaran kaptan” diyor, “Her koyun kendi bacağından asılır” tekerlemesi eşliğinde “cemaat şuuru”ndan git gide uzaklaşıyoruz.
“Ümmet” miyiz, “fert” miyiz belli değil!

Dini duyarlılıklarımızı önemli ölçüde kaybettik... Oluşan boşluğu da “dünya” ile doldurduk!

Hayatımız çoktan beri “üretim-tüketim” kıskacında: her şeyi belirleyen öncelikli değer bizde de “para”...

Bizim açımızdan da “moda” çok önemli bir kavram, “lüks” bizim için de hayatın gerçeği, “marka”, bizde de tutku...
Artık gelsin defileler, beş yıldızlı ve de yaldızlı tatiller, lüks otomobiller, yalılar, köşkler...

“Ehl-i dünya”dan pek bir farkımız kalmadı!

“İnandığın gibi yaşamazsan, yaşadığın gibi inanmaya başlarsın” tespiti burada da kendini gösterdi. Fikrimiz zikrimize yansıdı. İnancımızın sosyal boyutu ıskalandı. Hayatımız önce “farzlarla sınırlı” hale geldi, sonra o da fire vermeye başladı. Bunu fark eden bazı arkadaşlar, bu çözülmeden “dinin direği” sayılan namazı kurtarmak için “Namaz Plâtformu” oluşturup hiç olmazsa bu kargaşadan namazı kurtarmak istediler.

Sohbetlerimiz de “dünyevi”leşmekten nasibini aldı: Gazali, Rabbani, Mevlâna eksenli sohbetlerimizin yerini siyasetle ticaret aldı. “Faiz”, “döviz”, “repo”, “borsa” gevezeliği ruhumuzu kemiriyor!

Kısacası, hayat anlayışımız kökten değişti...

Eskisi gibi artık mahallelerde yaşamıyoruz, çoktan “koloni düzeni”ne geçtik...

Aynı inançtan, aynı fikirden, aynı kıyafet ve siyasetten olanlar için yapılan “site”lerde “koloni” hayatı yaşıyoruz.
Kontrollü kapılardan geçiyor, korumalı evlerde oturuyoruz...

Yaşlı anamıza-babamıza ayrı ev alıyor, bizim bakmamız gereken en yakınlarımızı “bakıcı”ya havale ediyoruz!

“Anaya-babaya ‘öf’ dedirtmeme” hassasiyetini unutalı çok oldu. Feryad u figân etseler bile duymazdan geliyoruz. “Herkesin bir hayatı var” aymazlığı içinde günümüzü gün ediyoruz. Peki ya “Ana-baba hakkı” ne olacak?

Fark edilmek için marka elbise giyiyor, pahalı arabalara biniyor, yetiştirilme tarzımızla zıtlaşan davranış kalıpları içinde bocalayarak yapay nezaket cümleleri kekeliyoruz.

Kadınlarımız hâlâ tesettürlü ama bu “tesettür” stilinin amaca ne kadar hizmet ettiği tartışılır. Zira “tesettür”de amaç kadın cazibesini saklamaya yöneliktir. “Nâmahrem”in dikkatini çekmemektir. Bu örtünme biçimi ise cazibeyi arttırıyor. Daha fazla dikkat çekiyor.

Sanki daha gizemli, dolayısıyla daha “çekici” görünmek için örtünülüyor. Zaten “dindar” kadınları “daha çekici bir örtünme”ye teşvik için “tesettür defileleri” düzenleyerek meşhur mankenleri podyumlara çıkarıyoruz.

İyi ama “tesettür”ün amacı, “cazibe”yi saklamak değil miydi?

yavuz bahadıroğlu

İsra

Önceleri “asri” diyorlardı, sonra sonra “çağdaş” ya da “modern” demeye başladılar...

Tabii modernliğin ölçüsü “Avrupa kriterleri” idi ve ne kadar onlara benzersek o kadar “modern” oluyorduk.

