Abdülhamit Han’ı rahmetle anıyoruz

Başlatan ibn-ihacib, 10 Şubat 2007, 21:22:52

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

ibn-ihacib

Abdülhamit Han’ı rahmetle anıyoruz

Osmanlı padişahlarının otuz dördüncüsü ve İslâm halifelerinin doksan dokuzuncusu olan Sultan 2. Abdülhamit Han, Şeyhi Mahmud Efendiye Filistin için tahttan indirildiğini bildiren bir mektup yazar.

Selami Çalışkan
Şeyhi Mahmud Efendiye yazdığı mektupta Filistin için tahttan indirildiğini belirten Sultan 2. Abdülhamit Han’ı vefatının 89. yılında rahmetle anıyoruz. Osmanlı padişahlarının otuz dördüncüsü ve İslam halifelerinin doksan dokuzuncusu olan Sultan 2. Abdülhamit Han, 21 Eylül 1842 yılında dünyaya gelir, 33 yıl devleti yönetir ve 10 Şubat 1918’de ruhunu Allah’a teslim eder.
Çok iyi bir tahsil görerek din ilimlerini ve Fransızcayı mükemmel bir şekilde öğrenen Sultan Abdülhamit Han, amcası Abdülaziz Han’ı tahttan indirip şehit eden, böylece Osmanlı Devleti’nde idareyi ele geçiren Batı kuklası bazı paşalar, V. Murat’ın şuurunun bozulması üzerine, “Devlet işlerine karışmaması ve yalnız millet meclisinin çıkaracağı kanunlara göre hareket etmesi” şartıyla, Abdülhamid Han’ı sultan ilan ederler.

Krizler ve 93 Harbi
Tahta çıktığında Osmanlı Devleti tam bir bunalımın eşiğindedir. Karadağ ve Sırbistan’da savaş aleyhimize dönmüş, Bosna-Hersek ve Girit’te ayaklanmalar çıkmış, mali kriz son haddine varmıştır. Bu arada sadrazam Mithat Paşa ve arkadaşlarının isteği üzerine 23 Aralık 1876’da Birinci Meşrutiyet ilan edilir. Ancak gayrimüslimlerin dahi yer aldığı Meclis-i Mebusan’ın ilk işi Rusya’ya harp ilan etmektir. 93 Harbi diye tarihe geçen bu savaş, Osmanlı Devleti için tam bir felaket getirir. Ruslar İstanbul önlerine kadar gelir. Bir milyondan fazla Türk, Bulgaristan’dan İstanbul’a hicret eder.

Padişah yönetime el koyar
Mütareke isteyen Sultan Abdülhamid, ilk iş olarak devleti parçalanma ve yok olma yoluna doğru götüren Meclis-i Mebusan’ı kapatır (13 Şubat 1878) ve devlet yönetimine el koyar. Ayastefanos antlaşması ile Osmanlı Devleti Makedonya, Batı Trakya, Kırklareli, Kars, Ardahan ve Batum’u kaybetmek üzereyken, İngiltere ile anlaşan Abdülhamid Han, Kıbrıs’ın idaresini onlara bırakmak şartıyla, yeniden topladığı Berlin Konferansı’nda kaybedilen toprakların bir kısmına sahip olur. Abdülhamid Han büyük meseleler karşısında bunalan Osmanlı Devleti’ni bundan sonra dahiyane bir siyaset, adalet ve fevkalade bir kudretle yönetir.

Borç böyle ödenir
Düyun-u Umumiye idaresini kurarak iki yüz elli iki milyon altın tutan devlet borçlarını yüz altı milyon altına indirir. Memlekette büyük bir imar faaliyeti ile eğitim ve öğretim seferberliği başlatır. Çoğu şahsî parasından olmak üzere cami, mescit, mektep, medrese, hastane, çeşme, köprü vs. gibi toplam 1552 eser yaptırır. Ülkenin dört bir yanını demiryolu ile döşer.

Filistin ve Hamidiye alayları
Yahudilerin Filistin’de bir cumhuriyet kurma teşebbüslerinin karşısına çıkar. Onların “Osmanlı borçlarını bütünüyle silelim” tekliflerini reddeder. Bu toprakların kanla alındığını, asla terk edilemeyeceğini sert bir dille bildirir. Filistin topraklarının yahudilere satılmaması için gerekli tedbirleri alır. Doğu Anadolu’da Ermeni hareketlerine karşılık Hamidiye alaylarını kurar ve bölgede asayişi temin ile Osmanlı hakimiyetini pekiştirir.

