Haberler:


X adresimiz

Ana Menü

Vatandaş Nâzım Hikmet

Başlatan them, 19 Ocak 2009, 04:55:01

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

them

Nâzım Hikmet’in Vatandaşlığa Kabulü ve Düşündürdükleri
Nâzım’ın şâirliği ve kişiliği

Hükümet, Nâzım Hikmet’in itibarını iade ederek T.C. Vatandaşlığına kabul etti. Tabii tartışılması gereken T.C. Vatandaşlığından atılma gerekçeleriydi. Yaptıklarının suhuletle, itidalle değerlendirilmesiydi. Bu o zaman da yapılmadı, şimdi de. Aydınımız (maalesef) bunu yapacak durumda olmadığı için ifrat-tefrit salıncağında sallanmaya devam ediyor. T.C.Vatandaşı olan bir sürü Türk düşmanı, bir sürü bölücü, bir sürü devlet-millet-bayrak düşmanı var. Onlar bile “vatandaş” ise; Nâzım’a da bir yer açalım o kadar! Yetmez mi?
        Nâzım HİKMET ile ilgili bir değerlendirme, bu vesile ile de bir “nefis muhasebesi” yapalım. Tamamen kendi yazdıklarına bakarak sakin ve tutarlı bir mantıkla düşünelim. Zaten T.C. Vatandaşlığına kabul edildi. Hayırlı olsun. Bunu tartışmayalım. Hafızalarımızı tazeleyerek bir muhasebe yapalım.
Nâzım Hikmet 1955’te Rusya’ya kaçtıktan sonra yazdığı şu mısralara ne denilecektir, şöyle yazıyor: “…halkıma hasret öleceğim/ama sürgünde değil./Öleceğim rüyalarımın memleketinde, beyaz şehrinde en güzel günlerimin. /Yavrum seni TKP’ye emanet ediyorum” (Moskova 1955, 6. cilt, s.59) “Gurbette değil, öleceğim rüyalarımın memleketinde, beyaz şehrinde en güzel günlerimin)” Rüyalarının memleketi Rusya’dır, en güzel günlerin şehri ise Moskova!
Neresi rüyalarının memleketi? Komünist Rusya! En güzel günlerinin beyaz şehri neresi? Moskova! Sığınağı, TKP! (Sonra çok pişman olup, “Ne halt etmeye geldim?” diyecektir ya! O ayrı fasıl.)
“Korkuyor Adnan Menderes, ölülerden korkuyor…
Kocaman yanakları, sarkıyor, yağlı- sarı.
Korkuyor Adnan Menderes. Hiçbir korkuya benzemez,
“Halkını satanın korkusu!” (1959, Son Şiirleri Kitabından)
Bunlar şiir! Bu tahkirin, bühtanın hedefi; içli insan, güzel insan, büyük vatansever rahmetli Menderes. Nâzım Hikmet’e göre, büyük insan rahmetli Adnan Menderes, vatanını satmış, halkını satmış! Küfrediyor küfrüyle (size sövüşüm anılacak) diyerek övünüyor! Üstelik bunları, “rüyalarımın memleketi” dediği komünist Rusya’dan, “en güzel günlerimin şehri” dediği Moskova’dan yazıyor. Türkiye hakkında, Menderes hakkında.
Memet Fuat’ın hatıralarını okuyun. Piraye Hanım’dan niye ayrıldığını anlatan bölümlerini dikkatle inceleyin. Nakle lüzum yok. Tahmin ettiğim gibi. Nâzım, nefsiyle sever, kalbiyle ve ruhuyla değil. Bırakıp gider. “Artık uygun değil” der, çekip gider. Şiirler yazmışsın hakkında, hasretleri çileleri paylaşmışsın, ömründen ömür almışsın sünger çekiverir hepsinin üstüne.
Sonra Münevver Hanım’la evlenir. Piraye faslı bitmiştir. Münevver Hanım’dan bir oğlu olmuştur. Rusya’ya kaçınca onlar burada kalır. Yine hasret şiirleri! Ne zamana kadar? “Vera” adında kendisinden 30 yaş küçük bir genç kadına rastlayana kadar! Eşi ile oğlu, yanına geldiklerinde onlarla buluşmak, görüşmek bile istemez. Eşine ve oğluna Sertel’ler sahip çıkar. Eşi, sinir krizleri içinde haykırır: “Nâzım bana bunu nasıl yapar? Bu durumu Memet’e nasıl anlatırım? O babasının şiirlerini okuyarak büyüdü. Yola çıkarken (babana gidiyoruz) dedim, buraya geldik, babasını bulamadı. Uyuyamıyorum. Bunları nasıl yapar bize?” Yıldız Sertel böyle anlatıyor. Gitmiş Nâzım’a yalvarmış, faydası yok. Vera var artık! Çocuk bile önemli değil. Nâzım efendi büyük adam, bunlar teferruat(!) öyle mi?
