Haberler:


X adresimiz

Ana Menü

Hırs yapmanın hüznü...

Başlatan Tuğra, 29 Mayıs 2010, 09:22:22

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Tuğra


"İşin aslı verileni kabul etmekten geçiyor. Acele etmenin, bir an önce olsun diye dertlenmenin, üzülmenin ve de üzmenin hiçbir işe yaradığı yok. Kırmızı ışıkta eşitleniyoruz."

ACELECİLİK HASTALIĞINA TUTULMUŞUZ!

Alışıldık bir İstanbul trafiğinde seyrediyordum. Dikiz aynasından gördüğüm siyah büyük araba çamurluklara yapıştı yapışacak... Sıkıştırıyor, selektör yapıyor, bir sağa bir sola zikzaklar çiziyor, bir türlü yerinde duramıyordu... Şehir içinde seyir halindeydik ve hızım limitlerin altında değildi... Üstelik ne yol boştu, ne de trafik açık. Normal bir takip mesafesi içindeydim.

Ama bizim aceleci arkadaşımız dayanamıyordu... Yol vermek zorunda kaldım. Belki beni geçerse rahatlardı. Olmadı, yine rahatlayamadı... Bu sefer önümdekini sıkıştırmaya, bana yaptıklarını ona yapmaya başladı.

Sağa, sola, ortaya derken şerit değiştire değiştire üç dört araba öne geçmeyi başardı sonunda... Ben sağ şeritten o da sol şeritten gideduralım aynı kırmızı ışıkta yan yana geldik birkaç dakika içinde... Altmıştan geriye say bakalım dedim kendi kendime... Bir sürü atraksiyon sonunda kırmızı ışık eşitlemişti bizi...

Aradaki fark şuydu: onun aceleyle, öfkeyle, bir sürü insanı rahatsız ederek öne geçmeye çalışması sadece kendine zarar vermişti. Kalbi daha hızlı çarpmış belki tansiyonu fırlamış belki de migreni tutmuştu...

Işığın yeşile dönmesini beklediğimiz o altmış saniyede ne çok şey geldi geçti aklımdan. Bir kısmını sizinle paylaşmak adına yazıyorum bu yazıyı. Yoksa amacım benim trafik maceralarımı anlatmak değil.

Hayatta da böyle yapıyoruz çoğu kez. Hırsımızdan gözümüz dönüyor. Ne yapacağımızı bilemiyoruz. Sanki birilerinden daha iyi olursak, daha öne geçersek; biraz daha hızlı, biraz daha acele yaparsak kazanacağımızı zannediyoruz.

Bazen de görünüşte kazanıyor gibi oluyoruz. Sonra bir hastalık geliyor veya bir hırsız giriyor veya bir yerde bizim asla belirleyemediğimiz bir şeyle karşılaşıveriyoruz. Her şey duruyor. Geçtiğimizi sandığımız diğerleriyle aynı noktada buluşuyoruz.

Hırsımız bazen parasal konularda, bazen de statü gibi alanlarda, bazen de çoluk çocuk edinme durumlarında karşımıza çıkıyor...

Aynı anda evlenmiş birisinin hemen çocuğu oluyor, diğerinin olmuyor. Ardından bir çocuğu daha ve derken bir çocuğu daha oluveriyor. Biri kız, biri erkek nevinden... Diğeri hüzünleniyor, kendi evi boş ve ısısız geliyor gözüne...

Diğeri de durmadan çocukları hakkında konuşarak, farkında olarak veya olmayarak tuz basıyor yarasına... Sonra bir haber... Yaraya merhem... Gelenler ikiz erkek bebekler... Derken birkaç yıl sonra ikiz kızlar geliveriyor... Ve öne bile geçiyorlar... Issızlıklarına üzülürken...

Bir başkası aynı lisede, aynı sırayı paylaştığı arkadaşından daha düşük bir tercihine yerleşebiliyor... Diğeri hızla ilerlediğini düşünürken, yıllar sonra aynı işyerinde, benzer pozisyonlarda karşılaşabiliyorlar...

Ya da birinin kısmeti önce geliyor, erkenden evlenip çoluk çocuğa karışırken; diğerinin hesabına beklemek düşüyor... Bir süre sonra düğünü için arkadaşını aradığında boşanmış olduğunu öğrenebiliyor... Kimine önce veriliyor. Kimine sonra... Ama bir şekilde veriliyor...

Örnekleri çoğaltmak mümkün. İnsan sayısınca örnek, insan sayısınca hırs ve hüsran var. Kendi küçük hayat hikayemizde de benzer örnekleri bulmak mümkün.

İşin aslı verileni kabul etmekten geçiyor. Acele etmenin, bir an önce olsun diye dertlenmenin, üzülmenin ve de üzmenin hiçbir işe yaradığı yok. Kırmızı ışıkta eşitleniyoruz. Ne kadar zorlarsak zorlayalım, kader programımızda yazılanın dışına çıkmak mümkün görünmüyor.

Elbette pasifize eden bir kader anlayışını savunmuyorum. Söylemeye çalıştığım şey yalnızca gayret etmenin gerekliliği ama zorlamanın anlamsızlığı... Azmetmenin gerekliliği ama hırs yapmanın hüznü...