Karalama kampanyaları ve suikastler
Sultan Abdülhamid Han’ı tahttan indirmeden Osmanlı Devleti’ni parçalamanın ve İslam’ı yok etmenin mümkün olmadığını gören bütün iç ve dış düşmanlar bu Türk hakanına karşı cephe alırlar. Bir taraftan Sultan’ı gözden düşürmek üzere her türlü iftira ve kötüleme kampanyası yürütürken, diğer taraftan suikast tertip ederler. Ermeni asıllı Fransız yazar Albert Vandal’ın “Le Sultan Rouge=Kızıl Sultan” şeklinde ortaya attığı iftiraları aynen alan bazı gafiller, ansiklopedilere bunları yazarak genç nesilleri aldatırlar.

abdülhamid

Bazi tarihci olacak ahmak takimi da Sultan Hamid-i Sani"nin marazi derecede evhamli ve süpheci bir karakteri oldugunu bunun da tedaviye muhtac patolojik bir vakia oldugunu söylerler ki, bizce asil bu teshisin bizzat kendisi patolojik bir vakiadir.
Herkesin az veya cok süpheci bir yani vardir.LAkin Sultan"in ve devletin o gün icinde bulundugu  sartlar, en az süpheci olan bir insanin dahi temkinli davranmasini icab ettirecek sartlardir.TAbii böyle bir durumda aklin devreye girmesi gerekir ki, bu da ancak akl-i maas ve akl-i maad dedigimiz aklin iki vechesinin de öyle bir seraitte faal bir sekilde aksiyon icerisinde olmasini icab ettirir.
Sultan Abdülhamid-i Sani de iste, o sartlar altinda bütün maddi ve manevi melekelerini seferber etmistir ki, aslinda asil rahatsiz olunan nokta da burasidir.Her tarafindan su alan bir gemiyi hic bir yere carptirmadan salim bir limana ulastirmak...ULu hakan bunu yapmistir ve bundan rahatsiz olan her kim var ise, Sultani negatif gösterme gayretine girmistir.

BU noktada Sultan HAmid"e kim olumsuzluk isnadinda bulunursa, bilinmelidir ki, asil olumsuzluk bu iddialari ortaya atanlarin sahislarinda, karakterlerinde,genlerindedir.Bu konuyu daha fazla acmak münasip degilse de, döneminde yasayan ve onu müstebit gören insanlarin daha sonra hadisatin gidisatini görerek nasil fikir degistirdikleri de ehlince malumdur.

SULTAN ABDÜLHAMID"E YAPILACAK HERHANGI BIR OLUMSUZLUK,NAKISLIK ISNADI KABULÜMÜZ DEGILDIR.O"NA IFTIRA ATANLARI DA KENDI HALLERIYLE BASBASA BIRAKIRIZ.AMMA BILINMELIDIR KI, BU IFTIRALARI ATANLAR DA RUZ-I MAHSERDE HESAP VERECEKLERDIR.

abdülhamid

O BIZIM SULTANIMIZDIR, GÖNLÜMÜZÜN SULTANIDIR.

ZINHAR DIL UZATILMAYA; CÜNKÜ O ZAMAN BIZIM GÖNLÜMÜZ;KALBIMIZ KIRILIVERIR DE PARCALARINI DÜNYADA KOYACAK YER BULAMAZLAR.

müteallim

Cennetmekân Abdülhamid Han, 1918 senesi Şubat ayının 10’uncu günü vefat etmişti. Hakanın vefat gününde olmasa da, aynı hafta içinde, onun ağzından bazı gerçekleri yazmak istiyorum.

Abdülhamid Han diyor ki:

“Hilafetin (halifeliğin) elimde olması, sürekli olarak İngilizleri tedirgin ediyordu. Blunt adlı bir İngilizle, Cemâleddin Afgânî adlı bir maskaranın, el birliği ederek İngiliz hâriciyesinde hazırladıkları bir plan elime geçti.

Bunlar, hilâfetin Türkler tarafından zorla alındığını ileri sürüyorlar ve Mekke şerifi Hüseyin’in halife ilan edilmesini teklif ediyorlardı.

