Haberler:


X adresimiz

Ana Menü

Edeb ya huu!..

Başlatan Lika, 01 Nisan 2009, 03:11:15

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Lika

Edebiyat kelimesinin kökü "halkı ziyafete davet" anlamı taşıyan Arapça "edb" mastarıdır.

Sufilerin "edeb" kelimesini sık tekrarlamaları veya bazı ariflerin "Edeb ya hu!" şeklinde levhalar yazdırtıp duvarlarına asmaları belki de kelimenin bu mastar anlamına bir göndermede bulunmaktaydı. Çünkü "E-De-B" kelimesi "Eline, Diline, Beline (sahip olmak)" gibi bir hayat prensibini hatırlatıyordu. Nitekim edepli (terbiye ve haya sahibi, ölçülü, zarif) veya edepsiz (utanması olmayan, terbiyeden yoksun) kelimesinin açılımı da aslında "edb" kökünün bizzat insan için mutlak lüzumlu görülen bir anlamını bize sunar. İnsan ki yaptığı iş veya gösterdiği başarı ile halkı ziyafete davet etmeli, gelecek kuşaklar için bir şeyler üretip eğer mümkünse onlara bir ziyafet çekebilmelidir. Dünyaya gelişten maksat da zaten insanlık adına bir sofra donatmak, dünyaya yeni bir şeyler katıp öyle gitmek değil midir?.

Sufilere göre edeb, "hep güzel şeylerle birlikte olma" demektir. Zünnun-ı Mısrî, edeb gözetmeyen bir müridin sufilik yolunda mesafe alsa da bir gün başlangıç noktasına döneceğini söyler. Sufiler edebi genelde ikiye ayırır: Zahirî edeb (beden ve şeriatla ilgilidir) ve batınî edeb (kalb ve Hak ile ilgilidir). Burada önemli olan batınî edebdir. Çünkü işin güzel oluşu dışı da güzel gösterir, ama dışın güzel oluşu içe tesir etmez, bilakis riyaya kapı aralar.

Anlatırlar ki ünlü sufilerden Ebu Hafs müritleriyle birlikte hacca giderken Bağdat'ta Cüneyd'i ziyaret etmişler. Cüneyd misafirlerinin çok terbiyeli ve nazik tavırlarını görünce Ebu Hafs'a, "MaşAllah!.. Müritlerini saray mensupları gibi edeplendirmişsin!" buyurmuş. Bunun üzerine Ebu Hafs, müritlerinin yapmacıklı birer gösteriş meraklısı olmadıklarını açıklamak üzere "Hayır, onların batınlarındaki edeb, zâhirlerine yansımıştır!" cevabını vermiş.

Edebin dünya ehli için ayrı, dindarlar için ayrı, ârifler için ayrı kıstas ve görüntüleri olduğu, her mesleğe veya toplum kademesine göre başka edeblerden söz edilebileceği, "Güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderilen" Efendiler Efendisi'nin Muhammedî edeb ile ümmetine örnek olduğu, velhasıl "insan" olmak için edebin ilk şart sayıldığı açıktır. Başka bir ifadeyle, edeb, insanın gündelik yaşamını baştan sona kuşatmadığı sürece huzurlu bir hayattan söz edilemez. Her halin ve her tavrın bir adâbı (edebler silsilesi) vardır. Söz söyleme âdâbı, dinleme âdâbı, sofra âdâbı, sokak âdâbı, ev âdâbı, ziyaret âdâbı, ibadet âdâbı, oyun âdâbı, hatta tuvalet âdâbı...

***

"Edb" mastarının isim hali olan "edeb" kelimesi, "yerinde ve ölçülü davranma melekesi, herkese karşı iyi davranma, her hususta haddini bilip sınırı aşmama, terbiye, nezaket, usluluk, zarafet, incelik, kibarlık, beğenme, alışkanlık, gelenek" gibi anlamlar taşır. "Nefsi hatadan koruyacak şeyleri bilmek" veya "sahibini kınanıp utandıracak hallerden koruyan yetenek" anlamı da yine edeb kelimesi hakkında sözlüklerde kayıtlıdır. Eskilere göre edeb genel bir kavramdır ve "güzel ahlakın tamamı"nı ihtiva eder. Bu durumda edeb için, "güzellikler ve iyiliklerin toplu adı" da diyebiliriz. İnsanı hayra ve doğruluğa davet eden her şey, yani insaniyet kavramının içini dolduran bütün erdemler (iyilik, dürüstlük, çalışkanlık, yardımseverlik, güzel ahlak, gülümseme vs.) edeb kelimesinde bir karşılık bulur. O halde âdem olmanın, yani adam olmanın özü ve özeti edepli olmaktır. Bu yüzdendir ki daha VII. yüzyıldan itibaren İslam medeniyeti çerçevesinde yazılan ahlak kitaplarının çoğunun isminde edeb kelimesini görürüz. İbn Mukaffa'nın Edebü'l-Kebîr veya Edebü'-Sağîr adlı risaleleri insanın başarılı olabilmesi ve sağlıklı iletişimin yollarını gösterip iyi ahlakı öğütler. İbn Kuteybe'nin, Ebu Bekir Hassâf'ın ve Buharî'nin bu konudaki kitapları neredeyse günümüzün başarılı olmanın yollarını anlatan moda kitaplarına benzer. Yani insanlar her devirde güzele ve mükemmele ulaşmayı öğütleyen kitaplar yazmışlardır. Daha sonraki çağlarda yazılan edeb kitapları ise birdenbire didaktik ahlak ve edebiyat konularıyla dolmaya başlamıştır. Artık gelişip olgunlaşan ahlakî-edebî hikmetler, seçkin ve münevver zümrenin örmek alınabilecek duygu, düşünce ve hayat tarzları, insanı merkeze alan hikmet ve bilgi vs. konular herkesin merak ettiği şeyler arasına girmiştir.