Sonra o “Vera’dan bir çektiği var ki, hapishane yılları vız gelir. Yıldız Sertel şöyle diyor: “Resmi nikah kıyılacak, hafta sonlarını eski kocası ve kızıyla beraber geçirecek!...” Vera gençlerle gezer tozar, ayrıca. Vera’nın rezilliklerini önleyemez. Vera’dan da vazgeçemez. Bu kadar iradesi sağlamdır şairimizin. Nâzım kahrolur.
Onun şiiriyle ilgili değerlendirmeyi kendi çevre ve dostlarından Sabiha Sertel şiiri için;  “Yazdığı inkılapçı şiirlerin her biri bir komünist beyannamesiydi” diyor. Beyanname! Doğru benzetme. Beyanname gibi yazardı ve münadi gibi okurdu.
Rusya’da o zamanlar, komünist ihtilal yaşanıyor. Henüz ilk yılları. Nâzım, Moskova’ya gidiyor, orada “Ekonomi Politik” okuyor! Kendi tabiriyle “24 saat Marx, 24 saat Lenin, 24 saat Engels.” Giderken yolda diyorlar ki “Elimizdekini tamamen harcayalım, orada zaten para yok!” Ön bilgileri bu. 19 yaşında bir genç çocuğun başına gelenlere bakın. Ve düşünün, o çocuk birkaç yıl sonra Türkiye’ye dönüyor; Mehmet Akif’leri, Namık Kemal’leri, Abdülhak Hamid’leri, Yahya Kemal’leri, Yakup Kadri’leri iptale kalkışıyor ve destek görüyor! Vasatın üstünde bir tek şiir var elinde; “Güneş” şiiri… Ötekiler:
Bana bak hey avanak!
Trum, trum, trum! Makinalaşmak istiyorum.
Çıkıyor kayık, iniyor kayık
Behey Berkeley.”vs.
Sağdan değil, Falih Rıfkı’dan iktibasta bulunayım: “Nâzım Hikmet’in uçaktan iner inmez Moskova toprağını öperek Stalin’e secde etmiş olması pek gücüme gider. (Dünya, 2.5.1965) Falih Rıfkı Atay’ın gücüne gitmiş. Benim gitmeyecek mi? Adam, Moskova’dan Menderes’e küfrediyor! Üstelik “Anılacak Türk diliyle size sövüşüm.” diyor. “Komünist Rusya’nın Moskova’sından Türkiye’nin Adnan Menderes’ine küfreden Türk şairi!” olarak anılmak istiyor. Böyle birisini T.C. vatandaşlığına almışız. Yetmiyor mu? Bir de bağrımıza mı basacaktık?
Sertel’ler insani yönünü biraz açıklamaya çalıştı, aforoz ettiler. Behçet Necatigil aile anlayışını kınadı, köpürdüler. Aziz Nesin birkaç yalanını, korkaklığını, vefasızlığını belirtti; ayağa kalktılar. Çünkü birilerine, Avcıoğlu ve Mihri Belli gibilere; gençliğin düştüğü ideal boşluğunda avlanacakları bir “efsane zokası” lazımdı. 68’liler buna kurban gittiler. Hepsi, Che’yi ve Nâzım’ı okuyarak eylem transına giriyorlardı. İşte tehlike buradadır.
1924’te ölen Lenin’in mezarı başında nöbet tutan gençlerden biri de Nâzım’dır. 1924… Yani, Cumhuriyet’in ilanından sonra ancak bir yıl geçmiş. Nâzım, Rusya’da! Dünyaya ve Türkiye’ye oranın penceresinden bakıyor. Gelirse nasıl gelecek? Komünizmin ve Komintern’in bağlısı olarak. Geliyor, köprü üzerinde “orak-çekiç” gazetesi satma eylemi yapıyorlar! Takibata geçilince, TKP’nin bulduğu bir taka ile kaçıyor. Bunları bilelim. Nâzım böyle başladı. Herkes sanıyor ki köşesinde sosyal adalet şiirleri, aşk-meşk şiirleri, memleket-millet şiirleri, fakir-fukara şiirleri vs. yazarken başına mı dikildiler? İlgisi yok. İkinci defa ”Laz İsmail” ile birlikte geliyorlar. “Hoş geldiniz aslanlar!” mı denilecekti? Zaten 1925 mahkûmiyetinden 15 yıl yemiş, “Beşinci Yıl Affı”ndan yararlanmayı düşünerek geliyor. 1931’de bir davadan yargılanırken beraat ediyor: fakat duruşma sırasında avaz avaz  bağırıyor “ben komünistim” diye!” Bu arada Onuncu Yıl Affı”ndan da yararlanıyor.
