Haberler:


X adresimiz

Ana Menü

İstiklal mahkemeleri

Başlatan Mücteba, 28 Ocak 2012, 03:42:19

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Mücteba

Bugünlerde gündeme gelen İstiklal Mahkemeleri'nin zabıtlarının açılması meselesi gözleri bir kere daha Cumhuriyet arefesinde yaşanan olağan dışı şartlara ve uygulamalara çevirdi. Bu çerçevede bildiğim kadarıyla ilk defa Ahmed Nedim imzasını taşıyan bir çalışma 1993 yılında neşredilmişti.  Aslında o çalışma ve daha öncesinde konuyla ilgili bölük-pörçük araştırmalar bu mahkemelerin çalışma tarzına ilişkin yeterli denebilecek fikri vermişti. Ama o çalışmalara yansımayan nice hakikatler bu yeni süreçte gün yüzüne çıkma şansı bulacak; hep birlikte bekleyip göreceğiz. Bu yazıda Ahmed Nedim'in zikri geçen çalışmasından birkaç kesit sunacağım:

Birinci meclis üç aylık çalışma döneminin ardından tatile girmiş, "muhalif" mebuslar memleketin dört bir yanına türlü "görevlendirmeler"le dağıtılmıştı. 1 Eylül 1920 günü yeni çalışma takviminin ilk günüydü; "zorunlu" tatilin ardından hayli eksik bir mevcutla toplanan Meclis'te ilk konuşmayı "M. Kemal Paşa'nın iznini ve desteğini aldığını" belirterek sözlerine başlayan Menteşe mebusu Dr. Tevfik Rüştü bey yaptı. Meclis adına çalışacak ve "çok geniş yetkilere sahip olacak" İstiklal Mahkemeleri'nin kurulması teklifini ilk dillendiren o oldu.

Ertesi gün hükümet adına Milli Müdafaa Vekaleti tarafından bir başka teklif getirildi: "Firari Ceraimini İrtikap Edenler Hakkında Kanun Tasarısı." Bu teklifler ilgili encümende görüşülürken üçüncü bir hamle daha yapıldı ve bu yeni kanunu İstiklal Mahkemeleri'nin uygulaması teklif edildi. Böylece operasyonun üç ayağı birleştirildi ve ortaya, astığı astık kestiği kestik İstiklal mahkemeleri ucubesi çıktı. 18 Eylül gün Meclis Başkanlığı'na hükümetçe  sunulan teklifte, 7'si Kastamonu, Eskişehir, Konya, Isparta, Ankara, Kayseri, Sivas'ta olmak üzere "derhal", diğer 7'si ise Diyarbekir, Bitlis, Refahiye, Erzurum ve Van'da "lüzum görüldüğünde" 14 İstiklal Mahkemesi'nin kurulması istendi.
Yaklaşık 10 senedir devam etmekte olan savaş ve işgal durumu elbette herkes tarafından aynı metanet ve dirayetle karşılanamıyordu. Ordudan firar eden askerler meselesi, yukarıda sözünü ettiğim "Firari Ceraimini İrtikap Edenler Hakkında" kanun çıkartılmasını kaçınılmaz hale getirmişti. Buraya kadar anlaşılmayacak bir durum yok. Anlaşılması, daha doğrusu şeffaf bir yönetim anlayışı için "izah edilmesi" imkânsız olan, dönemin hükümeti tarafından bu kanun teklifine yapılan bir ilavede İstiklal Mahkemeleri'nin yetkilerinin olağanüstü genişletilmesi ve sadece firar olaylarına bakmakla yetinmeyip, her türlü sosyal ve siyasî duruma müdahale eden "devrim mahkemeleri" statüsüne kavuşturulmasıdır. Yukarıda zikrettiğim, "derhal" kaydıyla açılması istenen İstiklal Mahkemelerinin sayısı 8'e yükseltildi ve listede yer alan Kayseri çıkartılarak yerine Pozantı ve Diyarbekir eklendi ve memlekette "cumhur" adına karar verip kalem kıracak  "devrim mahkemeleri" icra-i faaliyete başladı. Bilahare M.Kemal Paşa tarafından Trabzon ve Elaziz'de birer tane daha açılması teklif edilen İstiklal Mahkemeleri'nin sayısı 10'u buldu ve bu mahkemeler "her türlü" davaya baktı.

İlgi çeken mahkemelerden biri Eskişehir İstiklal Mahkemesi'dir. Bu mahkeme yaklaşık 1,5 yıllık süre içinde baktığı 201 davada 3.487 sanığı yargıladı. Bunlardan 671'i idam cezasına çarptırıldı.

Bir diğeri Konya İstiklal Mahkemesi'dir. Burada kurulan 12 ayrı Divan-ı Harp'te 1 hafta içinde 30 bine yakın insan sorgulanmış, bunlardan 741'i idam edilmiştir. Zaten hükümet nezdinde "yaftalı" olan Konya ahalisine reva görülen bu muamele Meclis'te de yankı bulmuştu. Durumu incelemek üzere Konya'da kurulan İstiklal Mahkemesi Divan-ı Harpler eliyle işlenen mezalimin üzerini tüy dikmiş, 741 idama 43 idam daha ekledi.

Bu söylenenler, "birinci dönem" İstiklal Mahkemeleri'nin bir kısmının bir kısım icraatlarıdır. Temmuz 1921'de yeni bir teklifle -Ankara ve Konya'dakilerin yanına- Samsun ve Kastamonu'da da birer mahkeme açılması teklif edildi. (Bir süre sonra bunlara Yozgat İstiklal Mahkemesi de eklenecektir.) Aynı günlerde Topal Osman kuvvetlerinin elindeki "hücec-i kat'ıyye" marifetiyle oluşturulan "icbarî irade"yle 7 saat süreyle Meclis'te "Başkumandanlık kanunu" görüşülüp kabul edildi. Böylece diğer bütün erklerin olduğu gibi İstiklal Mahkemeleri de "Başkumandan" M.Kemal Paşa'ya bağlanmış oldu!

