İsm-i Vedud: “Kâinat kalbindeki ciddi aşk, bir Maşuk-u Lâyezalî’yi gösterir”

Başlatan turab, 23 Nisan 2008, 10:54:05

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

turab

"Kâinat kalbindeki ciddi aşk, bir Maşuk-u Lâyezalî'yi gösterir"



Arapça'da sevgi, meveddet ve muhabbet yâda vüdd ve hubb kelimeleriyle ifade edilir. Vedûd, "sevgi" anlamına gelen "mevedde" ve "vüdd" mastarından gelir. Fa'ûl kalıbı, hem ism-i fail hem de ism-i mef'ul manasına geldiği için, bu kalıpta gelen Vedûd da hem çok sevilen hem de çok seven diye manalandırılmıştır. [1] İbn Kayyim'e göre "vüdd", yine sevgi anlamına gelen "hubb"dan daha üstün ve daha derin anlam taşımaktadır. [2] Allah peygamberlerini, meleklerini ve mü'min kullarını sever, onlar tarafından da sevilir. Onlara Allah'tan daha sevgili hiçbir şey yoktur. Allah dostlarındaki Allah sevgisi, ne aslında, ne keyfiyetinde ve ne de taalluk ettiği şeylerde başka hiçbir sevgiye denk olamaz. Kulun kalbindeki Allah sevgisinin bütün sevgileri geçmesi, bütün sevgilere galip gelmesi ve diğer sevgilerin hepsinin de O'nun sevgisine bağlı olması gerekir.

Kur'an-ı Kerim'de Allah'ın "Vedûd" ismi iki yerde geçmektedir.Hud Suresi'nde Hz. Şuayp'in (a.s.) kavmine "istiğfar" ve "tevbe" etmeyi tavsiye etmesinden sonra "şüphesiz benim Rabbim Rahim ve Vedûd'dur" demesinden bahsedilmiştir. Bürûc Suresinde ise Cenab-ı Hak kendisini "Gafur ve Vedûd" olarak isimlendirmiştir. Vedûd isminin, bir surede Rahim ismiyle, diğer bir surede ise Gafur ismiyle beraber zikredilmesinin önemli bir manası ve hikmeti olduğu düşünülebilir. Vedûd isminin, her ne kadar Rahim ve Gafur isimlerine yakın bir mana ifade ettiği kabul görse de bu iki isimle arasında fark vardır. Mesela, kişi kendisine kötülük eden kimseyi bağışlayabilir, fakat onu sevmeyebilir. Yine sevmediği kimseye de merhamet etmeyebilir. Allah ise, kendisine tevbe eden kulunu bağışlar, ona merhamet eder ve her şeye rağmen onu sever. Çünkü O, tevbe eden kimseleri sever. Yine kulu kendisine tevbe ettiği zaman onu sever.

İmam-ı Gazali de Vedûd isminin Rahim ismine yakın bir mana taşıdığını düşünmüştür. Fakat aralarında ince bir farkın bulunduğunu da belirtmiştir. Gazali'ye göre Rahim ismi kendisine rahmet edileni gerektirir. Kendisine merhamet edilense muhtaç ve muztardır. Rahim'in (merhamet eden=esirgeyen) işleri, kendisine merhamet edilecek her bakımdan zayıf olan bir varlığı icab ettirir. Vedûd'un ef'ali ise bunu gerektirmez, esirgeme bir sevgi neticesinden ileri gelir.