Nâzım Moskova’dan, Menderes’e küfretmiş adam. Sanat-manat yok; düpedüz tahkir ve küfür! Bu kolay unutulur mu? 1950’li yılları şöyle bir tasavvur edin. Bir tarafta Kasap Stalin’in ülkesi; diğer tarafta “seçkinci despotik aydın” geleneğine rağmen hür iradesiyle seçtiği ve çok sevdiği Menderes’iyle demokrasiyi yaşatmak isteyen, yaralarını sarmaya çalışan, tek parti ve şeflik döneminin tahribatını milletiyle gönül bağı kurarak tamir eden, huzur ve refah ortamına koşan bir ülke. Bu tabloda Nâzım, Rusya’yı “hayallerinin ülkesi” olarak görüyor ve oradan buraya küfrediyor! Hepimiz önce insanız. Şiir denilen sanatı Nâzım icat etmedi. Bütün bunlar kolay unutulabilir mi? Bu yapılanlara rağmen Mevcut Hükümet Nâzımı T.C. Vatandaşlığına kabul etti. Daha ne yapacak? Peki ne oldu? Kimseye yaranamadı.
Menderes’i tenkit edebilirsiniz. Zaten söylenmedik iftira, hakaret bırakmadılar. Ama bu başka bir şey. Nâzım bu işi Stalin Rusya’sına sığınarak, orayı yücelterek yaptı. Ve buna benzer tavırları her vesileyle sergiledi. Rusya’ya kaçtı. Ne buldu orada? “Ben buraya ne halt etmeye geldim?” demedi mi? “Eşeklik ettim buraya gelmekle” demedi mi?
İdeolojileri iman haline getirmenin modası geçince, edebiyatı ideolojiye açıkça hizmet ettirmenin imkânı kalmadı ve edebiyat istismarı dönemi başladı! Tabii buradaki “edebiyat” yıkılmış ideolojinin vaktiyle belirlediği edebiyattır. “Burayı canlı tutarsanız, o ideoloji de bir gün dirilebilir ve yeniden açıkça gönül rahatlığıyla savunulacak hale gelebilir.” Umudu uğruna yapılıyor bütün bunlar. Başka izahı yok.
Bütün izleri silen bir sünger gibi kullanmak istiyorlar Nâzım’ı! Mehmet Akif ERSOY, Yahya Kemal BEYATLI,  Necip Fâzıl KISAKÜREK, Ahmed Haşim, Fâzıl Hüsnü DAĞLARCA, Cahit KÜLEBİ, Arif Nihat ASYA, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz ÇAMLIBEL, Ahmet Kutsi TECER, Ahmet Muhip Dıranas, Behçet NECATİGİL, Ziya Osman SABA, Orhan Veli KANIK, Cahit Sıtkı TARANCI, Attila İLHAN şair değiller mi?
Genel ilgisizlik tekelcilikten doğuyor. Öyle bir edebiyat karteli oluştu ki; Nâzım’ı övmeyen ve sola hoş görünmeyen o kartelden icazet alamaz! Tam “bir şeyler değişmiştir belki” diyorsunuz, hiçbir şeyin değişmediğini ortaya koyan dikilmeler hemen ortaya çıkıveriyor. Nâzım vesile, Nâzım sembol, Nâzım vasıta. O kafa duruyor yerli yerinde.
Son yapılanları (Nâzım’ın vatandaşlığa kabulünü, Yaşar KEMAL’in Cumhurbaşkanlığı köşkünde ağırlanması, Cumhurbaşkanlığı Kültür Ve Sanat Büyük Ödülleri vs.) değerlendirirseniz; Bir takım denge motiflerinin etkisinde kalındığını ve bir garip demokratlık söyleminin cazibesine kapıldıklarını, terk edilmek kaygısına düştükleri ve bu yüzden Nâzım bahsinde objektif davranamadıklarını, ifrata kaydıklarını çok rahatlıkla söyleyebilirim.
Şöyle bir düşünelim, insafla sükûnetle… 1917’de Rusya’da komünist ihtilal olmuş. Milyonlarca insanı sürerek katlederek bir kanlı despotizm kurmuşlar. Bizim Cumhuriyet ise 1923’te ilan edilmiş “Türkiye Komünist Partisi” dediğimiz “örgüt” de, merkezi Moskova’da olan Komintern’e bağlı bir kuvvet. Oradan talimat alıyor ve Türkiye’de kendilerininki gibi bir rejim kurulmasını amaçlıyor.
Devlet bunun seyrine mi bakacak? 20.asrın ikinci yarısında dev gibi Amerika. Rusya’nın Küba’ya üs kurmasını bir dünya savaşını göze alan müthiş bir tepkiyle karşıladı. Tepkiyle ve korkuyla… Ben 10-15-20 yıllık cumhuriyet olarak, burnumun dibindeki Rusya’yla birlikte hareket eden bir örgütlenmeye “Fikir hürriyeti var aslanların!” Diyerek gülücükler mi göndermeliydim? Böyle şey olur mu? Devlet kendini korumayıp da boynunu mu uzatacak?
