Haberler:


X adresimiz

Ana Menü

İmanı koruyan kaleler!..

Başlatan İsra, 09 Ocak 2010, 10:21:53

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

İsra

İmam-ı Gazali hazretleri buyurdu ki: Açlık, uykusuzluk, halvet ve sükût etmek kişinin dinini, imanını koruyan kaledir.

Açlık, kalbin kanını azaltır; kalbi nûrlandırır. Açlık, kalbin yağlarını da eritir, yağlar eriyince de kalp incelir. Kalbin incelmesi ise, manevi ilminin anahtarıdır. Kalbin katılığı da kalbin perdelenmesine sebep olur. Açlıkla, düşmanın yolu daralır. Çünkü düşmanın mecraları, şehvetlerle dolu bulunan damarlardır. Bu bakımdan aç kalmanın, kalbin aydınlanmasındaki faydası apaçık bir şeydir.

Uykusuzluğa, az uyumaya gelince; bu kalbi cilalar, tasfiye eder, nûrlandırır. Bu nûr, açlıktan ötürü kalbde oluşan berraklığa eklenir. Böylece kalp, pırıl pırıl parlayan bir yıldız ve berrak bir ayna gibi olur. Bu takdirde Hakkın cemâli kalbde görünür. Âhiret derecelerinin yüksekliği kalbde müşahede edilir. Dünyanın hakirliği ve âfetleri belirir. Böylece kişinin dünyadan el çekmesi ve âhirete yönelmesi tamamlanır.

Uykusuzluk da açlığın neticesidir. Çünkü toklukla beraber uykusuzluk mümkün değildir. Uyku kalbi katılaştırır ve öldürür, ancak zaruret miktarında sakınca yoktur. Bu takdirde gayb esrârının keşfine sebep olur. “Evliyanın yemesi keyif için değil, mecburidir, uykuları galebedir, konuşmaları zarurîdir” denilmiştir.

İbrahim Havvas şöyle buyurmuştur: “Yetmiş sıddîkîn görüşü, uykunun çokluğunun; çok yemekten ve çok su içmekten ileri geldiği hususunda birleşmiştir.”

İbni Abbas hazretleri, Hazreti Peygamberin şöyle buyurduğunu nakleder: “Karnını tıkabasa dolduran kimse gökler âlemine giremez!”

Susmaya gelince, bunu uzlete çekilmek kolaylaştırır. Fakat uzlete çekilen kişinin hiç olmazsa kendisine yemeğini, suyunu veren ve işlerini idare eden bir yakını vardır. Bu bakımdan zaruret miktarından fazla konuşmaması gerekir. Çünkü konuşmak kalbi meşgul eder. Kalplerin konuşmaya karşı oburluğu pek büyüktür. Zira kalp konuşmaya dalar. Zikir ve fikir için yalnız kalmak ona ağır gelir, konuşarak rahatlamak ister. Susmak ise aklı aşılar, verâ ile takvâyı öğretir...

Mehmet Oruç

İsra


Çok yemenin mahzurlarından biri de bedene zararlı olmasıdır. Çok yemek iç organları ve bedeni yorar. Çeşitli hastalıklara sebep olur. Hadis-i şerifte,

“İnsan kalbi, tarladaki ekin gibidir. Yemek, yağmur gibidir. Fazla su, ekini kuruttuğu gibi, fazla gıdâ kalbi öldürür” buyuruldu. Çok yemek, hastalıkların başı, az yemek yâni perhîz etmek ilâçların başıdır. Hadis-i şerifte, “Hastalıkların başı, çok yemektir. İlaçların başı, perhîzdir” buyuruldu.
Midenin üçte biri yemeklere, üçte biri içeceklere ayrılmalıdır. Üçte biri hava payı, yâni boş olmak en aşağı derecedir. En iyi derece, az yemek ve az uyumaktır.

Yemek vakitleri olarak en faydalısı, iki gün ve iki gecede üç kere yemektir. Yâni, her gün üç kere değil, iki günde üç kere yemelidir. Bir hadis-i şerifte, “Çok yiyeni, çok içeni Allahü teâlâ sevmez” buyurdu.

Az yemek, çok faydalıdır. Meselâ, suyu az içirir, uykuyu az uyutur. Çok yemek ise, insanı tembelleştirir, vücûdu yorar, fazla su içirir ve mâlâyâniye sebep olur. Mâlâyâni lüzûmsuz, faydasız iş ve söz demektir.