Sonuca razı olmanın getirdiği sükûnet hali, aceleciliğin ve doyumsuzluğun getirdiği sıkıntı halinden çok daha güzel. Günlük yaşam içinde çoğu zaman unutup hırslarımızın devreye girdiğini unutmadan, ama bir o kadar da hırslarımızın ilk önce bize ve yakınımızdakilere zarar vereceğini hesaplayarak, ilahi konsepte uygun davranışlar sergileyebilmeyi hepimiz için bir kez daha istiyorum.Biliyorum ki aceleciliğimiz hayatımızı eksiltiyor.

samanyoluhaber -Nazlı Özburun
〰〰〰〰🐠

ruy-ı zemin

Teşükkür ederiz.

Hayat işte. Kimi hırs yapar, kimide dünya kimin umurunda der. Ama aslolan birşey var hırs yapanda yapmayanda toprağın altına girecek.
پاى مار      چشم مور      نان منلا      كس نديد

İsra


bülbülmisali

inandığınız gibi yaşamazsanız yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız. Hz.Ömer

Tuğra


Uslu çocuk desinler diye her zaman bir şeker alırdım şekerlikten, öncesinde annemin gözlerinin içine bakıp onay mesajını aldıktan sonra. Temiz çocuk desinler diye her zaman beyaz giydirirdi annem. Saçlarımı da sımsıkı toplar en beyazından kurdele takardı. Kendisine iyi anne, bana da örnek öğrenci desinler diye.

Örnek gösterilirdim gösterilmesine ama çocukluk hayatım boyunca şımarık demesinler diye kim bilir ne çok şeyi içimde ukde bıraka bıraka yapmamışımdır. Bu tabi ki bir şikayet değil bir saptama yalnızca.

Bugün insan olarak hep bir şeyleri refere alıyoruz ve bazı şeylere gereğinden fazla önem verdiğimiz için de birçok şeyi bozuyoruz, kaçırıyoruz. Acı çekip, acı çektiriyoruz. Kendimiz olamıyoruz çoğu kere. Otantik var oluşumuzu gerçekleştiremiyor, fiziksel görünümü muntazam ama psikolojik yapılanması bir hayli bozulmuş varlıklara dönüşüyoruz.

Anneler çocuklarının adına onların yetiştiremediği ödevleri yapıyor çocuk düşük not almasın diye. Evde misafir öncesi terör estiriyor bir başkası, ne kadar düzenli becerikli desinler diye.

Ne kadar uyumlu giyiniyorsun desinler diye ömrünün büyük kısmını mağazalarda renkleri birbirine uydurmaya çalışıyor bir diğeri... Ömrü mutfakta "en ince dolmaları saran" olmak için geçiyor bir başkasının...

İstediği bölümü seçemiyor, seçtirilmiyor bir diğeri... Doktor desinler, mühendis desinler diye... Doktor oluyor ama mutlu olamıyor mesela. Ne kendine, ne hastasına hayrı dokunmuyor sonra da... Ama diğerleri memnun oluyorlar ve oğlum doktor oldu diyebiliyorlar. Mahalleli de durumdan payını alıyor...

Derse girdi desinler diye derse girmek, dinliyor görünmek için dinliyormuş gibi rol kesmek... Diploma aldı diye her türlü meşru olmayan yolla diploma sahibi olmaya çalışmak, yoklamada var görünmek için yerine imza attırmak...

"Çeyizi ne çoktu" desinler diye göz nurunu, gençliğini, kanaviçeler, danteller arasında harcıyor bir diğeri... Sonrasında belki de hiç kullanmayacağı düzinelerce havlu ve çetik yapıyor, desinler diye... Annesi, babasından gizli gizli tencere-tabak taşıyor eve, "kızının çeyizi ne güzeldi" desinler diye... Birçok yalan karışıyor, bazen gözyaşı... Ama olsun mahalleli memnun...

Bir adam kendine kılıbık demesinler diye kahveye alışıyor. Bir genç kendisine "çocuk" demesinler diye ilk sigarasını yakıyor. Bir genç kız "erkek arkadaşı yok" demesinler diye gelen ilk teklife evet diyebiliyor. Bir kadın dul demesinler diye her gün dayak yediği adama katlanabiliyor. Enayi demesinler diye bir başkası diğerini aldatabiliyor...

"Düğünü ne şaşaalıydı" desinler diye bir yığın borcun altına girip beş yıl sürünenler, "evi var" desinler diye bankalardan kredi alanlar, sonrada icralık olanlar,"gelinliği son modeldi" desinler diye öncelikli ihtiyaçlardan kısıp bir defa giyilecek gelinliğe para saçanlar... Daha neler neler...

Evlenemedi evde kaldı demesinler diye evlenmek, ucuza gitti demesinler diye bir ömür zengin koca veya güzel kadın beklemek... Ne yaparsanız yapın sonuçta insanlar bir şey diyecekler..