Ağustos 1921-Temmuz 1922 tarihleri arasında çalışmış olan bu mahkemeler doğrudan M.Kemal Paşa'ya bağlı olarak, onun atadığı üyeler marifetiyle icra-i faaliyette bulundular.

Bütün bu mahkemeler içinde tarihe iz bırakan davaları bakan, Ankara İstiklal Mahkemesi'dir. Bir sonraki yazıda bu mahkemenin gördüğü davalardan bazılarına değinelim.


Dr. Ebubekir Sifil - 26 Ocak 2012 Perşembe

mazhar

Dec
03
2009İstiklâl Mahkemeleri’nin Az Bilinen Tarihi
Kapısında “sadece Allah’tan korkar” yazan mahkemeler; İstikâl Mahkemeleri.

Ayşe Hür, Türkiye’de yargı sisteminin yoğun biçimde tartışıldığı şu günlerde ilginç bir makaleye köşesinde yer verdi. Hür, Cumhuriyet’in ilk yıllarında oluşturulan İstiklal Mahkemeleriyle ilgili çarpıcı tarihsel bilgileri aktarıyor.

Cumhuriyet’in terör aygıtı: İstiklal Mahkemeleri

Son aylarda daha da arttı ama yıllardır Türkiye’deki hukuk sisteminin ‘tefessüh ettiğini’ (kokuştuğunu) gösteren bir dizi olay yaşıyoruz.
115 milletvekilinin katılımıyla en yaşlı üye Sinop Milletvekili Şerif Bey’in başkanlığında 23 Nisan 1920′de Ankara’da açılan Büyük Millet Meclisi’nin ilk işlerinden ülkenin pek çok yerinde çıkan ayaklanmaları ve asker kaçaklarını engellemek 29 Nisan’da Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nu çıkarmak olmuştu. Kanunun çıkarılmasından sonraki dört aylık dönemde, düzenin sağlanamaması üzerine, 1793′te, Fransa’da kurulan olağanüstü yetkilere sahip ‘İstiklal Mahkemesi’nden esinlenilerek ‘İstiklal Mahkemeleri’ kuruldu. Mahkemelere en büyük muhalefet, resmi tarih tarafından ‘İkinci Grup’ diye adlandırılacak olan muhalif grubun lideri Erzurum mebusu Hüseyin Avni (Ulaş) Bey’den geldi.



                                                       Hüseyin Avni Ulaş


     Yalnız Allahtan Korkar’

İstiklal Mahkemeleri, kanunla kuruldukları için yasaldılar ancak yargılama usulleri açısından hukuk dışıydılar. Çünkü üyeleri, Meclis içinden seçiliyordu ama savcı hariç üyeleri hukukçu değildi. Kapılarının üstünde ‘İstiklal Mahkemesi Mücadelesinde Yalnız Allahtan Korkar” yazan mahkemeler verdikleri kararlardan sorumlu değildiler ancak cezaların gecikmeden infazından sivil ve asker bütün bürokratlar sorumluydu. Kararın verilmesi için delile gerek yoktu. Sanıkların avukat tutmaları çok nadir bir durumdu, zaten ne buna vakit vardı ne de bu görevi üstlenmeye cesaretli avukatlar. Kararlar hâkimlerin vicdani kanaatine göre verilirdi ve temyiz edilemezdi. Verilen cezalar (ve idamlar) derhal infaz edilirdi. Kararlar o kadar acele ile alınır ve yerine getirilirdi ki, yanlışlıkla başkasının yerine idam edilenler bile olurdu.



                                             İstiklal Mahkemesi Kapısı


Asker kaçakları ile mücadele

18 Eylül 1920 – 31 Temmuz 1922 arasında görev yapan 12 mahkeme ile 1922 sonundan Mayıs 1923′e kadar görev yapan iki mahkeme olmak üzere toplam 14 İstiklal Mahkemesi, amaçları farklı olduğu için ‘Birinci Dönem İstiklal Mahkemeleri’ diye anıldı. Ankara, Eskişehir, Konya, Isparta, Sivas, Kastamonu, Pozantı ve Diyarbakır illerinde kurulan bu mahkemeler esas olarak ‘casusluk’, ‘bozgunculuk’, ‘asker kaçakları’, ‘eşkıya’, ‘saltanat yanlıları’ ve ‘isyancılar’ ile mücadeleyi amaçlıyordu. Ancak en önemli sorun asker kaçakları idi. ‘Her Türk asker doğar’ iddiasına rağmen sadece Sakarya Meydan Muharebesi sırasında tam 48.335 kişi asker kaçağıydı.

Resmî verilere göre bu mahkemelerde, Hıyanet-i Vataniye Kanunu’na dayanarak, toplam 59.164 kişi yargılandı, bunların 41.678′ine 40 ila 100 değnek, malını mülkünü müsadere, para cezası, yerine evden başkasının askere alınması, halka teşhir, hapis, evinin yakılması gibi çeşitli cezalar verildi. 1.054 idam cezası infaz edildi. Ancak bu sayılar gerçeğin ancak bir bölümüdür, çünkü bu davalara ilişkin belgelerin büyük bölümü kayıptır. Bu konudaki en önemli çalışmanın sahibi Ergun Aybars’a göre idam edilenlerin sayısı beş binin üzerinde olmalıdır.

