Haberler:


X adresimiz

Ana Menü

Dindarım, Lüks Yaşarım!

Başlatan Buka, 31 Ağustos 2008, 00:42:18

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Buka

Konda’nın Milliyet’te yayınlanan “dindarlık” araştırmasının sonuçları, pek çoğunuz gibi, bana da bir hayli ilginç geldi.

İlginç olan, bunca baskı ve şiddete rağmen başını örten kadınların oranında meydana gelen dört misli artış değil; -Milliyet’in tanımlamasıyla- kendini “sofu” (% 9.7), “dindar” (% 52.8) ve “inançlı” (% 34.3) görenlerin toplamının yüzde 96.8’e ulaşması.

Ben doğrusu bu kadar dindar bir toplum olduğumuzu bilmiyordum.

Yine de kafalar biraz karışık: Meselâ aynı araştırmaya göre, “Kendisini «inançlı» sayanların yüzde 54’ü, «dindar» sayanların yüzde 17.2’si, «sofu» sayanların ise yüzde 13.2’si örtünmüyor.”

Ayrıca, en düzenli yapılan ibadet oruç (nüfusumuzun % 75.2’si oruç tutuyor), düzenli duâ edenlerin oranı yüzde 75.2, düzenli olarak Cuma namazı kılanlar yüzde 56.1…

Güzel. Ama hepsi bu kadar değil. Araştırmanın altını çizdiği başka bir gerçek var: “Deneklerin eğitim düzeyi arttıkça «sofuluk» ve «dindarlık» tanımı, yerini «inançlı» tanımına bırakıyor.”

Bence enine-boyuna tartışmamız gereken en önemli tesbit, gelir düzeyi arttıkça dindarlığın azalması... Konda şöyle diyor: “Gelir düzeyi arttıkça «dindarlık yoğunluğu» azalıyor.”

Sanırım bu konuda bir hayli tecrübemiz ve gözlemimiz de var. Çünkü her şey, yıllardır gözlerimizin önünde cereyan ediyor.

Hayatım boyunca, yükselen mevkî, ya da artan servet sebebiyle nice sarıkların, şalvarların çıktığını, cübbelerin rafa kalktığını, nice sakalların, bıyıkların kesildiğini gördüm.

“Daha modern görünmek” uğruna nice çarşafların, pardösülerin çıktığını, giyim-kuşamın daha önce savunulan kriterlere değil de, eş durumu sebebiyle değişen şartlara göre ayarlandığına, hatta bazılarında “tesettür”ün lâftan ibaret kaldığına şahit oldum.

Bu değişimi sorgulamıyorum, yargılıyorum. Sadece öncesinden tanıdığımız, “takva” görüntüsünü takdir ettiğimiz insanların, gözlerimizin önünde alabora oluşlarını izlemekten yorulduğumu ise asla saklamıyorum.

Yüreğimdekini açıkça ifade etmem gerekirse, biz, “dindar kesim” fakirlik dönemimizde yadırgayıp yargıladığımız “dünyevîleşme” sürecine girdik. Çoğumuz “moda” tutkunu olduk. “Farklı” görünme hastalığı, bizim de ruhumuzu avuçladı. Cebimiz para gördükçe zarûrî olmayan ihtiyaçları “zarûrî ihtiyaç” saymaya başladık. “Gösteri” ve “gösteriş”e kapıldık…

Bu beni hem rahatsız ediyor, hem de korkutuyor.

Hocalarına ve devlet ileri gelenlerine bir iftar veren Fatih Sultan Mehmed’i, Bizans imparatorlarından kalan altın yemek takımlarını sofraya koyduğu için azarlayan hocası Molla Gürânî’yi şimdi daha iyi anlıyorum.