Eminim ki her birimiz bu örneklerden en az birine kendimizi yakın hissetmişizdir. Peki, bu neden böyle? İnsanın ömrü aman demesinler ya da desinler arsında mekik dokuyarak geçip gidiyor? İnsan neden diğerlerinin ne düşündüğünü bu kadar çok önemsiyor ve kendine rağmen böyle davranabiliyor...

Sosyal etkilenme ve etkileme, insanın bir özelliği olarak fıtratında var. Ama her şeyde olduğu gibi, denge kaçtığında, tek hedef toplumsal beklentiler olduğunda amaçlar ve araçlar birbirine karışıyor.

İnsan tek başına olamayan bir varlık. Kendi hayatına şahitler arıyor. Beğenilmek onaylanmak istiyor. İşte tam da bu noktada, toplumun onayı kendi beklentisine uygun olan koşullu bir onay olduğu için çoğu kere kişi kendi için iyi olanı seçmek yerine toplumsal beklentiye uygun olanı seçebiliyor.

Kendi içinde uyumu yakalayamadığı için de bir süre sonra mutsuzluk ve hayal kırıklıkları doğmaya başlıyor. Çünkü "başkası iyi desin" diye yapmak, yapılan şeyi bizim için iyi yapmaya yetmiyor. Kendi gerçekliğinden hareket etmeden, sırf "desinler" diye yapmak işin mahiyetini de bozuyor. Kişiler memnun olamıyorlar.

İşin doğrusu, sosyal bir geçeklik içinde yaşadığımızı bilerek ama kendi gerçekliğimizden hareketle hayatımıza bir yön vermek. Referans noktasını toplumsal yapının belirlemesiyle değil, ilahi olanın ölçüleriyle belirleyerek karar vermek... Yoksa insanlar bugün bunu der, yarın bir başkasını.

Desinler diye diye yaşamanın faturası ağır. İnsan kendisine verilmiş olan özgürlüğün kıymetini bilmeli ve desinler diye değil doğru olduğunu düşündüğü için yapmalı her ne yapıyorsa vesselam...

Nazlı Özburun
〰〰〰〰🐠

sakincan

Desinler diye diye yaşamanın faturası ağır. İnsan kendisine verilmiş olan özgürlüğün kıymetini bilmeli ve desinler diye değil doğru olduğunu düşündüğü için yapmalı her ne yapıyorsa vesselam...
Bu akşam gül koydum yastığımın kenarına...
belki gelirsin rüyama...
benim için olmaz bilirim.......
gülün hatırına..

rahle


Tuğra

NE MUTLU BANA DİYEBİLMEK İÇİN

İnsanız ve her gün defalarca hata yapıyoruz. Bu hatalar bazen büyük, bazen daha büyük, bazen de küçük olabiliyor. Bazen kendimizi affedemiyoruz, bazen de karşımızdakinden affedilmeyi bekliyoruz. Yaptığımız hataların çetelesi yalnızca bizde. Her biri için duyduğumuz pişmanlıklar hala affedilmek için yönelmenin birer işareti belki de. Eğer hatırlamıyorsak belki de artık affedildiğimizin bir işareti...

Bir insan olarak kendimizi sigaya çeksek, neler görürdük.Temiz ve ahlaklı kalmayı seçtiğimiz her şey için, yatağımıza uzandığımızda huzurla uyuyabildiğimizi görsek, bir sonraki güne daha az hata yapmaya meyilli uyanır mıydık acaba? Bizi hatalardan korumuş olan sahibimize yeniden yeniye döner miydi yüzümüz?

Mesela kedi yavrusunun kuyruğuna hiç teneke bağlamadım...

Kuşların yuvasını sapan taşlarıyla bozmadım...

Kimsenin sevgilisine yan gözle bakmadım...

Kimseye bilerek isteyerek kötülük etmedim...

Anne babamı hayal kırıklığına uğratmadım...

Komşunun bahçesinden erik çalmadım...

Öğretmenime ödevler konusunda yalan söylemedim...

Kimseyi öldürmedim...

Kimsenin ölmesini yürekten istemedim...

Alt komşumun balkonuna halı silkelemedim...

Telefonu duyduğum halde "Duymamışım." Demedim...

Borç para isteyen dostuma param olduğu halde "İnan ki bende de yok."
demedim...

Hiç kimseye yapabileceğinden fazla iş yüklemedim...

Çocuğuma "Az sonra geleceğim." deyip akşama kadar kaybolmadım...

Kapıya gelen komşuma "zili duymamış numarası" yapmadım...

Ucuza aldığım bir şeyi pahalıya satmadım...

Çürük incirleri arkaya, olgunlarını öne koymadım...

Kimse ben geliyorum diye korkmadı...

Benim yüzümden kimse işinden olmadı...

Ben varım diye kimse kendisini küçük görmedi...

Kendi çıkarım için kimseye dalkavukluk yapmadım...

Bütün bunları alt alta yazınca insanın "İyiyim, ben iyiyim!" diyesi
geliyor. Evet bütün bunları yapmamış olmak güzel. Yapmamış olmak da kısmen yapmış sonrasında pişman olmuş olmak da... Güzel olmayan ise ne yaptığını bilmeden yaşamak. Yaptıkları üzerine düşünmeden yaşamak. İyi kötü yargılarından uzak kafasının estiği gibi yaşamak, sonra da huzurla uyumayı beklemek...