Şark İstiklal Mahkemeleri

4 Mart 1925 tarihli Takrir-i Sükûn (Huzur ve Güveni Sağlama) Kanunu’nu ile kurulan ‘İkinci Dönem İstiklal Mahkemeleri’ ise muhalefetin büyük direnişi ile karşılaştı. Kazım Karabekir “Islahatı İstiklal Mahkemeleri ile mi yapacaksınız” diye sorarken, Gümüşhane Mebusu Zeki (Kadirbeyoğlu) Bey Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun 26. maddesinin idam hükümlerinin infazını Meclis’e bıraktığını, dolayısıyla bu hüküm değişmeden kanunun görüşülemeyeceğini söylüyordu. Dersim Mebusu Feridun Fikri (Düşünsel) Bey “kanunun hükümetçe çok geniş yorumlanarak bütün olayların isyan ve ihanet gibi gösterilebileceğini, Cumhuriyet rejiminde hakların her şeyin üzerinde olduğunu ve hak ve hürriyetlerin hükümetin idaresine bırakılamayacağını bunun Teşkilatı Esasiye Kanunu’na aykırı olduğunu” ısrarla belirtiyordu.

Kavgaya varan ateşli tartışmalara rağmen, kanun 22 ret oyuna karşılık 122 oyla kabul edildi. Kanunla ile biri idam kararlarını uygulama yetkisiyle ‘Şark’ için Diyarbakır’da, diğeri idam yetkisi TBMM’nin onayı ile uygulanmak üzere Ankara’da olmak üzere, iki İstiklâl Mahkemesi kuruldu. Diyarbakır’daki mahkemenin resmî adı ‘İsyan Bölgesi Mahkemesi’ idi ama ‘Şark İstiklal Mahkemesi’ olarak anıldı. Ardından meşhur Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nda dinî esaslara göre cemiyet kurulmasını yasaklayan ve dini siyasete alet edenleri ‘vatan haini’ ilan eden değişiklik yapıldı ve mahkeme göreve başladı. 21 Mart’ta, İsmet İnönü, Meclis Başkanlığı’na Divan-ı Harb-i Örfilerde verilen idam cezalarının da ordu, kolordu, bağımsız tümen ve müstahkem mevki komutanlarınca onaylanarak uygulanmasını öneren bir önerge verdi. 22 kişilik muhalif grup bu teklifin de anayasaya ve insan haklarına aykırı olduğunu söylediler ama önerge, hükümetin istediği şekilde kanunlaştı.

‘Üç Aliler Divanı’

Ardından mahkeme heyetleri seçildi. İsyan (Şark) Bölgesi İstiklal Mahkemesi’nin reisi Denizli Mebusu Mazhar Müfit (Kansu), savcısı Karasi Mebusu Ahmet Süreyya (Örgeevren), üyeleri Urfa Mebusu Ali Saib (Ursavaş) ve Kırşehir Mebusu Lütfi Müfit (Özdeş), yedek üyesi ise Bozok Mebusu Avni (Doğan) Beylerdi. Ankara İstiklal Mahkemesi’nin reisi Afyonkarahisar Mebusu ‘Kel’ lakaplı Ali (Çetinkaya), savcısı Denizli Mebusu Necip Ali (Küçüka), üyeleri Gaziantep Mebusu ‘Kılıç’ Ali, Rize mebusu ‘Bakkal’ Ali (Zırh) ve yedek üyesi Aydın Mebusu Reşit Galip Beylerdi.

Bu mahkeme, ‘Kel’ Ali, ‘Kılıç’ Ali ve Necip Ali adlı üyeleri yüzünden ‘Üç Aliler Divanı’ diye anılacaktı. Ancak, görüleceği gibi adı veya göbek adı Ali olan iki üye daha vardı

                                                   
Ali Çetinkaya (Kel Ali




Necip Ali Küçüka



Rize’ye eşi Latife Hanım ile gelen M. Kemal Atatürk’ün sağında Vali Hurşit Bey ve Ali Zırh yer alıyor

Şark İstiklal Mahkemesi’nin en genç üyesi Avni Bey, anılarında şöyle yazmıştı: “İstiklal Mahkemesi reisi ve azaları arasında normal bir münasebetin kurulduğunu görmek nasip olmadı. Herkesin kendine göre bir politikası, kendine göre bir hukuk anlayışı vardı. Heyet-i hâkime karar için bir odaya toplandıkları zaman, sık sık görüş ayrılıkları kendini gösterir, kavgalar başlar, bazen tabancalar çekilirdi.”

Mahkemenin en sert üyesi Ali Saip Bey’di. Şark İstiklal Mahkemesi’nin aynen Ankara İstiklal Mahkemesi gibi sivil ve askerî tüm olayları yargılamasını isteyen Ali Saip Bey, bu konuda mahkemenin tek hukukçu üyesi Ahmet Süreyya Bey’le ters düşünce “Savcılıkla aramızda kanaat farkları var istifa ediyorum. Böyle çalışamam!” diyecekti. Sonunda mesele Ankara’ya aktarılacak, gelen cevaptan Ankara ‘devrimci uygulamaların’ sınırlandırılmasını istemediği anlaşılacaktı. Zaten Mustafa Kemal 16 Ocak 1923′de İzmit’te yaptığı basın toplantısındaki “İnkılâbın kanunu mevcut kanunlar üstündedir” diyerek, rotayı göstermişti. Hâkimler ile savcı arasındaki anlaşmazlık, “gerekirse kanunların üzerine çıkarız” görüşünün üstün gelmesiyle sonuçlandı. Bu tarihten sonra, mahkemenin yetki bölgesindeki 14 vilayet ve iki kazadaki idari, adli, askerî her türlü sivil ve askeri dava bu mahkemelerde görüldü.