Cemâleddin Afgâni’yi yakından tanırdım. Tehlikeli bir adamdı. Bana bir ara “Mehdilik iddiasıyla bütün Orta Asya Müslümanlarını ayaklandırmayı” teklif etmişti.

Buna muktedir olacağını biliyordum. Ayrıca İngilizlerin adamı idi ve çok muhtemel olarak İngilizler beni sınamak için bu adamı hazırlamışlardı.

Derhal reddettim.

Bu sefer Blunt ile işbirliği yaptı.

Bütün Arap ülkelerinin itibar ettiği Halepli Ebülhüdâ Esseyyâdî yolu ile kendisini İstanbul’a çağırttım.

Aracılığını, Afgâni’nin eski hâmisi Münif Paşa ile Abdülhak Hamid yaptılar.

Geldi ve bir daha İstanbul’dan çıkmasına izin vermedim.”

(Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, YEE, 18, 553/586, 93, 38.)

Ulu Hakan Abdülhamid Han’ın “Maskara” diye andığı bu şahıs, “Afgâni–Afganlı” olarak anılıyorsa da aslen İranlıdır.

Cemâleddin Afganî, Kâhire’deki “Şarkın Yıldızı” mason locasına girmek için dilekçe vermiş ve bu isteği kabul edilmiştir.

Faal bir mason olduğu için aynı locaya başkan seçilmiştir. Bununla ilgili kendi el yazısından ibaret belge, tarihçi Ömer Faruk Yılmaz’ın “Belgelerle Sultan İkinci Abdülhamid Han” isimli eserinin 97 ve 98. sahifesinde mevcuttur. Onun dayandığı kaynak ise şudur: Muvaffak Beni el–Mürce, Safvetü’–Racüli’l–Merid, Kuveyt 1984, s. 342, 343).

Cemâleddin Afgânî, “Peygamberlik de bir sanattır” dediği için muhâkeme edilmiştir. Bunun belgesi de aynı eserin 99. sahifesinde yer almaktadır. Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’nde şu kayıtla da ulaşılabilir: YEE, 18, 553–586, 93, 10, 38.

Bu belgelere biz ulaşıyoruz da Afgânî’yi sevenler ve övenler ulaşamıyorlar mı?

Elbette ulaşıyorlar ama, onlar ile bizim aramızda bir fark var:

Biz belgeleri okuyup kabul ediyoruz, onlarsa okuyup yok sayıyorlar. Ne kadar yok saysalar da bu belgeler yerlerinde duruyorlar.

“Keşke bu belgeler olmasa” diye düşünenler olsa da, ne yazık ki yok etmeye güçleri yetmiyor.
  Kuslar gibi ucmasini baliklar gibi yüzmesini ögrendik amma kardesce yasamasini ögrenemedik

kenz

H.Z Allah razı olsun Abdulhamid kardeşim ve Müteallim hocam mevla bizleri şefaatlerine nail kılsın inş.


Abdulhamid'ianlamak her şeyi anlamak olacaktır.
İNSAN akli ile melekleşen nefsi ile iblisleşen bir aciptir İNSAN
İNSAN kendi kabahatini bilmeyen cehli ile dünyalara sığmayan bir mağrurdur İNSAN
İNSAN bütün zaaf ve acziyyetine rağmen kudrete kafa tutan taşkın bir şaşkındır İNSAN
İNSAN maziye bağlı hâle aldanmış istikbali gözler bir taştır İNSAN

Ahi

Ulu Hakan Sultan II. Abdülhamit Han, 33 yıl padişahlık yapmış muttaki bir zat idi. Yaptırdığı Yıldız Sarayı yakınında Hamidiye camiinde namazlarını kılardı. Bu camide uzun süre müezzinlik yapmış bir hafız diyor ki , " her sabah camii erken açarken, Sultan'ı benden önce camide bulurdum. Öyle ki bazen de saraya gitmez, camide sabahlardı. Ben de erken kalkmada bir türlü Sultan'a erişemezdim."

Alıntı

Mevlam şefaatlarına mazhar kılar inşaAllah.
[glow=yellow,2,300]Herhangi bir insan vaktini nasıl geçireceğini, üstün bir insan ise vaktini nasıl tasarruf edeceğini düşünür. – Schopenhaver[/glow]

zaman_1453

Alıntı yapılan: müteallim - 05 Mart 2007, 02:21:13
Cennetmekân Abdülhamid Han, 1918 senesi Şubat ayının 10'uncu günü vefat etmişti. Hakanın vefat gününde olmasa da, aynı hafta içinde, onun ağzından bazı gerçekleri yazmak istiyorum.

