Haberler:


X adresimiz

Ana Menü

Zeka Ve Hızlı Düşünme

Başlatan Tuğra, 28 Eylül 2009, 01:45:07

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Tuğra


İnsanların çoğu veya başka bir ifadeyle % 90' dan fazlası zekidir. İnsanların içinde az sayıda dâhi olduğu gibi, yine az sayıda aptal vardır. Bu azınlık hakkında verilecek her hangi bir hüküm yoktur. Bu nedenle biz, insanların geneli, yani %90'ı hakkında konuşuyoruz. Dâhilere söyleyecek sözümüz yoktur. Çünkü kıvrak zekâ, dâhi olmanın prensiplerinden biridir. Kıvrak zekâ yetisi, yaratılıştan bu kişilerde zaten mevcuttur. Aptallara gelince onları tedavi etmek, abesle iştigal etmekle eştir.

Eskiler "devasız dert" diyorlar ya, işte o türden. Bu yüzden burada onları kastetmiyoruz. Biz ne kadar çaba gösterirsek gösterelim onlar, aptal kalmaya devam edeceklerdir. İster marangoz, demirci gibi maddî işlerde çalışanlardan olsun; ister öğretmen, siyasetçi gibi düşünmeyle ilgili insanlardan olsun aptal grubuna giren kişilere, kıvrak zekâ yolunda verilen çabaların yararı yoktur. Zira bu kişilerin icra ettikleri meslekler, onların entellektüel kişiliklerine bir şey kazandırmaz. Sorun, onların yaratılışlarıyla ilgilidir. Bizim öne sürdüğümüz çözümler, insanların geneline yöneliktir.

Zekâ da tıpkı kıvrak zekâ gibi bir tanıma gereksinim duymakla birlikte, aynı zamanda mekanik türün kapsamına da girebilir. Zekânın tanımını yapmak yararlı olmasına rağmen onu, mekanik olarak kabul etmek en iyi metottur. Bu nedenle zekâyı tanıyıp onu, mekanik bir varlık olarak kabul edersek; bu kelimenin mahiyetini anlamak için kelimeyi seslendirmemiz yeter. Zaten insanların çoğu, sadece "zekâ" sözcüğünün mahiyetini algılayarak insanlarla sosyal ilişkilere girerek zeki ile zeki olmayanı, dâhi ile dâhi olmayanı birbirinden ayırt edebiliyorlar.

Zekâ, çabucak sezme ve çabucak bağlantı kurma yetisidir. Bunun dışında yapılan diğer tanımlar, gereksiz ayrıntılara girmektir. Akıl, duyular aracılığıyla dış dünyayı beyne taşımak ve beynin sahip olduğu ön bilgiler yardımıyla da nakledilen realiteleri (dış dünyayı) yorumlamaktır. Aklın bu tanımı, zekânın da tanımını açıklamaktadır. Algının sür'atli olması, dış dünyanın beyne taşınmasının sür'atli olması demektir. Beyindeki ön bilgiler ise, beyinle dış dünya arasındaki bağlantıyı kurma işlevi görmektedir.

O halde zekâ; sür'atli algılama, süratli bağlantı kurma yetisidir dersek yanlış söylemiş olmayız. Zekâ, akıl veya düşünmenin bir türüdür. Akıl ve düşünme için geçerli olan her şey, zekâ için de geçerlidir. Eğer dikkat edilirse zekânın da algılama ve bağlantı kurma esası üzerine kurulu olduğu anlaşılır. Algılayıp bağlantı kurma hızı zekâyı, yani "seçkin aklı" veya "seçkin düşünceyi" temsil eder.

Bu bağlamda zekâ, kıvrak zekâyla eştir. Aptallar burada bahis konusu olmadıklarından -çünkü onları tedavi etmek son derece zor veya imkânsızdır- dâhi kişiler de zaten yaratılış olarak hızlı düşünmeye sahip olduklarından, geriye insanların geneli kalıyor. İşte bu insanların geneli, kıvrak zekâ için gerekli zekâya sahiptirler fakat, bunu sağlamak için eğitilmeleri gerekmektedir. Onların kıvrak zekâya sahip olmalarını sağlamak demek, hızlı algılamalarını ve hızlı bir şekilde bağlantı kurmalarını sağlamak, yani zekâlarını eğitimden geçirmek demektir. Bu bağlamda zekâ ile kıvrak zekâ, birbirinden ayrılmayan ikiz kardeşler gibidirler. Zira kıvrak düşünebilmek için, zekânın da var olması şarttır. Eğer zekâ yoksa, kıvrak zekâ da yoktur.

Maddi işlerde çalışanlar ile düşünmeyle ilgili işlerde çalışanlar, zekâ bakımından aynı olduklarına göre bu gruba giren tüm şahıslar, genel insan kategorisine girmektedirler. Bu yüzden kişinin, yaptığı işle bağlantılı olmasına; hatta ona yarar sağlamasına ve kıvrak zekâya ne denli hazırlıklı olduğunu göstermesine rağmen zekâ, kişinin yaptığı işle doğrudan ilgili değildir.

Kendilerinden kıvrak zekâ ile hareket etmeleri talep edilen kişilerle, çeşitli sorular vasıtasıyla kıvrak zekâya alıştırılan kişiler, aslında aynı zekâya sahip kişilerdir. Bu kişiler, zekâlarını ya düşünceyle paralel olarak geliştirirler ya da zekâsını zorunlu olarak kullanana dek kişiyi, zekâ testlerine tabi kılmakla hedefe ulaşırlar. Bu yüzden kişiyi zekâ testine tabi kılan şahıs da zekâsını kullanmış olur. Zira bu kişi, zekâyla ilgili soruların türünü seçerken, burada zekâ devreye girer.

Gerçekte her iki durumda da (yani düşünmeyle ilgili ve maddî işlerde çalışan) kişi, zekâsını kendisi kullanma yoluna gider. Her iki durumda kişi, zekâsını kendisi kullanmakla birlikte; bir gösterge veya etki olmaksızın veya tam tersi bir şekilde yani bir gösterge ve etki yardımıyla gerçekleştirir. İşte ikisi arasındaki fark, burada ortaya çıkıyor. O halde kıvrak zekâ, zekâ; zekâ da kıvrak zekâ demektir.

Burada zekâyla kıvrak zekâ arasında tam bir bağ olduğu ortaya çıkar. Bir yerde kıvrak zekâ varsa, orada zekâ da vardır. O halde kıvrak zekâ ile zekâ, ayrı ayrı kavramlar olsalar da öz olarak aynı şeyi ifade ederler.

Fakat kıvrak zekâda, zekânın kullanılması esastır. Kişi, ister kendilerine kıvrak zekâ aşılanması gereken maddî işlerde çalışan biri olsun; ister kıvrak zekâ aşılanması gerekmeyen fakat, kendisinde zaten var olan düşünmeye hız kazandırılması gereken fikirle, iç içe olan işlerde çalışan bir birey olsun her iki durumda da esas olan, zekânın kullanılmasıdır.

Ancak burada, şu sorular gündeme gelmektedir. Peki ama, zekâ nasıl kullanılabilir? Kişiler nasıl zekâlarını kullanmış olurlar?

Bu soruları cevaplamaya geçmeden önce "Zekâ nasıl kullanılabilir?" sorusundan başlayalım. Zekâ, hızlı algılama ve hızlı bağlantı kurma yetisi olduğuna göre algılama yetisi de ancak, maddî (materyal) veya düşünsel bir dış etkenden doğabilir. Görüldüğü gibi algı, zekânın kullanım evrelerinin ilk basamağını oluşturmaktadır. Algının hızlı bir şekilde gerçekleşmesi ise algılanılan şeyin uyarıcı olma (duyarlılık) derecesine bağlıdır. Algıya karşı duyarlı olmak (tetikte olmak), insan için zorunlu bir reflekstir.

Buradaki duyarlılıktan kasıt, kişinin bakışını, hissettiği dış etkene yöneltmesidir. Sözgelimi, caddede seyreden bir arabanın içindesiniz. O sırada caddede akmakta olan bir sıvıyı gördüğünüzü varsayalım. Eğer akan bu maddenin benzin olduğunu ve en azından yangının çıkmasına sebep olacağını kafanızdan geçirip idrak ediyorsanız bu, bir tehlikeyle karşı karşıya olduğunuzu seri bir şekilde düşünüyorsunuz anlamına gelir. Dolayısıyla caddeden kaçmak için gerekli işlemleri yapmaya koyulursunuz.

Eğer kıvrak zekâya sahip biriyseniz, kurtulmak için anında girişimde bulunur, vakit kaybetmeksizin, son derece seri bir şekilde caddeden uzaklaşırsınız. Fakat bu maddenin benzin olduğunu fark etmemişseniz, söz konusu maddenin yanıcı bir madde olduğu da aklınıza gelmez. Caddede seyretmeye devam eder; benzin yandığında ise kendinizi alevlerin içinde bulursunuz. Çünkü siz, kıvrak düşünmediniz, yani akmakta olan maddenin benzin olduğunu ve yanıcı bir özelliğe sahip olduğunu fark edemediniz. Bu durumda siz de yanarsınız; arabanız da yanar. Kıvrak zekâ ile hareket etmediğiniz için kendinizi ve arabanızı kurtaramazsınız. Bu ise sizin kıvrak düşünememenizin sonucudur.

Kıvrak algılama, dikkat etmekten doğar. Bir şeye dikkat ettikten sonra onu hızlı algılamak, kişinin zekâsını kullanmaya başlamasını sağlar. Olaylar arasında hızlı bağlantı kurmak ise, anılan örnekte de olduğu gibi benzinin, en azından yanıcı bir madde olmasıyla ilgili ön bilgilerin kullanılmasından ileri gelir. Caddede akan maddenin benzin olduğu, çer çöp veya su olmadığıyla ilgili sahip olduğunuz bu ön bilgiler sizi, bu bilgileri kullanmaya iten ve olayla bağlantı kurmanızı sağlayan bilgilerdir.