Ali Saip Ursavaş

Sebilürreşadçı’ Eşref Edip Bey’in anıları

“Heybeli 1925 Mayıs ayı. Heybeli Ada’ya yeni göç etmişiz. Bir sabah vapura yetişmek üzere Denizcilik Okulu’nun yanından hızla iniyorum. Sokağın karşısındaki polis karakolunda bir kaynaşma dikkatimi çekti. Yürüdüm. Bir polis bana doğru gelmeye başladı. Karşılaştığımızda, biraz karakola kadar gelmemi söyledi. Karakolda komiser ayakta geziniyordu. Biraz heyecanlı idi. Alınan emir üzerine tevkif edildiğimi tebliğ etti. Böyle bir şey beklemediğim halde hiçbir telaş göstermedim. İçime korku da gelmedi. Korkacak ne var? Yarası olan gocunur.”

Cebeci’deki karanlık günler

‘Yarası olmadığı için gocunacak şeyi olmadığını’ düşünen bu kişi ünlü İslamcı dergi Sebilürreşad’ın sahibi Eşref Edip [Fergan] idi. Eşref Edip, polis nezaretinde Pendik yoluyla, o günlerde polis merkezinin bulunduğu Babıâli karşısındaki Danıştay binasına giderken, düşünüyordu: “Acaba neden gözaltına alınmıştı. Şeyh Said İsyanı ile bir ilişkisi yoktu ancak geçen günlerde Masonluk hakkında bir kaç yazı yayımlamışlardı. Acaba o mu infiale sebep olmuştu” sorularına cevap alamadan kendisini Ankara’ya giden trende buldu. Trenden inince doğru İstiklal Mahkemesi’ne, ardından da Cebeci’deki Tevkifhane’ye gittiler. Kendisini çırılçıplak bir odaya koyup üstüne kilit vurdular. Bir hafta yemek getiren erden başka kimse uğramadı yanına. Geceler boyunca tahta ile demirin karşılaşmasından doğan korkunç sesleri ve yankılarını dinledi. Ardından betonu yeni dökülmüş rutubetli ve yine çıplak bir başka hücreye nakledildi. Moralini yüksek tutmaya çalışıyordu. Böylece günler, haftalar ve aylar geçti. Demir kapılar, demir pencereler, soğuk taş duvarlar, rutubetli beton tavanlar, ölü kafatasları, insan kemikleri ile dolu karar topraklar, süngülü bekçiler. Kara ruhtu gardiyanlar, akrepler, çıyanlar. Sağda solda feryatlar, iniltiler. İdama götürülenlerin ağlayışları, haykırışları. Zihnini giderek ümitsizlik, üzüntü ve endişe kaplıyordu. Suçu neydi bir öğrenebilseydi.

Unutulan yazar

Aylar sonra bir gün Mahkeme Reisi Kılıç Ali, tevkifhaneyi kontrole geldi. Eşref Edip’in hücresini ziyaret ettiğinde “Aaaa! Sen burada mısın?” dedi. “Bizi unuttunuz galiba!” diye yanıtladı Eşref Edip, “artık bu kadar cefa yeter. Rica ederim, çağırın da, ne soracaksanız sorunuz.” “Merak etme, birkaç güne kadar çağıracağız. Seni Şark’tan istiyorlar.”

Eşref Edip Fergan

“Seni Şarktan istiyorlar” ne demek? diye düşündü Eşref Edip. Bunu daha sonra öğrenecekti. Şeyh Sait, idam yerine Edirne’de sürgün cezası verileceği vaadiyle kendisini isyana götüren nedenlerin başında TpCF’nin programı ve İstanbul basınının, özellikle de Sebilürreşad’ın hükümet aleyhine yaptığı yayınların geldiğini söylemişti. Şeyh Said’i ikna eden Ali Saip Bey’in kafasındaki plan, muhalif gazetecilerle Şeyh Said’i duruşmada karşılıklı çarpıştırmak ve böylece her iki tarafı da birbirinin silahı ile vurmaktı. Ancak siyasi durumun nezaketi yüzünden, Ankara bekleyememiş ve Şeyh Said ve 46 adamını acilen asmak zorunda kalmıştı. Hikâyenin gerisini Eşref Edip’in son derece ilginç hatıratından okuyabilirsiniz.

‘Komünist’ Zekeriya Sertel’in anıları

Eşref Edip ve bir grup ünlü gazetecinin yargılanmak üzere Diyarbakır’a sevk edildiği günlerde, Gülhane Parkı’nda eşi ve çocuğuyla piknik yapan Zekeriya (Sertel) Bey’in de hayatı, karşısına dikilen bir polis memurunun emniyete davetiyle değişecekti. Eşi Sabiha Hanım’la birlikte sahibi olduğu Resimli Ay dergisinde yürüttüğü demokrasi ve özgürlük mücadelesi ile Ankara’nın ve bizzat Mustafa Kemal’in tepkisini çekmiş olan Zekeriya Bey, ayrıca komünist olarak da tanınıyordu. O günlerde Resimli Ay’ın en önemli temalarından biri Milli Mücadele’nin sadece birkaç kahraman liderin değil, işçisinden köylüsüne, memurundan askerine, kadınından gencine tüm halkın eseri olduğu, bu adsız kahramanları anmak için de bir ‘Meçhul asker’ anıtı dikilmesiydi. Bu kampanyaya cevap gecikmemişti. Akşam gazetesinde ‘Üç Aliler Divanı’nın en ünlü üyelerinden ‘Kılıç’ Ali imzalı bir yazı çıkmış, yazıda, savaşı halkın değil Atatürk’ün yaptığı ileri sürülmüştü. “Ordunun ve halkın savaşabilmesi, ancak kudretli ve kabiliyetli bir komutana sahip olmasıyla kabildir” diyen yazar “Meçhul asker’ fikrini ortaya atıp, başkomutanın önemini azaltmaya çalışmak, bir nankörlük olur” diyordu. Yazarın Mustafa Kemal’in en has yaverlerinden biri olması, Zekeriya Bey’in baltayı taşa vurduğunu gösteriyordu.