Az yemek ve az uyumak tasavvuf yolunda ilerlemek için faydalıdır. Fakat, bedene ve akla zarar verecek kadar aşırı olmamak lâzımdır. Çok yememeli, çok az da yememeli. Yemek, itidal, orta miktârda olmalıdır. Çok yemek, gevşeklik, tembellik yapar. Çok az yemek, işe ve ibâdete mani olur. Mühim olan şey, ibâdetleri iyi, rahat yapmaktır. Buna yardımcı olan her şey mübârektir. Bunu bozan şeyler yasaktır.

Çok yemek ayrıca israfa sebep olur. Resûlullah, “Her istediğini yemek isrâftandır” buyurdu. Her istediğini yemek isrâftır çünkü doyduktan sonra veya hazım olmadan, acıkmadan tekrar yemek demektir.

Hasta olmamak için ve hastalıktan kurtulmak için, dört şey yapmak lâzım olduğu bildirilmiştir:

1- Fazla yememelidir.
2- Alkollü içkileri hiç içmemelidir.
3- Üzülmemeli, asabîleşmemelidir.
4- Vücûdu, eşyası, yiyecekleri temiz olmalıdır.

Zararı olmayan ilaç!


Vücudumuz bize emanettir. Onu, hastalıklardan, hastalığa sebep olan şeylerden korumak zorundayız. Hastalıkların sebebi, çok yemekten dolayı mide ve iç organların vazifelerini yapamaz hale gelmeleridir. Hastalıklar, insanı ibâdetlerden, zikir ve fikirden alıkoyar, kalbi bozar ve hayatı zehir eder. İnsanı kan aldırmak, ilâç kullanmak ve doktora gitmek mecburiyetinde bırakır. Bütün bunlarsa birtakım malî külfetlere yol açar. Az yemekte ise bütün bunları önleyici bir özellik vardır.

Halife Hârun Reşid bir gün biri Hindli, biri Romalı, biri Iraklı ve biri de Irak’ın köylerinden olan dört doktoru bir araya getirerek bunlara “Her biriniz bana, içerisinde hastalık bulunmayan bir deva (ilaç) söyleyecek!” diye emretti.

Bunun üzerine Hindli, Iraklı, Romalı birer ilaç söylediler. En mâhirleri olan köylü doktorsa bunların sözlerini çürüttü. Onların “O halde sence içerisinde hastalık bulunmayan ilaç nedir?” diye sormaları üzerine de şöyle cevap verdi: “Bence içerisinde hastalık bulunmayan ilâç, yemeğe acıkmadan oturulmaması ve sofradan da yeme isteği olduğu halde kalkılmasıdır.” Onun bu cevabı karşısında diğerleri “Doğru söyledin!” dediler.

Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: “Karnı tıka basa doldurmak, hastalığın; bundan korunmak ise ilâcın esasını teşkil etmektedir. Vücutlarınızı, mümkün olduğunca perhize ve kanaatle yaşamaya alıştırınız.”

İbni Sâlim hazretleri bir keresinde şöyle demiştir: “Âdâbına riâyet ederek yavan buğday ekmeğiyle yetinen kimse, ölüm hariç hiçbir illete müptelâ olmaz.” “Peki bunun âdâbı nedir?” diye sorulduğunda da şöyle cevap vermiştir: “Sofraya ancak acıktıktan sonra oturmak ve doymadan kalkmaktır.”

Tabiblerin büyüklerinden biri, çok yeme hakkında şöyle buyurmuştur: “Kişinin midesine giren en faydalı şey nar, en zararlı şey ise tuzlu yiyeceklerdir. Bununla birlikte tuzlu şeylerin azaltılması, çok nar yenilmesinden daha faydalıdır.”

mehmet oruç

İsra

#2
Şam’da yetişen büyük velîlerden Ebû Süleymân Dârânî hazretleri az yemek husûsunda meşhur oldu.

Bu sebeple “Bün-dârü’l-Câiîn” (Açlık çekenlerin reisi) adıyla anıldı. Az yemenin fazîletiyle ilgili olarak sohbetleri sırasında şöyle buyurdu:

“Dünyâ ve âhirete âit bir iş dilemeden önce bir müddet aç kal. Dileğini sonra Allahü teâlâya arz et. Zîrâ tokluk, aklı ve kalbi bozar. Karnı aç olanın kalbi saf ve ince olur. Tok olanın kalbi ise kör ve azgın olur.”