Dikkat etmekten doğan algılama hızı, olaylar arasında bağlantı kurmanın; daha sonra bu bağlantıyı hızlandırmanın nedenidir. Yangın çıkma tehlikesinin, hızlı bağlantı kurmayı sağladığı düşünülebilir. Ancak tehlike, hızlı bağlantı kurmaya değil; alınması gereken işlemlere, önlemlere ön ayak olan bir faktördür. Anılan örnekte hızlı bağlantı kurma olgusu, akan maddenin benzin olduğunu kavramaktan ortaya çıkmıştır. Benzinin yanıcı bir madde olduğunu kavramanız, önceden bildiğiniz bir bilgidir.

İşte bu bilgiyle seri bir şekilde bağlantı kurulmuştur. Zaten karşılaşmış olduğunuz dış etken sizi, hızlı bir şekilde bağlantı kurmaya itmiştir. İşte bağlantı kurma hızı, bu şekilde gerçekleşmiştir. Caddede olup biteni kavramanın sonucu olarak, hızlı bir şekilde algılama ve hemen ardından bağlantı kurma yetisini, bu biçimde elde edebilirsiniz.

Zekânın kullanılması da bundan ibârettir. O halde zekânın kullanılması; algılanan veya algılanmakta olan realiteye karşı uyanık olmak ve hemen ardından bu dış faktörle ilgili sahip olduğunuz ön bilgilerle bağlantı kurmak, dolayısıyla çabuk kavrama yetisine sahip olmaktır. Zaten bu çabuk kavrama yetisi, zekânın kullanılmasından doğmuştur. Bu nedenle, "kıvrak zekâ; zekânın kullanılması veya zekânın kullanılmasından doğan bir üründür" şeklinde bir tanımlamaya gidilmektedir. Sözün özü, kıvrak zekâda zekânın kullanılması esastır.

"Hızlı düşünmeyi sağlamak amacıyla, zekâyı kullanmak gerektiği için insanlar, zekâlarını kullanma konusunda teşvik edilmelidirler" şeklinde bir düşünce ileri sürülebilir. Bu teze cevap olarak diyebiliriz ki; zekânın kullanılması, o kadar kolay olmamasına rağmen, hem temel hem de sonuçtur. Öyleyse kıvrak zekâyı sağlamak için, bir göstergenin ve faktörün var olması gerekir.

Ayrıca bunun dışında bu kavramın, felsefî ve zihinsel yönünü düşünmeden onun, mekanik bir kavram olduğunu kabul ederek, sadece tanımak için söz konusu ismi vermek, kıvrak zekânın sağlanması için yeterlidir. Bu ise, kıvrak zekâyı oluşturmaya yönelik en etkili metottur. Zekâ, tahlil ve derin düşünme metodundan ibaret olmasıyla birlikte, kullanılması oldukça zordur. Zekâyı temel olarak ele alıp nedenlerini sıralamaktansa, onu kendi haline bırakmak; doğal olarak oluşmasını sağlamak en iyi yoldur.

Kıvrak zekâyı meydana getirmek için, bu yolu izlemek şarttır. Eğer kıvrak zekâ eksenindeysek zekâ, hızlı düşünme eylemini gerçekleştirebilir. Fakat hızlı düşünmenin dışında bir eksende seyrediyorsak, bu eylemi gerçekleştirmeyebiliriz de. Her iki durumda da zekânın kullanılması söz konusudur. Bu nedenle zekâ, her halükarda kullanılır. Ancak kıvrak zekâ için, kıvrak zekâ ekseninde seyretmemiz gerekir. O halde zekânın kullanılması, amaç değil araçtır. Zekâyı amaç olmaktan soyutlamak için de onu, son derece doğal bir şekilde kullanma yoluna gitmek gerekir.

Zekânın kullanılması, özellikle kıvrak zekâda çok önemlidir. Fakat zekânın, kıvrak zekâ aracı olarak kullanımı son derece doğal ve kendiliğinden olmalıdır.

Çünkü zekâyı bir amaç olarak kullanmak, kıvrak zekâya yakınlaşmayı sağlamak yerine kişiyi, ondan uzaklaştırır. Kıvrak zekâyı ortaya çıkarmak yerine, onu yok ederek tam tersi bir etki meydana getirir. Bu nedenlerdir ki kıvrak zekâ, direkt olarak zekânın kullanılmasından oluşmaz. Zekânın kullanılması, bir anlamda kıvrak zekâ anlamına geliyorsa da kıvrak zekâ, aslında birtakım gösterge ve etkilerden veya bu kavramın mekanik olarak kullanılmasından doğmaktadır.

Öte yandan kıvrak zekâyı, sadece zeki insanların elde edebileceklerini veya elde etmek için çaba göstereceklerini söylemiştik. Burada zeki insanlardan kasıt; ne dâhiler ne de geri zekâlı insanlardır. Kastedilen, normal zekâya sahip kişilerdir. Bu anlamda ümmetin %90 oranındaki çoğunluğunu, zeki insanlar oluşturmaktadır. İşte yaptıkları işler farklı farklı olsa da kıvrak zekâ yetisine sahip olması gerekenler, bu çoğunluğa girenlerdir. Hayat mücadelesi vermek için bu bir zorunluluktur. Zira hayat, sürprizlerle doludur.

Bir öğretmeni ele alalım. Onun görevi, öğrencinin belli bilgilere ulaşmasını sağlamaktır. Onun bu misyonu, salt düşünmeyle ilgilidir. Bu yüzden ders esnasında, birtakım sürprizlerle karşı karşıya kalabilir. Bilmediği veya farklı bir biçimde bildiği konularla karşılaşılabilir. Öğretmen, böyle bir durumla karşı karşıya kaldığında nasıl bir yol izleyecek? Kendini düşünmeye, araştırmaya verirse iş, daha da içinden çıkılmaz bir hale gelebilir. Ya da apaçık bildiği bilgilerin, kapalı bir görüntü vermesine neden olabilir.

Bunun ötesinde öğrencileri tarafından sorulan sürpriz sorularla karşılaşabilir. Zeki bildiği öğrencinin aptal; aptal bildiği öğrencinin de zeki olduğu ortaya çıkabilir. Bir öğrencinin, bildiği halde sorduğu kasıtlı sorularına muhatap olabilir. Aynı şekilde öğrencilerin, maddî sürprizlerle karşılaşmalarına tanık olabilir. Örneğin, bir öğrenci bayılabilir veya sınıftan çıkıp bir daha dönmeyebilir.

İşte öğretmen, bu ve benzeri sürprizlerle karşılaştığında, eğer kıvrak zekâ yetisine sahip ise istediği veya olması gereken sonuca götüren önlemleri alabilir. Aksi takdirde ya çıkmaza girer ya da gerçekleşmesini istemediği veya olmaması gereken ters sonuçlara neden olacak şekilde girişimlerde bulunabilir. Bu yüzden öğretmenlerin, kıvrak zekâ yetisine sahip olmaları şarttır.

Çünkü kendilerinden veya bir dış faktörden doğacak olası sürprizlere karşı, düşünülen çözümle uyum halinde olacak eylemlere girişmeleri gerekir Aksi takdirde ya bocalarlar ya da zararlı bir sonuca neden olacak eylemlere girişirler. Bu da onları, kritik bir durumla karşı karşıya bırakır. Onlarla birlikte toplum da kaybeder ve yok oluşa mahkum olur.

Öğretmen için söylenenler mühendis, doktor, siyasetçi ve fikirle uğraşanlar için de geçerlidir. Bu kişiler, fikrin bizzat kendisiyle ilgili sürprizlerle karşılaşabilirler. Maddî işlerin düşünmeyle bağlantılı yönlerine ve kullandıkları maddenin kendisiyle ilgili sürprizlere örneğin; öğrenciyle öğretmen, hasta ile doktor, proje ile mühendis ilişkisinden doğan anî sorunlara tanık olabilirler.

Bu durumda kıvrak zekâ, vazgeçilmez bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Aynı şekilde işçiler, iş adamları, çiftçiler ve sanat erbabı da birtakım sürprizlerle karşılaşabilirler -ki bu kişilerin, işleri ile ilgili olsun ya da olmasın günlük hayatlarında anî sorunlarla karşılaştıkları, şüphe götürmez bir gerçektir.- Bu durumda sürprizlere karşı bir işlemin yapılması kaçınılmazdır. Bu işlemin yararlı mı yoksa zararlı mı olduğu veya yerinde ve zamanında yapılıp yapılmadığı, onun gerçekliğine bağlıdır. Zira söz konusu işlemle bu işlemin gerçeğe yakınlığı, farklı farklı şeylerdir. Kişilerin kıvrak zekâya sahip olup olmadıklarına paralel olarak işlemi, pratiğe geçirme biçimi de farklılık arz eder.

İşlemin doğru ve sağlıklı bir biçimde pratiğe geçirilmesi için -ister maddî ister düşünsel işlerle uğraşsın- her insana, kıvrak zekâ yetisini verme mecburiyeti vardır. Planlanan hedefe, yani sonuca ancak bu yolla varılabilir. İnsanların çoğunun zeki olduğunu söylememize rağmen, sahip oldukları zekânın güçlülükzayıflık derecesine paralel olarak, kıvrak düşünmeleri de farklıdır. Dahası, insanlara kıvrak düşünme melekesini vermek, onların zekâ derecelerine göre değişir. O halde kıvrak düşünme veya kıvrak düşünme melekesini kazandırma işlemi; insan zekâsına bağlıdır. Başka bir ifadeyle zekânın var olması, kıvrak düşünmeyi sağlamanın gerçek koşuludur.

Zekâ, hayatın temelini teşkil etmesinin yanında; bir işlemin pratiğe geçirilmesi için de gereklidir. İşlem kararının, kıvrak zekâ veya zekânın kullanılması suretiyle sağlandığı doğrudur, fakat hem kıvrak zekâ hem de zekânın kullanılması, zekânın varlığına bağlıdır. Çünkü karar verilen işlem, kıvrak zekâ veya zekâ kullanımının sonucu olarak ortaya çıktığı için zekâ, önemli bir yer teşkil eder.

İşlemi ortaya koymak için zekâya (yani fıtrî zekâya) ihtiyaç vardır. Benzin örneğine dönelim. Şoför, caddede akmakta olan sıvının benzin olduğunu fark eder etmez ve ön bilgileriyle bağlantı kurarak benzinin yanıcı bir madde olduğunu aklından geçirir geçirmez, hemen yolu terk etme işlemini pratiğe geçirmiştir. Ancak onun yolu terk etme işlemi, bir tehlikeyi sezme veya kıvrak zekâdan doğduğu gibi, aynı zamanda bir problemin habercisi de olabilirdi. Çıkışı engelleyen veya zorlaştıran unsurlar söz konusu olduğundan, bu zorluğu aşmak için şoförün, zekâya ihtiyacı vardır.