Herkes Nâzım’ın son tutuklanışını bilir. Nâzım ondan önce kaç defa tutuklandı, kaç defa kaçtı döndü, kaç defa affedildi. O da TKP üyesiydi, aynı dairenin eylemcisiydi… Adam Yayınları’nın küçük bir kitabında faydalı bir biyografisi var. Bakınız şu noktalara: “… Gıyaben 15 yıla mahkum edildiği görüldü, 12 Ağustos 1925’te … Bunun üzerine gizlice Rusya’ya gitti… 1926’da Cumhuriyet Bayramı nedeniyle çıkarılan af kapsamına girdiğini öğrenince…”  Cumhuriyetin onuncu yılında çıkan bağışlama yasasıyla davalar düştü. Her Cumhuriyet Bayramı’nda bir af çıkarılsa, onlar aynı şeyleri yapmaya devam edeceklerdi. Aynı şeyleri yaşamadık mı? Dönemin Cumhurbaşkanı A. Necdet SEZER teröristleri affetti. Affettiği teröristler aynı eylemleri yapmadılar mı? O zaman veya şimdi bu uygulamaları tenkit eden soldan bir tek yazı gösterebilir misiniz? Sanılıyor ki: Bunlar erbabı kalemdir, sadece yazıp çizerler, sanat yoluyla insanlığa hizmette bulunurlar, bir köşeye çekilip fikir üretirler; fakat bizim devlet onları rahat bırakmadı, fikre, bilime, sanata tahammülü olmadığı için kendilerini takibat altında tuttu! Ne alakası var? Sabiha Sertel, Nâzım’ın şiirleri için “Resimli Ay dergisinde yazdığı inkılapçı şiirlerin her biri birer komünist beyannamesi idi. Bu şiirler gençliğe savaş azmi aşılıyordu.” Diyor. (Sertel’ler, Adam Yay.) Devlet bu hali seyretse miydi?
Buyurun size Nâzım’dan bir mısra daha nakledeyim.
“Abdülhamid, atardı Tıbbiye talebesini Sarayburnu’ndan…
Akıntı götürmüş çuvalları, bulamadılar…”
   Bunun neresi şiir, neresi şuur, neresi bilgi; ne biçim laf bunlar?
   Nâzım Hikmet’ten bahsediyorum, evet.
   “Akıntı çuvalları götürmüş, bulamadılar!”
   “Çuvallar” derken sanki “patates çuvalı”nı anlatıyor! İçindeki tıbbiye talebesinin varlığı pek önemli değil; o, “çuval”ın vurgusuna tutkundur! “Çuvallar, tarlalar, depolar, makineler, tezgahlar… Tramtrum!”
   “Ve kanlı bankerler pazarında memleketi Alaman’a satanlar…” Bu ifade de İttihatçılar için yazdıkları! Nâzım Hikmet, şiirle tarih felsefesi yapıyor! Ne atan var, ne satan. Ne çuval var, ne kanlı bankerler pazarı… Bunlar bir çeşit hezeyan.
   Kemal Tahir diyor ki: “…Ben komünistlikten 16 yıl ceza giydiğim zaman Marksizm’i doğru dürüst bilmiyordum. Ne öğrendimse mahpus damında ve sonra öğrendim. Bizim o zamanki komünistliğimiz Nâzım Hikmet solculuğuydu: Trum-trum-trum makineleşmek istiyorum!” (Sohbetler Kitabından) Zaten anlamaya başladıkları zaman “Suyun bulunması, yolun kaybedilmesi pahasına oldu” diyecek noktaya geldiler. “Altyapı her şeyi belirlemez” demeye başladılar… Fakat nesiller gitti, düşünce üretme imkanları heder edildi.
    Şiir, düz biçimde anlatılması zor olan mana inceliklerini özel bir dille kalbe ve akla eriştirme sanatıdır. Bir şair, tarihe böyle yaklaşabilir mi ? “Attılar, sattılar! Paraları ceplerine koydular.” Bir ideolojiye bağlı olduğu için ilgisizliğe mahkum edilenler de vardır, şişirilip büyütülenler de. Bir ideolojiden ayrıldığı için aforoz edilenler de vardır, bir ideolojiye bağlanmadığı için ihmal edilenler de. Kendini aldatandan vefa beklenir mi? Kendini aldatanın aldatmaması mümkün mü ? Şimdi bu tasnife uygun birçok isim zihnimde dolaşıyor, yüreğimi bir ince hüzün kaplıyor…
      