Cevat Şakir’le karşılaşma

Gülhane’de polisin “sizi emniyete bekliyorlar” sözünü duyduğunda, aklından bir film şeridi gibi bunlar geçmişti Zekeriya Bey’in. “Çocuğu eve bırakalım, gelirim” dedi ancak “Öyle değil efendim” dedi polis memuru. “Şimdi beraber gitmemiz lazım.” Ancak o zaman anladı Zekeriya Bey durumun ciddiyetini. Karısını ve çocuğunu parkta bırakıp müdüriyete gitti. Ankara’ya sevki bir iki saat içinde olacaktı. İstasyonda arkadaşı Cevat Şakir ile karşılaştı. Onun da yanında bir polis vardı. Şaşkınlıkla birbirlerine baktılar. İkisi de Ankara’ya götürülüyordu. İkisi de neden Ankara’ya götürüldüklerini bilmiyorlardı.

Cevat Şakir (Kabaağaçlı), Abdülhamit’in ünlü paşalarından Şakir Paşa’nın oğluydu. İngiltere’de Oxford Üniversitesi’ni bitirmişti. Türkçe dışında altı dil biliyordu. Zeki, bilgili, yetenekli biriydi ama gençliğinde bir kıskançlık meselesinden dolayı babasını öldürmüş ve sekiz yıl hapis yatmıştı. Verem olduğu için cezasını tamamlamadan salıverilmişti.



Cevat Şakir Kabaağaçlı (Halikarnas Balıkçısı

Tren onları karanlık bir meçhule doğru götürürken akıl yürütmeye başladılar. Belki de Resimli Ay’ın son sayısında Cevat Şakir’in “Asker kaçakları nasıl asılır?” başlıklı yazısıyla ilgiliydi gözaltı. Cevat Şakir, bir zamanlar hapishanedeyken, İstiklal Mahkemelerinde idam cezasına çarptırılan asker kaçaklarının idam sehpasına gitmeden önce öteki mahkûmlara karşı tutumları, pılı pırtılarını yoksul mahkûmlara vermeleri, Cevat’a dokunmuştu, yazısında bunu anlatıyordu. Ama suçlarını cezaları kesilirken öğreneceklerdi: Cevat Şakir’in Hüseyin Kenan takma adıyla yazdığı “İdama mahkûm olan insanlar bile bile ölüme nasıl giderler” başlıklı yazı dolayısıyla tutuklanmışlardı.

“Seni asacaklar kardeşim!”

İki arkadaş Ankara’ya vardıklarında ayrı ayrı Polis Müdürlüğü’nün karanlık bodrumuna atıldılar. Ertesi gün, Zekeriya Bey’in yakın arkadaşı, Trabzon mebusu Nebizade Hamdi Bey kara haberi getirdi: “Seni asacaklar kardeşim!” dedi. O geceyi kâbuslar içinde geçirdi Zekeriya Bey. Rüyasında ağlıyordu. Birden kalın bir ses onu rüyadan uyandırdı: “Ne oluyor delikanlı? Ne ağlıyorsun?” Sesin sahibi, Manisalı bir İstiklal Mahkemesi hükümlüsüydü. Erkenden kalkmış, yatağında tespih çekiyordu. “Nasıl ağlamam?” dedi Zekeriya Bey. “Beni asacaklarını öğrendim.” Adam güldü. “Seni asacaklar diye üzülme. Hakkında henüz verilmiş bir hüküm yok. Oysa ben hükmü yedim. Beni şimdi, bu sabah asacaklar. Bak, ağlıyor muyum?” Gerçekten de bir saat sonra geldiler ve adamı alıp götürdüler. Bir daha da görünmedi.

Üçüncü gün iki arkadaş mahkeme heyetinin karşısına çıktı. Mahkeme Reisi ‘Kel’ Ali (Çetinkaya), Cevat Şakir’in babasını öldürdüğü sırada cinayetin işlendiği Afyonkarahisarı’nda Jandarma Komutanı’ydı ve babasının arkadaşıydı. ‘Kel’ Ali, Cevat Şakir’i tanıdı. İki arkadaşı öfkeyle salondan çıkarttı. Çıkarken, beş gün sonra savunmalarını vermeleri emretmişti. Duruşma iki arkadaş ağızlarını bile açamadan bitmişti. Suçları neydi ve neyi savunacaklardı?

Cehennemden kurtuluş

Hücreye döndüklerinde Mersin’de yayınlanan Doğru Söz gazetesi sahibi Ata Çelebi adlı bir komünist genç onlara mahkemelerin çalışma prensiplerini özetledi: “Burası bir cehennemdir, bir salhanedir. İstiklal Mahkemesine getirilenlerin yüzde doksanı öldürülür. Eğer mahkeme sizi savunma için bildirilen günden önce çağırırsa, hakkında idam hükmü verilmiş demektir. Süreyi uzatmakta fayda yoktur. Yok, gününde çağrılırsanız, durumunuz şüpheli demektir. Mahkeme daha bir karar varmamıştır. Savunma günü sonraya bırakılmışsa, kurtulduğunuza işarettir. Çünkü mahkeme aceleye lüzum görmüyor demektir.”