İftarı geciktiren hocasına, genç Padişah: “Buyurunuz iftar ediniz Hocam, merak etmeyiniz, soframızda haram lokma bulunmaz.” deyince, Gürânî Hoca, hışımla öğrencisine dönerek şöyle kükremişti: “Ümmete haram olan, Mehmed’e ne zaman helâl kılındı!.. Senin idârende yaşayan ahâli (halk) da böyle altın sofralarda, altın taslar içinde sunulan çorbalarla mı iftar açıyor. Nedir bu gösteri ve gösteriş merakı? Sen kime benzemeye çalışıyorsun? Bizans imparatorlarına benzemeye çalışıyorsan bil ki, onları bu gösteri ve gösteriş mahvetti.”

Bu îkaz üzerine altın siniler, taslar, tabaklar kaldırılmış, Molla Gürânî ve diğerleri, ancak ondan sonra iftar açmıştı.

Yani biz eskiden böyle değildik. Lüksümüz, tantanamız, gösteriş tutkumuz yoktu. İnançlarımızı servetimize-şöhretimize göre değil, indirildiği gibi yaşamaya çalışırdık. Yürek pusulamız kıbleden şaşmaz, kendimizi “moda” akımlara göre ayarlamazdık.

Çoktandır durumlar farklı! Dindarlığımızın sınırlarını servetimiz-şöhretimiz, mevkî ve makamımız belirliyor. Paramız nispetinde saçıp savurmayı “meşrû” sayıyoruz. Arada birkaç fakire, ya da öğrenciye yardım ederek vicdanımızı rahatlatıyoruz. “Ben yardımsever Müslümanım.” diyoruz kendimize ve çevremize.

Âh neler gördü bu gözler neler! Fakir bir âileyi bir yıl rahatça geçindirebilecek miktarda bir parayı, âilenin akşam yemeğine yemek parası ve bahşiş olarak ödeyen “dindar Müslümanlar” gördüm…

Paris’teki en lüks mağazadan aldığı bir takım elbiseye, beş öğrenciyi, bir yıl süreyle üniversitede rahatça okutabilecek bir meblâğı gözünü kırpmadan ödeyenler gördüm.

Hafta sonu Dubai’ye gidip yedi yıldızlı otelde keyfettikten sonra, “Zengin Müslümanlara buralar helâldir, fakir Müslümanlara haram.” diye fetva verenleri gördüm…

Oğlunun sünnet düğününü masallarda yaşayan peri padişahının oğlunun sünnet düğününe döndürenler gördüm.

Bu ne hâl! Müslümanlık gibi “Müslüman” olamayınca, galiba yaşantımıza uygun bir “İslâm” icat ettik!

İçinde lüks var, ihtişam var, gurur var, gösteriş var, israf var. Kırmızı pabuçlar dâhil, “Dünyevîleşme” adına her şey var da, yalnızca İslâm’ın özü eksik.

Yavuz Bahadıroğlu
Ey Beytullah'a sefer edenler, yol tutup gidenler,
Siz bedenlerinizle yürürken, biz yürürüz ruhlarımızla.
Kalmışsak; bizi bağlayan, özrümüz, kaderimizdir.
Özrün kalmaya zorladığı, bırakmadığı bir kimse, 
Bil ki, sefer etmiştir; o da yolcularla gitmiştir.

Aslıhal

Manidar bir yazı Paylaşım için elinize sağlık.
Bârını gerden-i ahbâba edenler tahmîl
Ne kadar olsa sebük-ruh olur elbette sakîl

Gül_Sultan

Dünya geçer, İnsan göçer ancak kurtuluş Müttakîlerindir.

TimSaL

#3
Hocalarına ve devlet ileri gelenlerine bir iftar veren Fatih Sultan Mehmed’i, Bizans imparatorlarından kalan altın yemek takımlarını sofraya koyduğu için azarlayan hocası Molla Gürânî’yi şimdi daha iyi anlıyorum.

İftarı geciktiren hocasına, genç Padişah: “Buyurunuz iftar ediniz Hocam, merak etmeyiniz, soframızda haram lokma bulunmaz.” deyince, Gürânî Hoca, hışımla öğrencisine dönerek şöyle kükremişti:

“Ümmete haram olan, Mehmed’e ne zaman helâl kılındı!.. Senin idârende yaşayan ahâli (halk) da böyle altın sofralarda, altın taslar içinde sunulan çorbalarla mı iftar açıyor. Nedir bu gösteri ve gösteriş merakı? Sen kime benzemeye çalışıyorsun? Bizans imparatorlarına benzemeye çalışıyorsan bil ki, onları bu gösteri ve gösteriş mahvetti.”