Muhafazakar kesimin “aşağılık kompleksi”

Hepimiz Hrant Dink’iz manşetleri “Ermenilerden Özür” meselesi. Madımak otelinin müze yapılması kampanyaları vs. Ne oluyoruz, nedir bu aşağılık kompleksi. Ben, bir Müslüman olarak her türlü, zulme, fikir ve vicdan hürriyetine yapılan baskıya, insanların inancına göre yaşamasının önündeki her türlü engellemelere karşıyım. Devletlerin küfürle değil zulümle yıkılacağına inanırım. Peygamberimiz 20 yaşında genç bir delikanlı iken daha peygamberlik gelmemişken “Hılful Fudul” (Erdemliler Paktı)’e üye olarak din, dil, ırk ayırımı yapmadan insan haklarına, gadre uğramışlara, mazlumlara sahipken elbette bizlerin de öyle olması icap eder. Kendine özgüveni olan “aşağılık kompleks”ine kapılmaz. Hal böyle iken dökülüyoruz.
     Osmanoğullarının iade-i itibarı için hiç kampanya başlatmışlar mıdır? Adnan Menderes’in idamıyla ilgili üzüntü beyan eden bir yazılarına rastladınız mı? İstiklal Mahkemelerinin yargısız infazlarıyla ilgili kılını kıpırdatan var mı? Başbağlar ile Madımak oteli katliamlarını düşününüz. “Madımak Oteli” hiç gündemden düşmez. Hatta müze yapılacağı tartışılıyor. Başbağlar’da yakılan-yıkılan köy. Camide hem de ibadet esnasında katledilen insanlar. Hiç gündemde mi? Sol aydınlar nerede? İmzacılar, kampanyacılar, protestocular, mitingciler nerede? Aynı şeyi “Ergenekon dâvâsı” için de söyleyebiliriz. Ne zaman sevinçlerimizde, üzüntülerimizde, sancılarımızda, ağlamalarımızda, gülmelerimizde “ortak nokta”da buluşacağız? Ne zaman  doğru kimden gelirse gelsin “kabul” yanlış kimden gelirse gelsin “red” çizgisinde buluşacağız? Ne zaman zulme karşı hep beraber direneceğiz? Ne zaman zalimin (kim olursa olsun) mutlaka cezalandırılması, mazlumun kurtarılması için uğraşacağız? Ne zaman olayları kafamızdakı şablonlarla değerlendirilmekten kurtulacağız?...
Misalleri çoğaltmak mümkün. Hala bitmeyen kin, öfke ve nefret kabarmaları devam etmiyor mu? Boşuna mı denmiş “Siz onların yoluna girmedikçe onlar sizi kendinden kabul etmez” diye.
   Yaptıkları TV programlarında sahtekarlıkları, ahlaksızlıkları, konu mankenli haber programcılıkları tescil edilmiş habercilerin programlarına bu alaka ve itibar niye? Bunların TV programlarına Belediye Başkanları, Bakanlar, Başbakan, Cumhurbaşkanı o şahısları ve onların TV’lerini tercihleri bile düşündürücü değil midir? Hiç mi tarafsız TV, hiç mi hakkaniyete riayet eden programcı kalmadı. Sadece Cumhurbaşkanımıza sorulan bir soruyu örnek vereyim: “Dans eder misiniz?” Sorulan seviyesiz sorulara bile, sabırla cevap verme ihtiyacında mıyız? Niye “lüzumsuz soruların, lüzumsuz cevaplarını benden istiyorsunuz” diyemiyoruz. Niçin basit insanların, basit ve seviyesiz suallerini kaale alıyoruz, niçin hep savunmada kalıyoruz. Niçin özgüvenimiz yok. Niçin kıymet ve değerimizi başkalarının tasvip ve tasdikine ihtiyaç duyuyoruz?
           Siyasetle ilgili bir tek örnek vereceğim. Senelerce CHP Genel Sekreterliği ve Genel Başkan Yardımcılığı, CHP Milletvekilliği yapan Kültür Bakanımız Ertuğrul GÜNAY’a ne demeli. Aşırı sol söylemleri, Nâzım HİKMET meselesindeki ölçü ve dengeyi aşan konuşmaları, vs. CHP’den gelmişsin başka adam yokmuş gibi en önemli Bakanlıklardan birine konmuşsun. Hem de “Muhafazakar-demokrat” AK Parti iktidarında. En azından bir sosyal-demokrat olarak size değil, (bağımsız milletvekili seçilmediğinize göre) partinize oy veren ve sizi buralara taşıyan insanlara sevgi ve saygıda kusur etmemeniz, onların inanç yapısını kaale almanız, bu kitlenin hassasiyetlerine dikkat etmeniz gerekmez mi? Bu kadarcık bir talep bile fazla mı oluyor. Siz hiç millî-manevi değerlere bağlı sağ partilerden bir milletvekilinin CHP’de Bakan veya milletvekili olduğunu gördünüz mü? (Dönemin şartlarında olanlar hariç)
     Açın yakın tarihi olayların yorumunu, Metin Toker’in Akis’lerini, hafızalarınızı tazeleyin. İddia ediyorum, açın bakın. Orhan Pamuk’tan, Cumhurbaşkanından büyük ödülü alan Yaşar Kemal’e, Nâzım Hikmet’ten “Cumhuriyet”in gediklisi Oktay Akbal’a kadar kendi kültüründen, kendi değerlerinden bahseden bir kitap, bir yazı, bir şiir, bir deneme, bir hatırat var mı? Yaşar Kemal’in o kadar romanının içinde ağalık düzeniyle ilgili yazdıklarının, toprak ağalarının zulmünden bahsetmelerinin, imam-öğretmen kavgasının, “ezilen-sömürülen insanımız” edebiyatının dışında müspet bir tek sayfa, bir tek paragraf gösterin. İlaç için bulamazsınız.
     Başbakanımızın eşinin de Nâzım Hikmet’ten mısralar okumasını hangi mülahaza ile olursa olsun doğru bulmuyorum. Nitekim sol dernekleri bu “T.C. Vatandaşlığı”na kabulünü bile “Nâzım Hikmet’in hep itibarlı yaşadığını, onun yeniden itibara ihtiyacının olmadığını, Bakanlar Kurulu Kararından sonra, Türkiye’nin bu vesileyle itibar kazandığını” söyleyecek kadar pervasızlaşmışlardır.