Her gün yaptıklarımız ve yapmadıklarımız arasında yaşıyoruz. Yaptığımız iyi şeyler bizi insan olmaya yaklaştırırken, yaptığımız kötü şeyler de insan olmaktan uzaklaştırıyor. En sona varınca da hangi taraf daha ağırsa o tarafa doğru gönderiliyor olacağız.

Vakit varken "yaptıklarımıza/yapmadıklarıma bakmayı denemek" için yazıldı bu yazı. Yapmadığımız kötü şeyleri fark etmek, yaptığımız iyiliklere daha yürekten sarılabilmek için. Umuyorum ki sizin iyilikler listeniz kötülükler listenizden daha uzundur. Ama değilse, yanlışları temizlemenin de kalbimizdeki iyiliği büyütmek üzere harekete geçmenin de zamanı yarın değil şimdidir.

Nazlı Özburun
〰〰〰〰🐠

ruy-ı zemin

Desinler diye yazısı çok güzeldi. Gerçenten hep desinler diye yapılıyor-yapıyoruz. Bu nasıl bir hastalıktır, anlamış değilim... Bunu maneviyat erbabı şirk-i hafi diye tarif etmişler. Allah muhafaza buyursun.
پاى مار      چشم مور      نان منلا      كس نديد

Tuğra


KÖPRÜDEN ÖNCE SON ÇIKIŞ

Öncesinde danışanlarım, sonrasında bir söyleşi ve imza derken, yoğun ve güzel bir günün ardından evin yoluna dönmüş gidiyordum ki... Bir anlık dalgınlıkla Acıbadem yönünden Altunizade'ye dönmem gerekirken, köprü tarafına girmiş buldum kendimi...

Tüneli geçer geçmez yoğun bir trafiğin içine girmiştim bile. Kaçış yoktu... Hayatımdan en az iki saat gidecek gibi görünüyordu. Kendime kızmaya başladım. Arabayı bırakıp bariyerlerden karşı tarafa yürüyerek geçip, bir dolmuşa ulaşabilir miyim, diye düşünüyordum ki :"Her şeyde bir hayır vardır!" sözünün anlamı geldi zihnime.

Ama şimdilik bir hayır göremiyordum... Bana düşen sabırdı ama sabretmek de istemiyordum. Çaresizdim... İnsan yürümesinden daha yavaş bir trafikte seyrederken, bunu nasıl bir fırsata dönüştürebileceğimi düşünmeye başladım. Kendimle baş başa kalmıştım...

"Olsun!" dedim kendi kendime, "Ölüm yok ya bu işin ucunda!"

"Beşiktaş'a geçer, sonra yeni bir trafiğe girerek aynı yoldan geri dönersin." dedim. Durumu kabullenmem sonrasında kendime kızmayı bıraktığımı fark ettim.

En can alıcı nokta aslında buydu: kendi planlarımızın dışında bir şeyle karşılaştığımızda ne yapacağımız sorunsalı... Ya kabul ve teslimiyet ya da itiraz ve sıkıntı bekliyordu bizi. Seçim yaptıktan sonrası ise bir rahmete dönüşüyordu her zaman...

İnsanları düşündüm... Ne çok konuda dalgınlıkları veya zaafları ya da günahları sebebiyle dönüşü olmayan yollara girdiklerini... Bir kez yola girdikten sonra da karışan duygu trafiklerinin altında nasıl da kalakaldıklarını. Geriye dönemedikleri gibi, ileriye de gidemediklerini, canlarının yandığını ama bir türlü duygu sıkışmışlıklarından kurtulamadıklarını...

Mesela bir boşluk anında yanlışlıkla harama kayan iki gözün sonrasında kendilerini buldukları çetrefil ilişkileri düşündüm. Yanlış yerde, yanlış insana bakmakla başlanan, aşk zannedilen hastalıklı ilişkilerin köprüyü geçemeden nasıl da içinden çıkılamadığını defalarca görmüştüm.

Ya da bir boşanma ilişkisinde tarafların ilişkinin yürümediğini göre göre birbirlerine acı çektirmelerine tanık olduğumda, dönüşü olmayan bir yolda kendilerini hırpaladıklarını fark ederim.

Bazen bir iş ilişkisinde iyi niyetle başlanmış ama sonrası karanlık görünen bir yolda ilerlemeden, köprüden önce son çıkışa yönelmenin gerekliliğini fark ettiğimizde verdiğimiz sözle aldığımız yolun arasında kalışımız.

Hayatımızdaki her işte ve her eylemde zaman zaman belli tercihlerimiz bizi belli yollara sürüklüyor olabilir. Bu bazen bizim yaptıklarımız sebebiyle, bazen de kader programımızın bir gereği olarak yaşamamız gereken bir şey olabilir.

Yola girdikten sonra bir müddet çıkamayacak gibi hissedebiliriz kendimizi. Bazen çıkamayız da... Sebepler çıkmamızı istememektedir. Ama eğer durur ve yaşadığımız şeye farklı bir noktadan bakabilirsek, yaşadığımız şeyin anlamı bize gelecektir.

