Haberler:


X adresimiz

Ana Menü

Ekmek

Başlatan zaman_1453, 29 Ağustos 2007, 12:54:56

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

zaman_1453

Sofralarımızın baş tacı ekmek yaklaşık 10 bin yıldır; nimettir. Ayak altına alınmaz, yere düşmüşse tazim ve hürmetle kaldırılır, üç kere öpülür ve evde ise yerine, dışarıda ise ezilmeyecek bir yere konulur; kurt, kuş yesin diye. Üstüne yeminler edilir ve hâşâ hakaret edilmeyen ve hakaret edilmekten korkulan tek yiyecektir.

Çocukluğumuzda kepeği elenmeden pişirildiğinden kara ekmekti adı. Daha sonra kepekten ayrıştırılıp pişirildi ve “has ekmek” adını aldı. Köyden kasabaya gidenler dönüşlerinde mutlaka has ekmek getirirlerdi. O ekmekler pasta, kurabiye niyetiyle yenirdi. Zamanlar değişti, tıp ilerledi ve kara ekmeğin daha sağlıklı olduğu anlaşıldı. Tekrar eskiye dönülüp kepekli, yulaflı gibi adlarla süpermarket raflarındaki en görkemli yerini aldı; yani eskiye rağbet oldu.

Yöreden yöreye değişik yapılışları ve adları olsa da o bizim peşinde koştuğumuz, kazanmak için alın teri döktüğümüz bir nesne. Hep o kazanılmak için çalışılır. Elde edebilmek için peşinden can alınıp can verdiğimiz, canımızı dişimize taktığımız ekmektir. Ekmek parası için çalışılır. Çünkü ekmek aslanın ağzındadır. Şu nimet kör etsin diye ant içilirken ekmek
işaret edilir. Bu övünç başka bir gıdada var mıdır?

Sofra kurulunca “ekmek yemeye” çağrılır insanlar. Yemek onun marabasıdır. Ekmeksiz yemek olur mu? Ekmeksiz yemek yemek midir? Milletimizin ekserisi ekmekle karnını doyurur. Hatta pirinç, bulgur
pilavıyla ve dahi makarnayla bile ekmek yer.

Aza kanaati belirtmek için tuz-ekmek, soğan-ekmek yer geçiniriz denir. Nankör olmamak için tuzunu-ekmeğini yemiş, suyunu içmiş olmak vardır. Ekmeğin gözüne-dizine durması vardır. Hele fırından yeni çıkmışsa rayihasına kapılmayacak kimse var mıdır? Arasına peynir konulur, domates konulur, helva konulur ve yenilir o haliyle o artık paşa yemeğidir. Kebaba sarılır dürüm olur, sulu yemek olur bandırılır. İstanbul’daki Eminönü, Sirkeci’de balık-ekmek, Diyarbakır’da ciğer-ekmek vardır. Çiğ köfte lavaş ekmek arasında sunulur. Tekirdağ’da köfte-ekmek vardır. Mersin’de tantuniye eşlik eder.

Elimize aldığımızda iştahla baktığımız, ağzımıza attığımızda büyük bir keyifle çiğnediğimiz ekmek bizde ne gibi duygular uyandırır? Acaba o tohumun ekmek olana kadar geçirdiği safhaları hiç aklımıza getiriyor muyuz? Meselâ buğdayı tohum olarak tarlaya atan ellerin duyguları nedir? Tane olarak toprağa düşen tohumların yeşermesinde toprağın duyguları nedir? Baharda göveren tanelerin hafif hafif dalgalanması, ardından başaklanması. Başakların dolgunlaştıkça eğilmesi ve sararıp olgunlaşması tarlayı ekende ne duygular uyandırır acaba? O çiftçide ne onmaz beklentiler canlanmaya, ne yerine getirilmeyi bekleyen arzular kıpırdanmaya başlar? Ancak yine de atalarımız; “çiftçinin karnını yarmışlar, kırk tane gelecek yıl çıkmış,” derler.

Olgunlaşan başakları biçende ne duygular vardır? Dövülen başaklardan altın sarısı ya da kahverengi tanelerin çuvallara konulması ya da biçerdöver helezonundan traktör arabalarına akıtılması kim bilir ne duygular uyandırmaktadır?

Mahsulün un fabrikalarında veya su değirmenlerinde öğütülmesi ne duygular uyandırır. Yine atalarımız tecrübelerini ifade etmek için su değirmenlerindeki hallerini söylemişler ve; “biz bu sakalı değirmende ağartmadık,” demişlerdir. Buralara tane olarak giren buğdayın un olarak çıkması kim bilir ne duygular uyandırır?

Fırına götürülen un, ustaların elinde ne şekillere girer ve pişirilir. Yapılacak işin ehline teslim edilmesi de: “Bir pişirimlik unun varsa fırıncıya ver,” lâfzıyla atasözü olur. Fırından çıkan ekmeğin sofraya ulaştırılmasında kaç kişinin alın teri var ve bu alın terlerinin ne duyguları/beklentileri var.

Ve ayaklar altına alamadığımız, çarpacağından korktuğumuz ekmeği bir lokma dahi olsa bırakmamız ve onun da çöpe atılmasında vicdanımızın sızlamaması hangi duyguyla ilintili/alâkalıdır.

Alın teri bu kadar ucuz mu? Alın terine önem vermememiz acaba bizi Allah’ın veya nimetin çarptığı mânâsına gelir mi? Hallerimizden bu sonucunu çıkarabilir miyiz?