   Kültürel saha el atılmayı bekliyor

     Emine ERDOĞAN Hanımefendinin (başka okunacak şiir yokmuş gibi) Nâzım HİKMET’ten okuduğu şiir de, Başbakanımızın okuduğu da. Peşin hükümleri değiştirmeye yetmiyor. Muhataplarınız sizler gibi iyi niyetli değiller. Gönül dünyalarında “materyalist diyalektik” var. Sizleri anlayamazlar. Kültür Sanat çevrelerinin bu hususta gösterdikleri gayretkeşlikler de yetmez. Nitekim Ak Parti iktidarının çok iyi niyetlerle yaptığı açılımlarla ele aldığı her konuyu “seçim yatırımı” veya “istismar” olarak değerlendirmiyorlar mı? Kürtçe yayın Kürtleri tatmin etmedi, İade-i itibar yetmedi. Nâzım HİKMET’e anıt mezarlar ve heykeller isteniyor, yarın insan hakları adı altında terörist başı APO’ya iade-i itibar isterlerse şaşmayalım.
     Sol’un sadece edebiyat alakasına gıpta ediyorum. Öyle güzel sarıyorlar ki bizimkiler anlamıyor bile. Atilla İlhan’ın çok hoşuma giden bir sözü var; “Edebiyat, uzmanlık malı değildir; Hayat Bilgisi’ne dahildir” diyor. Sol, o edebiyat alakasıyla boş acılardan bir dayanışma idealizmi üretti. Çocuklarını da bu idealizmle yetiştirdiler, sağı da bu idealizmle bocalattılar. Güçleri ideolojilerinden değil buradan geliyor… Ve biz bu meseleyi kavrayamadan hiçbir engeli aşamayız. Fikir adamlarımızı, sanatçılarımızı, edebiyatçılarımızı, müzisyenlerimizi yetiştirelim.
     Siz hiç Cumhuriyet Tarihi’nin en fazla roman yazarı Peyami Safa’nın, Kemal Tahir’in, Necip Fâzıl’ın gündemde olduğunu gördünüz mü? Reis Bey, Bir Adam Yaratmak’ın dışında tiyatro eserlerinin (piyeslerin) oynandığına şahit misiniz? Mutlaka kabullenilmem mi lâzım? Şair-edebiyatçı-sanatçı olarak kabul görmem için “soldan referans” almam mı gerekiyor? “Sol beni kabul edecek” diye karşı tarafa müdahene etmemi gerektiren ne var?
     Akif, İstiklal Marşı’nın şairi olmasaydı, çoktan unutturulmuştu. Necip Fâzıl’la Peyami Safa “Kendi göbeğini kendisi kesen”lerdendir. Birinin şairliğini diğerinin romancılığını onları hiç sevmeyenler de iptal edemez. “Gerici” diyebilirler, o ayrı mesele. Fakat edebiyat tarihinden silemezler. Onlar, edebiyat tarihini yazmakta etkili (egemen) olanların içinden geldiler. Ama bir Arif Nihat Asya unutulup gidecektir. Muhtemelen Tarık Buğra da öyle olacaktır.
     Ahmet Kabaklı’nın Türk Edebiyatı’nda, Nâzım Hikmet’e ayrılan sayfalar, Necip Fâzıl’a ayrılan sayfanın üç katıdır. Ayrıca sol görüşe sahip olanların hemen hepsine yer verilmiştir. İddia için söylüyor değilim; bakın sol yayınlara, edebiyat ansiklopedilerine sağdan kaç isim bulabilirsiniz? Mahkûmiyet kararları genellikle sol’dan gelir. Kendilerini sanatın, edebiyatın, şiirin musikinin noterleri olarak görüyorlar. San’at-edebiyat-düşünce-alanındaki “değer ölçüm etkinliği!” maalesef sol’un elindedir.
     Sağın kaderi mi bu? Hep kabullenmek, hep icazet alma kaygısı taşımak, hep referans gösterme ihtiyacı hissetmek. Tabii bu duruma düşmenin psiko-sosyal tarafları mutlaka incelenmeli. Üstad Necip Fâzıl’a “ham yobaz-kaba softa dedirten sâik ne idi. Edebiyatı, şiiri, sinemayı, tiyatroyu, musikiyi iptal eder, o sahaya el atmazsanız sonucuna katlanırsınız. Sizin yavrularınız kendi değerlerine küfreden, alay eden, komedi adı altında inancınızla dalga geçen sinema, tiyatro salonlarını doldururlar. Sevgi eğitimi, düşünce eğitimi, irade terbiyesi vermezseniz vahim sonuçlardan rahatsız olmaya hakkınız yok! Bilhassa Belediye Başkanlarımızın çoğu muhafazakar insanlar. Başkanlarımızı kaldırımlara, çöplere önem verdikleri kadar kültürümüze önem verip sahip çıkmaya davet ediyorum.