Bu îkaz üzerine altın siniler, taslar, tabaklar kaldırılmış, Molla Gürânî ve diğerleri, ancak ondan sonra iftar açmıştı.


"belkide yanlış yaptığımızda üzerimize böyle kükreyen bir hocamız olmadığı için eğrilerin üzerine basa basa uçuruma ilerliyoruz. "
Güneşi Bekleyen Islak çamaşırlar gibiyim...Ve Hayat parçalı bulutlu.

ihvan

bahadır oğlu elbette doğru yazmış içi boş müslümanlık bayağı var .bu her ülkede var.ihlas tan uzaklaştıkça  her şey oluyo malesef...aslına bakılırsa bence acizane kürsülerde artık molla güraniler kalmadı.

Devri Âlem

Dindar Müslümanlar (derken, dini hükümleri hayatının tümüne hâkim kılmaya çalışan Müslümanları kastediyorum, yoksa “Ben Müslümanım” diyen herkes Müslümandır) olarak biz, eskiye göre daha başarılı, daha varlıklıyız...
Çünkü daha muktedir (iktidar sahibi), daha politik, makam mevki ve güç-kuvvet sahibiyiz.
Bunlara paralel olarak, daha görkemli, daha gösterişli bir hayat yaşıyoruz...


Son yirmi-otuz sene içinde kavuştuğumuz bu imkânları, “Devr-i Saâdet ölçeği”nde kullanıp başkalarına da yansıtsak sorun yoktu. Ne var ki, bir sürü imkânla birlikte bize bir de “Rabbena hep bana” anlayışı musallat oldu: Bireyselleşip bencilleştik!
Sonuç olarak, eskiye nispetle daha kolaycı, daha rüşvetçi, daha vurguncu, daha soyguncu, daha vurdumduymaz, daha duyarsız, daha kaba-saba, daha kültürsüz, daha sevgisiz, daha saygısız, daha meraksız, daha ürkek, daha korkağız!..
“Para”nın getirdiği her kolaylığı ve her uygunsuzluğu, tıpkı “ötekiler=dünyacılar” gibi, biz de doludizgin yaşıyoruz!
Uzun zamandır, tıpkı “ehl-i dünya” dediğimiz tek dünyalılar gibi, alabildiğine para endeksli, köşe dönücü, iş bitirici bir yaşam felsefemiz var...
Yürek pusulamız eskiden sadece “kıble”yi gösterirken, çoktan beri “para”yı ve “gücü” gösteriyor!
Biz de yüreklere basa basa yürüyüp hedefe (paraya-başarıya-güce-iktidara) ulaşmayı sevmeye başladık!
Komşumuzun yokluktan ve yoksulluktan dolayı aç uyuması, çoktan beri bizi ilgilendirmiyor, bundan rahatsız olmuyoruz!
“Dost” saydıklarımızın bile dertlerini kendimize dert edinmiyoruz...
Zaten topu topu birkaç dostumuz var: Bize “dostluk maskesi” geçirilmiş menfaat ortaklığı yetiyor...
Bu yüzden ayağımız sürçtüğü an, etrafımız boşalıveriyor.
Menfaat ortaklığının özelliği budur: Sadece ortada paylaşılacak menfaat olduğu ve paylaşma sürdüğü müddetçe yaşar.
Taraflardan biri tökezler tökezlemez, “dost” zannedilen kişiler bu tökezlemeden nasıl faydalanacaklarını hesaplayıp gerekirse bir tekme daha yapıştırırlar...
Bu epey zamandan beri böyleydi; 1983 yılından bu yana ise yoğun biçimde böyle...
Rahmetli Özal pek çok güzelliğin yanı sıra, maalesef, kapitalizmin en acımasız boyutlarını da içimize yerleştirdi.