Abdülhamid Han diyor ki:

"Hilafetin (halifeliğin) elimde olması, sürekli olarak İngilizleri tedirgin ediyordu. Blunt adlı bir İngilizle, Cemâleddin Afgânî adlı bir maskaranın, el birliği ederek İngiliz hâriciyesinde hazırladıkları bir plan elime geçti.

Bunlar, hilâfetin Türkler tarafından zorla alındığını ileri sürüyorlar ve Mekke şerifi Hüseyin'in halife ilan edilmesini teklif ediyorlardı.

Cemâleddin Afgâni'yi yakından tanırdım. Tehlikeli bir adamdı. Bana bir ara "Mehdilik iddiasıyla bütün Orta Asya Müslümanlarını ayaklandırmayı" teklif etmişti.

Buna muktedir olacağını biliyordum. Ayrıca İngilizlerin adamı idi ve çok muhtemel olarak İngilizler beni sınamak için bu adamı hazırlamışlardı.

Derhal reddettim.

Bu sefer Blunt ile işbirliği yaptı.

Bütün Arap ülkelerinin itibar ettiği Halepli Ebülhüdâ Esseyyâdî yolu ile kendisini İstanbul'a çağırttım.

Aracılığını, Afgâni'nin eski hâmisi Münif Paşa ile Abdülhak Hamid yaptılar.

Geldi ve bir daha İstanbul'dan çıkmasına izin vermedim."

(Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, YEE, 18, 553/586, 93, 38.)

Ulu Hakan Abdülhamid Han'ın "Maskara" diye andığı bu şahıs, "Afgâni–Afganlı" olarak anılıyorsa da aslen İranlıdır.

Cemâleddin Afganî, Kâhire'deki "Şarkın Yıldızı" mason locasına girmek için dilekçe vermiş ve bu isteği kabul edilmiştir.

Faal bir mason olduğu için aynı locaya başkan seçilmiştir. Bununla ilgili kendi el yazısından ibaret belge, tarihçi Ömer Faruk Yılmaz'ın "Belgelerle Sultan İkinci Abdülhamid Han" isimli eserinin 97 ve 98. sahifesinde mevcuttur. Onun dayandığı kaynak ise şudur: Muvaffak Beni el–Mürce, Safvetü'–Racüli'l–Merid, Kuveyt 1984, s. 342, 343).

Cemâleddin Afgânî, "Peygamberlik de bir sanattır" dediği için muhâkeme edilmiştir. Bunun belgesi de aynı eserin 99. sahifesinde yer almaktadır. Başbakanlık Osmanlı Arşivleri'nde şu kayıtla da ulaşılabilir: YEE, 18, 553–586, 93, 10, 38.

Bu belgelere biz ulaşıyoruz da Afgânî'yi sevenler ve övenler ulaşamıyorlar mı?

Elbette ulaşıyorlar ama, onlar ile bizim aramızda bir fark var:

Biz belgeleri okuyup kabul ediyoruz, onlarsa okuyup yok sayıyorlar. Ne kadar yok saysalar da bu belgeler yerlerinde duruyorlar.

"Keşke bu belgeler olmasa" diye düşünenler olsa da, ne yazık ki yok etmeye güçleri yetmiyor.

10/02/1918
Osmanlı Padişahlarının 34. sü
Hilafeti Osmaniyenin 25. Halifesi olan Sultan II. Abdülhamid Han'ın Vefatı . . .


plevne

ulu hakanımızıve halifemizi rahmetle anıyoruz

Fatihan

Allah, yeni nesle ecdadımızı unutturmasın...

mazhar

ABDÜLHAMİD HÂN’IN ASÂLETİ VE MÜCEDDİDLİĞİ

Sultan II. Abdülhamid Hân (rahmetullâhi aleyh), siyâsî ve idârî bir dehâ olduğu kadar müthiş bir dış politika ustasıdır da. Nitekim bu ustalığının neticesidir ki, Devlet-i Aliyye-i Osmanî’nin dağılmasını 30 küsur yıl geciktirmiştir.