Zekeriya ve Cevat Şakir, beş gün sonra değil de üç gün sonra çağrılınca ‘geleneğe göre’ idama mahkûm edileceklerini düşünüp perişan oldular. Ama şansları vardı. Cezaları üçer yıl sürgün ve kalebentlikti. Cevat Şakir Bodrum’a, Zekeriya Sertel Sinop’a gidecekti. Ölüm beklerken kalebentlik cezası almak ikiliye büyük ikramiye gibi görünmüştü. Üç yılın sonunda geride kalan eşler küçük çocuklarına bakarken, Sabiha Hanım ek olarak Resimli Ay dergisini de idame ettirmişti. Zekeriya Sertel cezası bitince İstanbul’a dönerken, Cevat Şakir, Bodrum’a yerleşecek ve ‘Halikarnas Balıkçısı’ adıyla ünlü bir edebiyatçı olacaktı.

Siyasi hesaplaşmaların sahnesi

Mahkeme heyeti üyelerinin anılarından ve resmî belgelerden açıkça görüldüğü gibi İsmet İnönü ve Mustafa Kemal’le doğrudan temas halinde çalışan bu mahkemelerde esas olarak 1925′de Şapka Kanunu’na karşı çıkanlar, 1926′da Atatürk’e suikast teşebbüsünde bulunanlar ve İttihatçılık davası güdenler, Saltanat ve Hilafeti geri getirmeye çalışanlar, komünist örgütlenmelere katılanlar, yolsuzluk, casusluk, hükümete muhalefet suçlarına katılanlar vb. olmak üzere yaklaşık 7.500 kişi yargılandı, bunların yaklaşık 3.280′i çeşitli cezalara çarptırıldı. 660 kişi idam edildi. Başlangıçta süresi iki yıl olan bu İstiklal Mahkemeleri 4 Mart 1929′da hukuken sona erdiler ancak 31 Temmuz 1922′de çıkarılan İstiklal Mahkemeleri Kanunu ve ekleri, 1949 yılına kadar yürürlükte kaldı. Böylece İstiklal Mahkemeleri, tüm Tek Partili dönem boyunca, rejim muhaliflerinin korkulu rüyası olmaya devam etti.

(Ayşe Hür, TARAF, Temmuz-2009)

***

İstiklâl Mahkemeleri

İskitlâl Mahkemeleri, 1920 yılında, padişah hükümetinin casuslarına ve Milliyetçi kuvvetlerden artan sayıdaki firarlara karşı hızlı ve etkili bir araç olarak kuruldu. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra, bu mahkemeler kaldırıldı, ama Aralık 1923′te halifeyle ilgili bir mektubun yayınlanması üzerine yeni bir İstiklâl Mahkemesi İstanbul’a gönderildi ve Mart 1925′te Takrir-i Sükûn Kanunu’nun kabulünden sonra yeniden iki İstiklâl Mahkemesi kuruldu. Bir tanesi Ankara’da çalışıyordu, öbürü ise Doğu Anadolu’da âsileri yargılamak üzere şehirden şehre dolaşıyordu. Daha sonra aynı yıl içinde fesin kaldırılması gibi kimi reformların uygulanmasında bu mahkemelerden yararlanıldı. Geleneksel başlığın yerine şapkanın konmasını sağlayan ve “şapka kanunu” diye anılan bu yasa, halktan, özellikle Doğu’da ve Doğu Karadeniz’de, büyük tepki gördü. İstiklâl Mahkemeleri, yalnızca 1925 yılında 800 kişiyi mahkûm etti, 70 kişi ölüm cezasına çarptırıldı. Bu mahkemelerce Takrir-i Sükûn Kanunu dolayısıyla toplam 7446 kişi tutuklandı ve 660 kişi idam edildi (kaçanları saymıyoruz). Teoride, İstiklâl Mahkemeleri üyelerini Millet Meclisi kendi üyeleri arasından seçecekti. Uygulamada ise, yalnızca Mustafa Kemal’in çok güvendiği taraftarlarından oluştular, bunları kendisi büyük bir titizlikle seçti. Bu mahkemeler normal hukuksal prosedüre göre davaları yürütmüyorlardı. Sanık, mahkemede, hem hâkim, hem de savcı tarafından sorguya çekiliyordu. Sanığın avukat tutma, tanık çağırma veya mahkeme kararına karşı başka yere başvurma hakkı yoktu. Dahası, mahkemenin verdiği ölüm cezalarını meclis hemen onaylıyordu.

(Millî Mücadelede İttihatçılık, Erik Jan Zürcher)