Çok kazanıp çok harcamanın, marka giyip fark edilmenin fani lezzeti ile birlikte, “Altta kalanın canı çıksın” felsefesi, maalesef, dindarlara da bulaştı...
Sanki boynumuza “Versace” kravat, bileğimize “Rolex” saat, gözümüze milyarlık “Rayban” gözlük takmasak, kabir meleklerinin suallerini cevaplandıramayacağız.
Ahirette kravatımızın, saatimizin, gözlüğümüzün, gömleğimizin markasını sorarlar mı acaba? Sorarlarsa, bir ihtimal, kabir azabından yırtıp cennetin yolunu tuttuk demektir! (“Yürek Seferi” isimli kitabım böylesi çelişkilerimizden oluşmuştur).
Özellikli ve pahalı markalar öteki dünyada da geçiyor olmalı! Yoksa fani dünyayı baki dünyanın “bekleme salonu” sayan dindar Müslümanlar, ne diye geçici heveslerin peşine düşelim?
Çok kazanmak, çok zengin olmak, çok iyi giyinmek, kocaman lüks otomobillere binmek, yalılarda oturmak; kısacası “bir eli yağda, bir eli balda” yaşamak Müslümanlığımıza bir şey katmıyor.
Sürekli olarak başkalarını sorgulamak da bize bir şey kazandırmıyor.
Başkalarını sorgulamak yerine artık biraz da kendi iç âlemimizi, değişen, değiştikçe sünnetten uzaklaşan hayat felsefemizi sorgulamaya başlamamız lâzım.
Ucundan başladık gibi de gözüküyor aslında. Çünkü “dünyacı yaşam biçimi” beklentilerimizi karşılayamıyor. İnançlarımızın hâlâ diri olması dolayısıyla, “fani dünya” ile yetinemiyoruz.
İkisini birden istiyoruz.
İnsan olduğumuza göre ihtiraslarımızın sonsuz olması doğal. İnsan olarak hem dünyayı tüm güzellikleriyle yaşamak, hem de ahrette safa sürmek emelindeyiz...
Olabilir elbette, neden olmasın?
Peki ama “tercih” yapmak zorunda kalırsak ne olacak?
Dünyayı mı tercih edeceğiz, ahreti mi?..
Ahlâkı mı, parayı mı?..
Yüreği mi, kavgayı mı?..
Sevgiyi mi, nefreti mi?
Bu duygular hepimizin içinde mevcut; hangisini öne çıkarıp hayatımıza egemen kılacağımıza biz karar veriyoruz.

Tesettürlü kadınlarımızın fazla süslendiği yolunda eleştiriler sıralarken, dindar erkekleri teğet geçmemiz ne kadar garip...
Kendi kendimize sanırım iltimas geçiyoruz.
Oysa dindar erkeklerimize de bir şeyler oldu: Eski duyarlılığımızdan eser kalmadı. Biz de artık tek dünyalılar gibi saçıp savuruyor, kendimiz için yaşıyor, bencilce davranıyoruz.
Bizim de artık görkemli evlerimiz, teknoloji harikası otomobillerimiz var.
Düne kadar takke-cübbe giyenler, boyunlarından kravatı çıkarmıyor. (Bendeniz oldum olası kravatlıyım zaten, kıyafeti hiç sorun yapmadım).
Sakallar önce kısaldı, sonra da “kirli sakal”a dönüştürüldü.
Böylece “sünnet”i “moda” ile buluşturduğumuzu zannederken, yüreklerimizin uzağına savrulduğumuzu fark edemedik.
Bir adım, bir adım daha derken, öyle bir “sath-ı mail”e girdik ki, kaymakla bitmiyor.
İnşAllah bu hızlı kaymanın son durağı Cehennem olmaz!

Yavuz Bahadıroğlu
vakit
اَلْعِلْمُ يَرْفَع بُيوتًا لاَعِمَادًا لَهَا وَالْجِهلُ يَهْدِم بِيُوتَ اْلعِزَّ وَلْكَرَمِ