Vedûd ile Rahim isimleri arasındaki farka dair dikkat çekici yaklaşımlardan biri de Bediüzzaman'a aittir. Mektubat isimli eserinde, herkesin enfüsi tefekkürüyle tasdik edebileceği bu ince farkı şu veciz sözleriyle dile getirmiştir: "İsm-i Rahimin vüsulüne vesile olan hissiyat-ı Yakubiye, yüksek bir derece-i şefkattir. İsm-i Vedûd'a vesile-i vüsul olan aşk ise, Züleyha'nın Yusuf Aleyhisselama karşı olan muhabbet meselesindendir." Bu bakış açısına göre "şefkat yolu" Rahim ismine ulaştırırken, Vedûd ismine götüren yol ise şiddetli muhabbet olan "aşk yolu"dur. Yine Bediüzzaman'ın bu meseledeki yaklaşımından hareketle, Kur'an'da Hz. Yakup'un (a.s.) şefkat hissi Züleyha'nın aşkından ne derece yüksek gösterilmişse, Esma-i Hüsna arasında Rahim isminin Vedûd isminden aynı derecede daha azam bir nura sahip olduğunu söyleyebiliriz.

İnsanın fıtratında cemale karşı muhabbet, kemale karşı perestiş ve ihsana karşı sevmek olduğuna dikkat çeken Bediüzzaman, cemal, kemal ve ihsanın derecesine göre muhabbetin şiddetinin arttığını dile getirmiştir. Aşkın en son mertebelerine kadar ulaşabilecek sınırsız bir muhabbet duygusunu, insanın taşıdığından bahsetmiştir. Onun veciz ifadesiyle "bu küçük insanın küçücük kalbinde kâinat kadar bir aşk yerleşir."
Cenab-ı Hak insana ebedi hayatı kazanabilmesi ve ona yatırım yapabilmesi için sermaye hükmünde binlerce şiddetli duygular vermiştir. Bunlardan biri de aşktır. Bütün bu duyguların iki mertebesi vardır: Biri mecazî, biri hakikidir. İnsandan beklenen "mecazî" olan "hafif" mertebesini dünya işlerinde, "hakiki" olan "şiddetli" mertebesini ise ahiret işlerinde kullanmasıdır. Bunu yaptığında insan her iki dünya saadetine (saadet-i dareyn) ve övülmüş bir ahlaka (ahlak-ı hamide) sahip olmakla birlikte, yaradılış gayesine (hikmet ve hakikat) uygun bir şekilde yaşamış olacaktır. Aksi halde ne hayatını ideal anlamda geçirmiş olacak ve ne de huzur ile saadeti yakalayacaktır. Mecazî aşklarda yüzde doksan dokuzu maşukundan şikâyetçidir. Çünkü kalbin batını Cenab-ı Hakkın muhabbeti için yaratılmıştır. Allah adına ve mana-i harfiyle olmayan dünyevi sevgiler ve mecazî aşklar ise bu kutsi makamı putlarla doldurmak gibidir. Fıtrat fıtri olmayan bir şeyi reddettiğinden mecazî aşklarda ya tanınmama, ya tahkir, ya refakatsizlik yâda müfarakat söz konusudur.

Vedûd ismi, hem Kur'an'da, hem Cevşen-i Kebir'de, hem de Ebu Hureyre'den Tirmizi ve İbn Mâce tarafından rivayet edilen her iki 99 Esma listesinde de bulunmasına rağmen, Nur Risalelerinde sevgiden bahsedilirken vüdd yerine hubba, yani aşk yerine muhabbet hakikatine çok daha fazla yer verilmiştir.Bediüzzaman Said Nursi'ye göre Vedûd ismi Cemil isminin içinde münderiçtir. Çünkü cemal ve hüsün bizzat, sebepsiz sevilirler. Ve cemal sahibi öncelikle kendi kendini sever. Zatı, sıfatı ve Esma-i Hüsna'sıyla sonsuz bir cemali ve hüsnü olan Cenab-ı Hak ise sonsuz aşka ve muhabbete en layık olandır. Kendi sonsuz cemaline -sınırlı kabiliyetleriyle- ayna olan mahlûkatını Cemil-i Mutlak olan Cenab-ı Hak Vedûd ismiyle sevdiği gibi, zatının cemalini de kendi kudsiyetine layık bir şekilde sevmektedir.