Demek ki bir işleme girişirken, doğuştan gelen doğal zekânın olması şarttır. Zekâ, insan hayatında her şeydir dersek; yüzde yüz doğru söylemiş oluruz. Zekâ, kıvrak zekâ için şart olduğu gibi, bir işlemi pratiğe geçirmek için de vazgeçilmez koşuldur. Zekâdan soyutlanarak yapılan bir işlem, insanın karşı karşıya kaldığı problemi kompleks hale getirebildiği kadar, bu problemden kurtarabilir de.

İki alternatiften her biri, zekânın kullanım içeriğinden doğar. Çünkü benzin örneğinde olduğu gibi, yoldan çabucak uzaklaşarak riskten kurtulma işlemi, zekâ tarafından ortaya konmuştur. Aynı şekilde riski arttıracak bir işlem de pratiğe geçebilirdi, ki bu da zekânın yokluğunu gösterir. Zira akan maddenin benzin olduğunu fark edip ardından benzinin, yanıcı bir madde olduğu gerçeğiyle bağlantı kurduktan sonra, bu riski aşmada kendisine yardım edecek zekâyı kullanmaksızın; "ola ki bir çıkış yolu bulurum" diye risk alanında seyretmeye devam etmesinin, kişiye ne gibi bir yararı olabilir ki? Bu, tehlikenin boyutunu daha da arttırıp kişiyi yok oluşa götürmez mi? Demek ki, gerekli işlemin pratiğe geçirilmesi için, zekânın var olması şarttır. Zira zekâ, kıvrak zekânın ve kıvrak zekâdan doğan işlemin yapılmasında zaruridir.

Risk veya tehlikeyi aşmak için, olumlu-olumsuz bir işlemin seçilmesi gerekir. Fakat bu "seçme"nin kendisi de zekâya bağlıdır. Eğer kişi zekiyse yapılması gereken işlemi pratiğe geçirir; değilse riskin daha da büyümesine yol açabilecek bir işleme girişir. Bu nedenle zekânın varlığı, insanın kendisini daha fazla riske atacak işlemi değil, tam tersine kendisini kurtaracak işlemi seçmesi için zarurî bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Zekâ, kıvrak düşünme için zorunlu olduğu kadar, bir işleme karar vermek için de zorunludur. Dahası, hayatımızın temel taşı olduğundan zekâ, her şey için vazgeçilmez bir unsurdur.


SUR'ATU'L-BEDÎHE (KIVRAK ZEKÂ)-Takiyyuddin En-Nebhani

〰〰〰〰🐠

Tuğra

Daha önce kıvrak zekânın, zekânın kullanılmasından doğduğunu; algıya veya algılanan şeye "dikkat etme"nin kıvrak zekâ sürecini başlattığını; işleme girişmenin ise bu sürecin meyvesi durumunda olduğunu söylemiştik. Ayrıca "zekâ kullanımı"nın "hızlı algı" ve "hızlı bağlantı kurma"dan geçtiğinden söz etmiştik. Geriye hızlı zekânın veya zekâ kullanımının, nasıl gerçekleştiğinden bahsetmek kalıyor.

Kıvrak zekâ, zekânın kullanılmasından ibârettir. Zekânın sür'ati, doğal olarak gerçekleşmez. Aksine hızlı ve oldukça sıkıntılı bir işlemdir. Hızlı zekâ, hissedilen bir şeye dikkat etmekten doğar. Zira insanların çoğu, zaten zeki olup kıvrak zekâya yetecek kadar zekâya sahiptir. Bu nedenle zekâyla ilintili olmasına karşın kıvrak zekâ, zekâyı var edemez. Zira zekâ, her insanda fıtrî olarak var olan bir unsurdur.

Zekâ, zihinsel/aklî bir eylem olup bu eylemin tüm fonksiyonlarını bünyesinde barındırmaktadır. Zihinsel eylem ise, şu aşamalardan geçmektedir: Önce dış etkenin beyne sinyal göndermesi veya bu etkenin duyular tarafından beyne taşınması, ardından kişinin önceden bildiği bilgilerle algının bir araya gelmesi ve sonunda zihinsel eylemin gerçekleşmesi.

İnsan konuşan, yani düşünen bir canlı olduğuna göre her insan, "düşünme eylemi"nde bulunur. Bu, bir insanın zeki olduğu ve bir şeylere karar verecek kadar zekâya sahip olduğunu gösterir. Zekâ ise, "aklî eylem"den daha öte bir kavramdır. Zira zekâ hızı, algılama ve bağlantı kurma hızıyla ortaya çıkar. Demek ki sür'at varsa, zekâ ancak o zaman vardır. Bu bağlantıyı kurma hızı yoksa, zekâ da yoktur. Sür'atin, hem bağlantı kurmada hem de algılamada gerçekleşmesi gerekir.

Kişi, olgu hakkında ön bilgilere sahip olmadan, hızlı bağlantı kurma eylemini gerçekleştiremez. Algı devreye girer girmez bu bilgiler somutlaşır. Salt algılama, tek başına bu bilgileri somutlaştırmak için yeterlidir. Eğer kişide ön bilgiler varsa; olgularla bu bilgiler arasında hızlı bağlantı kurma işlemi, doğal bir şekilde oluşur. Bizzat algılama eylemi, kişideki ön bilgileri seri bir şekilde ortaya çıkardığına göre hızlı bağlantı kurma işlemi, algıdan başka bir etkene ihtiyaç duymaz.

Hızlı algılamak için de "dikkat etmek", daha da önemlisi "seri bir şekilde dikkat etmek" gerekir. Söz, iş, oluş, olgu ve olayı seri bir şekilde fark etmek (yani dikkat etmek), zekâ kullanımının ilk ve temel aşamasıdır. Zekâ kullanımını ve dolayısıyla kıvrak zekâyı sağlayan ilk aşama olduğundan, "dikkat etme" veya "seri bir şekilde dikkat etme" aşaması üzerinde, büyük bir titizlikle durmak gerekir. Çünkü kıvrak zekâ, zekâ kullanımını; zekâ kullanımı ise dikkati veya sür'atli bir şekilde dikkat etme eylemini gerektirir.

Demek ki "dikkat etme" veya "seri bir şekilde dikkat etme" eylemi, kıvrak zekâ ile zekâ kullanımının ortak paydasıdır. Başka bir ifadeyle "dikkat", zekânın kullanılması eyleminin ardından, kıvrak zekâ yetisini sağlayan temel faktördür. Öyleyse zekânın kullanılması, dolayısıyla kıvrak zekâ süreci insanda nasıl oluşur? sorusunu cevaplamak için, "dikkat" unsurunu irdelemek gerekir.

"Dikkat", algılanan şeyi araştırmak veya bu şeyle ilgili bilgi sahibi olmak için sürekli performans göstermektir. Bu performans olmadıkça, "dikkat"ten söz edilmez. Yukarıda verdiğimiz örnekte şoför, bir maddenin caddede aktığını görmüştü. Eğer bu maddenin ne olduğu konusunda kafa yormayıp aldırış etmeden gitseydi, "dikkat" unsuruna sahip olmaz; dolayısıyla ne zekânın kullanımı ne de kıvrak zekâ olgusu gerçekleşirdi. Şoförün bu maddeyi tanımak için gösterdiği performans, tüm işlemin temelini oluşturur. Demek ki yapılacak ilk iş, performans göstermektir. Başka bir ifadeyle hissedilen şeyin özünü, mahiyetini anlamak için ciddi, yoğun ve seri bir eyleme girişmektir. Her şey, bu özü anlamaya bağlı olduğundan, bu yolda performans göstermek şarttır.

Kadı Süleyman'ın, bir çocuk üzerinde iki kadının hak iddia etmesi üzerine, son derece kıvrak bir biçimde hangi kadının çocuğun gerçek annesi olduğunu bilmesiyle ilgili kıssa, buna örnek verilebilir. Bu kıssada; iki kadından her biri, çocuğun kendisine ait olduğunu iddia ediyordu. Süleyman, çocuğunu ölüme terk etmektense herhangi bir kişiye verip yaşamasını sağlama cesaretini gösterebilecek annenin, çocuğun gerçek annesi olacağını düşünüyordu. Bunun üzerine Süleyman, çocuğun iki kadın arasında paylaşılmasını, yani öldürülüp ikiye ayrılmasını önerdi.

Ancak Süleyman, açıkça öldürülmesini önermeyip -gerçek olmayan annenin yapay davranışlarının önüne geçmek için- kapalı bir şekilde öldürülmesini, yani ikiye ayrılmasını önerdi. Çocuğun öldürülmesi teklifi, gerçek anneyi ortaya çıkaracaktı. Annelerden biri, öneriye karşı çıkarken diğeri kabul etti. Böylece Süleyman, çocuğun ikiye ayrılmasına karşı çıkan kadının, çocuğun gerçek annesi olduğunu; kabul edenin ise yalancı anne olduğunu anladı. Çünkü gerçek anne, çocuğun ikiye ayrılmasının onun ölmesi anlamına geldiğini hemen algılayıp öneriyi reddetmişti.

Gerçek annenin öneriyi reddetmesi, yalancı annenin ise kabul etmesi, kadı Süleyman'ın kafasında düşünsel bir algı olarak seri bir şekilde şekillenmiş; algının ortaya çıkmasıyla da önceden bildiği bilgilerle bağlantı kurarak çocuğun, iki parçaya bölünmesini reddeden annenin, gerçek anne olduğunu algılamıştır.

Bu algılayış, kıvrak zekâdan; kıvrak zekâ, zekânın kullanımından; zekânın kullanımı ise "dikkat etme"den doğmuştur. "Dikkat etme" ise algıya ve bu algının hız kazanmasına ön ayak olmuştur ki böylece, doğal olarak önceden bilinen bilgilerle (ön bilgilerle) zihin arasında hızlı bir bağlantı kurma eylemlerinin, aynı anda kullanımından doğmuştur. Bu durum, zekâ kullanımı ve gereken işlemin yapılmasını -yani gerçek annenin kim olduğuna karar verilmesini- beraberinde getirmiştir.