Ve her zaman köprüden önce bir son çıkış, bir de legal olmayan son çıkış her zaman vardır. Hatta bazen köprüyü geçsek de masraflı, uzun bir dönüş yolu yine de vardır.

Ben yolda umudumu koruyarak ilerlemekteyken gişelere yaklaştığımda bir dönüş yolunun bırakılmış olduğunu fark ettim. Sola sinyal vererek, alt üst olmuş trafiği bir de ben alt üst ede ede, birkaç kornaya birkaç da selektöre maruz kaldıktan sonra, KGS'den biletimi okutarak diğer tarafın trafiğine dâhil olmayı başardım.

Gişelerden geri dönebildiğime sevineceğimi hiç düşünemezdim ama sevinmiştim işte.Sevdiği kullarını önce üzen, sonra da fazlasıyla sevindiren Sahibimizi düşündüğümde mutluydum...

Demem o ki yanlış yola girdiyseniz ve bunu iliklerinize kadar hissediyorsanız, "Belki doğru yoldur." illüzyonları kurmaktan vazgeçin. Başı yanlış olanın sonu da doğru olmayacaktır. Duygularınız ve aklınız "Bir şeyler yanlış!" diyorsa mutlaka geri dönüşler, son çıkışlar için yollar arayın. Geri dönüşü bulacaksınız.

Yaşadıklarımız her şekilde anlamlı ve bize çok şey öğretiyor. Geri dönerken kırılan kalpler varsa özür dilemeyi bilmek de çok önemli tabii. Üstümüze düşeni yapmak da... Hakkı olana hakkını teslim etmek de.

Ama yanlış yolda göz göre göre köprüyü geçmemek lazım. Tabii henüz geçmediyseniz. Eğer geçtiyseniz de kendinize kahretmeyi bırakıp, geri dönüşe yönelmenin zamanıdır!

Siz geriye dönerken birilerinin hedef tahtası da olacaksınız, bunu unutmayın! Sizin yaptığınız doğru olsa bile, herkes bu doğrunun yanında olmayabilir. Söylenenler, homurdananlar, yolunuzu kesmek isteyenler olabilir. Ama eminseniz yanlış yönde gittiğinize, siz onlara kulak asmayın. Köprüden önce dönmek lazım!

Nazli Özburun
〰〰〰〰🐠

Tuğra


EVLENDİKTEN SONRA DÜZELİR (Mİ?)

Evlenme kararı verilirken karşı tarafı yepyeni bir adam/kadın yapmak, eskisinden daha iyi hale getirmek arzusu taşıyan taraflar bir gerçeği ne yazık ki unuturlar: sevdikleri adam/kadın belki de şimdiki halinden memnundur ve değişmeyi düşünmemektedir. Ya da istese de değişmeyeceği kadar büyük beklentiler taşıyan karşı tarafı, ne yaparsa yapsın memnun edemeyeceğini bilmektedir.

Kendilerini "müstakbel eşlerinin kurtarıcısı" olarak görenler "Bir evlenelim bak nasıl değiştireceğim, eskisinden daha iyi olacak!" illüzyonları kurarken, kendilerini bir elmas yontucusu, bir heykeltıraş olarak konumlandırdıklarını fark etmezler.

Evlilik bir kurtarma operasyonu değildir! İstediğiniz projeyi gerçekleştirebileceğiniz bir inşat alanı da değildir...

Başlangıçta sevginin verdiği güçle her şeyi değiştirebileceğinizi sanmanız bir illüzyondur yalnızca. Karşı taraf, bazen isteyerek bazen de farkında olmadan bu illüzyonu kurmanıza izin verir önce. Ama sonrasında aynı illüzyonu yerle bir edecek olan da odur. Altında kalan da siz olursunuz.

Kendisini daha iyi gören ve eşini de yanına yakıştırabilmek, ailesine onaylatmak arzusuyla deliye dönenler, her adımda bıkmadan usanmadan eşlerinin ayarlarını değiştirmeye çalışır.

Önce giyim-kuşamdan işe başlanır. Renkler, modeller, markalar değiştirilmelidir... Uzunsa kısalmalı, kısaysa uzamalıdır, tarafların isteğine bağlı olarak.

Sonra sıra saça-sakala sıra gelir. "Bu yakışıyor!", "Bu yakışmıyor, iğrenç duruyor!" şartlandırmaları altında bakmışsınız kuşa dönmüşsünüz.

Sonra sıra eşin bir türlü hoşlanmadığı münasebetsiz arkadaşlardan kurtulmaya gelir. Yerli yersiz arayan arkadaşlar gitmeli, ilkokul-ortaokul-lise arkadaşlıkları, iş arkadaşlıkları bitmelidir.

Artık taraflar "evli" birer insandır ve geçmişte ne türden hukukları olursa olsun, ister kan bağışlasınlar, ister zor gün dostu olsunlar, bir an önce kurtulunması gereken insanlara dönüşmüşlerdir. Numaraları silinecek, ararlarsa telefon açılmayacak, daha da anlamazlarsa "Artık evlendim, eşim kimseyle görüşmeme izin vermiyor!" diyerek bağlar tümden koparılacaktır.