Atalarımızın insanı edepli kılan, iyi ve güzel ahlaka ulaştıran bilgi için genel mânâda "edebiyat" kelimesini kullanmaları XIX. yüzyıla rastlar. Daha önce "ahlak, töre, muaşeret, karşılıklı güzel ilişkiler vs." demek olan edeb kelimesi Tanzimat yıllarından sonra literatür anlamında edebiyatı da karşılamaya başladı. Yani insanın ebed içinde sürmesi istenen mükemmel hayat, birdenbire edebiyatın omuzlarına yüklendi. O güne kadar süre gelen lugat (sözlük bilgisi), sarf ve nahiv (dilbilgisi), iştikak (kelime türeme bilgisi, etimoloji), meanî (anlam bilim), beyan (açık ve anlaşılır söz söyleme bilgisi ve edebi sanatlar), bedi (güzel ve doğru söz söyleme bilgisi), karz-ı şiir (şiir sanatı, poetika), aruz, kafiye (uyak), inşa (süslü nesir bilgisi), hat (güzel yazı, kaligrafi) gibi edebî bilimler de edebiyatın hizmetine verildi. Sonunda edebiyat sayesinde daha zarif, daha bedii, daha bahtiyar bir ömür tasavvuru geliştirildi.

Şimdi soru şu: Bu tasavvur yalnızca bir hayal olarak mı kaldı; yoksa gerçekten edebiyat ile dostluğumuzdan hayatımıza yeterince güzellik yansıyor mu?!.. Cevabı her kişi kendi edebiyat serüvenini yeniden değerlendirerek versin lütfen. Sonra da isteyenler edebiyat vasıtasıyla "edb"e ulaşsın, isteyenler derinlikli ve mutlu bir "edeb" ülkesinde yaşasın.

BERCESTE


Ehl-i irfân arasında aradım kıldım talep

Her hüner makbûl imiş, illâ edep, illâ edep


Laedrîa

Bilgeler arasında en makbul hünerin hangisi olduğunu çok arayıp sordum. Sonunda öğrendim ki her hüner makbul imiş, amma edeb hepsinden de üstünmüş (veya; edeb dairesinde yapılınca her hüner makbul imiş)!..

İskender Pala
Zaman
Ne içindeyim zamanın,Ne de büsbütün dışında;Yekpare geniş bir anın Parçalanmış akışında,
Rüzgarda uçan tüy bile Benim kadar hafif değil.Başım sukutu öğüten Uçsuz, bucaksız değirmen;İçim muradıma ermiş Abasız, postsuz bir derviş;
Kökü bende bir sarmaşık Olmuş dünya sezmekteyim,Mavi, masmavi bir ışık Ortasında yüzmekteyim

*medrese*

Bende yeri gelmişken hikayesini aktarayım inşaAllah.

Osmanlı devrinde yaşamış arif ve meşhur şâir Yusuf Nâbî (rah.), 1678 yılında bir kafile ile hacc yolculuğuna çıkmıştı. Kafilede devletin ileri gelen paşaları da bulunuyordu. Kafile hicaz bölgesine girince Hz. Peygamber’i ziyaret aşkı Nâbî’yi iyice sardı. Öyle ki, vücudu bir hoş oldu, uykusu kaçtı, hiç uyumadı. Bir gece yarısı kafile Peygamber şehri Medine-i Münevvere’ye yaklaştı. Kafilede bulunan Eyüplu Râmi Mehmed Paşa o esnada kıble tarafına doğru ayaklarını uzatmış uyuyordu. Rasul-i Kibriya’nın beldesine girerken arkadaşlarında gördüğü bu manzara Nâbî’ye hiç de hoş gelmedi. Paşayı uyandıracak bir şekilde şu meşhur beyitleri söylemeye başladı:



Sakın terk-i edepten, kûy-i mahbûb-ı Hüdâdır bu!