İşte Süleyman'ın bu öyküsü de benzin örneği, "nerelisiniz?" sorusundan ne anlaşıldığı ile ilgili örnek ve soyut-somut bir şeyi algılamakla ilgili diğer örnekler gibi, algının gücünü ön plana çıkarmaktadır. Zira algı, ilk eylemdir. Eylemi, dikkat faktörü meydana getirir. "Dikkat"ten algı; ardından "hızlı algılama" doğar. Ardından da peş peşe dizilen anlamlar, zihinde çağrışımlar yaparlar. İşte bu sırada, zekânın kullanımı ve kıvrak zekâ meydana gelir.

Bütün bu eylemlerde temel unsur, "Dikkat etme"dir. Peki "dikkat" nasıl meydana gelir? "Dikkat", kısaca yaşama eylemidir, yani doğal olarak gelişir. "Uyanık olma" olgusunun "dikkat"i doğurduğu ve ona rehberlik yaptığı doğrudur. Ancak "yakaza" gerçekte canlı varlıklara özgü olmasının yanında yaşamanın, dirliğin zorunlu unsurlarından biridir.

Eğer adem oğlundan biri olan Zeyd, "uyanıklığa" sahip değilse bu, onun ya tembel ya uykuda ya da ölü olduğu anlamına gelir. Dolayısıyla ondan, "dikkat" etmesi veya zekâsını kullanması beklenemez. Çünkü o, yaşamla nitelendirilmediği sürece aslında yoktur. Yaşam, kişinin "uyanık" olmasını gerektirir. "Uyanık"lığın varlığı ile ancak "dikkat" unsuru var olabilir.

Buna karşılık yine de "dikkat"in, "uyanık"lıktan kaynaklandığı söylenemez. Dahası "dikkat" meydana gelirken "uyanık"lığın oluşum süreci henüz yoktur. Çünkü "uyanık olma", yaşamanın zorunlu unsurlarındandır. Fakat "dikkat" olgusu, ancak "uyanık olma" durumunda ortaya çıkar. Nasıl ki "uyanıklık", doğal olarak ortaya çıkıyorsa aynı şekilde "dikkat" unsuru da doğal olarak "uyanık olma" ile, yani hayatın var olmasıyla somut hale gelir. O halde temel unsur, "uyanık olma" değil, "dikkat" unsurudur.

Zira "uyanıklık", kendisinde hayat var olduğu sürece, canlı varlıkta mevcudiyetini sürdürür. "Dikkat" ise ancak performansla, yani algılanan şeye özel ilgi göstererek onun özüne, mahiyetine "dikkat" etmekle mümkündür. Başka bir ifâdeyle, hissedilen şeye özel bir performans harcayarak onu tanımaktır. Yani zekânın kullanılması ve kıvrak zekâ eylemi, nesneyi tanıma işlemi bittikten sonra gerçekleşir. Bu nedenle her şey, bu bilginin ne kadar sağlıklı olup olmadığına bağlıdır.

Sağlıklı bir biçimde zekânın kullanılması, kıvrak zekâ, nesne hakkında yargıya varmak ve sonunda bir işleme girişmek, bu bilgiye bağlıdır. Bu bağlamda sağlıklı bilginin önemi, bir anlamda her şeyi gölgede bırakacak niteliktedir. Zira kurtaran da yok eden de; başarılı k˝lan da başarısız kılan da bu bilginin niteliğidir. Sağlıklı bilgiye sahip olmak, konunun can alıcı noktalarından biridir.

Sözgelimi benzin örneğinde akan madde su olduğu halde kişi, bunun benzin olduğu gerekçesiyle kaçma girişiminde bulunursa, belki de daha tehlikeli bir sonuçla karşı karşıya kalabilir. Fakat söz konusu maddenin su olduğunu ve yanıcı özelliği olmadığını fark edip yoluna devam ederse, herhangi bir tehlikeye maruz kalmaz.

Burada şoförün, akan maddeyi tanıması ve bu maddenin su değil benzin olduğunu "fark etmesi"; buna "dikkat etmesi" bu kişinin, hissedilen şeyin mahiyetini iyi bildiğini gösterir. Bu bilgiye bağlı olarak "hızlı bağlantı kurma" eylemi ve gereken işlemi yapma girişimi gerçekleşmiştir. Ancak bütün bu aşamalar, hissedilen şeye ne kadar dikkat edildiği ve bu şey hakkında ne kadar sağlıklı bilgiye sahip olunduğuyla ilintilidir. Bu nedenle zekânın kullanılması, herhangi bir şeyi kullanmaya benzemez.

Dahası zekâ kullanımı, hem kompleks hem de son derece derin olan bir meseledir. Meselenin karmaşık olması, bir şeyi tanımak için büyük bir performans göstermenin zorunlu oluşundan ileri gelmektedir. Zira nesneler, birbirine benzerler ve onları ayırt etmek de sanıldığı kadar basit değildir. Üstelik nesneleri tanımak için sür'ate de ihtiyaç vardır.

Zekâ kullanımının, derin bir mesele olmasının nedeni ise "hızlı algılama"dan doğmasından kaynaklanır. Fakat mesele bu kadar basit değildir. Zira "hızlı alg˝lama"yı yakalamak için dikkat etmek; elde edilen bilginin sağlıklı, doğru bir bilgi olup olmadığını tartmak gerekir ki, bu da derin bir meseledir.

Sadece hızlı algılamayı kazanmak yetmez; aynı zamanda algılamanın bu hızının "dikkat etme"den mi, "hızlı bağlantı kurma" gibi mekanik bir fonksiyondan mı, yoksa başka bir faktörden mi doğduğunu kavramak gerekir.

Fakat zekâ kullanımı, bu kadar basit gerçekleşmez. Bu, çok daha derin ve karışık bir eylemdir. Üstelik son derece zor ve hızlı bir eylem olduğundan, gerçeğe götürmek yerine bazen de yanıltabilecek bir eylemdir. Buna meydan vermemek için zekâ kullanımı eyleminin; sağlıklı ve istikrarlı bir şekilde gerçekleşmesi için, gerekli sağlıklı koşullara sahip olması gerekir.

"Zekânın kullanılması" eylemi de tıpkı "hızlı düşünme" eylemi gibi, anti-kompleks ve üzerinde fazlaca kafa yormayı gerektirmeyen, mekanik bir kavram olarak düşünülebilir. Kavram; karmaşık, derin ve sağlıklı koşullara sahip olmayı gerektirmesi itibarıyla üzerinde kafa yormayı, yoğunlaşmayı zorunlu kılan bir kavram olmasına karşılık, öz itibarıyla kompleks olmayan gayet basit bir kavramdır.

Bu nedenle bu kavramı, mekanik bir kavram olarak düşünmeye meyletmek en doğru veya en azından doğruya en yakın yoldur. Öyleyse "zekânın kullanılması" kavramı, tıpkı nesnelere konulan adlar gibi, zekânın kullanılmasından başka bir anlam çağrıştırmamalıdır. Böyle olduğunu düşünmek, bu yolda eyleme girişmek için yeterlidir. Başka bir ifadeyle, "zekânın kullanılması" eylemine bu adı vermek yeterlidir. Zira bu kavramı meydana getiren "zekâ", kişiler tarafından zaten önceden bilinmektedir. "Kullanmak" ise, eylem için performans göstermek anlamındadır.

Bu bağlamda "zekânın kullanılması" kavramını, mekanik bir kavram olarak düşünmek, onu düşünme ve felsefe yoğunluğundan uzak tutmak için en iyi yoldur. Öyleyse "zekânın kullanılması", zekânın kullanılmasından başka bir şeyi çağrıştırmamalıdır...
〰〰〰〰🐠

Tuğra


Kendi kendine oluştuğundan kıvrak zekâda asıl olan, doğal olmasıdır. Zira kıvrak zekâ, sözgelimi tehlike anında veya karşı karşıya kalınan bir riskten kurtulma olayında ortaya çıkar. Ortaya çıkarken de doğal bir şekilde belirir. Çünkü tehlikeden kurtulmak için hızlı bir şekilde, çok hızlı karar vermek gerekir. Kıvrak zekâ, kişinin kritik durumdan kurtulması için geçerli olduğu gibi, hemen hemen her şey için de geçerlidir.

Ancak Batı, İslâm Dünyası'nı kuşatırken Müslümanların, yavaş düşünmelerini ve yavaş karar vermelerini öngören fikirleri de beraberinde getirdi. Batılılar, İslâm Ülkelerini siyâsi olarak ele geçirirken buralarda araştırma, yani yavaş düşünme eylemini pratiğe geçirdiler. Güçsüzün güçlüye özenmesi gayet doğal olduğundan Müslümanlar, Batılıların bu yöntemini taklit ettiler. Bu yüzden temkinli ve şüpheci bir anlayışla ele alınan ilk fikirler, pratiğe geçirilir hale geldi ve böylece yavaş düşünme doğdu.

Artık üzerinde enine-boyuna düşünülmesi gerekmeyen mekanik konular dahil her şey, araştırma, inceleme ve düşünme alanına girmiş oldu. Sonunda yavaş düşünme ve yavaş karar alma, genelde bütün insanlarda; özelde fikirle uğraşan kişilerde meleke haline geldi. Böylece "kıvrak zekâ" yetilerini yitirdiler. Hatta neredeyse aşırı tehlikeli durumlarla karşı karşıya kalma durumları haricinde "kıvrak zekâ", yok olmaya yüz tuttu.

Bu durumda kıvrak zekâyı, dahası zekâ kullanımını ortaya çıkarmak için, yapay eylemlere girişmek gerekiyordu. Daha da önemlisi bu eylemin, yapaylıktan kurtarılıp doğal bir eyleme dönüştürülmesi gerekiyordu. Zira kıvrak zekânın doğal olması gerekir. Onun sürekli yapay kalması doğru olmaz. Zira bu yapay eylem kıvrak zekânın, insanda doğal olarak ve kendiliğinden oluşması için bir geçiş aşamasıdır. O halde "doğal kıvrak zekâ", temel hedeftir ve olması gereken de budur. Yapaylık, "doğal kıvrak zekâ" eylemini oluşturmak ve onu yapaylıktan uzaklaştırmak için bir araçtır.