Çöpe atılan her lokmada kaç tane buğday var. Ve o taneler ne gibi hava şartlarına göğüs gererek yeşermişti. Ve biz onları hiçbir şey yaşanmamış gibi pervasızca/fütûrsuzca çöpe atabiliyoruz.

Anamın mayalı ekmekleri bir hafta bayatlamadan
dayanırdı. Şimdiki hazır mayalılar ise ancak iki gün.

Fırından çıkmış nar gibi kızarmış ekmeğin kokusu yedi mahalleyi sarardı. Pişirilen üç tepsi ekmeğin birinin yarısı “kokmuştur” diye komşuların hakkıydı. Fırından çıkması sabırsızlıkla beklenen ekmeklerden kırılan parçanın üzerine yağ sürülmesi, tuz-biber
ekilmesi ile bizim şölenimiz başlamış olurdu.

Vakt-i zamanında anamın yaptığı hamur mayalı ekmekler şimdi İstanbul-Ankara karayolunda ve Anadolu’nun bir çok yerinde duvar boyu ilanlarla gelen geçene duyuruluyor: Bayatlamayan Trabzon/Maçka ekmeği diye.

Anamın ekmek yapma macerası sabahleyin başlardı. Hamurun yoğrulmasıyla -ki hamur ne kadar çok yoğrulursa ekmek o kadar iyi kabarır- yorgunluk da had safhayı çıkardı. Yoğrulma işi bittikten sonra kabarması için ekmek bezlerine sarılır ve beklenirdi.

Kabarmaya yakın fırının yakılması işine girişilirdi. Bu sırada gün öğleyi dönerdi. Kümbet şeklindeki fırınlar gündöndü sopalarıyla kızdırılır ve sacayaklar üzerine tepsiler dizilerek fırının ağzı sıkıca kapatılırdı. Onun pişme zamanı göz kararı idi.
Arasıra fırın kapağı açılır ve tepsiler çevrilir pişip pişmediğine bakılırdı.
Çocukluğumdan kalmış ekmek pişirme ile bağdaştırılan diğer hadise ise babamın ekmekler çıktıktan
sonra fırına atacağı balıkları hazırlaması idi.

Mevsimler güzleyince palamut akını başlardı. Tabii ilkin Çingene palamudu olarak. Mevsim aynı zamanda kınalı yapıncak’ın da olgunlaştığı demler idi.

Babam köy kahvelerinin önüne gelen balıkçılardan aldığı palamutları, fırının karşısındaki saçak altında büyük bir özenle temizler ve ekmeklerin fırından çıkmasını beklerdi.

Amcamın alçak çatılı evinin üstünden -daha sonra yerlerine konulmak üzere- alınan Çingene kiremitleri itina ile yıkanır ve balıklar kiremitlerin üzerine dizilirdi. Babamın sabırsızlığı: “Hanım, ekmekler daha pişmedi mi?” sözü ile belli olurdu. Anam da “az kaldı” der ve bu arada diğer işleriyle uğraşırdı.

Son bir kontrolden sonra ekmekler bezlerle tutularak fırından çıkarılır ve içeri alınırdı. Daha önceden hazırlanan yerlerinde üstlerine su serpildikten sonra sıkıca sarılırdı.

Bu sırada babam kiremitlere yatırıp domates, kuru soğanla süslediği derya kuzularını fırının içinde karıştırdığı küllerin üstüne yatırmakla meşgul olurdu.

Daha kızgınlığı geçmemiş olan fırının ağzı bir günde iki iş yapmanın mutluluğuyla sıkıca kapatılırdı. Yaklaşık bir saat sonra sıcak ekmeğin kokusuna mis gibi balık kokuları da karışırdı. Artık vakt-i kerahat
gelmiş, gün akşama kavuşmuş olurdu zaten.

Tepside yıkanan kınalı yapıncaklara bir de çoban salatası eklenirdi ki; dünyada beylik bu olsa gerekti.

Bir kalemde ağzımıza atıp yemek yerine, “çok doydum” diyerek çöpe atılmak üzere bırakılan ekmekteki buğdayın onca meşakkate rağmen yaşama nasıl direndiğini düşünün.

Çöpe atılan lokmanın,
ayrıca o lokmayı merhale merhale sofralarımıza kadar getirirken çabalayan insanların
bunun hesabını bizden sormayacağına
inanıyorsanız mesele yok.
Ekmekleri çöpe atmaya devam edelim!

kenz

Teşekkürler dikkat edilmesi elzem konu

Evlatlarım sizi ekmek kırığından ziyadesi ile tahzir ederim buyrulmuştur...

Kırığına dahi DİKKAT şart...
İNSAN akli ile melekleşen nefsi ile iblisleşen bir aciptir İNSAN
İNSAN kendi kabahatini bilmeyen cehli ile dünyalara sığmayan bir mağrurdur İNSAN
İNSAN bütün zaaf ve acziyyetine rağmen kudrete kafa tutan taşkın bir şaşkındır İNSAN
İNSAN maziye bağlı hâle aldanmış istikbali gözler bir taştır İNSAN

müteallim

iki seye hürmek etmek lazimdir.kitabullah ve nimetullah
  Kuslar gibi ucmasini baliklar gibi yüzmesini ögrendik amma kardesce yasamasini ögrenemedik