Babası Sultan Abdülmecid Hân (rh.) İngiliz elçisi Lord Stratford Canning’i çok takdir eder ve beğenirmiş. Hatta bir keresinde yanında bulunan oğlu Abdülhamid’den elçinin elini öpmesini istemiş. Ancak küçük Abdülhamid bu emre itaat etmemiştir.

Zirâ Abdülhamid Hân’da, devletin itibârını koruma şuuru, daha o yaşlarda gelişmiştir. Küçük bir çocuk da olsa, ileride hükümdar olması muhtemel bir hânedân mensubu olarak, yabancı bir elçinin elini öpmesi elbette münâsip olmazdı. (Wisconsin Üniversitesi prof.larından Kemal Karpat’ın bir konferansından)

ABDÜLHAMİD HÂN’LA İLGİLİ BİR KIT’A VE AÇIKLAMASI

Her yüz başında gönderir Allah bu ümmete
Te’yîd-i mânevîsine mazhar müceddidi
Bu asr içinde bahş ve atâ kıldı bizlere
Sultan Hamid Hân, kesîru’l-mehâmidi (Lâ edrî)

Şu demek: Her asrın başında Allah Teala, bu ümmete, kendisini manevi bakımdan kuvvetlendirdiği müceddid bir zatı gönderir. Bu yüzyıl içinde de, pek çok güzel ahlâkın sahibi olan Sultan Abdülhamid Hân’ı bizlere verdi, bağışladı.

Dikkat edilirse bu manzûmede Sultan II. Abdülhamid Hân’ın asrının müceddidi olduğu, bir hadîs-i şerifin mealine atıf yapılarak ifade ediliyor.
Büyük hadis âlimi İmam Hâkim’in (rh.) Müstedrek’inde, Beyhakî’nin Şuabü’l-Îmân’ında, Ebû Dâvud’un Sünen’inde geçen ve Ebû Hüreyre’den (r.a.) rivayet edilen söz konusu hadisin meali şöyledir:

“Muhakkak ki Allah, bu ümmet için, her yüz senenin başında dîni tecdîd edecek (yenileyecek) bir müceddid gönderir.” (Ebû Dâvud, Sünen, Melâhim, 1)

Müceddid lûgatte; yenilemek, tekraralamak yenileştirmek gibi manalara gelen tecdid kelimesinden meydana gelmiş bir isimdir ve ıslah eden, yenileyen demektir.

Dinî ıstılahta / literatürde ise dini yenileyen, dine canlılık ve aktivite getiren kimseye müceddid denilmektedir. Ancak yenilik asla dinin kendisinde ve özünde değildir. Çünkü o zaten eskimeyen bir yenidir.

Yenilemekten maksat, dinin, aslında olmadığı halde zamanla dışarıdan sokuşturulmuş hurâfe ve bid’atlerden temizlenmesidir. Yani Sünnet adına sonradan ortaya atılmış bir takım âdet ve geleneklerden, yanlışlardan arındırılmasıdır. Sünnetin üzerine çöreklenen küllerin üflenip nûrunun ortaya çıkmasını temindir. İlmin yayılması, ilim ehline yardımcı olmaktır. (Bu kavram müctehidle karıştırılmamalıdır, o ayrı bir bahis)

İşte bu manada İmâm-ı Rabbâni (k.s.) hazretlerine ikinci bin yılın müceddidi manasında "müceddid-i elf-i sâni" denilmiştir. Yukarıdaki şiirde de şairimiz Abdülhamid Hân’ı içinde bulundukları yüzyılın müceddidi olarak görmektedir.

Müceddidlerin mümeyyiz vasfı yani diğer âlimlerden ayrılan özelliği; Kitap ve Sünnet’in ihmâle uğrayan hükümlerini ihyâ etmesi, gereğince amel edilmesini emretmesi, toplumu sarıp Sünnet’e karışmış-karıştırılmış olan bid’atleri yok edip sünnetleri ihya etmesidir.

Bütün bu faaliyetlerin sahibi olan müceddid, dinî ilimlerin zâhir ve bâtın her çeşidinde âlim, Resûlüllah Efendimizin (s.a.v.) kâmil bir vârisidir.

Yüz yıl başında gelen müceddidlerle bin yılın başında gelen müceddidlerin farkı ise, yıldızla güneşin farkı gibidir. Bin yılın başında gelen müceddidler ülû’l-azm peygamberlere mukabil gönderilmiş, öbürleri de diğer peygamberlere karşılık gelmişlerdir. Aralarında büyük derece farkı vardır.