araştıralım.com

ıssızada

                      Ankara İstiklal Mahkemesinden geçenler
Ankara İstiklal mahkemesi Zabıtları -1926- isimli kitapta Ankara İstiklal Mahkemesi'nde yargılanan 40 civarında kişiye ait mahkeme zabıtları var. Yazar, TBMM arşivinde bulunan bu zabıtların muhtevi bulunan 4 ve 5. defterlerin ya kendisine bilinçli olarak verilmediğini veya kaybolduğunu söylüyor. Bu iki defterin, mahkemeye getirilen diğer sanıklarla Atıf hocanın yüzleştirildiğini anlatan zabıtları muhtevi olduğu anlaşılıyor. Dönemin Meclis İnsan hakları Komisyonu tarafından istenmesine ve TBMM Başkanı'nın yazılı emri bulunmasına rağmen bazı Arşiv görevlilerinin bu defterleri vermemesinin izahı nasıl yapılır, bilemiyorum. Ancak buna benzer vakaların bugün de cereyan etmemesi için ilgililerin hassasiyet göstermesi gerektiği açık. Ankara İstiklal Mahkemesi'nde yargılanan isimlerden birkaçı: İskilipli Atıf hoca: Cemiyet-i Müderrisîn'in ikinci reisliği ve bilahare isim değiştirerek Teali-i İslam Cemiyeti'nin başkanlığı görevlerinde bulundu. İbtida-i Dahil Medarisi Umum Müdürlüğü görevini yürütürken ortaya koyduğu liyakat ve ehliyet sebebiyle yurtdışından yüksek rütbeli teklifler aldığı halde "milletine ve devletine hizmetten ayrılamayacağı"nı söyleyerek bu teklifleri geri çevirdi. Milli Mücadele'yi bütün varlığı ile destekledi. Değişen şartlar onu ailesinin geçimini sağlamak için kitapçılık yapmaya mecbur etti. Tesettür-i Şer'î, Din-i İslam'da Men-i Müskirat gibi aktüel meseleler hakkında eserler yazdı. Her yazdığı eser için Maarif Vekaleti'nden ruhsat almaya özellikle dikkat ediyordu. Frenk Mukallitliği ve Şapka isimli meşhur eseri için de aynı ruhsatı almıştı. Ancak neşrinden 18 ay sonra bu kitap toplatıldı ve Atıf Hoca 9 Aralık 1925 günü evinden alınarak İstanbul Polis Müdüriyeti'ne götürüldü. Burada aralıksız 22 gün sorgulandıktan sonra "Şapka isyanı alimlerinden" sayıldı ve Ankara İstiklal Mahkemesi'nin emri doğrultusunda kelepçeli olarak bindirildiği bir kömür gemisi ile Giresun'a gönderildi. Oradaki İstiklal Mahkemesi'nde 16-18 Aralık günleri sorgusu yapıldı ve suçsuz olduğu anlaşıldı. Tekrar İstanbul'a getirildi. Serbest bırakılmayı beklerken bir kere daha Polis Müdüriyeti'ne götürüldü ve hücreye atıldı. Mahkeme reisi Ali Çetinkaya, İstanbul basınında yer alan demecinde yer aldığı şekliyle "suçsuzluğu ortaya çıktığı" halde Hoca başka sanıklarla birlikte bu kez de Ankara'ya sevk edildi. Burada bir hücrede tutuldu. 20 Ocak 1926 günü başlayan mahkeme 5 celse sürdü. Savcı 3 yıl ağır hapsini istedi ise de 58 gün süren zindan hayatı idam kararıyla sona erdi. Atıf hoca, Türkiye Cumhuriyeti'nin Şapka İnkılabına kitap yazarak muhalefet suçundan 3 Şubat 1926 gecesi Ankara'da Büyük Millet meclisi Önünde asılarak idam edildi. Yazdığı kitap, Şapka Kanunu'ndan iki yıl önce yayımlanmıştı. Üstelik

Cumhuriyet'in Maarif Vekaleti'nin izin ve ruhsatıyla!..
Ali Haydar Efendi: Batum doğumlu. "Ahıskalı Ali Haydar Efendi", "Mecelle şarihi" veya "Küçük Ali Haydar efendi" olarak anılır. İlk tahsilini memleketinde yaptıktan sonra İstanbul'a geldi. Burada Medresetu'l-Kudât'ı bitirdi; Burdur, Uşak, Denizli kadılıklarında bulundu. İstanbul İstinaf Mahkemesi Üyeliği yaptı, Hukuk Fakültesi'nde Mecelle ve Usul-i Muhakemat-ı Hükmiyye dersleri verdi. Pek çok yüksek mahkemede üye ve daire başkanı olarak görev yaptı. 1914'te Fetva Emini oldu. Osmanlı'nın I. Dünya Savaşı'na girmesinden hemen sonra 14 Kasım 1914'te ilan edilen "cihad-ı ekber"le ilgili fetvayı Fetva Emini sıfatıyla Fatih Camii'nde okuyan odur. 1916'da Rumeli Kazaskerliği'ne yükseldi ve aynı yıl emekliye ayrıldı. Atıf Hoca'nın Frenk mukallitliği ve Şapka isimli eserinden birkaç nüsha sattığı gerekçesiyle Ankara İstiklal Mahkemesi'nde yargılandı. Tahiru'l-Mevlevi: Daruşşafaka'da, Kuleli Askeri Lisesi'nde ve daha başka okullarda 40 yıla yakın hocalık yaptı. İstanbul'da Mahfel mecmuasını çıkartırken, bu mecmuada yazılar yazan yakın dostu İskilipli Atıf Hoca'nın Frenk Mukallitliği ve Şapka isimli eserinden 5 adet sattığı için tutuklanarak Ankara'ya gönderildi. İstiklal Mahkemesi'nde yargılandı ve beraat etti. Bu mahkemeye ait anılarını 1927 yılında gizlice kaleme aldı. Vefatından sonra terekesinden çıkan bu notları Sadık Albayrak, Matbuat Alemindeki Hayatım ve İstiklal Mahkemeleri adıyla neşredildi. Ömer Rıza (Doğrul): Kahire doğumludur. Mehmet Akif'in Mısır yıllarında kendisiyle tanıştı ve onun delaletiyle İstanbul'a geldi. Burada birçok gazetede basın hayatını sürdürdü. Akif'in damadı oldu. Fikir ve düşünceleri sebebiyle başta İstiklal Mahkemeleri olmak üzere birçok mahkemede yargılandı. Önce Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, sonra mason oldu. 1950 seçimlerinde Demokrat Parti'den milletvekili seçildi. 13 Mart 1952'de İstanbul'da öldü.