“Açlık Allahü teâlânın hazînelerinden bir hazînedir. Onu sevdiklerine ihsân eder. İnsanın karnı doyunca, bütün âzâlarını ‘şehvet açlığı’ kaplar. Karnı aç olanın ise âzâları şehvetlere karşı bir arzu duymaz.”

“Karın tokluğu, Allahü teâlâya karşı yapılacak ibâdetlerin tam yapılmasına mânidir.”

“Her şeyin bir helak sebebi vardır. Kalpteki nûrun helâkinin sebebi ise tokluktur. Her şeyin pası vardır. Kalp nûrunun pası tokluktur.”

“Karnını tıka basa doyuran kimse altı şeye mübtelâ olur. Birincisi; ibâdetlerinden haz duymaz, ikincisi; hâfızası zayıflamaya başlar. Üçüncüsü; ibâdetler ona ağır gelmeye başlar. Dördüncüsü; başkalarına karşı şefkati azalır. Beşincisi; arzu ve istekleri çoğalır. Altıncısı; aç olan müminler câmiye giderken, çok yiyen kimse helâya koşar.”

“Açlıktan karnım arkama yapıştığı zaman yaptığım ibâdetlerin tadını daha çok duyuyorum. Zîrâ hikmet, gelin gibidir. Rahat içinde uyuyacağı ve güveyi ile baş başa kalacağı boş bir ev ister!”

Misafirlikte ev sahibine verilen ruhsatlı yemeye bile şöyle bir sınır getirdi: “Bir kimse kardeşinin yemeğinden onu memnun etmek için yerse yediğinin kendisine zararı olmaz. Fakat nefsânî bir hırs ve şehvetle yiyecek olursa o zaman zarar görür.”

Sırrî-yi Sekatî hazretleri şöyle buyurmuştur: “Otuz seneden beri nefsim benden pekmeze batırılmış havuç istemektedir. Hâlâ da onun bu isteğini yerine getirmiş


Başkalarını kendilerine tercih ederlerdi

İslam büyükleri yemeği lezzet için, zevk için değil, ayakta kalmak, ibadet etmek niyeti ile yerlerdi. Gayeleri bu idi. Böyle yapılmadığı takdirde, nefsini nimetle besleyerek dünyaya ve lezzetlere alıştırmış olacağını söylerlerdi. İlk zaman Müslümanları yemeklerin lezzetini tatmaktan ve nefsi bunlara alıştırmaktan sakınma hususunda çok titiz davranırlardı. Başkalarını kendilerine tercih ederlerdi.

Nâfî hazretleri şöyle anlatır: İbni Ömer hazretleri hastalanmıştı. Canı taze balık yemek istedi. Bunun üzerine çıkıp Medine-i Münevvere’nin çarşılarında balık aradım; ama bulamadım. Aradan bir müddet geçtikten sonra bir yerde balığa rastladım ve bir buçuk dirhemlik balık aldım. Balığı ateşte kızartıp bir ekmekle birlikte İbni Ömer’e götürdüm. O esnada kapıya bir dilenci geldi. Bunun üzerine İbni Ömer, hizmetçisine “Balığı ekmeğe sar ve şu dilenciye ver!” dedi. Hizmetçi “Allah senden razı olsun! Bunca günden beri canın balık istiyor. Onu zor bulduk. Bulduğumuz zaman da bir buçuk dirheme satın aldık. Dilenciye balığı değil de parasını verelim” karşılığını verdi. İbni Ömer ise “Onu ekmeğe sar ve dilenciye ver!” diye emretti.

İbni Ömer’in bu emrinden sonra hizmetçi, dilenciye dönerek “Sana bir dirhem vereyim de bunu götürme, razı mısın?” dedi. Dilenci de razı oldu. Bunun üzerine hizmetçi, dilenciye bir dirhem verdi. Kızartılmış balığı alarak geri getirdi ve İbni Ömer’in önüne bırakarak “Dilenciye bir dirhem vererek bunları kendisinden geri aldım!” dedi.

Bu söz üzerine İbni Ömer hizmetçiye şunları söyledi: “Balığı ekmeğe sar ve yine o dilenciye ver! Vermiş olduğun dirhemi de alma; çünkü ben Hazreti Peygamberin şöyle buyurduğunu işittim: (Canının çektiği herhangi bir şey hususunda başkasını nefsine tercih eden kimseyi Allahü teâlâ affeyler.) ve (Açlık arzusunu bir ekmek ve bir testi berrak su ile yola getirdiğin zaman, dünya içindekilerle birlikte helâk olsa dahi sen korkusuz olursun!)”

Mehmet Oruç