Bu yüzden "doğal kıvrak zekâ" eylemi temel hedef; "yapay kıvrak zekâ" eylemi ise, temel olan "doğal kıvrak zekâ" eylemine ivme kazandıran bir ara araçtır. Zaten "kıvrak zekâ" dendiğinde, "doğal veya kendiliğinden kıvrak zekâ" kavramı kastedilmektedir. Zira kıvrak zekâ, bir şey hakkında kıvrak karar verme mekanizmasıdır. Bu mekanizma ise, ancak yapaylıktan uzak olduğunda kurulabilir.

Zira yapaylık, fayda unsurundan ve gereken işlemi yürürlüğe koyma fonksiyonundan yoksundur. Yapaylık, "kıvrak zekâ" ile yavaş düşünme arasında bir konumu, dahası yavaş düşünmeyi kıvrak zekâya transfer etme konumunu ifade eder. Bu da amaç değil, araç niteliğinde geçici bir konumdur ki son derece doğaldır.

Bu bağlamda, "doğal kıvrak zekâ" temeldir. Ya da en azından böyle olması gerekir. O halde "kıvrak zekâ" derken, "doğal kıvrak zekâ" anlaşılmalıdır. Ancak bölgedeki insanların özellikle Müslümanların, hâlâ yavaş düşünmeye sarılmaları ve kıvrak zekâdan uzak olmaları realitesini göz önünde bulundurarak, önce "yapay kıvrak zekâ"nın meydana getirilmesi yolunda çaba göstermek gerekir. Bu yüzden "yapay kıvrak zekâ"dan söz etmek gerekir. Tabi bu düşünme biçimi, bir amaç olarak değil de bir araç olarak algılanmalıdır.

"Yapay kıvrak zekâ", ancak zekânın kullanılmasıyla ortaya çıkabilir. Ne var ki, zekânın da doğal bir biçimde kullanılması zorunluluğuna rağmen, kültürel ve siyasî emperyalizmin sonucu olarak zekânın kullanılması da yapay bir hal almıştır. Bu nedenle işe, öncelikle zekâyı yapay olarak kullanmaktan ve yine yapay olarak kıvrak zekâyı oluşturmaktan başlamak gerekir. Başka bir ifâdeyle, kasıtlı olarak bu yapaylığı oluşturmak; kıvrak zekâyı izlemek gerekmektedir.

Bilinçli bir şekilde, söz konusu yapaylığı oluşturmak gerekir dedik. Peki ama neyin bilincinde olacağız? Bilinçli olarak hangi eyleme girişeceğiz? İşe, zekânın kullanılmasından başladığımıza göre ve bu aşamada "dikkat etme" unsuru, karşımıza çıkan ilk unsur olduğuna göre bilinçli olarak olaylara, olgulara dikkat etmek gerekir. Bilinçli olarak olgulara, olaylara "dikkat etme" öğretimle, egzersizlerle elde edilebilmesine rağmen, kendiliğinden ve doğal olarak elde etmek en iyi yoldur.

Bu da, çeşitli fikirleri ortaya atmak ve doğru olduklarına inandıkları takdirde insanlara, bu fikirleri vermekle mümkündür. Başka bir ifadeyle insanlar, bazı mefhumları aldıklarında onlara, bilinçli bir şekilde olaylara ve olgulara "dikkat etme"lerinin gerektiği telkin edilmelidir.

Bir olay veya olguyla karşı karşıya kaldıklarında, bu olayları ve olguları kavramak için kendilerini, bilinçli olarak "dikkat etme"ye zorlamaları; yani önce zekâlarını yapay bir biçimde kullanmaları ve bu yolda bir meleke kazanana dek buna devam etmeleri gerekir. Bu şekilde zamanla hızlı düşünmeye sahip olmak mümkündür. Bu nedenle bilinçli bir şekilde olaylara, olgulara "dikkat etmek", ilk dayanak noktasıdır.

Fakat bu öğretimle, alıştırmalarla olmaz. Bu, kafalarında birtakım mefhumların oluşması için insanlara, doğrudan veya dolaylı olarak delilleriyle birlikte fikirler aşılamakla mümkündür. Kişinin kafasında bir takım mefhumlar oluştuğundan kişi, bu mefhumları alıp kullanır ve böyle bir durumda "zekâ kullanımı" da gerçekleşmiş olur.

Bu arada kıvrak zekâ yetisi de kazanılmış olur. İlk başta kıvrak zekâ, yapay bir şekilde sağlansa da zamanla ve tekrar suretiyle doğal bir mecraya girer. O halde bilinçlilik ve performans gösterme; sadece yapay olarak geliştirilmiş kıvrak zekânın değil, aynı zamanda doğal kıvrak zekânın garantisidir.

Daha önce verilen benzin örneğindeki benzin, aşırı tehlikeyle karşı karşıya kalma veya kendini gizli bir krizin içinde bulma durumundan doğmuş olabileceği gibi, aynı zamanda bilinçli olarak da caddeye dökülmüş olabilir. Benzin olayıyla karşı karşıya kalan bir insan, performansını ve bilinçli "dikkat"ini bu olaya yönelttiği zaman, caddede akan sıvının mahiyeti hakkında enine-boyuna düşünür.

Kişi, akan sıvının benzin olduğunu fark etse dahi bu sıvının, kasıtlı olarak mı caddeye döküldüğü yoksa tehlikenin, kendisinden mi doğduğu hususunu, ancak "dikkat" ederek algılayabilir. Şayet kendiliğinden doğan bir tehlikeyse, söylenecek bir şey yoktur. Ama kasıtlı olarak dökülmüşse işte bu, inceleme konusudur. Zira olaydaki bu kasıtlılık, "dikkat"i; ardından aklın veya zekânın kullanılmasını; daha sonra da kıvrak zekâ eylemini doğuran bir faktördür.

Süleyman Hakîm'in; iki annenin de üzerinde hak iddia ettiği çocuğun, gerçek annesini bulmak amacıyla ikiye bölünmesini önerdiği örnekte ise Süleyman Hakim, iki kadının bu öneri karşısındaki tutumlarını öğrenmek için, bilinçli ve kasıtlı olarak bu öneride bulunmuştu. Başka bir ifadeyle, bölünmenin sonuçlarını önceden kestirerek, böyle bir öneride bulunmuştur. Artık karar, iki kadına bırakılmıştır. Dikkat ve zekânın kullanımı, bölünme önerisi ve iki kadının vereceği karara göre ayarlanmıştır.

Sonuçta Süleyman'ın, zekâ kullanımı sayesinde beklediği gerçekleşmiş; çocuğun gerçek annesi öneriyi reddederken, sahte anne kabul etmiştir. İşte Süleyman'ın, zekâ kullanımından beklediği de kabul veya ret cevabıdır. Verilen cevabın sonucu, kıvrak zekâyı doğurmuş; böylece çocuğun hangi anneye ait olduğu problemi çözülmüştür.

Burada gerçekleşen kıvrak zekâ, zekâ kullanımından; zekâ kullanımı, dikkat etme olgusundan; bu olgu ise bilinçli ve kasıtlı olma unsurundan kaynaklanmıştır ki bu, bütün işlerde izlenmesi gereken ilk adımdır. Söz konusu aşamalar, bir halden başka bir hale dönüşmüş olsa da dönüşümler, yapaylıktan uzak doğal bir seyirde ve belli bir metot çerçevesinde gerçekleşmiş; beklenen sonucu vermiştir.

Bu yüzden yapılan işlem, yapay bir işlem görüntüsü verse de metot, gerektiği şekilde uygulamaya konduğu takdirde, doğala yakın bir çizgide varlığını sürdürür. Bir süre sonra zekâ kullanımı ve kıvrak zekâ, tam anlamıyla doğal bir mecraya girmiş olur. Böyle bir yol izlendiği takdirde kıvrak zekâyı daha iyi kullanma fırsatı doğar ve beklenen doğal sonucu verir. Bu yüzden zekânın kullanımına veya kıvrak zekâya doğal seyrini vermek için, uzun uzun beklemeye gerek yoktur.

Bunun için zekânın kullanılmasında ve kıvrak zekâyı oluşturmadaki yapaylığın, doğal zekâya ulaşma yolunda uzun zaman isteyen zor bir işlem olduğu düşünülmemelidir. Burada üzerinde önemle durulması gereken nokta yapaylığı, en güzel şekilde icra etmektir. Eğer yapaylık, en iyi şekilde icra edilip beklenen gerçekleşmişse, burada doğal kıvrak zekâ vardır ve ilk yapay işlemden başlayarak, doğal bir mecraya girmiştir. Dahası bu şekilde yapılan bir işlemde, yapaylığın izine de rastlanmaz.

İlk aşamadaki yapay hızı, ikinci aşamada doğal hız takip etmesine karşın işlem, yapay hızın yer aldığı ilk andan itibaren doğal bir seyir alır. Çünkü olguyu iyi bir şekilde işleme koyma ve beklenenin otomatik bir şekilde gerçekleşmesi eylemleri sayesinde bu yapaylık, silik kalır. Doğallığın görüntüsünü veren bu eylemde, yapaylığın izine rastlanmaz.

Kültürel ve siyasî emperyalizm ile, sömürgeci kâfir Batı ajanlarının duygu ve düşünme üzerinde bıraktığı izler bizi, böylesi yapay bir eyleme mecbur kılmaktadır. Onların, her şey hakkında fikir yürütme ve her şeyi araştırma yolunda bizlere empoze ettikleri bu sinsi plan bizleri, kıvrak zekâdan yoksun bırakmıştır. Eğer böyle bir şey olmasaydı, böylesi yapay işlemlere girişmezdik. Zira böyle bir durumda kıvrak zekâ ve zekânın kullanılması, doğal bir biçimde gerçekleşir; insanların zihinleri bu denli karmakarışık olmazdı.

İnsanlar, araştırmayı gerektiren konuları araştırır; araştırma ve inceleme gerektirmeyen konularda kıvrak zekâya başvururlardı. Bu nedenle insanların tarihe gömülen özünü geri getirmek, o kadar zor bir eylem olmasa gerek. Zorla da olsa böyle bir dönüşüm gerçekleştirilebilir. O halde her halükarda, kıvrak zekâ yetisini doğal bir biçimde somutlaştırmak, biricik hedef olmalıdır.
〰〰〰〰🐠

fasulye

Zekam ; orta halli gelişime açık..