Basın-yayının, medyanın tarafsızlığını kaybetmesi

     Zaman gazetesi 11 Ocak 2009 Pazar günkü sayısında “Türkiye’de itibar edilecek isim çok” başlığı ile birinci sayfadan hem de en üst yerinde Nâzım HİKMET yetmemiş gibi hâkim katili Yılmaz GÜNEY ile malum hikayeci Sabahattin Ali ve Yaşar KEMAL’in arasına M.Akif sanki sıkışıvermiş gibi bir resimle anons ediyor. Kimi kazanacağız, kime yaranacağız, bu vesile ile hangi hizmeti gerçekleştireceğiz. Herkese lâyık olduğu değeri vermekle mükellefiz. Herkese saygı duymaya (göstermeye) değil; kimseye saygısızlık etmemeye mecburuz. Her yerde olan hiçbir yerde değildir. Hele geride yetim ve dul bırakan edebiyatla, sanatla, şiirle alakası bulunmayan bir katilin cezasını çekmekte olduğu hapishaneden kaçırılan bu artistin o karede ne işi var. Bir katile, bir kanun kaçağına da mı iade-i itibarda bulunacağız. Buna Zaman gibi bir gazete resmini basarak destek mi verecek. Bir başka gazetemiz de benzer duruma düşmesin mi?
     Bu yazı kaleme alınırken (13 Ocak 2009 Salı) Yeni Şafak Gazetesinde tam sayfa (hem de son sayfada) Nâzım HİKMET’in yakışıklı (!) resmi yayınlanıyor. Ya altındaki şu cümlelere ne dersiniz? “Bakanlar Kurulu, aldığı kararla; sana vatandaşlık hakkını, bize seninle vatandaş olma onurunu iade etti” diye devam ediyor. “Pes!” mi demek lâzım, “yazıklar olsun mu?” demek lâzım. Bilemiyorum. (Ak Parti İzmir teşkilatı tarafından)  Beyler! Ölçüyü kaçırmayalım.
          Hâlâ devletin önemli kurumlarına giren bu sayede düşük olsa da tirajını muhafaza eden Cumhuriyet gazetesi, bildiğiniz gibi Mustafa Kemal hayattayken en hızlı Kemalist, İnönü döneminde Sosyalist avı başlatacak kadar faşist “27 Mayıs’ta darbecilere servis yapacak kadar militarist. 12 Mart öncesi başarısız cuntayı içeriden örgütleyecek kadar cuntacı. 28 Şubat’ı alkışlayacak kadar gözü dönmüş. Ama her zaman ve her devirde İslâm düşmanlığını “irtica” nakaratına dolayıp etkili ve yetkili zevata muhbirlik yapacak kadar da pervasız! Böyle olduğu halde en küçük bir utanma veya pişmanlık görüyor musunuz? 12 Ocak 2009 tarihli Cumhuriyet’te “Nâzım Hikmet, Deniz Gezmiş itibarlı yurttaşlarımız, diyerek Nâzım Hikmet’le yetinmediklerini, yaptığı kanlı eylemlerden, öldürdüğü masumlardan dolayı idama mahkûm edilen Deniz GEZMİŞ ve arkadaşlarını gündeme getiriyor. Peki bize ne oluyor?
   Necip FÂZIL boşuna mı söylüyordu “Önümüzde bir buz dağı vardı. Hohlaya hohlaya nefesimizle erittik, şimdi de ortalık çamurdan geçilmiyor.” Evet önümüze çıkan buz dağları yiğitlerin himmetiyle eridi. Fakat şimdi de çamurdan geçilmiyor.
   Farklı bir örnek vereyim. İkisi de yazar, ikisi de gazeteci. Biri Abdi İPEKÇİ, diğeri İlhan DARENDELİOĞLU. Abdi İPEKÇİ solda, İlhan DARENDELİOĞLU sağda. İkisi de 1979 da menfur saldırılarda katledildiler. Abdi İpekçi’nin katili bulundu. İlhan Darendelioğlu’nun katili “meçhul!” Abdi İpekçi’nin bir tek kitabı, eseri yok. Sadece dört partinin liderleriyle ( Demirel, Ecevit, Erbakan, Türkeş ) Milliyet’te yaptığı röportajlar var. Sonra bu uzun röportajlarını kitaplaştırdı.
İlhan Darendelioğlu’nun ise, sahasında tek olan iki kaynak kitabı var. “Türkiye’de Milliyetçilik Hareketleri” diğeri “Türkiye’de Komünist Hareketleri” ( her biri 400 sayfa civarında) İkisi de aynı sene öldürüldüler. Önemli caddelerde Abdi İpekçi’nin ismi, İstanbul’un en önemli Spor salonunun adı “Abdi İpekçi Spor Salonu” İlhan Darendelioğlu’nuun adını-sanını duyan da bilen de yok. Peki ölçü ne, kıstas ne? Hem de sağ iktidarlar döneminde bu isimler verildi. En azından dengelenemez miydi?
            Demokrasi mücadelesini zaafa uğrattılar. Unutmaya hazırız, lakin aynı hatalar farklı dekorlarda devam ediyor. Mücadeleyi “baskılar” değil, “hatalar” zaafa uğratır. Doğru muhasebe yapmak, inatlaşma değil, aydınlanmadır.
          Evet Demokrasi “tahammül rejimi”dir. Evet demokrasi “çok seslilik”tir. Evet demokrasi, bütün inanç sahiplerinin inancını rahatça ifade edip yayabildiği ve yaşayabildiği bir rejimdir. Bu ve benzeri bir sürü cümle sıralayabilirim. Ancak bu milletin ruh köküne tahammül etmeyen, milleti millet yapan değerlerle (bırakın barışık olmayı) devamlı kavga halinde olan, hep imtiyazlı bir sınıfta kast sistemi kuran  “la yüs el” lerle nasıl bir arada yaşayacağız”. Kendisinden, kendi değerlerinden bu kadar nefret edenlerin nefretlerinin derecesinin psikanalizini uzmanlara bırakıyorum.
          Mesele isimler değil, mesele duruş meselesidir. Çivisi olmayan pergellerle düzgün daire çizemezsiniz. Çivisi olmayan insanların kaderi savrulmaktır.  Bizi öldürürse aşağılık kompleksi öldürür. Bir yanlış, çok tekrarlamakla, çok paylaşılmakla doğru olmaz. Yok sayılmakla yok olmaz, tevil süslemeleriyle kabul edilebilir hâle gelmez. Anlamak isteyen böyle de anlar. Anlamak istemeyen için ise; bütün eleştiriler ve en samimi uyarılar bile ters teper, hiçbir fayda sağlamaz.
Zamanların sırrını açamıyor gün'lüğüm
Ellerim yazamıyor, gırtlağım düğüm düğüm
HÜZÜN YAĞMURLARI'nı kim nasıl durduracak?
İki göz iki çeşme ağlıyor bütünlüğüm.
(Ahmet Selim)