Zerrelerden galaksilere kadar kâinattaki tüm çeşitlilik Cenab-ı Hakkın Esma-i Hüsna'sından ve onların tecellilerinin çeşitliliğinden kaynaklanır. Meleklerin farklı ibadet etmelerinden peygamberlerin farklı şeriatlarına ve evliyaların farklı tarikatlarına kadar tanık olunan maddi, manevi tüm bu çeşitliliğin ardında yine aynı sır, aynı hakikat vardır. Canlılar üzerine ve özellikle insanlar üzerinde Cenab-ı Hakkın ekser Esması tecelli ettiği halde bir isim daha fazla hükmünü icra etmektedir. Mesela, Hz. İsa'da (a.s.) Kadir ve Hz. Musa'da (a.s.) Mütekellim ismi daha fazla hâkimdir. "Yerde iken Arş-ı Âzamı ve İsrafil'in azamet-i heykelini temâşâ" eden Abdülkadir-i Geylani'de (r.a.) Hayy ismi hâkim olduğu gibi,tüm diriliş ve hayat vermekle ilgili ilahi icraatlara nezaret eden Hz. İsrafil'de (a.s.) de Hayy isminin azamî derecede hükmünü icra ettiği söylenebilir. Aşk yoluyla hakikate gitmeye çalışanlarda ise Vedûd ismi hükmünü icra etmektedir.

Vedûd ismine mazhar bir kısım evliya Cenneti de istememişler ve Allah'ın muhabbetinin küçük bir pırıltısını her şeye tercih etmişlerdir. Çünkü onlar, dünyanın bin sene saadetli hayatı bir saatine değmeyen Cennet hayatını ve Cennet hayatının dahi bin senesi bir saat Cenab-ı Hakkın rü'yetine değmemesi hakikatini yakînen bilmektedirler. Âşk-ı hakikiye ulaşan velilerin "felah"ları rü'yet-i İlahiyeye mazhar olmaktır.

Vedûd isminin kâinatın en geniş dairelerinden en gizli köşeleri olan insanın kalbine kadar her tarafta tecellisi söz konusudur. Küçük ve dağınık birçok su sızıntısının varlığı büyük bir su kaynağını göstermesi misali, insanlardaki aşk ve özellikle insanlığın yüksek tabakalarında bulunan "aşk-ı lahuti" de külli bir cazibedar hakikatin varlığını âşikarane göstermektedir. Kâinatı ağaca ve insanı meyveye benzeten Bediüzzaman, ağacın mahiyetinde bulunmayan bir şeyin meyvesinin esasında da yer alamayacağı kıyasıyla, insanın mahiyetindeki aşkın –farklı şekillerde- kâinatın tamamında da olması gerektiği sonucuna ulaşmıştır. Ona göre tanık olunan "incizaplar, cezbeler ve cazibeler"in tüm çeşitleri kâinat kalbindeki külli aşkın yansımalarından başka bir şey değildir. Ve kâinat kalbindeki ciddi aşk ise Maşuk-u Layezalî olan bir Vedûd'un varlığını –basiret sahiplerine- göstermektedir.

Vedûd ismine mazhar olan muhakkikin-i evliya, "Bütün kâinatın mayesi muhabbettir. Bütün mevcudatın harekâtı muhabbetledir. Bütün mevcudattaki incizab ve cezbe ve cazibe kanunları muhabbettendir." demişlerdir. Bilim adamları ise atomiçi çekim gücünden, "aşk-ı kimyevî" diye tabir edilen atomlar arası bağlardan gökcisimleri arasındaki gravitasyon kuvvetine kadar cereyan eden külli bir hakikati keşfetmişlerdir. Dikkatle bakıldığında, tahkik ehli veliler ile bilim adamlarının keşiflerinin ufkunda Vedûd isminin tecellisi bir güneş gibi doğmaktadır.

İnsanda öyle bir meyil ve arzu vardır ki, bu arzu şiddetlendikçe şiddetlenmiş ve aşk derecesine ulaşmıştır. Aşk derecesine ulaşan bu fıtrî arzu "beka arzusu"dur. Vedûd isminin bir tecellisi insanın fıtratında bekaya karşı şiddetli bir aşk suretinde ortaya çıkmaktadır. Hatta insanoğlu her sevdiği şeyde Vedûd isminin bu cazibedar aksini görmek istemekte ve ondan sonra gerçek manada sevebilmektedir.