Tuğra

Şu anda karşı karşıya bulunduğumuz sorun, düşünmeyi nasıl kazanacağımız sorunu değildir. Çünkü düşünme, insanın zaten doğal bir biçimde ve yaratılış olarak sahip olduğu bir faktördür. İnsanın; beyne ve dünyayı beyne taşıyan algılama gücüne sahip olarak yaratıldığı, şüphe götürmez bir gerçektir. Geriye, ön bilgilere sahip olma ve algılama gücünün beyne taşıdığı dış faktörün varlığı kalıyor. Beyin ve algılama, doğduğu andan itibaren insanda var olan iki unsurdur. Bu yüzden bunları keşfetmek için, herhangi bir çalışmaya gerek yoktur. Dış faktörler çeşit çeşittir. İnsan, her şeyden önce yaşamı aracılığı ile pek çok dış faktörle tanışır. İnsan duyusu, olayların meydana getirdiği bu faktörleri sürekli beyne nakletmekle meşguldür. İşte bu nakletme işlemi sürdükçe, düşünme oluşur. Kişinin sahip olduğu bu faktörleri yorumlamasını sağlayan ön bilgiler, beyne nakletme işini son derece kolaylaştırır. Bu nedenle insanın zaten önceden sahip olduğu düşünme, onun için herhangi bir sorun teşkil etmez. Dolayısıyla düşünmeyi nasıl sağlayacağız gibi bir sorun da söz konusu değildir.

Bütün sorun, Batı emperyalizmi ve Sovyet Rusya'nın da içinde bulunduğu Batı "kâfirler"idir. Batı, yaptığı araştırmalar sonunda İslâm Dünyasında, düşünmenin var olduğunu anlamış, bütün çabasını bu düşünmeyi sekteye uğratma üzerinde yoğunlaştırmıştır. Artık Batı'nın yegâne gayesi, "İslâm Dünyasında düşünme nasıl verimsiz hale getirilebilir" veya "düşünme, sekteye uğratılamadığı takdirde nasıl zararlı hale dönüştürülebilir" planını hayata geçirmek olmuştur.

Batı, insanın düşünen bir canlı olduğunu ve insanın, var oldukça düşünme biçiminin de doğal olarak var olması gerektiğini, hatta insan düşüncesinin sekteye uğratılmasının mümkün olmadığını bildiği için tüm performansını, İslâm düşüncesinin zararlı hale getirilmesi için harcamıştır. İşte sorun, burada ortaya çıkıyor.

Başka bir ifadeyle sorun, düşünmenin zararlı bir hale getirilmesiyle ilgilidir. O halde düşünme eylemi, bu zararlardan nasıl kurtarılabilir? Nasıl faydalı hale getirilebilir? Bu soruların cevabı, düşünmenin bizzat kendisinde gizlidir. Evet, Batılı olmayan insan da düşünüyor; fakat düşünmede israfa, ifrata kaçıyor. Her şey, ama her şey hakkında düşünüyor; her şeyin felsefesini yapmaya yelteniyor. Bu durumdan iki sorun ortaya çıkmıştır:

Birincisi; mekanik varlıklar hakkında bile, sözgelimi "sandalye", "tepsi" veya "fincan"ın mahiyeti hakkında fikir yürütüp felsefe yapılmasıdır. Bu durum, nesneyi doğallığından ve gerçek özünden o kadar uzaklaştırıyor ki nesne, bilinmezliğe sürükleniyor ve daha da içinden çıkılmaz hale getiriliyor. Artık dinleyici veya okuyucu ne sandalye, ne tepsi ne de fincanın mahiyetini anlayamaz hale geliyor.

Sadece özünü kavramak amacıyla bu nesnelere ad vermenin ötesine gidilmemiş olsaydı; nesneler oldukları gibi tanınırlardı. Nesneleri bilinmezliğe sürükleyen faktör, onlar hakkında olur olmadık düşünceler ileri sürüp felsefe yoluna gidilmesidir. O halde ister maddî ister manevî olsun, nesneleri kapalılıktan kurtarmak için bu biçim düşünmeyi, felsefeyi terk etmek gerekir.

Örneğin; "macera" kavramını ele alalım. Bu kavram, sadece adlandırılma ile sınırlı kalsaydı kavramın mahiyeti, anlaşılırdı. Fakat kavram hakkında felsefî düşünceler yürütüldüğü zaman "macera" kavramı, bilinen anlamından sapıp önceden planlanmış bir "macera" haline gelir. Kıvrak zekâ, akıl ve zekânın kullanılması gibi kavramlar da buna benzer.

İçine daldıkça, kavramlar üzerinde felsefî düşünceler yürüttükçe bilinmezliğe sürüklenirler. Bu nedenle bu kavramlar üzerinden felsefî düşünceyi kaldırmadıkça kavramlar, kapalı olmaya devam ederler. İşte bu noktada zararlı düşünce ortaya çıkıyor. Düşünmede zararın derecesi; onun kapsamında ve olur olmadık her şeye uygulanmasında somutlaşıyor.

Zararlı düşünce, mekanik düşüncenin kapsamına giriyor. Başka bir ifadeyle mekanik nesnelerin üzerinde gereksiz yere felsefî düşünceler yürütmek, zararlı düşünceyi doğurur.

İkinci nokta ise; her şeyi düşünceyle örmenin kıvrak zekâyla ters orantılı olması, yani kişinin yavaş düşünmesine neden olmasıdır. Zira kıvrak zekâya sahip olmak için seri bir şekilde düşünmek gerekir.

Fakat genelde yaygın olan, araştırma ve incelemeye dayalı yavaş düşünme biçimidir. İnsanlar bu düşünme biçimine alışmışlardır ve sadece bu tip düşünceden zevk duymaktadırlar. İnsan hayatında yavaş düşünme temel olunca; her şeyin ama her şeyin araştırmaya, incelemeye dayalı olması son derece doğaldır.

Burada sür'atin yeri olmadığına göre, kıvrak zekâ da söz konusu değildir. Zira her şey, araştırmaya dayalı olarak var olmaz. Kıvrak zekâ, araştırmaya dayalı olmayan bir düşüncedir. Düşüncenin araştırmaya, incelemeye dayalı olmaması zaten kıvrak zekânın temel özelliğidir. Böyle olduğu için de kıvrak zekâ, yavaş düşünmeye alışık kişiler tarafından sevilmez. Dolayısıyla bu tür kişilerin, kıvrak zekâya sahip olmaları beklenmez.

Bizi bu noktaya, Batı emperyalizmi getirmiş ve düşüncenin, karşımıza bir problem olarak çıkmasına neden olmuştur. Burada sorun, düşünmenin kendisi değil bu tip düşünmenin, fayda yerine zarar vermesidir. Kısaca sorun, düşünmenin zararlı hale gelmesidir. Bu sorunun çözümü ise, zararın ortadan kaldırılmasıyla mümkündür.

Peki ama düşünme, zarardan nasıl arındırılabilir? İşte cevaplanması gereken soru budur. Bireyde düşünme, doğal olarak mevcut olduğuna göre sorun, düşünmenin mevcut olup olmaması değildir. Yegâne sorun; "düşünmeyi zarardan nasıl arındırabiliriz" sorunudur.

Soruya cevap vermeden evvel Batı'nın, her şeyden önce düşman olduğunu ve bütün fikirlerinin şüpheyle karşılanması gerektiğini bilmemiz gerekir. Batı'dan bir fikir alınacağı zaman bu fikrin, ne olduğu; neyi amaçladığı; niçin ortaya atıldığı iyice araştırıldıktan sonra alınmalıdır. Yani Batılı düşünceye, kuşkuyla bakmak esastır.

Özellikle fikir alanında Batı'nın, bize ihraç ettiği malzemelere kuşkuyla bakmadığımız sürece onun, bize empoze ettiği Batı düşüncesinin esiri ve kurbanları olmaya devam ederiz.

Öyleyse atılması gereken ilk adım, Batı'ya ve kendisi için bile olsa ortaya attığı her şeye kuşkuyla bakmaktır. Zira Batı'nın, bizi saptırmak için kendini bile feda edebileceğini unutmamak gerekir. Saptırma, kendi ulusunu fedâ etmek pahasına da olsa Batı'nın, temel politikasıdır. Bu, onun en güçlü silahıdır. Bu nedenle İslâm ülkelerinin veya Müslümanların izleyeceği temel politika, Batı'ya ve Batı'dan gelen her şeye karşı kuşku ile yaklaşmaktır.

Bu kuşku eyleminden sonra ikinci adım olarak düşünmek, ardından da düşünmeyi zarardan arındırmak geliyor. Zira Batı, bizleri saptırmak için nasıl düşünülmesi gerektiğini de empoze etmiş olabilir.

Bizleri düşünmeye ve düşünmenin yaygınlaştırılmasına teşvik edebilir. Bundan da kuşku duymak gerekir. Düşünme, insan fıtratında zaten var olduğuna göre bu teşvik neden? Batı, kasıtlı olarak bunu teşvik etmekte ve bundan belli hedeflere ulaşmayı amaçlamaktadır. Bu nedenle bu hedeflerin üzerinde durmak, onları tanımak ve getireceği sonuçlara karşı tedbir almak gereklidir.

Batı'nın, düşünmeyi ön plana çıkarıp teşvik etmesinin sebebi; düşünmeyi kutsallaştırmak, onu bir amaç haline getirmek ve duygulardan arındırıp etkisiz hale getirmektir. Fakat unutulmamalıdır ki insan, hem akıl hem de duygudan müteşekkildir. İnsan, ne tek başına akıldır ne de tek başına duygudur. Her ikisi de insanın, ayrılmaz iki parçasıdır. Fakat hareketin lideri duygu değil, akıldır.

Zira duygu, coşkun hislerden meydana geldiği için lider olmaya, uygun olmayan bir faktördür. Üstelik sür'atle alevlenip süratle söndüğü için de öncü olamaz. İnsan, hem akıl hem de duygudan müteşekkil olduğu halde komuta merkezi, duyguya değil akla verilmelidir. Komuta merkezini akla verdiğimiz takdirde Batı'nın, düşünmeyi neden teşvik ettiğini anlarız.