Ardından yapmaktan zevk alınan aktivitelere sıra gelir. Bu bazen bir hobi, bazen bir yardım faaliyeti, bazen bir etkinlik olabilir. Masum olup olmaması değil, tek başına yapılan bir etkinlik olması nedeniyledir ki bir an önce o da bitirilmeli ve yerine ev ve eşe ait sorumluluklar konulmalıdır.

Kişinin rehberi, danışmanı, terapisti, en iyi arkadaşı, her şeyi artık "eşi" olacaktır çünkü.. Bu iki kişilik dünyada başka hiç kimseye hiçbir sıfatla yer yoktur. Olmamalıdır da...

Böylece eş istenen değişimi yaşamış ve kurtarıcı olan taraf, eşini bütün kötü şeylerden kurtarmış olacaktır. Kurtarılan da bir ömür boyu borçlu olacak olan taraf...

Ama böyle olmaz ne yazık ki... Kurtarıcılarından kurtulmak ister sonra, bütün zorla kurtarılanlar. Sonsuza değin şükran duygusu bekleyen kurtarıcı, duygusal olarak en fazla yıpranan taraf olur sonrasında.

Değiştirmeye çalışan taraf kendisini kurtarıcı olarak gördüğünden, güç, onaylanma ve kontrol arzusunu tatmin ederken vazifesi olmayan bir alanda o kadar yorulur ki ilişkiyi taşıyamayacak hale gelir.

Sahibimiz, sonsuz "değiştirme isteğimizi" başkası için kullanmak üzere değil, kendi nefsimizde gördüğümüz yanlışları düzeltelim diye vermiştir. Boşu boşuna eşimizi değiştirmek için bir kör dövüşüne girelim diye değil...

Sağlıklı evlilik eşim "değişir" ya da "değiştiririm" niyetleriyle başlamaz! Başlamamalıdır da...

Eğer başlangıçta bariz bir uyumsuzluk varsa bunun önceden değerlendirilmesi lazımdır yola çıkmadan önce. Yapılacak ilk şey karşıdakinin değiştirilmesi değil, "Değişmezse, ben bu durumu kabul edebilir miyim?" diyerek kendimize bakmaktır.

Yoksa "Nasıl olsa değiştiririm!" diye karşı tarafı olduğundan farklı bir kalıba sokmak değil... Değiştirme fantezileri kurmakla değil... "Değişmezse, durumu kabul edebilir miyim?" diye bakmakla başlanır, değişmeyi seçerse ne âlâ...

Ayrıca büyük değişimler değil, küçük değişiklikler olacaktır netice itibarıyla. Yani çarşıdan ayakkabı alıp, yol boyu dua edip ve ayakkabıya kızarak "Neden bir kazağa dönüşmüyorsun?" demek kadar sanrısal bir durum yaşarız çoğunlukla.

Sağlıklı evlilikler değişme beklentisi üzerine kurularak başlatılmaz! Gerçek uyum, iyi niyet, ufak tefek ayarlamalar, karşılıklı ilgi ve şefkatle sağlanabilir yalnızca. Kurnazlık, müdahale ve telkinle değil!...

Nazlı Özburun
〰〰〰〰🐠

Tuğra


Bazen ihtiyacımız olan şey o kadar yakınımızdadır ki biz onu kendi hırslarımızdan, gündelik telaşlarımızdan, kendi uğultularımızdan dolayı göremeyiz, duyamayız. Aradığımız şeyin çok uzaklarda olduğunu sanırız.

Oysa çok yakınımızdadır. Hatta bazen gözlerini gözlerimize dikmiş, bizden gelecek en ufak bir yönelmeyi beklemektedir. Ama biz şiddeti zuhurundan gizlenmiş ya da o kadar açık olduğundan duyarsızlaştığımızdan farkedemeyiz.Kendi çölümüzde, pınarın başındayızdır ama susuzluktan kırılarak yaşarız.

Feribot kalkmak üzereydi... Yaşlı bir çift ve kızları olduğu tahmin edilen bir kişi, hararetli bir tartışmaya koyulmuşlar; bir yandan birbirlerine kızarak biraz da yüksek sesle bağırıyorlar, diğer yandan gözleri yerde bir şey arıyorlardı.

Bir şey kaybetmiş gibi görünüyorlardı. O sırada tekrar tekrar edilen anosta, bir cüzdanın bulunduğuna ve kaybedenlerin feribot kalkmadan girişe gelmelerine dair bir çağrı yapılıyordu. Cüzdanın içinden çıkan kimlik bilgilerine göre bir isim tekrar tekrar okunuyordu.

Bizim yaşlı karı-koca ve kızları kendi içlerinde o kadar yoğun ve kızgın olmalıydılar ki anonsla ilgilenen bir halleri yoktu. Yolculardan birinin aklına gelmiş olacak ki anonsu duyup duymadıklarını sorduğunu gördüm. Ama yolcuyu da duymuyorlardı. Sağır değillerdi ama kızgındılar ve birbirlerini suçlamaya o kadar yoğunlaşmışlardı ki dışarıdan gelen hiç bir sesi duymaya açık değillerdi.

