“Ulûm-u Dîniyyeyi Tahsil Ve Neşretmenin Ehemmiyet Ve Fazîleti”
Yüce Rabbımızın zâtından, sıfatından, esma ve ef’âlinden, insanların dünya ve ahiret saadetinin esaslarından bahseden dînî ve ilahî ilimler, bütün ilimlerin en başı ve en şereflisidir. Bu ilimleri tahsil ve neşretmek ise çok mühim ve şerefli bir vazifedir. Çünkü dîn-i mübînin kıyâmı ve müslimînin necâtı, insanlığın felâketten selâmete ermesi bu vazifenin hakkıyla îfasına bağlıdır. En zor şartlarda bile, ihmali doğru değildir.
Nitekim Tevbe süresinde Mevlamız şöyle buyurur: “Müminlerin kâffesi birden seferber olacak değillerdir. Fakat her fırkadan bir tâife toplansa da dinde tefekkuh etseler ve döndükleri zaman kavimlerini inzar eyleseler, tâ ki sakınırlar.” (Sure-iTevbe 122)
Bu ayetle her fırkadan bir kısmının sefere çıkması ve bir kısmının da tefakkuh ve inzar için kalması emrolunmuştur. (Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili c.4 s.2644 Eser Neşriyat)
Demek ki bu vazîfe, müslümanların ölüm-kalım mücadelesi verdiği dönemlerde bile ihmal edilemeyecek kadar mühim bir vazifedir. Zîrâ, dünya ve dünyanın mahiyetini anlamak da, ahiretin ehemmiyetini anlamak da büyük ölçüde ilim sayesinde olur.
Nitekim Peygamber Efendimiz (S.A.V), Mekke-i Mükerreme’de Dar-ı Erkâm’da başlattığı “Mekteb-i Muhammedi”yi ve tedrisat-ı diniyyeyi, Medine-i Münevvere’de Eshâb-ı Suffe ile devam ettirmiş, en zor şartlarda bile tatil etmemiştir. Sulh ve sükun zamanlarında ise bütün gayretini ulûm-u diniyyenin neşrine hasretmiştir. Yetiştirdiği sahâbîleri civar kabilelere ve şehirlere hoca olarak gönderip, insanlara yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’i ve dîn-i celîl-i İslâmı öğretmeye çalışmıştır.
“Sizin en hayırlınız Kur’an’ı öğrenen ve öğretendir.”(Kamil Miras Tecrid-i Sarih c.11 s.240 Hadis No: 1775 Emel Matbaası 3. Baskı Ankara 1975) Kime Kur’an (okuma ve okutma nimeti) verilir de O, (bu nimet verilmeyen) başka birine verileni, kendisine verilenden daha hayırlı zanneder (ve ona imrenir)se, Allah’ın ta’zım ettiğini tahkir etmiş olur” ,(Gazali, İhya c.1 s.17 Müessesetü’l-Halebi Kahire 1967 ) buyurarak dini ilimlerin menşe-i olan Kur’an-ı Kerim’in ta’lim ve taallümünün, diğer pekçok hadis-i şerifle de dini ilimlerin tahsilinin ehemmiyetine işaret buyurmuştur. İman ve hidayet nuru ile kalpleri ve zihinleri aydınlanan müslümanlar, hem dînî, hem de dünyevî ilemlerde büyük bir inkişaf gösterip, ümmî bir cemiyet iken, kısa zamanda insanlığın ilim ve medeniyet muallimi haline geldiler.