Bir devirde bazı kimselerce bir kısım ilim-irfan, şefkat-merhamet, hamiyet-adalet ve fazilet sahiplerinin müceddid olarak bilinmesi-görülmesi, dini açıdan normaldir; onları kınamak, hatalı olduklarını söylemek doğru olmaz. Tarihte vaki olan bu ve benzeri durumlar, tabiidir ki bundan sonra da devam edecektir.

Sözün kısası; bu meselenin Müslümanlar arasında münakaşa mevzuu olmaması gerekir. 
  Halis ECE
Halis Ece-Forum Ankebut   

İsra


tk1978

Japonya bugünkü robot teknolojisini Abdülhamid Han'ın hediye ettiği ' Alamet' isimli robota mı borçlu? Alamet'i yapan 7 ustanın SEİKO Saatleri ile bağlantısı ne?..
Abdülhamid Han'ın yaptırmış olduğu  'ALÂMET' isimli robot; dünyada ezan okuyan ilk saat olma özelliğine sahiptir. Sultan, bu muhteşem özelliklere sahip saati Japonya'ya göndermiştir. Muhtemel ki Japonlar, bugünkü robot teknolojilerini, semâ yapan, ezan okuyan bu saatten almışlardır.


1887 yılında Japon İmparatoru'nun yeğeni Prens Komatsu   bir savaş gemisiyle İstanbul'a gelir. Abdülhamid  Han'a birtakım hediyeler takdim eder ve  Sultan ile görüşmelerde bulunur.


1889 yılında ise; Japon İmparatoru Meiji, İstanbul'a özel elçiler gönderir. Bu elçilerle birlikte; Sultan Abdülhamid Han'a  özel hediyeler ve bir de özel bir mektup gönderir. Gönderilen bu hediyeler içersinde; Japonya'nın en büyük nişanı olan, Büyük Krizantem Nişanı'nı da vardır. Bu Nişan, Sultan Abdülhamid Han'a takdim edilir. Özel mektupta ise Japon İmparatoru, Abdülhamid Han'dan; "İslâm dini, ilim ve teknolojik gelişmeler, vakıflar, hayır kurumlar vs. konuları ile ilgili olarak kendilerine Japonca veya Fransızca olarak bilgiler," gönderilmesini rica eder.


Abdülhamid Han, konuyu Şeyhülislam Cemâleddin Efendi'ye  açar. Osmanlı'nın bilgi ve teknolojisi hakkında bilgi isteyen, deniz aşırı bir ülkeye, eli boş elçiler gönderilemezdi. İlk etapta; tezhipli bir Kuran-ı Kerim ve daha bir çok hediye, elçilerle  Japon İmparatoru'na gönderilir. Diğer bilgiler için de süre istenir.


Bu süre zarfında  Sultan Abdülhamid Han, Yeni Kapı Mevlihânesi saat sanatkârı, Musa Dede'yi Huzur'a çağırır. Musa Dede saat mekaniğini çok iyi bilen zattı. Sultan, Musa Dede'den; "çok iyi bir ekip kurarak, daha önce hiç yapılmamış, eşi benzeri olmayan, teknolojik bir saat yapmasını," ferman buyurur. Bunun üzerine Musa Dede, yedi kişilik bir ekip kurarak  çalışmalara başlar. " Daha önce hiç yapılmamış, dengi olmayan nasıl bir saat yapmalı ?" Diye derin düşüncelere dalar.


Birkaç gün sonra, Sultan Abdülhamid Han, çalışmalar hakkında bilgi almak için Musa Dede'yi Huzur'a çağırır. Musa Dede ve ekibinin çizdikleri projeleri inceler, ancak bunlardan tatmin olmaz. Çünkü Musa Dede'nin getirdiği çizimler, klasik saat örneklerinin değişik versiyonlarıdır. Huzur'da bulunan Derviş Dede'ye fikri sorulur. Derviş, kağıttaki çizimleri inceler ve şöyle der: "Bu saat Semâzen  şeklinde olsun. Her saat başı, kollarını açıp semâ etsin ve gong çalsın." Sultan Abdülhamid Han projeyi eline alır, dikkatlice inceler, tefekküre dalar ve dahiyane şu fikri söyler: "Hayır gong çalmasın! Ezan okusun. Öyle bir tertip yapın ki, saat başı ezan okusun," der. Kağıda birkaç ayrıntı çizerek Musa Dede'ye verir. Musa Dede, "Ferman Sultanımındır," diyerek düşünceli bir şekilde huzurdan ayrılır.