Yolcu ısrarla anons yapıldığını söyleyip "Belki sizin kaybettiğiniz cüzdandır." diye birkaç defa ısrarla bağırdıktan sonra, yaşlı adam döndü ve anonsu dinledi. Evet, tahmin edildiği dibi cüzdan dakikalar önce bulunup girişe getirilmişti. Ama bizimkilerin telaşı ve kendi içlerinde kaybolmuşluğu duymalarını engellemiş ve cüzdanı kaybetmiş olmanın üzgünlüğünün zeminini hazırlamıştı.

Cüzdan sahibi bulundu yaşlı adamkendine göre en hızlı haliylegirişe doğru yürümeye başladı.Tam feribot kalmak üzereyken telaşla girişten teslim alındı. Vapurdaki herkes de rahat bir nefes almış oldu.

Hayatımızda ve ilişkilerimizde o kadar çok buna benzer olaylar yaşıyoruz ki kendi zindanlarımızda kendi zincirlerimize gömülmüş, güneşe karşı sırtımızı çevirmiş olduğumuzdan, bir türlü göremiyoruz.

Eğlence arayışıyla televizyonun karşısında saçma sapan tekrar programlarında oyalanırken büyüyor çocuklarımız. Oysa televizyonla kıyaslanamayacak kadar eğlenceliler çoğu kez.

Emekleyen bebeği seyretmenin verdiği lezzet hangi diziyle kıyaslanabilir? Çocuklarımızın kendi aralarında kurduğu oyunlardaki coşkusunu seyretmenin verdiği heyecanı hangi futbol maçı verebilir? Bizler evimizdeki seslere kulaklarını kapamış başka yerlerden gelecek eğlencelerin fakiri olup duralım, çocuklarımız büyüyüp ellerimizden kayıyorlar.

İnternet ortamında arkadaş ararken, yan odada bir kelimemizi duymak için akşama kadar bekleyen eşimizi ıskalamıyor muyuz? Uzaklardan eş seçmeye çalışırken; komşumuzun kızı veya işyerindeki mahcup delikanlı küsurata dönüşüyor.

Mağazanın vitrininde çok beğenip alamadığımız için hayıflandığımız tişörtün benzeri belki de daha iyisi geçen sezon alınmış dolapta unutulmuş bekliyor. Tatile gidemedik diye üzülürken, bir kaç çiçekle güzelleştirebileceğimiz ve akşamları Ay'ı seyredeceğimiz balkonumuz tozdan görünmüyor....

Marketteki çikolata, bahçedeki şeftaliden daha fazla ihtiyaçmış gibi görünüyor. Çikolataya ulaşmadığımızda mutsuz oluyor, şeftalinin çürümesine aldırmıyoruz. İki sene önce aldığımız kitapta aradığımız çare yazarken ve biz onun tozunu mütemadiyen alıp içine bir kez olsun bakmazken, acılarımız kanatıyor!

Demir eksikliği çekerken, evdeki pekmezi ekşitiyor, çöpe gönderiyoruz. Yalnızlıktan yakınırken, her gece gökyüzümüze ay konuyor, bize gülümsüyor; ama biz görmüyoruz! Üzerimizden kuşlar geçiyor farketmiyoruz. Oysa en çok ihtiyacımız olan şeyi, umudu haykırıyorlar bize. Nasıl bir şey bekliyorsak sadece bekliyoruz ya da kendi gürültümüzden aldanıyoruz. Daha neler neler...

Aradığımız ve ihtiyacını hissettiğimiz çoğu şey o kadar yakınımızda ki bizim sadece kendi sabitlenmelerimizden sıyrılıp başımızı çevirmemizi bekliyor. Dertlerimizin çareleri elimizin altında!...

Bazen dönüp bakmakla ancak görebiliyoruz bazen de bir gösterenin ufak bir yardımıyla... Ama emin olduğum tek bir şey varsa o da çarelerin uzakta değil, yanı başımızda olduğudur. Burnumuzun dibindeki çiçekleri bırakıp, uzak dağ başlarında, uçurum kenarlarında şifa otları aramamalıyız. Hem çevremizdeki seslere, hem de yüreğimizin derinliklerinden gelenlere kulak vermeliyiz vesselam...

Nazlı Özburun
〰〰〰〰🐠

Tuğra

DAHA GİDECEK ÇOK YOLUMUZ VAR

Hayat boyu peşinden koştuğumuz huzur, biz arkasından koştukça bizden kaçmaya devam ediyor.

Sanki huzurun arkasından koşmaya yazgılıyız. Hepimiz, yaptığımız her şeyde onu arıyoruz.

Bazen en iyiyi yaptığımızda, bazen her şeyin bilgisine ulaştığımızda, her şeyin en iyisini yiyip, en iyisini giydiğimizde, en güzel kızı aldığımızda, en yakışıklı adamı kaptığımızda, en büyük eve sahip olup, en pahalı arabaya bindiğimizde, haklı olan taraf hep biz olduğumuzda, huzuru yakalayacağımızı sanıyoruz. Ama yine olmuyor! Bir yere kadar hepsine ulaşıyoruz ama yine de kalbimiz çırpınmaya devam ediyor, aklımız karışıyor.