Vedûd isminin tecellisine azamî mazhariyet noktasında "âşık" manasında iki isim dikkat çekmektedir: Bunlardan biri Mevlâna Câmi ve diğeri ise Şems-i Tebrizî'dir. Bediüzzaman Mevlâna Câmi'yi "fıtratı aşkla yoğrulmuş gibi sermest-i câm-ı aşk" olarak nitelendirmiştir. Onun, insanın nazarını kesretten vahdete çeviren "Yalnız biri iste, biri çağır, biri talep et, biri gör, biri bil, biri söyle" veciz sözüne de eserinde yer vermiştir. Bediüzzaman, Şems-i Tebrizî gibi bir kısım âşıkların, kâinattaki bütün incizab, cezbe ve cazibeleri Cenab-ı Hakkın ezeli ve ebedi cazibesinin işaretleri olarak gördüklerinden bahsetmiştir. Şems-i Tebrizî Vedûd isminin azamî mertebesinden kâinatı seyrettiğinden gök cisimlerinin hareketlerini, Cenab-ı Hakkın kutsi cemali karşısında âşıkane bir raks ve sema olarak görmüştür. Sema denilince ilk akla Mevlana ve Mevlevilik gelir. Oysa Mevlana Şems-i Tebrizî'yle tanışmadan önce hiç sema yapmamış ve ölünceye kadar hiç bırakmadan sürdüreceği semaya ise Şemsin "Ey Celaleddin! Güneş döner, dünya döner, ay döner, dost döner" sözüyle başlamıştır.

Aşk mesleğinde en ileri hudutlara gidenlerden biri de Muhyiddin-i Arabî'dir. Bediüzzaman, Muhyiddin-i Arabî'nin en yüksek mertebe olarak düşündüğü Vahdetü'l Vücud meşrebini tahlil ederken, onun meşrebine dünya aşkının sebep olduğunu dile getirmiştir. Mecazî olan dünya aşkının, hakiki aşka dönüştüğünde Vahdetü'l Vücuda inkılap ettiğinden bahsetmiştir. Bediüzzaman, Vahdetü'l Vücud meşrebini, dünyayı ve kâinatı mahbub kabul eden bir âşıkın, o çok büyük mahbubunu firak kamçılarından kurtarmak çabası olarak görmüştür.

Diğer taraftan "hüsn-ü zînet, âşıkların celbi içindir" ve "hüsün elbette bir âşık ister" diyen Bediüzzaman -iki yüzüyle- dünyanın aşka layık olduğunu da dile getirmiştir. O'na göre dünyanın üç farklı yüzü vardır. Birinci yüzü Cenab-ı Hakkın esmasına, ikincisi ahirete ve üçüncü yüzü ise insanın heveslerine bakan yüzlerdir. İlk iki yüzde bozulmayan hakiki cemal ve güzellik olduğundan muhabbete ve aşka layıktırlar. Üçüncü yüz ise fani, geçici, aldatıcı ve elem verici olduğundan çirkindir yâda çirkinleşmeye mahkûmdur. Bediüzzaman'a göre "ayine-i esma-i İlahiye" ve "mezra-i ahiret" olan dünyanın iki yüzü sevildiğinde "mecazî aşk" "aşk-ı hakiki"ye dönüşmektedir. Fakat bu değişimin önemli bir şartı vardır, o da insanın kendini unutup geçici, kararsız hususi dünyasını harici dünya ile karıştırmamasıdır. Hususi dünyasını, ahiretin ve Cennetin geçici bir fidanlığı kabul edip, kendisine verilen hırs, muhabbet, aşk gibi şiddetli duygularını uhrevi işlere yöneltmesidir

M.Said İŞLER

Allahım!Ahirete mani olan dünyadan,ölümün iyiliğine engel olan hayattan ve amelin hayrına mani olan emelden sana sığınırım