Fakat bunun yanında duyguyu da elden bırakmamak gerekir. Onu, gerektiği yerde serbest bırakmak yani aklın öncülüğünde yürütmek gerekir. Böylece düşünmeye teşvik zararının, ilk aşamasından kurtulmuş oluruz.

Bundan kurtulmak demek, aklın kutsallıktan arındırılması demektir. Aklın öncülüğünde duyguyu harekete geçirmekle de aklın, tek başına varlığını sürdürmesini önlemiş oluruz.

Batı'nın empoze ettiği "salt akıl"dan, dolayısıyla onun zararlarından kurtulmanın tek yolu budur. Ancak bu yolla Batı'nın düşünmeyi empoze etme eylemini, akılcı bir tutumla ele almak ve düşünmeyi, doğal biçimiyle mevcut kılmak mümkündür. Öte yandan Batı'nın, bize sürekli her şey hakkında düşünmeyi ve her şey hakkında düşünmenin yaygınlaştırılmasını empoze etmesi bizleri, yavaş düşünmeye sürüklemekte; dolayısıyla hızlı düşünmeyi, buna bağlı olarak da kıvrak zekâyı terk etmemize neden olmaktadır.

Zamanla öyle bir duruma geliriz ki yavaş düşünmeye alışır, hızlı düşünmeyi ya ihmal eder ya da küçümseriz. Artık yavaş düşünme, bizim için temel bir unsur olur ve sağlıklı düşünmenin ölçüsü haline gelir. Böyle bir durum ise tek başına, kıvrak zekâyı küçümsemek ve ortadan kaldırmak için yeter bir sebeptir. Yavaş düşünme ile yetinme ve bunu sürdürmenin sonucunda zamanla, kıvrak zekâ ve onun oynadığı rol yok olur. Bu yüzden kıvrak zekâ, rolünü yitirir ve yavaş düşünmeye esir oluruz.

Bu durumda düşmanımız, hiç beklemediğimiz bir anda bizi gafil avlar. Artık onun emirlerine amade olan, kör bir makine haline geliriz. Ard arda sorunlarla karşılaşırız. Fakat bu problemleri çözmekten âciz kalırız; elimize geçen nadir fırsatları kaçırırız; bu fırsatları gereği gibi değerlendiremeyiz. Sorunlar üst üste biner ve nihayet fırsatları yitirmiş oluruz.

"Kapsamlı düşünme" ise kıvrak düşünmeyi yok etmesinin yanı sıra, mekanik düşünmeyi veya felsefeyi doğurur. Sonuçta bilinmeyen şeyler, daha da bilinmezliğe sürüklenirken apaçık bilinen şeyler de kapalı bir biçim alır.

Böylece ne sandalye, fincan ve tepsi gibi en basit maddî unsurları ne de kıvrak düşünme, zekâ ve zekânın kullanımı gibi apaçık manevî unsurları algılayabiliriz. Eğer insan, en basit mekanik unsurlardan istifade etmiyorsa -ki minimum ölçüde bunlardan istifade etmesi gerekli koşuldur- böyle bir durumda ne varlığı ne de eylemi, hiç bir şey ifade etmez.

Demek ki sorun, düşünmede değil düşünmeyi zarardan arındırma faktöründe yatmaktadır. Bu ise kıvrak zekâda olduğu gibi, hızlı düşünmeyi gerektirdiği zaman düşünmeyi hızlandırmakla; aklın ve düşünmenin anlamında olduğu gibi, gerektiği zaman da yavaşlatarak düşünmeyi normalleştirmekle mümkündür.

Düşünmeyi, gerektiği yerde yavaşlatmaktan kastımız; Allah'ın varlığı, yaratılış ve adalet gibi mefhumları açıklamak için düşünmenin yavaşlatılmasıdır. Ancak sandalye, tepsi, fincan, zekâ, zekânın kullanımı ve kıvrak zekâ gibi mekanik unsurlar, bu kapsama girmez. Sorunun çözümünü, düşünmeyi zarardan arındırma faktörünün dışında aramamak gerekir.
〰〰〰〰🐠

Tuğra


Hangi ülke olursa olsun genellikle halkta, ideolojik düşünen siyasîlerde ve düşünürlerde, yavaş düşünmenin doğal hale gelmesi, sorunun özünü teşkil eder. Sorunun çözümü ise, bu alışkanlığın terk edilmesinde gizlidir. Başka bir ifadeyle, yavaş düşünmeyi âdet haline getiren ve dolayısıyla kıvrak düşünmeyi kaybeden kişiyi, bu alışkanlığından kurtarmakla mesele çözüme kavuşur.

Problem, yavaş düşünme ve bu düşünmenin doğal bir biçime girip alışkanlık haline gelmesi ve kıvrak zekânın kaybolmasıdır. İşte problemin özü budur. İnsanların geneli, mekanik unsurlar da dahil olmak üzere her mesele hakkında, felsefî düşünceler yürütür hale gelmişlerdir.

Sorun, insanın düşünmesi değildir. Zira insanın düşünmesi son derece doğaldır. Düşünmek güzeldir, hatta gereklidir. Çünkü bir şey hakkında düşünmeden esrarını çözmek, özünü kavramak mümkün değildir. Bu açıdan bakıldığında düşünme faydalıdır. Ancak yavaş düşünme veya her şey hakkında düşünme ve felsefesini yapma, problemin özünü oluşturmaktadır. İnsanların yavaş düşünmeleri, tehlike anı dışında kıvrak zekâ yetilerini kaybetmelerinden ileri gelmektedir.

Fakat kıvrak zekâ, sadece tehlike anında ortaya çıkan bir husus değildir. Kıvrak zekâ, herhangi bir işleme girişmeyi gerektirebildiği gibi gerektirmeyebilir de. Bu yüzden kıvrak zekânın devamlılığı esastır. Bu özelliğin sadece tehlike anında belirmesi yetmez; sürekli tetikte olması gerekir. Problemin özü ise, yavaş düşünmenin altında yatmaktadır.

Yavaş düşünmenin, sömürgeci Batı'nın hem maddî açıdan hem de fikrî açıdan ülkeleri, kıskacı arasına almasından kaynaklandığını söylemiştik. Zamanla bu tür düşünme, insanların zihinsel oluşumlarının bir parçası haline gelmiştir. İşte sorunun özü, bu gerçekte gizlidir. Sorunun özü, ne hızlı düşünmeyle ne de düşünmenin kendisiyle ilintilidir. Zira düşünce, akıl sahibi her insan için yaşam kadar önemlidir.

Üstelik her insanda bulunan doğal bir eylemdir. O halde yavaş düşünmenin, sorunun özünü teşkil ettiği söylenebilir. Yavaş düşünme, insan doğasına aykırı olduğuna göre, bu düşünmenin var oluş sebebi Batı emperyalizminin, insanların düşüncelerini çember içine almasından ileri gelmektedir.

Problemin özü yavaş düşünme, problemin gerçek kaynağı da Batı emperyalizmi ve Batı düşüncesinin hâkimiyeti olduğuna göre çözümü, problemin sonuçlarında veya her insanda doğal olarak bulunması gereken düşünmede değil, bu problemin kendisinde aramak gerekir. Bu arada problemin getirdiği sonuçlara, yan çözümler de getirilebilir. Fakat asıl çözüm bekleyen, problemin kendisidir; yani yavaş düşünmedir.

Bunun çözümü ise Batı emperyalizmini ve düşüncesini, iyi irdelemekte yatmaktadır. Planlanan hedeften sapmamak, doğru ve ciddi bir çözüm öne sürmek için, problemin özünü kavramak şarttır. Problemin özü, yavaş düşünme olduğuna göre, çözümü de bu faktörde yatmaktadır.

Batı emperyalizmi ve düşünce hâkimiyetinin, sorunun temelini oluşturduğu doğrudur. Fakat bu tespitten, 'Batı emperyalizmi ortadan kaldırılmadan sorunun çözülemeyeceği' anlamı çıkarılamaz. Batı emperyalizmi mevcutken de sorun çözülebilir. Yavaş düşünme problemini çözmekle ve düşünmeye hız kazandırmakla problemi çözmek mümkündür.

O halde problemin temelini teşkil etse de asıl sorun; Batının hâkimiyetinden değil, düşünmenin yavaş oluşundan kaynaklanmaktadır. Problemin temelini bir tarafa bırakırsak, Batı'nın kültür, bilim, uygarlık, irşad vb. adlar altında yürüttüğü saptırma eylemlerini, iyice irdelemek gerekir. Fakat Batı'nın bu gibi adlar veya üslûplarla kurduğu hâkimiyetten çok bu hâkimiyetin, halkı ilgilendiren yönüyle ilgilenmek ve bunu, göz ardı etmemek gerekir.

Başka bir ifadeyle kıvrak düşünme, sadece ve sadece halk içindir. Halkın, halden hale dönüşen ve bu şekilde gelişme gösteren zihinlerine yönelmek gerekir. Halka egemen olmak, ancak onun mefhumlarıyla mümkündür. Egemenliğin süresi, halka ait mefhumlara bağlı olmasına karşın, yine de meselenin çözümünde halka ait mefhumlar, esas faktör değildir.

Mesele Batı'nın, hayata egemen oluşunun değiştirilmesi değil; hayata bakış açısı ile ilgili mefhumlarının değiştirilmesidir. Bu nedenle her şeyi Batı'ya ve Batı emperyalizmine mal etmek, sorundan kaçmaktır. Sorundan kaçmak yerine, problemin üzerine gitmek gerekmektedir. İşe öncelikle egemenliği değiştirerek değil, halk aracılığıyla hayata bakış açılarını değiştirerek başlamak lazımdır.

Başka bir ifadeyle önce, emperyalizmin hâkimiyetini değiştirmek yerine halkın, hayata bakış açısını sağlayan mefhumlar değiştirilmelidir. Mefhumların değiştirilmesi, temel hedeftir. Bu nedenle her şeyi, emperyalizme veya Batı'ya mal etmeye çalışarak problemden kaçmak, doğru değildir.