Somali'ye üzülüyoruz açlıkla ve kuraklıkla mücadele ettiği için. Bu yüzyılda dünyanın yarısı obez olmakla ve her gün farklı bir diyet listesi denemekle uğraşırken, nasıl olduğunu bir türlü anlayamadığımız bir coğrafyada insanlar açlıktan ölüyor.

Bugünlerde okuduğum bir habere göre, Avrupa'nın yüzde kırkı ruhsal olarak hastaymış

Avrupalı anlamsızlıktan ruhunu kaybetme noktasına geldiğinde de aynı acıyı hissediyoruz.

Yaratıcıya sırtını dönen Avrupa zihniyeti, insanlara sunduğu değerleri yutturamamış olsa gerek ki insanlık can çekişiyor.

Maddi refahın en iyi olduğu yerlerde ruhsal problemlerin yoğunlukla görülmesi, üzerinde düşünülmesi gereken bir mesele.

İnsanı memnun edecek olanın, daha fazla şeye sahip olmakla ilgisinin olmadığını anlamış olmalıyız artık.

Daha fazla bilmek değil insanı memnun eden. Bilgiyi kimin adına istediği ve hangi amaçla kullandığıdır insanı memnun edecek olan.

Bilgi arttıkça, insanın korku ve vehimlerini de arttırmaktadır çünkü. Merak ve hayretin arkasından gelmesi gereken şükrün yerine, korku ve kaygı bugün insan kalbini her yerden sıkıştırıyor. Kaygı bozukluğu insanın bilgisinin artmasıyla artan bir rahatsızlık olarak çıkıyor karşımıza örneğin.

Daha çok altın ve paraya sahip olmak kaybetme korkusunu ve sahip olduğunu büyük bir özenle koruma kaygısını da beraberinde getiriyor. Daha fazlası, daha fazlası derken, son nefesi verip yaşamadan ölmek de cabası.

İnsanı memnun edecek tek şey, iddia ediyorum ki, gayret içinde olmak ve neye sahip olursa olsun verildiğini bilmek ve vereni tanımakla mümkündür. Başka bir yol arayanlara duyurulur ki başka bir memnuniyet yolu yok!

Bizden hayatın çıkması bu yolu fark edip, bu yola girmemizde gizli. Gidilecek daha çok yol var önümüzde. Kendi mükemmelliğimizi kutsayarak belli bir boyutta takılıp kalmak hayata bir ihanettir aslında.

Kendinle kaldığında kendi mahiyetini kavrayabiliyorsan, kendi eksikliğini fark edebiliyorsan başarmışsın demektir. Kendinle barışırsın işte o zaman. Huzura erersin. Çünkü kendine söylediğin yalanlar bitmiş, yerini kendi gerçekliğinin anlamına bırakmıştır. Egonun dağı delinmiş, suya ulaşılmıştır artık.

Her şeyi biliyorum diye kasılan sen, bildiklerin azlığını kabul ederek, bilmediklerinin gayreti içine girerek yakalarsın mutluluğu...

Zengin olduğunu sanan sen, zenginliğin emanetçisi olduğunu fark ettiğinde gerçeğinle buluşursun.

Verileni tutmak için uğraşırken değil; doğru yerde, doğru şey için yönlendirirken huzura erersin.

Haklı da olsan, haksız da olsan, hak olanı görebildiğin, kenara çekilebildiğin; en zor yenilebilir olanı, kendini yenebildiğin için yatışır kalbin...

İşte o zaman barışırsın kendinle...

Nazlı Özburun
〰〰〰〰🐠

mazhar

Alıntı Yapİnsanları düşündüm… Ne çok konuda dalgınlıkları veya zaafları ya da günahları sebebiyle dönüşü olmayan yollara girdiklerini… Bir kez yola girdikten sonra da karışan duygu trafiklerinin altında nasıl da kalakaldıklarını. Geriye dönemedikleri gibi, ileriye de gidemediklerini, canlarının yandığını ama bir türlü duygu sıkışmışlıklarından kurtulamadıklarını…



En güzel endam ve biçime konulmuş insan
Beden denen kafesten niçin yükselir figan
Emri İlahiye uymuyor şimdi Müslüman
Dünyanın akışına uymuş huzur bulmaya.

İnsanın ihlali var alev sarmış her yanı
Acıyla kıvranır entrikaların kurbanı
Tuzağa düşmüş belli, elbet yanacak canı
Verilmiş ruhsatı yok bu dünyada kalmaya.

Adili Mutlak olan Allah tek kalıcıdır
Zalimden mazlumların öcünü alıcıdır
Zalime karşı bir zalim Hakkın kılıcıdır
Gaflete düşeni bulur musallat kılmaya.

Kurtarsın buhran içindeki kıvrananları
Anaların bacıların dinsin feryatları
Yetişin ey saadet asrı kahramanları
Hakka şahit olmaya, kula rehber olmaya.

Ali Kaybal