Nazargah-i ilahîdir, Makam-ı Mustafadır bu.

Mürâât-ı edep şartıyla gir Nabî bu dergaha,

Metâf-ı kudsiyadır, bûsegâh-ı enbiyadır bu.


Açıklaması şöyledir: Edebi terketmekten sakın! Zira burası Allahu Teala’nın Habibinin beldesidir. Burası, Hak Teala’nın devamlı nazar kıldığı bir yerdir; Muhammed Mustafa’nın makamıdır. Ey Nâbî, bu dergaha edebin şartlarına dikkat ederek gir. Sakın edebi basite alma. Burası, büyük meleklerin etrafında pervane gibi döndüğü, peygamberlerin eğilip eşiğini öptüğü bir yerdir.



Bu beyitleri işiten paşa, gözünü açtı, hemen kendine geldi, ikazın sebebini anladı, ayaklarını topladı, doğruldu. Nâbî’ye dönerek:

-Ne zaman yazdın bunları? Senden başka duyan oldu mu onları? diye sordu. Yusuf Nâbî:

-Bunları daha önce herhangi bir yerde söylemiş değilim. Şimdi, sizi bu halde görünce elimde olmadan yüksek sese söylemeye başladım. İkimizden başka bilen yok! dedi. Paşa:

-Öyleyse bu aramızda kalsın, diye ikaz etti. Nâbî sustu, yola devam ettiler. Kafile, sabah ezanına yakın Hz. Rasulullah’ın mescidine yaklaştı. Bir de baktılar ki, mescidin minârelerinden müezzinler, ezandan önce, Nâbî’nin: “Sakın terk-i edepden...” beytiyle başlayan nâtını okuyorlar. Nâbî ve paşa hayret ettiler. Mescide girdiler, namazı kıldıktan sonra, hemen müezzinin yanına koştular. Nâbî, heyacanla:

-Allah adına, peygamber aşkına söyle, sen ezandan önce okuduğun o beyitleri kimden, nereden ve nasıl öğrendin? diye sordu. Müezzin önce cevap vermek istemedi, Nâbî ısrar ve rica etti. Bunun üzerine müezzin:

-Resûl-i Kibriya (s.a.v) Efendimiz, bu gece bütün müezzinlerin rüyasını şereflendirerek: “Ümmetimden Nâbî isimli birisi beni ziyarete geliyor. Bana olan aşkı her şeyin üzerindedir. Kalkın, ezandan önce, onun benim için yazdığı beyitleri okuyarak kendisini karşılayın, mescidime girişini kutlayın!” buyurdu. Biz de Efendimizin emirlerini yerine getirdik, dedi. Nâbî, hepten şaşırdı ve heyecanlandı, dayanamayıp ağladı. Göz yaşları içinde müezzine tekrar:

-O iki cihanın Efendisi, gerçekten Nâbî mi dedi, o benim ümmetimdendir mi buyurdu? diye sordu. Müezzin :

-Evet, Nâbî dedi, o benim ümmetimdendir buyurdu, deyince, Nâbî bu iltifata daha fazla dayanamadı, sevincinden düşüp bayıldı. Bir zaman sonra ayıldığında paşayı ve müezzini yanında ağlarken buldu.
Yüzü dost,özü düşmandan usandım,dili mü'min,kalbi şeytandan usandım.
Dostum herkesin kahrı çekilir amma,ben davasız müslümandan usandım.

ihvan

teşekkür ederiz kardeşlerim.

mardin

Su, ates ve ahlak
dostluk kurmuslar; ...
dolarken birbirlerini merak etmeye baslamislar.
     
Suya sormuslar, "Kaybolursan seni nasil bulacagiz?"

Yanit, "Nerede bir sirilti duyarsaniz ben oradayim."

Atese, "Seni yitirirsek ne yapalim?"
Ates, "Bir duman gordugunuz yerde ben varim."

Sıra ahlaka gelince,
yanıtı şu olmuş:
"Beni kaybederseniz,
bir daha asla bulamazsınız!
ibadetin eftali devamlı olanıdır.

Lika

Teşekkür ederiz medrese ve mardin kardeşlerim.
Ne içindeyim zamanın,Ne de büsbütün dışında;Yekpare geniş bir anın Parçalanmış akışında,
Rüzgarda uçan tüy bile Benim kadar hafif değil.Başım sukutu öğüten Uçsuz, bucaksız değirmen;İçim muradıma ermiş Abasız, postsuz bir derviş;
Kökü bende bir sarmaşık Olmuş dünya sezmekteyim,Mavi, masmavi bir ışık Ortasında yüzmekteyim

arada bir

HİÇ Bİİ EDEB VASILI HÜDA OLAMAZ!!!!
ölümün bizi nerede beklediği belli değil,iyisi mi biz onu her yerde bekleyelim