Dindarlar, başlangıçta bu “yeni ölçü”yü pek dikkate almadılar. İnandıkları, bildikleri gibi yaşamayı sürdürdüler. Ama zaman içinde etkilendiler. Git gide “modernite”ye kaydılar.

Artık biz de modern takılıyoruz...

“Sıla-i rahm”ın yerini bizde de “tatil” aldı.
Bizim de “moda” anlayışımız var...

Çıplaklığı simgeleyen “mayo” ile örtünmeyi çağrıştıran “tesettür”ü uzlaştırıp “tesettür mayosu” bile icat ettik!
Zaten bir o eksik kalmıştı. İslâmî tatil köylerimiz, İslâmî beş yıldızlı otellerimiz, denizlerimiz, havuzlarımız çoktan hazırdı. Kıbleye yürümeye çalışırken yön değiştirip “modern havuz”larda meçhule doğru kulaç atmaya başlamıştık.

Düğünlerimizi de buna göre yapıyoruz...

Bizim de şarkıcımız-türkücümüz, çengimiz-çalgımız eksik değil. Oynamayanı neredeyse “gerici” ilân ediyoruz!

“Gerici” deyince aklıma “görücü” düştü. Eskiden aileler görüşür, bir karara vardıktan sonra gençler görüştürülür, ardından “görücü” seremonisi başlardı. “Aklı bir karış havada” olmayan büyüklerin nezaretinde gerçekleşen evlilikler ölümüne sürerdi. Şimdilerin taze evlileri yıllık program bile yapamıyor: Çünkü evliliğin bir yıl sürüp sürmeyeceği bile meçhul. Adına da “Aşk evliliği” diyorlar...

Hevesin adı “aşk” oldu olalı hevesler kursaklarda kaldı! Ayrıca aşklar da kirlendi! Zaten televizyonlardaki evlilik programları evliliği de oyuncağa döndürdü.

Bu programlara katılmasak tablo eksik kalacak! Mensubiyetimizi (Müslümanlığımızı) kirletme pahasına, dekolte bayan ya da meselesiz adam tavrını takınıp ekranlar arasında “eş” arıyoruz!

Kılık kıyafetimizin, fikir ve görünüşümüzün yanı sıra, pek tabii olarak aile yapımız da “değişim”den nasibini aldı...
Etrafı surlarla çevrili “site”lerde, hatta “rezidans”larda oturuyoruz. Altımızda, üstümüzde yaşayan “ehl-i dünya”dan tek farkımız imanımız: Onu da yara bere içinde bıraktık...

Angarya gibi taşıyoruz!

Öte yandan Batı’dan gelme “çekirdek aile” kavramı, aile algımızı değiştirdi. “Çekirdek aile” içinde “dede” ve “nine”nin öğretisinden mahrum kalan çocuklarımız, iman çekirdeğinden yoksun büyüyor.

Eskiden, hayat tecrübesinin imbiğinde damıtılmış “kıssa” ve “hisse”nin arasındaki muhteşem ilişki koptu...

“Kıssa” kalmayınca “hisse” de çıkmaz oldu. Asırlar boyu bu ilişki çerçevesinde yeşeren çocuklar, artık ne “kıssa”dan haberdar ne “hisse” almayı biliyorlar. Zaten genç anne-babalar, çocuklarına anlatacak, anlatıp yüreklerini titretecek hikâyelerden mahrum; bu durumda televizyona kaçmaktan başka çareleri yok.

Sımsıcak “aile sohbeti”nin yerini “televizyon” ve “internet” almış, götürmüş. Çocukça meraklar televizyon ekranındaki şiddet ve cinsellik içerikli “dizi”lerde tükenip gidiyor. “Bir kıssa”dan “bin hisse” çıkarma anlayışı, televizyon programlarının yapay dünyasına kurban. Zıtlıklar, çocuk beyinleri keşmekeşe çevirmekte...