Topluma, halkın mefhumlarına, özellikle de halkın hayata bakış açısına eğilmek gerekir. Mefhumları değiştirene kadar halka telkinde bulunarak, hâkimiyetin değiştirilmesi konusunda çaba göstermek zorundayız. Önemli olan egemen gücü, emperyalizmi değil; insanların sahip oldukları mefhumları, dolayısıyla bakış açılarını değiştirmektir.
〰〰〰〰🐠

fasulye

Vukuat-ı adiye olarak bakıldığında çözümsüz mefhuma dönüşür..
İçinde saklı duran özü , kıvrak zeklardan usta ellere  cevahir gibi işlenir..

Tuğra


Düşünmede yavaşlık, problemin özünü teşkil ettiğine ve bu problem de Batı emperyalizmi ve düşüncesinin hâkimiyetinden kaynaklandığına göre, ilk anda insanın aklına, temel unsurun çözüme kavuşturulmasıyla sorunun çözülebileceği gibi bir fikir gelebilir. Fakat meseleye derinlemesine inildiğinde iki nokta karşımıza çıkmaktadır:

a- Düşünmede yavaşlığın, Batı düşüncesinin hâkimiyetinden doğduğunu ön gören fikir; her şeyden önce problemi ortaya koyup ayrıntılı bir biçimde ele almaktan ibarettir.

b- Temel unsurun çözüme kavuşturulmasıyla sorunun çözülebileceğini düşünmek, problemi çözmekten kaçmaktır.

Görüldüğü gibi problemin çözümü sırasında söz konusu temele, salt gözlemci tutumuyla yaklaşarak bu temeli çözmeye kalkışmamak gerekir. Problemi ortaya koyarken Batı emperyalizminin, bütün felaketlerin temelini oluşturduğu ve düşünmede yavaşlığın, emperyalizmden doğduğu gerekçeleri ile çözümü bu noktada yoğunlaştırabiliriz.

Böylece emperyalizmin kaldırılması ile problemin çözülebileceği düşünülebilir. Ancak bu genel anlamda, doğru bir düşünme olsa bile bir çabanın sarf edilmesini zorunlu kılmaktadır. Bu çabayı görmezden gelmek, sorunu hafife almaktır. Hedef, temelin ortadan kaldırılması ve çabanın mevcut kılınmasıdır.

Buna karşın çabanın ortaya çıkarılması, temel unsur (emperyalizm) ortadan kalksa bile zarurîdir. Üstelik temel faktörü ortadan kaldırdıktan sonra bıraktığı izleri silmek, ancak "çaba"yla mümkündür. O halde çaba, çözümün esasını teşkil etmektedir. Temel unsur, yani Batı emperyalizmi ortadan kalksın veya kalkmasın -ki emperyalizmin ortadan kalkmasıyla çaba daha da verimlilik sağlar- çözümün altında "çaba" yatmaktadır. Çözüme, "çaba" göstermekle başlamak gerekir. Temel unsurun izlerini silecek olan da yine çabadır. Öyleyse her şeyden önce, çaba göstermek gerekir.

Düşünmede yavaş olma veya hızlı düşünememe probleminin çözümü de "çaba"ya bağlıdır. Çaba, yavaş düşünme üzerinde yoğunlaşmalıdır. Nasıl yoğunlaşması gerektiğini ise şu şekilde ifade edebiliriz:

1- Her şeyden önce halka, toplumun bireylerine, düşünmelerini sağlayacak pek çok kavram veya konu sunmak gerekir. Üzerinde düşündükleri bu konular veya tanık oldukları olaylar, vakıalar aracılığıyla düşünmenin, ne derece yavaş olduğu gözlemlenebilir. Bu gözlem veya başka bir ifadeyle düşünmenin yavaş olduğunun hissedilmesi, çözümün ilk adımını teşkil eder. Söz konusu gözlemi veya algıyı ele alalım ve meselenin özünü kavramak için, kapsamlı bir şekilde irdeleyelim:

Ortaya herhangi bir mesele attığımızı varsayalım. Örneğin insanların gelecekleriyle, içinde bulundukları durumla veya tarihleriyle ilgili bir konu ele alınabilir. İnsanların kendi gelecekleriyle ilgili meseleleri, son derece yavaş analiz ettikleri görülür. Bu hususlardan her birinin, kendine özgü bir analiz metodu olmasına rağmen insanların, içerisinde bulundukları durumu veya tarihleriyle ilgili meseleleri de aynı üslûpla tahlil etmeye kalkıştıklarını gözlemlemek mümkündür.

Fakat yavaş düşünmeyi alışkanlık haline getirmeleri ve bu alışkanlığın onların kişiliğinde doğal bir biçim alması, söz konusu meselelerin analizini gereksiz yere uzatmalarına, mekanik kavramlar hakkında felsefi düşünceler yürütmelerine ve "gelecek", "gerçeklik", "tarih" gibi kavramların açıklık kazanacakları yerde, daha da bilinmezliğe sürüklenmesine neden olmaktadır. Düşünmedeki bu yavaşlık hepsinde, açıkça görülen bir özelliktir. Bu durumda, ortaya attığımız kavramları ele almayacağız.

Yapmamız gereken, insanları bu genel nitelikten yani yavaş düşünmeden kurtarma yolunda çaba harcamak, bu "genel niteliğin" yakasına yapışıp ona şiddetle karşı koymak ve insanlara, "bal, arının dışkısıdır" gerçeğini kavratana dek bu işlemi sürdürmektir. Eğer bu işlem sonunda insanlar, yavaş düşünmeden yani olguları, olayları yavaş bir biçimde analiz etmekten nefret eder hale gelmişlerse, sür'ate karşı eğilimleri var demektir.

Bu eğilim, iyileşmenin ilk belirtisidir. Şayet bu eğilim, açıkça ortaya çıkmıyorsa böyle bir eğilimi meydana getirmek için, elimizden geleni esirgemeyeceğiz. Herkeste olmasa da toplumun bazı bireylerinde, bu eğilimi ortaya çıkarmak için telkin ve hızlı tedavi yöntemlerinden yararlanacağız.

Demek ki; önce bir meseleyi ortaya atacağız. Sonra da toplumun en bâriz niteliği olan yavaş düşünmeye karşı mücadele edeceğiz. Böylece sürat eğilimini ortaya çıkaracağız. Bu da başarının ilk belirtisi olacaktır.

Düşünmede yavaşlık problemi, birtakım açıklamalarla, hutbelerle, kitaplarla aşılacak bir sorun değildir. Sorun, birtakım çalışmaları ihtiva eden kilit sözcüklerle veya bizzat bu çalışmalarla çözülebilir. İşte "çaba" dediğimiz kavram da bunu ifade etmektedir. Zira "çaba", belli sözcükler ve belli çalışmalardan ibârettir.

2- Birinci şıkta bahsedilen çalışmaları, pür dikkatle takip etmek ve bu takibin verdiği bıkkınlıkla insanlar, lisanı hal ile "yeter artık" diyene kadar peşini bırakmamak gerekir. Fakat tüm insanların "bu kadar takip yeter!" demelerini beklemeden algıyla bunu anlamak; ancak bu durumda takip işlemini durdurmak gerekir.

Algıyı kullanmadan, ne bütün insanların takip işleminden bıktıklarını ilan etmelerini beklemek ne de toplumun bir veya birkaç zeki ferdinin, bunu açıkça dile getirmesinden sonra takibi sona erdirmek doğru değildir. Takibin kişiye, artık yarar sağlamayacağını hissedene kadar, takip işlemini sürdürmek gerekir. Kişi, ancak katıksız algıyla böyle bir karara varabilir. Ne var ki söz konusu algılama, toplumun bir veya birkaç zeki ferdini değil, toplumun genelini kapsamalıdır.

3- Takip işleminin kategorilere ayrılması: İnsanlara gelecekleri, içerisinde bulundukları durum (realiteleri) veya tarihleriyle ilgili meseleler ortaya atılabileceği gibi; yaşamları, yaşam düzeyleri veya yaşamın keyfiyeti hakkında meseleler de gündeme getirilebilir. Ayrıca geçim biçimleri, bu uğurda yaptıkları mücadeleler ve rakiplerine bakış açıları da ortaya atılabilir.

Kısaca daha önce bahsedilen macera yada sandalye, tepsi gibi mekanik eşyalar dışında bünyesinde bir fikir, bir düşünce barındırması şartıyla farklı farklı meseleler de ortaya atılabilir. Düşünmeyi gerektiren unsurlar olmaları, yeterli koşuldur.

4- Meseleler ve düşünceler ortaya atıldığında bilincin, sürekli tetikte olması gerekir. Ancak bu durumda bilinç, doğru hüküm vermeyi ve doğru gözlemelerde bulunmayı sağlayan bir araç haline gelir. Hem dinleyici hem de konuşan açısından tonajın nerede, nasıl ayarlanacağı, saldırının nasıl gerçekleştirileceği konusu buna bağlıdır.

Kişi, bilincini yitirdiği zaman, her şeyi yitirmiş olur. Zira "bilinç" ve "tetikte olma" olmadan ne takibin ne tekrarın ne de kategorilere ayırmanın bir anlamı yoktur. Bilinçli ve tetikte olma durumu, sorunu çözmenin zorunlu koşullarından biridir.

Peki çözümü kim gerçekleştirecek? ilk anda toplumun önderleri, samimi insanlar veya insanların değer verdikleri kişiler akla gelebilir. Fakat şu bir gerçektir ki toplumun her ferdinin, yukarıdaki dört şartı kendisine veya başka insanlara uygulaması mümkündür. Bu nedenle çözüm, sadece belli bir kesimin tekelinde değildir.

Toplumun önderleri, samimi şahsiyetler, toplumun değer verdiği kişiler böyle bir çözümü uygulayabileceği gibi, aynı şekilde toplumun her ferdi de böyle bir misyonu üstlenebilir ve herkesten önce kendisinden başlayabilir. Bu bile yeterlidir. O halde çözümü her insana, her bireye mal etmek gerekir.

Herhangi bir birey, bu çözümü kendi üzerinde veya tek bir kişi üzerinde uygulasa dahi bu, böyle olmalıdır. Önemli olan; kimin çözüm getirdiği değil, çözümün ortaya konulmasıdır.
〰〰〰〰🐠