Guguklu, gonglu  ve değişik melodili saatler mevcuttu. Bunlar; körük ve mekanik düzenlerle halledilebilirdi. Ama ezan sesi, insan sesiydi. Bu nasıl yapabilirdi? Sultan'a, ' Efendim bu nasıl olur?' Demeden Huzur'dan çıkmıştı. Musa  Dede, bu düşüncelerde sahafları dolaşırken, Fakir Dede'ye rastlar. Fakir Dede  Melâmi Mevlevî  Meşreb bir zattı. Musa Dede, konuyu gizlice Fakir Dede'ye açar. Fakir Dede, Musa Dede'yi neşeye boğan şu bilgileri vermişti: Frenk icadı Gramofondan ilham alınabilir. Edison 1877 yılında fonograf cihazını bulmuştu. Ses kaydı yapan  bu cihazı önerir. Gramofonun  1887  yılının 20 Eylülü'nde Emil Berliner tarafından patenti alınmıştı. Yani ezan okuyan saat yapmak mümkündü.


Hemen çalışmalara başlandı. Kısa bir süre sonra, Semâzen şeklinde, normal bir insan boyuna yakın, saatli bir robot yapıldı. Robotun özellikleri şu şekilde idi: Kaideye oturtulmuş gövdesi; saat başı semâ ediyor, bu esnada kollarını açıyor, gümüş levhalardan yapılmış etekleri açılıyor ve aynı anda ezan okuyordu. Etek kısmının üstündeki mazgallardan ezan sesi geliyordu. Öyle bir mekanizma kurulmuştu ki, tüm bunları yaparken yarım metre yürüyor, hem dönüyor ve ezan bitince de tekrar yarım metre geri giderek yerine dönüyor; kollarını ve eteklerini indiriyordu.  Robot'un tamamı gümüş ve altın kaplamadan yapılmıştı. Robot'un arka kısmında kurma yeri mevcuttu ve yedi günde bir kuruluyordu.


Robot'u Sultan Abdülhamid Han'a gösterdiklerinde, Sultan çok beğenmiş ve biraz da şaşkınlıkla; " bunun ismi ALÂMET olsun. Bu tam bir ALÂMET," demişti.


Alâmet'in, gövdesinin boyun kısmına yakın yerinde; altın işlemeli ay-yıldız, eteğindeki mazgalların altında ise, Osmanlı Devlet Arma'sı bulunuyordu. Sağ kolunun altında ise, bu projede yer alan ustaların baş harfleri yer almıştı.
[IMG]http://www.netpano.com/uploads/media/alamet.jpg[/img]

Sultan Abdülhamid Han;  asrın harikası, sanat ve teknoloji eseri olan, ezan okuyan bu robotu, Ertuğrul Firkateyni ile Japon İmparatoru'na, özel bir mektup, başka hediyeler ve nişanlar ile beraber göndermişti.

Firkateynin, kafile Başkanı Albay Osman Bey, gemi komutanı da Yarbay Ali Bey'di. Temmuz 1889 yılında İstanbul'dan yola çıkan gemi, 7 Haziran 1890 tarihinde Japonya'nın Yokohoma limanına varmış ve Japon Hanedanınca  görkemli bir tören ile karşılanmıştır.

Şimdi, bu Alâmet isimli ezan okuyan saatin varlığı bugüne kadar niye bilinmedi? Biraz bu konuyu irdeyelim: Japon elçiler İstanbul'a gelip, Sultan Abdülhamid Han'a Japonya'nın en büyük nişanı olan Krizantem'i verdiklerinde, mukabiliyet  esasına göre, kendilerine Abdülhamid Han'ın da, Osmanlı Devlet'i adına Japon  İmparatoru'na bir nişan verip vermeyeceği sorulur. Bunun üzerine Ertuğrul Firkateyni ile ; Osmanlı Özel Nişanı ve yanında diğer hediye ve nişanlar,  Osman Bey tarafından  Japon İmparatoru'na takdim edilir.