Evler sessiz ve ıssız! Bu ıssızlıkta büyüyen çocukların yürek olgunluğuna ermesi mümkün değil. Çünkü yürekler sohbetle olgunlaşır; mantık, kitapla gelişir. Evler hem sohbetsiz hem kitapsız kaldığına göre nesillerin hamlığına şaşmamalı!

“Dindar” olduğunu ifade edenler bile, tıpkı ehl-i dünya gibi “para” konuşuyor. “Madde”, “mânâ”ya egemen. Paylaşım, “Sen de çalış” azarında tuzla buz!

Artık “bizim camia”da da altta kalanın canı çıkıyor!
Allah, encamımızı hayreyleye!

Yavuz Bahadıroğlu

mazhar

#5
Alıntı Yap"Evler sessiz ve ıssız! Bu ıssızlıkta büyüyen çocukların yürek olgunluğuna ermesi mümkün değil. Çünkü yürekler sohbetle olgunlaşır; mantık, kitapla gelişir. Evler hem sohbetsiz hem kitapsız kaldığına göre nesillerin hamlığına şaşmamalı!

"Dindar" olduğunu ifade edenler bile, tıpkı ehl-i dünya gibi "para" konuşuyor. "Madde", "mânâ"ya egemen. Paylaşım, "Sen de çalış" azarında tuzla buz!"



Yavuz Bahadıroğlu abimiz güzel bir şekilde anlatmış.   sizlere de paylaşım için teşekkür.   Kısaca batılı gibi tüketim ve 'materyalist'Maddeci bir millet olmaya doğru gidiyoruz.!     Allah korusun.   Ülkemizi ekonomik kalkınma ile ölçenlere bu tablo ibretlik bir yazı.sizin ahlakı yapınız çöküyorsa,hergün milletin bir ferdi katliam işliyorsa.ekonominiz  ne kadar iyi olursa olsun, maddi değerlere verdiğiniz önemi  Manevi değerlere vermiyorsanız, önce ahlak demiyorsanız.Yukarıda yazılanlar ortaya çıkar...
   
Ben de bu yazıya küçük bir katkıda bulunmak istiyorum:


"İnsanların inançları gerceği algılayış tarzını etkiler.
 İnsanların inançları bakış açılarını belirler.
 İnsanların inançları tavranış tarzlarını oluşturur.
 İnsanların inançları kendi hayat tarzlarını oluşturur.
 İnsanların inançları ahlak yapılarını meydana getirir."
(Emile Retelband)




"İnandığınız gibi yaşamıyorsanız.yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız."

mazhar


Bela ve felaketlerin habercisi bir değişim!

Bismillahirrahmanirrahiym


"Mülkün, makamların gerçek sahibi yalnız Allah'tır" gerçeğini, mal ve makamları kaybedince mi anlayacağız? Veya ölünce mi idrak edeceğiz?

Etrafımız mal ve makam sarhoşlarıyla doldu. Allah'ın rızası ve sevgisini kazanma yarışı yerine, mal ve makam sahiplerinin gözüne girme yarışı yeniden hızlandı. Filim ehline rağbet çoğalınca ilim ehliyle istişareler azaldı. Servet ve şöhret sahiplerine gösterilen alaka acı günlerin eskimez dostlarına ilgiyi gölgede bıraktı.
[/color
]
Liyakat, sadakat ve vefa sahibi ehil insanlar kendilerini tanıtmada utanır oldular. Bu emin ve ehil kardeşlerimiz makam sorumluluğu vebalinden dolayı görevlere talib olmaktan korkarken, tilkiler ganimet ovasında cirit atıyorlar.