Atıf hoca davasından bir sahne:

S: (...) Sen en karanlık günlerde Teali-i İslamcılık yap, Mustafa Sabri'nin yanında yer al; sonra da karşımızda şöyle böyle söyle. Sözleriniz hiçbir gerçeğe uygun değildir.
C: Bu husus için size belge gösterdim.
S: Ne belge?
C: Mustafa Sabri ile bu beyanname meselesini görüşse idim tekzib etmezdim.
S: Bilakis, bu sizin kasdınızın devamı için yapılmış bir tertib olur.
C: Niçin öyle olsun? Ben de onlarla beraber olur, beyannameyi tasdik için ısrar ederdim ve imza ederdim. Halbuki açıkça muhalefet etmişimdir. Resmi vesika gösteriyorum. Hakkımda olumlu kanaat sahibi olmak lazım gelir ve gelmelidir. Tasdik etmeyelim diye en fazla ısrar eden oldum. Eğer Mustafa Sabri ile alakam olsaydı ısrar etmezdim.
S: Belge göster!
C: Belgeyi arz ediyorum: Vakit gazetesinin 1034'üncü nüshasında tekzibnamem duruyor. Şimdi bu durup dururken bendenize vesika sormak bilmem nasıl olur!
S: Sen bu tekzibnameyi ancak bir gizli maksat için yaparsın.
C: Ne maksadı beyefendi?
S: Çünkü gördünüz ki bunlar Yunan tayyareleriyle atıldı ve aksi tesir yaptı. Anadolu halkı Milli Mücadele'ye daha fazla destek vermiştir. Siz de bu kötü durumdan kurtulmak için bunu yaptınız.
C: Eğer öyle olsa idi, onlarla beraber olurdum, Cemiyet'e devam ederdim. Halbuki devam etmedim. Bu da bir delildir. Eğer devam etse idim bu düşünceniz akla gelebilirdi.
S: Sus! Bizi çileden çıkarma! Hürriyet ve İtilaf'tan ve Mustafa Sabri'den destek alarak bu cemiyeti kurduğun buradan belli oluyor. Sen hala onlardan ayrıyım diyorsun. Biz budala olmalıyız ki bu sözlere inanalım. Bol bol atıyorsun. Çıkarın!..

                                                         EBUBEKİR SİFİL
'' Hudâ yardımcıdır ehl-i hüdaya ,

   Sizi ısmarladım hıfz-ı Hudâ'ya ''

mazhar

Ahirzamanın en kötü, en şen'i, en alçak bid'atı, âlimlere buğz edilmesi, onların kötülenmesidir." Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi

"Eskiyi unut, yeni yolu tut" sözleri ile sembolleşen maziyi inkâr felsefesi üzerine kurulu Kemalist ideoloji, önünde büyük engel olarak gördüğü ulema sınıfı ile çeşitli şekillerde mücadeleye girmişti.
Bu mücadele çeşitlerinden kendilerine göre en kolayı; temyizsiz, istinafsız bir garip yargılama mahalli olan istiklal mahkemeleri ile, zehirleme ve trafik kazası süslü suikastlardı. Bu işte ne kadar başarılı(!) olduklarına sadece Kastamonu'dan bir misalle yetinelim; "Mehmed Feyzi Efendi'nin anlattığına göre 'Nasrullah Camiinin ilk iki safı sarıklı cübbeli âlim ve fazıl zatlarla her vakit dolardı. İnkılabtan sonra birer ikişer götürülerek idam edilen bu âlimlerden geriye sadece birkaç tanesi kalmıştır!"

Diğer bir mücadele şekli ise, bazı kalem ve kelam erbabını satın alarak onları âlimlere musallat etmek şeklinde olmuştur...
cevaplar.org

us.

Şu an silivride olanlar hakkındaki düşüncenizi merak ettim.
İşte bunlar, Allah’ın âyetleridir. Onları sana gerçek olarak okuyoruz. Artık Allah’tan ve O’nun âyetlerinden sonra hangi söze inanacaklar?

mazhar

Silivri de ne olduğunu bizimle paylaşırmısınız?biz de fikrimizi sizinle paylaşalım...

us.

Terör örgütüyle mücadele etmiş  insanlar bile başka bir terör örgütünün üyeleri olarak yıllardır yargılanıyorlar, suçsuz olduklarını düşünen milyonlarca insan var. Ülkelerine hizmet etmiş insanlar şu an bazı iddialarla yargılanıyorlar.
İstiklal mahkemeleri ile aynı diyebilir miyiz?
İşte bunlar, Allah’ın âyetleridir. Onları sana gerçek olarak okuyoruz. Artık Allah’tan ve O’nun âyetlerinden sonra hangi söze inanacaklar?

ihvan

us..su.....s..bizene silivriden.burası SADAKAT.gönülllerin diyarı.

us.

Alıntı yapılan: ihvan - 30 Ocak 2012, 20:01:24
us..su.....s..bizene silivriden.burası SADAKAT.gönülllerin diyarı.
Peki sustum ama istiklal mahkemesi de mahkeme değil mi :)
İşte bunlar, Allah’ın âyetleridir. Onları sana gerçek olarak okuyoruz. Artık Allah’tan ve O’nun âyetlerinden sonra hangi söze inanacaklar?

mazhar

Laik,Cumhuriyet,Kemalist,ateist,Vahhabi,şia,mutezile,Putprest,Dinsiz,Mezhepsiz, USA. üyemiz demek batılı ve laik sistemin bir üyesi...!