Peygamberimizin varisi olan mürşid-i kâmiller de, her devirde birinci vazife olarak dinin ihyasına, dînî ilimlerin neşr ve tervicine gayret etmişlerdir. İmam Rabbanî(ks) hazretleri bir mektubunda şöyle buyurur:
“....Öyleyse hayırların en büyüğü, bilhassa şeâir-i İslâm’ın yıkıldığı şu zamanda dîni tervîc ve onun hükümlerinden birini ihya için gayret göstermektir. Öyle ki Allah yolunda binler(ce şey)i infak, dînî meselelerden bir meseleyi tervîce denk olmaz. Çünkü dîni tervîc etmek, peygamberlerin yolunu takip etmektir. O peygamberler ki, mahlukatın en şereflisi onlardır. İyiliklerin en mükemmeli onlara verilmiştir.” (İmam-ı Rabbani, a.g.e. c.1 mektup: 48)
Çok sevdiği bir zât olan Molla Ahmed Berkî hazretlerine yazdığı bir mektupta da, onun maneviyatta yüce makamlara ulaştığını müjdeledikten sonra şöyle buyurur:
“Senin bu devleti elde etmenin sebebi, cehaletin temekkün edip, bid’atların rüsuh bulduğu yerlerde, ulum-ı dîniyyeyi ta’lim ve ahkam-ı fıkhiyyeyi neşretmen, evliyâullah’a muhabbet ve ihlas göstermendir. Allah(cc) bunları sana mahza fazlı ile vermiştir.
İşte, size gücünüz yettiği kadar ulum-u dîniyyeyi talim ve ahkam-ı fıkhiyyeyi neşretmenizi tavsiye ederim. Çünkü bu, işin özü, yükselmenin sebebi ve kurtuluşun medârıdır.” (İmam-ı Rabbani, a.g.e c.1 mektup: 275)
Görülüyor ki Allah dostları, ahiret işlerine faydası olmayan ilimleri, dünya ilmi kabul etmişler ve ona göre değer vermişlerdir. Şüphesiz dünya ilimlerinin de kendine göre bir kıymeti vardır.
Yine son devirde, dinin garib kaldığı bir zamanda, ümmet-i muhammedin imdâdına koşup, varisi oldukları Yüce Peygamberimiz’in getirdiği kitabı ve dîni, binbir emek ve meşakkatle insanlara anlatmaya ve bu hususta hiçbir şeylerini esirgemeden, her şeylerini feda ederek, adeta kendilerini helak edercesine insanlığın hidâyet ve necatı için çırpınan Büyük Allah Dostları, gönüllerinden fışkıran muhabbetleriyle besleyip yetiştirdikleri talebelerine; vazifeye giderlerken, yapacakları vazîfenin ehemmiyetini şu şekilde beyan buyurmuşlardır:
“Evlatlarım! Buraya kadar getirdiğimiz emanet-i ilahiyye, şu andan itibaren sizlerin uhdesindedir. Allah-ü Teâlâ dinini ihyaya hükmetti de, ilahî irade îcabı, bu yenileme vazifesi benim ve sizin omuzlarınıza indi. Bu, istemekle elde edilecek bir devlet değildir. Lakin zaman içinde belli kimselere min indillah tevdî edilir. Buraya ayrı ayrı yerlerden gelip toplanmanız dahi bir tesadüf değildir. Cenab-ı Hakk kısa zamanda bu ilmi sizlere öğretmek, hatta irşada bile isti’dât vermekle hepinizi bu emanet-i kübrâya memur etmiştir.
Evlatlarım! Sizler, Allah’ın memuru, Rasülullah’ın memuru, Kitabullah’ın memuru, Füyuzât-ı ilahiyyenin tevzii memurlarısınız. Yegane vazifeniz, batağa düşmüş ümmet-i Muhammed’in evladını bataklıktan kurtarmaktır. Gaye rıza-i ilahidir.
“Sizi tebrik ederim çocuklar. Akranlarınız şehvete esir olup, nefis ve heva peşinde başıboş dolaşırken, sizler Hazret-i Mevlânın zatının nuru ile alakadâr ve sıfatının eseri olan ilm-i Kur’an ile meşgul oluyorsunuz. Burada öğrendiklerinizle ümmet-i Muhammedin evladını bataklıktan kurtarmaya hazırlanıyorsunuz. Bu ne yüce bir vazifedir. Yemin ederim çocuklar, sizler bu dünyanın en bahtiyar insanları ve hatemüs-saade bahçesinin fidanlarısınız. Hepiniz ümmet-i Muhammed’e yadigâr olsun.”