Tarih kitapları ve Osmanlı arşivlerinde bu olaylar belgelerle sabittir. Fakat bilinmeyen konu şudur: Peki Alâmet isimli, ezan okuyan, saatli robottan neden hiç söz edilmez! Bu işin sırrı da şudur: Belgeler de şöyle der: "Osmanlı nişanları, hediyelerle beraber Japon İmparatoru'na takdim edilmiştir." Bu kısımlar Japonlara ait belgelerde ise şu şekilde mevcuttur: " Osmanlı Devleti adına, Sultan Abdülhamid Han'ın elçileri, Osmanlı nişan ve hediyelerini Japon İmparatoru'na sunmuşlardır." İşin püf noktası, Alamet'ten bahsedilmemesinin  sırrı burada saklıdır. Şimdi lütfen dikkat buyurun: Osmanlıca, Alâmet  demek, nişan, işaret demektir.Yani ALÂMET kelimesinin Osmanlıca lügat  karşılığı NİŞAN'dır. İşte sır budur. ALÂMETTEN;  NİŞANLAR VE HEDİYELER olarak kayıtlarda bahsedildiğinden, Alâmet adeta kamufle olmuştur. Yani bilerek bir  saklama yoktur. Bugüne kadar tarihin tozlu sayfalarında saklı kalmış bir hakikat böylece  ilk defa gün yüzüne çıkmış oldu.

Fakat yine de akıllara bazı soru işaretleri gelebilir? Meselâ, Japonlar niye bu robot (Alâmet) gerçeğini ifşa etmemişlerdir? Bu soruya şöyle yanıt bulunabilir: O dönemlerde Japon Hanedanlığı karışıklıklar yaşıyordu. Saraylar ve bazı özel hediye mekânları yağmalandı, soyuldu. Alâmet o karışık dönemde, bu soygunlar esnasında birinin eline geçmiş olabilir. Bir başka soru işareti ise; O dönemlerdeki saat firmaları acaba Alâmet'ten ilham almış olabilirler mi? Mesela, Seikosha  saat fabrikası 1892 yılında kurulmuş, 1899 yılında ilk alarmlı saati piyasaya sürmüştür. 1881 yılında Kintaro Hattori tarafından Seiko Co limitet şirketi kurulmuştur. Soru şudur: Acaba Alâmet bu saatlere ilham olmuş mudur? Acaba Alâmet'in üzerinde bulunan 7 ustanın baş harfleri bir şeyler ifade ediyor mudur? Ezan okuyan saatlerin menşeinin Japonya olmasında  acaba ne kadar Alâmet'in etkisi vardır? Bilinmez ama bilinen bir şey varsa; ilk ezan okuyan ve robot sayılabilecek saati dünyada ilk defa Sultan Abdülhamid Han sahneye çıkarmıştır.

SIRDAŞ, Alâmetle ilgili olarak Sultan Abdülhamid Han'a tarihi bilgileri okur, ve Kara Kaplı'ya kaydeder. Sultan Abdülhamid Han'da; "bu teknolojinin daha da geliştirilmesi gerektiğini vurgular."

Alâmet'in tek resmi; muhtemelen  YILDIZ yağmasında yanmış olup, deforme olmuş haliyle geride kalkan parçasına baktığımızda; bu projede görev alan ustalardan biri elinde kurma kolu ile görülmekte, yanında ise Alâmet bulunmaktadır.Resmin üzerinde, silinmiş Osmanlıca yazılar ve bir köşesinde silinmiş Japonca harfler yer almaktadır.
[IMG]http://www.netpano.com/uploads/media/gazetehali.jpg[/img]
Şunun bilinmesinde fayda vardır; robot teknolojisi çoğunun bildiği gibi, yeni bir teknoloji değildir. 1900 yılların başında yayınlanan Osmanlıca gazetelerin birinde: Robotları kullanarak dünyayı ele geçirilmeye çalışılacağı ve bu yönde çalışmaların olduğu yazılmaktadır.

[IMG]http://www.netpano.com/uploads/media/gazeterobot.jpg[/img]
İslâm bilginleri, robot diye tabir edilen çalışmaları asırlar önce yapmıştır. Fakat bilinen ve işlevi olan ilk robot ALÂMETTİR. Robot terimi, önceden programlanmış komutları yerine getiren mekanik vs. cihaz demektir.Çok azı insana benzer.


Bu değerli paylaşım Saygıdeğer Oktan Keleş beyin sunumundan alıntıdır...