Bazı sivil toplum örgütlerinin bile iktidar sarhoşluğunun etkisiyle bürokraside koltuk kapmak için tehdit yarışına girdiklerini esefle, ibretle ve hayretle izlemekteyiz. Ayrılırız, desteğimizi çekeriz tehditleriyle neye hizmet ettiğimizin ve kimlerin ekmeğine yağ süreceğimizin farkında mıyız? Bindiğimiz Devlet gemisi delinip batırılırsa bundan memleketimizin, milletimizin ve hepimizin çok zarar göreceğini hâlâ anlamıyor muyuz?

Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan da mahrum olacağımızı hiç düşündük mü?

Hayra alamet olmayan bela ve felaketlerin habercisi bir değişim yaşıyoruz.

Bazı bakan beyler, bürokrasi ve belediyeler iktidarın rüzgarını azaltmak için yarış halindeler. Belediye bütçeleriyle organize edilen ve kafileler halinde devam eden yurt dışı gezi çılgınlıklarına(!) ne zaman dur denecek? Tam israf ve isyan içinde kutladığımız düğün, bayram vs. tören ve festivallerin içler acısı haline bir bakıp dini inançlarımıza, örf ve adetlerimize uygun programlara ne zaman döneceğiz?


Alet olduğumuz güzellik yarışmaları adıyla yaptırılan festivalleri, kültür şenlikleri, tiyatroları ve Erovisyon şarkı yarışmaları maskaralıklarının nefsimizi, neslimizi azdırıcı ve ailemizin temelini dinamitleyici ahlaksız gösterilerinden vicdanlarımız rahatsız olmuyor mu? İslami ilkelerimize tam bir isyan olan bu soytarılıklara ne zaman dur diyeceğiz? Allah'a verdiğimiz sözümüze ve İslami özümüze ne zaman döneceğiz?

"(Ey Resulüm)Eğer biz sana güven, ihtiyat, cesaret, güç ve sebat vermemiş olsaydık, neredeyse onlara (İnkarcıların heva ve arzularına) birazcık meyledecektin. O zaman ise, sana hayatın da ve ölümün de azabını kat kat tattırırdık. Hem de bize karşı bir yardımcı da bulamazdın. (İsra S.74-75)"
Ayeti kerimesindeki ilahi ikaz ve ihtardan ne zaman ders ve ibret alacağız? Belalar ve musibetler gelince mi? Ahiretin gümrük kapısı kabir evine misafir olunca mı?

Hepimizi derinden üzen bu olumsuzlukların yanında iktidarın Devlet Tiyatroları'nı özelleştirme kararı takdire şayan isabetli ilk adımdır. Devamla başta Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası ve Devlet Opera ve Balesi de acilen özelleştirilmelidir. Tüm belediye ve kamu kuruluşlarında devletin parasıyla yapılan diğer eğlencelere de son verilmelidir. Fakir fukaranın ve garib gurabanın alın terleriyle ve esnafın köylünün vergileriyle oluşan yetimlerin, şehitlerin emaneti devlet bütçesinden kimsenin şahsi eğlenme ve eğlendirme hakkı yoktur. Opera Balesi seyretmek, Mozart müziği dinlemek isteyenler kendi şahsi imkânlarını kullanmalıdırlar.

"Gerçek makam ve hayat; Allah'a ve ilkeleri İslam Nizamına iman, amel, ihlas ve Hakkı tavsiyedir.", Gerisi ise boş bir hayattır. Yanlışlıklara, kötülüklere, zulme ve haksızlığa karşı elle, dille ve gönülle yapmamız gerekli uyarı vazifesi kardeşlik görevimizdir.

Çünkü "mümin müminin aynasıdır" ilkesi birbirimizi uyarmayı gerektirmektedir. Dalkavuklar her yerde bulunur. Ama uyarıcı gerçek dostlar ancak er meydanında bulunur.

İnanıp yaşayanlara, yaşayarak Hakkı tavsiye edenlere, bu yoldaki saldırı ve çilelere sabredip yılmadan mücadeleye devam edenlere selam olsun.

Şevki Yılmaz.Haber vaktim.com