Günbatımı

Nazım Hikmet'in şair olması, vatandaşlıktan çıkarılıp sürgünde yaşaması dışında bir bilgim yoktu. Yani bunların nedenleri hakkında...

Teşekkürler ethem92. Yalnız yazının kaynağını da belirtseydin, daha iyi olurdu bence... :)
Dua'sız üşürmüş yürekler!
Sana bir dua eden olsun, senin de bir dua ettiğin...
Bilmezsin hangi kırık gönlün duasıdır karanlıklarını aydınlatan,
Sana ummadık kapılar açan.
Bilmezsin kimin için ettiğin duadır, seni böyle ayakta tutan...


Hz. Mevlana 

ihvan

yazıyı kısmen okudum.gençlik yıllarımızda binlerce onbinlerce insanın Kominist dinsiz olmasına vesile olan bir kişiliktir,nazım hikmet,SİZ.....nAZIM HİKMET siz in Müslümanlar ın nezdinde itibarı olduğuna inanmıyorum.ona itibar vereceklerin aklına ŞAŞARIM.ÖMRÜ HAYATINI İSLAM DÜŞMANLARIYLA GEÇİRMİŞ BİR KİŞİLİK ...iman MI ETTTİDE itibar veriliyo ANLAYAMADIM.

fasulye

İçeriği oldukça makul.
Yazarı kim acep

ankaa

kaynak belirtilmiş olsa ilmi değeri daha yüksek olurdu diye düşünüyorum...